Kuvvet

Kuvvet

Damarlarda dolaşan kanda kuvvetinin kaynağım arayan insan, kemikleri otlarla parçalanan etlerin lûtfuna uğramış bir iskeletten başka bir şey midir? Bir pehlivan iri bir gövdeyi yerlere yuvarlı­yor, Neron’nun emir kullan arenadaki vahşi hayvanların pençesine bedenler fırlatıyor. Napolyon, filozof Volney’i tokatlıyor. Kudret sahibi bir insanoğlu bir emri ile başlar düşürüyor. Servetin sahiple­ri ise kapılarından dilencileri kovuyorlar. Yeryüzünün herhangi bir kuvvetine dayanan kişi, bunu yapamayan zayıflan sürüm sürüm mezara kadar süründürmesini biliyor. Buna kuvvet mi diyorsu­nuz? Kuvvetse bu neden hep kaplanlarla yılanlar yaşattığı için dünyamızın yüzü gülmüyor? Neden bunlar huzursuz bir saldırma halinde ömürlerini geçiriyorlar? Korktuklarından şüphesiz. Şüphe­siz ki vahşi hayvanlar korktukları için saldırırlar. Fakat başka türlü davranışa kabiliyetleri ve kudretleri yoktur. Evet onlar âcizdirler. Bir yılanın veya kaplanın saldırışındaki musibet, bir kayanın üstü­müze yıkılmasından farklı mıdır? Öyle iken kaya kuvvetlidir denil­mez. O halde kuvvetli kime denir?

Kuvvetli diye hür olana, önce nefisine karşı bağımsız olana, sonra da herkese ve bütün dünyaya karşı bağımsız olarak davrana­bildi insana denmelidir. Nefsinin azabına, hıncına ve hırsına mağ­lup olan, hırslariyle ve hınçlariyle hareket eden insan, başkalarına esir mi kişiden farklı durumda mıdır? Sezar’ın karşısında zin­cirlere bağlı dururken dişlerini gıcırdatan Versengetori hakikaten esirdi. Ama İngiliz hâkimlerinin karsısında ccsaret ve samimiyetin kendisine kanunun en ağır cezasının verilmesini isteyen Gandi hür insandı. Sivas muhafızlarını diri diri toprağa gömdüren Timur tarihin kaydettiği en bedbaht esirlerdi.Buna karşılık Bağdat’da anıldığı darağacında burnu ve kulakları delinmişken kendisini taşlayan gafil halk için Allah’ına şu sözlerle yalvaran Hallac hür ve kuvvetli insandı:’’Onları affet ve beni affetme.Madem ki benim insanlığımı,uluhiyetinde telef ediyorsun;öyleyse benim insanlığımın senin uluhiyetinin üzerinde sahip olduğu hakla,beni sana kavuşturmak için çalışan bu insanları mutlaka affetmemi istiyorum.’’

Hıristiyanlığın Roma da yayıcısı olan havari Sen Piyer vahşi Romalıların boğazladığı ilk Hristiyanları bırakıp da kaçarken zayıftı ve esirdi. Lâkın yolunun üstüne çıkarak “nereye gidiyorsun efendi" diye kendisini şiddetle karşılayan Mesih'in hayalı önünde yerlere kapanıp ağladıktan sonra ayağa kalkarak en büyük zevk ve hürriyetle, sanki İlâhi hürriyetle Roma’ya koşa koşa gelip de impa­ratorun askerlerine teslim olduğu zaman dünyalar kadar kuvvetliydi. Onun tilmizleriyle birlikte çarmıha gerildıği bu kapıda sonra asırlarca insanlar ruhları için kuvvet ve hürriyet yemişlerini topladılar.

Hür ve kuvvetli olan insan yırtıcı olan değil, yaratıcı olur insandır. O âleme aydınlık olan güneş misâli bir varlıktır Kin, zaafın ve esaretin mahsulüdür. Muhabbet, bolluk ve rahmet dağar­cığıdır. Zayıf beddua eder, kavı duanın sevgilisidir. Yeryüzünde rahm ü şefkatle, muhabbetle fetholunmayacak belde yoktur. Şiddet kendini yıpratır, kin kendi kendini yener. Aşkın, dünyamızı daha ilk yaratılışta fethettiğini bilmeyenler, bedbaht ve zayıf ruhlardır Zâlimlere acıyınız, kindarlara acıyınız, acıma bilmeyenlere acıyınız, ta ki yeryüzünde Mesih’in diktiği merhamet ağacı dalların; semalara uzatsın ve kendi yok etmek istediği ruhlara acımayan korkak gönüllere acısın.

