Kur’ân’da Geçen El, Göz, Yüz Terimlerinin Yorumu

 


el-Cüveynî




Ebü’l-Meâlî Rükniddîn Abdülmelik b. Abdillâh b. Yûsuf (ö. 478/1085) Nîşâbur yakınında Ezâzvâr (veya Büştenikân) köyünde 18 (veya 10) Muharrem 419’da doğan, Hicaz bölgesinde dört yıl kadar Mekke ve Medine’de kalıp buralarda ders okuttuğu, ünü yayıldığı için İmâmü’l Haremeyn olarak tanınıp meşhur olan Eş’arî kelâmcısı ve Şafiî fakihidir. En ünlü öğrencisi şüphesiz kelam ilminde yeni bir çığır açan Gazâlî’dir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin mutaassıp bir Mutezilî-Şiî görüş sahibi olan veziri Amîdülmülk el-Kündürî, Eşarî âlimleri bidatçı olarak değerlendirip onların ders vermesini, vaaz etmesini yasaklayınca Bağdat’a oradan Hicaz’a gitmek zorunda kaldı. Bu bakımdan eserlerinde sıkça Mutezileyi hedef almasına şaşmamak gerekir.

Sultan Alparslan Kündürî’yi azledip yerine ünlü siyaset adamı Nizâmül-mülk’ü getirince bir bakıma Cüveynî için rüzgâr tersine esmeye başladı. Bunun üzerine önce memleketi Nîşâbur’a döndü (455/1063) sonra da burada yaptırılan Nizamiye Medresesi’nin bugünkü anlamda kurucu rektörü/müderrisi olarak atandı. Vefatına kadar ilmî çalışmalarını sürdürdü.

Kelâm ilminin oluşmasında ve bu şekilde isimlendirilmesinde âyet ya da hadislerde Allah hakkında kullanılan ’el’, ’yüz’, ’göz’ vb ibarelerin nasıl anlaşılması gerektiği hususu etkili olmuştur. Bu gibi kullanımları sözlük anlamlarıyla anlamlandırmaya yönelen ve böylece Allah hakkında insanbiçimci yorumlara kaçan Müşebbihe, Mücessime, Haşeviyye adı verilen bazı akımların görüşleri Kelâm âlimleri tarafından eleştirilmiştir. Ancak diğer taraftan bunlara nasıl bir mânâ verilmesi gerektiği hususu da gündeme gelmiştir.

Cüveynî bu konuda ilklerden sayılır ve bu tür lafızları tevhîd ve tenzih anlayışına uygun yorumlayan Kelâm âlimlerinin başında gelir.

-------------

Bazı imamlarımız yedeyn (iki el), ayn (göz) ve vech (yüz) gibi lafızların Allah’ın niteliklerini bildirdiğini ve bunların akılla değil, nakille bilinebileceklerini kabul etmişlerdir. Bizce doğrusu, yedeyn lafzının kudret, ayn’ın görme ve vech’in de varlık olarak yorumlanmasıdır.

Nakle dayalı bu gibi sıfatları kabul edip bunları aklî delillerin gösterdiği şekilde Allah’ın özüne ilave anlamlar olduğunu benimseyenler, secde etmekten kaçınan İblis’in kınandığı, “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Kur’ân 38: 75) ayetini delil getirip şöyle derler: Yaratılmışların hepsi Allah’ın kudreti ile yarattığı şeyler olduğu için Yedeyn lafzı kudret olarak yorumlanamaz. Çünkü bu yorum ifadenin “iki elimle” şeklinde tahsis edilmesini anlamsız kılar ki bu da doğru değildir. Zira akıl, yaratmanın ancak kudretle veya kâdirin güç yetirir oluşuyla gerçekleşeceğini bilir.