Günün korkak gecelere, hür ve serazat kalbin,zâlim bedenlere acıdığını görmüyor musun? Yerin, kendi üstünde binbir sefaletle sürünenlere acıyarak sonunda bağrına bastığını, ümidin varlığımızı her an kovalayan ölümün üstüne gerilmiş bir örtü olduğunu bilmi

Yor musun?Acımayan gafildir, korkaktır ve bedbahttır. Evet,o kendi varlığından habersiz yaşıyor ve kendi kendine yaklaşmaktan korkuyor. O hiçbir zaman kendine sunulan emanetin sahibi olamayacaktır. Güneş çin ısıtmamak nasıl imkânsızsa, kuvvetli ruhlar için de insanlara acımamak öyle imkânsızdır. Merhamet, bütün âleme yaygın ilahi  bir cevherdir. O sevginin kaynağıdır. Sevgi ise kuvvetin, insanı gerçekten yaşatan bütün kuvvetlerin kaynağı olmuştur. Şahsiyetimizin dalgasını taşıyan bütün hareketlerimiz gibi bütün düşüncelerimiz, âlemşümul ve sonsuz merhamet denizinden çıkıp bir-kuvvet haline geçmek isteyen irâdenin hareketleridir. İlâhî merhametin gerçekleşmesi için yeryüzüne bizimle inen büyük iradenin ancak emanetçisi olan varlığımız en kudretli fetihlerini bu iradenin  elile yaptı. Toprağına merhamet tohumu serpilmeyen ülkeler, nice fatihlere matem ülkesi oldu. Gönüllerin arasında karanlık uçurum­lar açan anlayışsızlık, sevgisizlik ve bunların doğurduğu felâketler merhamet cevherinden mahrum oluşun eseridir.

Kudretin yoksa, acıyamazsm, zira o en büyük kudrettir. Acı­mayan bilmez ki en büyük hâzineyi, saadetlerin hepsinin kapısını açan anahtari yitirmiştir. Aslı bir olan kâinat eserini durmadan tekmeleyen kuvvet! Sen kuvvetsizliğin, sen aczin timsâlisin. Bu yolda gidişle her zerreye acıyan Yunus'un aşkındaki kuvvete ulaşmak kabil mi? Yunus nasıl insandı acaba? Asıl yapısile insan olarak bizim gibi bir insandı şüphesiz. Lâkin insan fani bir heykel­dir veya bir semboldür. Asıl varlığın sembolü gerçekten var olan kuvvettir. İnsan asıl bu kuvvetin muvakkat karargâdır. Kuvvetse eserde görülüyor. Beethoven’in senfonisinde kuvvet haykırıyor, Zola’nın gözyaşları arasında yaşattığı dünyası, kuvvet taşıyor. Mevlâna dünyamızın üstünde bir kuvvettir. Yunus bütün gönüllerin fâtihi olan semavî kuvvettir. Ve hepsinde Beethoven’de, Zola’da, Mevlâna’da, Yunus’da barınan kuvvetlerin hepsi ayni kaynaktan, merhametin dünyalar ve ruhlar yaratıcı olan kaynağından fışkırmış insanüstü kuvvetlerdir.

 
Devamını Oku »

Affediliş

Affediliş

Toprak, nankörlüğü affetmiyor; tekrar tekrar vermek için kendine tohumu bağışlayan şükranı bekliyor. Sema gafleti affet­miyor; yeryüzüne rahmet indirmek için güneşten şefkat bekliyor.. Affetmek ve edilmek, insan içindir. Ancak affın bir hovarda bah­şişi olduğunu sanmak hatadır. Affetmek, akılların üstünde sultan olan kalbin hareketi olduğu gibi affedilmek de insanın bizzat kendi kalbinde inkılâp yapmasiyle kendisine sunulan zafer hediyesidir. Şüphe yok ki affın fermanım hazırlayan kalptir. Hesapça akıl onu anlamasa da kalp kendi kahramanına affı bağışlıyor. Affeden insan da affedilen gibi kalbini yükseltmiş, “insan kalbi böyle olur” dedir­tecek olgunluğa ulaştırmış olmalıdır.