… Hz. Âdem, “iki elle yaratılma”nın kendisine has kılınması sebebiyle secde edilmeyi hak etmiş değildir… Secde etmek, ancak Allah’ın emrine uymak için gereklidir… Öyleyse ayetin zahiri terk edilir; akıl da yaratmanın kudret vasıtasıyla meydana geldiğine hükmeder…

Ayn kelimesinin zikredildiği ayetin anlamıyla ilgili olarak da, bunun zahirî manası (göz) ittifakla terk edilir. Hz. Nuh’un gemisinden bahseden “… (gemi) gözetimimiz altında akıp gidiyordu” (Kur’ân 54: 14) ayetinde de durum aynıdır… Hiç kimse burada, Allah’ın gözleri olduğunu kabul etmez. Bu ayette geminin, meleklerin kuşattığı bir mekânda, koruma ve gözetim altında bulunması kastedilir. Meselâ bir kimse hükümdarın inâyeti ve gözetimi altında olduğu zaman “Hükümdar falanca kimseye göz kulak olmaktadır” denir…

“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zâtı) bâki kalacak” (Kur’ân 55: 27) ayetinde geçen vech lafzının bir sıfata hamledilmesi mümkün değildir. Zira mahlûkatın yok oluşundan sonra Allah’a ait (bu tür) hiçbir sıfat bâkî kalmaz; bâkî kalan, zorunlu sıfatlarıyla yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla en doğrusu, vechin “varlık” olarak yorumlanmasıdır. Bazıları vech ile Allah’a yaklaşmanın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim “Bunu Allah uğruna (li vechillah) yaptım” denilmiştir; bundan da Allah’ın emrine uyma maksadının gözetildiği anlaşılır. Bu yoruma göre ilgili ayette, Allah rızası gözetilmeyen her şeyin boşuna olduğu kastedilmiştir.

Bu sıfatları ilgili ayetlerin zahiri anlamlarıyla kabul etme yolunu benimseyen arkadaşlarımızın, istivâ, mecî’, nüzûl ve cenb gibi sıfatlara ait görüşlerini de ayetlerin zahirine tutunarak açıklamaları gerekir. Bu lafızların ittifak edildiği şekliyle tevili mümkünse, bizim zikrettiğimiz şekliyle tevili de mümkündür. Her ne kadar biz, zahire göre konuşmaktan kaçınıyor olsak da, mademki konu açıldı, o halde bu husus ile ilgili Kitap ve Sünnet’te yer alan ifadeleri ortaya koyalım. Mücessime’nin ayak takımı Haşeviyye, bu ifadelerinin zahirî anlamlarını gönül rahatlığıyla benimsediklerini açıklamışlardır.

Tartışma konusu olan ayetlerden birisi de “Allah yer ve göklerin nurudur” (Kur’ân 24: 35) ayetidir. Bazılarına göre ayetin anlamı, Allah’ın yerde ve göklerde bulunanların yol göstericisi (hâdî) olduğudur. Yoksa İslâm’a gerçekten bağlananların, yer ve göklerin nurunun ilahın kendisi olduğunu söylemeleri uygun görülemez. Söz konusu ayette, (benzetme yoluyla) örnek (darb-ı mesel) vermek amaçlanmıştır; dolayısıyla bu ayet mücmeldir. Nitekim aynı ayetin devamında yer alan “Allah insanlara birçok misaller verir” cümlesi zikrettiğimiz bu hususu ifade eder.

Hakkında soru sorulanlardan biri de “Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun!” (Kur’ân 39: 56) ayetidir. Bu ayetin anlamı hususunda ahmak bir aceminin dışında kimsenin aklı karışmaz. Zira cenb lafzı, sözün akışı içinde tefrit kelimesiyle birlikte kullanıldığı için uzuv anlamında yorumlanamaz. Dolayısıyla bu lafız, ancak Allah’ın emrinin yönleri ve bunların kaynağı anlamında yorumlanabilir. Bazen cenb lafzıyla, şeref (cenâb) ve yücelik kastedilir… Bizim bu söylediğimiz, tevile başvurmak değildir; ayette tefrit (aşırı gitme) ile birlikte kullanılan cenb kelimesinin uzuv anlamına yorumlanması geçersizdir.

Üzerinde soru sorulan bir diğer ayet ise, Allah’ın “Bacağın (sâk) açılacağı/eteklerin tutuşacağı gün” (Kur’ân 68: 42) sözüdür. Bu ayetle, kıyamet gününün korkunç ve çetin halleri ile suçlulara uygulanacak cezalar anlatılmaktadır. Savaşta durum ciddiye bindiğinde, göğüsler kinle dolduğunda, gözleri nefret bürüdüğünde, insanlar burunlarından solumaya ve meydanlar cesetlerle dolmaya başladığında (Arapçada) “Savaş bacağı/ayakları üzerine dikildi” denilir. Dolayısıyla akıl sahibi bir kişi, sâk lafzını uzuv/bacak anlamında yorumlamaz.