Affın asıl sahibi Allah'tır. İnsan da Allah sevgisiyle affediyor ve ancak Allah sevgisine sahip olanlar affetmesini biliyorlar. İnti­kam duygusu af ile asla bağdaşamıyor. Allahsız insan affedemi­yor. Varlık hakkında duyulan sonsuz sevgi, durmadan yeryüzünde af taşımaktadır. Aşk ile beslenen, zekâ ve hesap mahsulü olma) af, fenalıkları himaye edici af değildir; o, günahları temizleyicidir. Lâkin kimler bu atfa lâyıktır? Hangi günahlar af ile temizlenirde dünyamız kinlerin cehenneminden kurtulur ve muhabbetlerin cenneti haline getirilir?

Nefsine karşı samimiyetsizliğin affı olmadığını biliyoruz. İşlendikten  sıra nefsinin huzurunda samimi lisanla hesap veren ve yaptığının ıstırabını çekmekten usanmayan günah atfedilir. Kendini günahsız bilen zahitler değil, günahlarının affı için,damarlarındaki kan misâli gözlerinden gönüllerine durmadan akıtan âşıklar affedilir. Bir günahkârın günahlarını liste halinde yazıp eline veriyorlar, '‘Oku bunu!” diyorlar. O kadar ağlıyor ki göz yaşlariyle buğulanan manzarası günah yazısını göstermiyor. Gözyaşları günâhlarını yıkayıp affettiriyor. Çok teşbih çekenlerden ziyade, ümitsizlikle yıpranan yetimin yüzünü ümit ile güldürenler atfedilecek. Bedende suç işleyenler affedilse de ruhlara ümitsizlik, yeis ve korku dolduranlar affedilmeyecek. Sarhoş, affını arayan kalbe sahip olunca Levh-i Mahfuz’da onu hazır bulacak. Lâkin fitne ile riyânın sahipleri affolunmayacak.

Şeytan taşlayanlardan ziyade bedbahtları sevindirenler affa uğrayacaklar. İnsanoğluna acı çektirenler, insan ruhunu takdis edenler affolunmayacaklar. Rab-binin affına uğramak için insanlar elinde işkence edilenler ne bahtiyardırlar! Bir hatâyı, çektiği bin mihnetle sildirenler, Allah’ın yeryüzünde affederek huzuruna tertemiz çıkaracağı kullardır. Gön­lündeki bir yarayı bir ömür süren gözyaşlariyle yıkayıp temizleyen kahramanlar, affın cennetinde en yükseklere tırmanmaktan başka dileği olmayan âşık gönüllerdir. Affını kolaylıkla kazanmak iste­yen ona ulaşamaz. En ufak günâhın affı için feda edilecek bütün bir ömrün huzuru çok görülmemelidir. Affı biz istediğimiz o, dünyadan ve ömürlerden paha pahalıya alınır. Onu Rabbimiz bağışladığı anda bir hulasa bin günah bağışlıyor, bir aşka net sunuyor. Bazan bir günahın affı için bin niyâz lâzım bazan da bir niyâz bin günahı temizliyor.

Müminin yüzünde, bakışlarında bile affeden rahmetle affını isteyen alçalış birleşmiş görünüyor. Ezan seslerini gönülle dinleyiniz: Âleme affı, rahmet serpiyorlar. Müminin huzurunda temaşa  ettiğimiz manzara, yine rahmetle affın aşk ile çerçevelenmiş ufuklarıdır.

Affediliş, ona lâyık olan kalbin en asil kurtarıcısıdır.O affeden kalbi de aynı hareketle kurtarır İnsanın tabiatına ve kalbinin isteklerine bakılınca. "Allah bizi günah işlemek için yarattı.’’demektense. "Allah bizi affedilmek için yarattı.’’demek ilahi niyyet   ve iradeyi daha doğru anlatmak olacaktır.

Kur’an, affın en büyük kitabıdır. Yeryüzü, her tarafına affın ekildiği bahçe ise, insan kalbi ona affın iksirini serpen ilâhi ema­nettir. Günahlarımızdan affedilerek insanlaşıyoruz, ölümle ebedi affın sırrına ereceğiz. Varlığın sonsuz zevkini tatmak isteyenler, gönül bahçesinin güllerinden af kokulan çıkaranlardır. Affetmeyeni varlık, kendinde helâk oluyor. Affetmek iradesini elde edemeyen mefluç ruh, ruhları kurtaramıyor.Gerçek zafer, gerçek saadet, sana  zulmedenleri, seni affetmeyenleri bile affedebilmekdir.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Benlik

Benlik
“Bir ben vardır bende benden içeri”
Yunus Emre

Sırtımızda sanki ağır bir yükle dünyaya geliyoruz. Sanki adımlarımızı köstekleyen bir zincir var. Yolumuzun üstünde bir biri ardı sıra sıralanan hedeflere doğru içimizden itilirken belirsiz şüphelerimiz, korkularımız da var. İşte bu sırtımızdaki yük, ayaklarımızdaki zincir, bu şüpheler!. korkular, bizi dünyada karşılayan yaşamak korkusudur. Bütün bu engellere rağmen bunların hepsine göğüs veren “var olmak iradesi” hayata söz veriyor. Bütün tehlikeleri göze alarak “ben varım” diyor. Benliğin aleme kendini bu ihbarı bir ihtar gibidir. Bunda “işte ben geliyorum, sen benim istediğim gibi olacaksın” diyen bir şiddet şeklidir. İnsan, var olmak iradesini henüz hayatı hücrenin için de yaşarken, hürriyetini kazanmıştır. Benlik, kendi kendisini idrak ettiği anda bu idraki sade kendini bilmekten ibaret değildir. Onda hem bilmek hem de istediği gibi olabilmek kudreti vardır. Yani hem kendini bilir, hem de kendinin hür olduğunu bilir. Ancak bu hürriyet, var olmak iradesinin şuur halinde gözükmesidir. İşte bu var olmak iradesidir ki zaruri olarak içerisine atıldığı bir dünyada çeşit çeşit engelleri yenerek ilerler. Ve varlıkları kendine mâl etmek ister, yani o, her adımında daha fazla var olmak ister. Benliğimiz büyür, sessiz bir ırmakken bir çağlayan, bir şelâle, coşkun bir nehir olur. Önce sadece var olma isterken, sonunda her şeye sahip olmak ister.

Bizde ilk olan bu hayati benlik. Kendini başka benliklere karşı koyar, yaşamak için başkasını yaşatmamak hırsındadır. Sade eşyayı ve varlıkları değil, hatta kâinatı kendi benliğine katmak ister ve bu, kendisi için derece derece zaruret haline gelir. İnsanın içinde doymaz bir canavar peyda olur. Bu canavar, zekâyı peşine takınca zaptolunmaz bir kuvvettir. Harp ediyor, teknik yaratıyor, serveti kazanıyor, fetihler yapıyor, insanları esir ediyor.
Benliğin en büyük zafer alâmeti ve bayrağı gururdur. İnsan gururu, sade büyük ve beyinsiz saadet sahiplerinde bulunan bir nesne değildir. Hepimizde bulunan, mesleğimizde, aile hayatımızda, otoritemizde, bilgimizde ve dehamızda bile dalgalanan, bu kubbenin altında tüten, neşeli tebessümlere kadar sinmiş bulunan zehirli bir iksirdir. O, var olmak iradesinin çocuğudur. insan onunla mesut yaşar ve onunla zehirlenir. Gençlik gururludur, benliği geçiş ümit ufuklarına yayıldığı için kavi olan, hakim olan gururudur. Benlikleri çiğnemeye muktedir bir benliğin sahibi olduğu için en büyük mağrurlar, hükümdarlar, hakimler, zalimler ve fahişeler değil midir? Bunların hepsinde benlik, başka benlikleri imha kudretini kendinde bulduğu için kendine inanıyor var olmak iradesi sonunda insanda başkalarına imha kuvveti oluyor. Böylelikle insan acayip bir dilem karşısında bulunuyor:

Yaşama için var olmak iradesini kullandı, var olunca da başkalarının varlığına musallat oluyor. Başka bir deyişle: Hakkımızdı, varlığı istedik, varlığı elde edince başka varlıkları yok etmek istiyoruz. İkisinden birini fedaya imkân yok. Ne yapacağız? Şüphe yok ki insanın saadet sandığı sarhoşluğu benliğindeki azametten taştığı gibi mezara kadar kendisi ile beraber götürdüğü bedbahtlığı da bu benlik yüzündendir. Her hadise de varlıkla yokluk arasındaki mesafenin hiçliği, bize sefaletimizin ihtarı oluyor. İnsan sefaleti ile çarpıştıracak yerde sefaletini yalnızca alarak onu terennüm etmesini bilmelidir. Böylelikle elde edilen sabır, en güzel ve kurtarıcı sanattır. Kuvvet olan, parti olan, kin ve hile olan, desise ve riya olan gururun hayranlığı ile mest olan insan, sefaletinin son basamağındadır. Artık ona saadet yoktur. Ve bu yüzden benliği canavarlaştırmıştır.