Şu ayetler hakkında da tartışma söz konusudur: “Rabbin ve melekler sâf sâf geldiler” (Kur’ân 89: 22); “Onlar Allah’ın ve meleklerin bulutlardan oluşan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar. (Kur’ân 2: 210). Bu ayetlerde yer alan gelme (mecî’) kelimesiyle kastedilen, bir yerden bir yere gelip gitme değildir. Allah bu gibi hallerden yücedir. Aslında “Rabbin geldi” ifadesiyle, Rabbinin emri, suçluları suçsuzlardan ayıran adaletli hükmü geldi, anlamı kastedilmektedir.

Ta’zîm (ululamak/yüceltmek) maksadıyla, emrin sahibini ifade etmek yaygın bir kullanımdır. Meselâ, “Hükümdar gelince onun dışındakiler yok oldular” ifadesinde, hükümdarın gelişi değil, onun emir ve yasaklarının ulaşması kastedilir…

Haşeviyye’ye karşı çıkarken, onların da tevilini uygun gördükleri ayetlere önem vermek gerekir. Hakkında tartışma bulunan konularda ayetleri tevil etmeye kalkışırlarsa, kendilerine aynı metotla mukabele edilir. Onlara itiraz sadedinde ileri sürülen ayetlerden birisi şudur: “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Kur’ân 57: 4). Bu ayeti zahirine göre anlamak isterlerse, Allah’ın arş üzerine istivâsını, O’nun orada bulunması olarak anlamadaki ısrarlarından vazgeçmek zorunda kalırlar. Böylece akıllı bir kimsenin kabul edemeyeceği çirkinlikleri benimsemeye mecbur olurlar. Onlar, Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” ile “Herhangi üç kişinin fısıldaşması halinde dördüncüsü O’dur; beş kişinin fısıldaşması halinde de altıncı O’dur” (Kur’ân 58: 7) ayetini gizli şeylere vâkıf olmaya hamlettikleri takdirde tevile cevaz vermiş olurlar. Kur’ân’ın zahirlerini tevil hususunda bu kadarı yeterlidir.

Bu hususta sarıldıkları hadisler ise âhad haberler olup kesin bilgi ifade etmezler. Bütün bunlardan vazgeçsek bile, tevil câizdir. Fakat biz onların âhad haberleriyle uğraşmayıp, sahih hadislerdeki tevile işaret edeceğiz. Meselâ nüzûl hadisi bunlardan biridir. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah her Cuma gecesi dünya semasına iner ve ’Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim; af dileyen yok mu, affedeyim; dua eden yok mu, duasını kabul edeyim’ der.” Buradaki nüzûlü, yer değiştirmeye ve bir yeri terk edip başka bir yeri işgal etmeye hamletmenin imkânı yoktur. Çünkü bu durum, cisimlerin sıfatlarından, maddelerin özelliklerindendir. Böyle bir şeye cevaz vermek iki yönlü çelişkiyi doğurur. Bu çelişkilerden biri, ilâhın hâdisliğine hükmetmek, diğeri de cisimlerin hâdis oluşuna dair delili reddetmektir.

Burada nüzûl kelimesi Allah’a izafe edilerek kullanılmakta ise de, ondan, Allah’ın mukarrabûnun (Allah’a yakın olan büyük melekler) inişinin anlaşılması mümkündür ve akla aykırı değildir. Benzer bir kullanım, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşmaya kalkışanların cezası...” (Kur’ân 5:33) ayetinde de vardır. Bu ayet, ’Allah dostlarına/yöneticilere (evliyâullah) karşı savaşanların cezası…’ manasına gelir. Burada evliyâ kelimesinin kaldırılması, yerine Allah lafzının konulması söz konusudur.