Düşmanlık iki canavar benliğinin çarpışmasıdır. Cinsi iştihaya bağlı kıskançlık, yine benliğin canavarlaşmasıdır. Servet hırsı da esasında aynı cinstendir. Muvaffakiyet müsabaka, harp hep saadet ümidini kaybeden benliklerin canavarlaşıp şahlanmasıdır.

İnsan olan benlik sayesinde, yani şuur ve hürriyetimizin birlikte çalışmaları ile bir büyük kapının ta eşiğine ulaşıyoruz. Bu kapıyı açabilen orada bir başka benlik buluyor. Sonsuzluktan bize sunulan bu ilahi emanet sayesinde azaptan kurtulmak, murada ermek, varlığı sevmek kabil oluyor. Sonu yolan varlıkların aleminde sonsuzluğun muradına erdiren bu ilahi emanet elde edildikten sonra, insanın sanatı eski hayati benliğini teşkil eden hırsların, tahakküm zevklerinin heveslerin ve iştihaların birer birer terk oluyor. Var olmak iradesi ile kucakladığı aleme ve bu alemin varlıklarını terk eden insanın bu sanatı, zamanla kedinde tabii hal oluyor. Bu oluğunluk halinde kıskançlıkları ve hevesleri tahakkümleri ve hasetleri terk ediyoruz. Lüksten ve iştihalardan uzaklaşıyoruz. Neşeyi ve kederi unutuyoruz. Yalnız ilahi neşeden haz duyuyoruz. Bize ben dedirten ne varsa, şehvet, şöhret diye ne varsa hepsini terk ediyoruz. Sade göğsümüzdeki kalbin çarpıntısına minnetle ve varlık karşısında duyduğumuz hayretle baş başa kalıyoruz. Benlik dediğimiz var olmayacak olan bir şeyin fazla varlığından minnettar ve bütün varlıklara hizmetkâr olarak yaşamak bizde şevk oluyor. Kalbimize sık sık soruyoruz: daha ben de ne varsa söyle terk edeyim?

Varlık canavar benlikten tamamen boşalınca her şeyi sevebiliyor. Kendinin olmayan bir şeyi kullanır gibi varlığa minnettar oluyor. Kendine bir fenalık yapanı affetmek, ona doyulmaz bir sevdanın tadını getiriyor. Bir musibete uğradığında sabretmek, onda hayati dalganın akışı kadar tabii oluyor. Gerçek saadet yolundaki insanın her adımı, yeni bir ülke kazanma hareketi değildir, belki kendi ülkelerinden bir kısmını daha terk edip çekilme hareketidir. Bunda zafer, elinde kendinin olan ne varsa terk edebilmektedir. Bir makaradan çekilen iplik gibi bütün dünya emellerini, aleme ait bütün istekleri kendinden ayırıp koşarak terk edebilen insan mesuttur. Varlığının son huzmesi olan hayatı bile sırası geldiği anda “al emanetini” diyerek sahibine neşe içinde teslim etmesini bilen, ancak yaşanmaya değer bir hayatın sahibi sayılır. Emelsiz insan zayıftır diyeceksiniz? Asla, bedbaht mıdır dersiniz? Hayır. Asıl o gönlünü ve bütün varlığını sonsuzluğa bağladığı, ilahi vaadin sonsuzluğunda mesut yaşadığı için hepimizden ziyade mesuttur ve sonu olan mahdut alemin kuvvetlerini bırakarak sonsuzluğun kuvvetine bağlandığı için hepimizden daha kuvvetlidir. Ondaki yeis ve hüsran bitmeyen kuvvetin adı imandır.

Bizden bir şey istemediği için kini ile hasedi yoktur. Bizim hırslarımızla iştihalarımızın bağlandığı fani ve sefil unsurlara, bizdeki aczin ifadesi olan huzur ile istirahata bile ihtiyacı olmadığından bizimle paylaşacak, onu bize rakip yapacak ortada hiçbir şey yoktur. Onun varlığı en büyük kuvvet, duası en büyük kuvvet, hareketi ise sonsuzluğa denk manevi bir tahakküm oluyor. Filozof Bergson, bu kuvvetin sahibi olan Velilerden bahsederken şöyle söylüyor: “Onlar, arkalarından gitmek için bizi zorlamıyorlar. Bizden bir şey istemiyorlar. Öyle iken halk onları takip ediyor. zira onların bizzat varlığı bir çağırıştır.