İlgili hadisin tevilinde, nüzûl kelimesine, kulların taşkınlık ve isyanda ısrar etmelerine, geceleri Allah’ın ayetleri ve Ahiret üzerinde düşünmeyi ihmal etmelerine rağmen Allah’ın kullarına nimetlerini bolca bahşetmesi anlamını yükleme de vardır. Nüzûl kelimesi, insanlar hakkında tevazu maksadıyla da kullanılır ve baskıyı arttırma imkânı olduğu halde hükümdar, halkına yumuşaklıkla ve şefkatle muamele ederek kendi gücüne bir sınır koyduğunda, “Hükümdar yüce makamından aşağı derecelere indi” denir.

Yer değiştirmenin (intikâl) nüzulün şartlarından olmadığına dair delillerden bir tanesi, daha önce geçtiği üzere, Kelâm’ın intikalinin imkânsız oluşunu bilmekle birlikte, bu lafzın ona nispet edilerek kullanılmasıdır.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis hakkında da tartışma mevcuttur: “Kıyamet Günü geldiğinde cennet ehli nimetlere gark olup cehennem ehli de ateşe atıldığında, cehennem ’daha yok mu?’ diye sorar. Günahkâr (cebbâr) ayağını ateşin içine sokar ve cehennem ona ’Haydi! Haydi!’ der.”

Bu hadisi, Muhammed b. İsmail (el-Buhârî), Sahih’inin Kitâbu’t-tefsîr bölümünde rivayet etmiştir. Bunun geniş bir tevil imkânı vardır. Meselâ, cebbâr kelimesinin günahkâr/zalim bir kul olarak yorumlanması pekâlâ mümkündür. Böyle bir kimse, Allah indinde en küstah biridir. Cehenneme o kişiyi beklemesi ilham edilmiştir. Cehennem, kendisine gelenlerin sayısının artmasını sabırsızlıkla beklerken, o cebbâr kul, cehenneme adımını atar; adımını atınca da cehennem ona “Haydi! Haydi!” der.

Hadislerde yer aldığına göre, insanların iyileri ya da günahkârlarının ayakları, cehennemin kenarında sanki bir yağ kütlesi gibi dona kalır. Ayaklar cehenneme dokunduğunda o, cehennemlikleri yutar; zira o, cehennem ehlini, bir annenin çocuğunu tanımasından daha iyi tanır. Zikrettiğimiz üzere, cebbâr lafzına bu anlamı yüklemenin doğruluğuna “Cehennem ehli kibirliler, zorbalar, küstahlar, burnu büyükler ve böbürlenenlerden oluşur” hadisi işaret eder.

Burada kadem (ayak) lafzının, Allah’ın ilminde ateşe girmeye müstahak olan bazı toplumlara hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda, isim tamlamasında yer alan ’kadem’ kelimesi hükümdar manasına gelir.

Haşeviyye’nin tutunduğu şeylerden biri de Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” hadisidir. Bu, sahih hadis kaynaklarında yer almamıştır. Eğer sahih ise bu, Haşeviyye’nin bilmediği bir sebepten dolayı nakledilmiştir: Güzel yüzlü bir köleyi tokatlayan bir kişiyi Hz. Peygamber görmüş ve “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” buyurarak o kişinin bu davranışını yasaklamıştır. Burada kendi sureti ifadesindeki hûzamiri, dövülmesi yasaklanan köleye gider. Bu zamirin Hz. Âdem’e gönderilmesi de mümkündür. Bu durumda hadisin manası şöyle olur: Allah, Hz. Âdem’i anasız-babasız, düzgün/pürüzsüz bir insan (beşeran seviyyâ) olarak yaratmıştır.

Bu hadisten maksat şudur: Âdem (as) sonraki insanların tâbi olduğu yaratılış aşamalarından geçmemiştir; Allah onu, kendi suretinde yaratmıştır.

Zikrettiğimiz bu hususları kavrayan bir kimse, reddedilen haberlerle ilgili her meseleyi hemen tevil etmeye kalkışmaksızın, iyice tahkik edip araştırdıktan sonra tartışma konusu olan hususun yorum ve açıklamasında zorlanmaz…

el-Cüveynî 1950. Kitâbü’l-İrşâd; thk. Muhammed Yusuf Musa, Kahire, s, 155–164.
Çeviren: Mehmet İlhan

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »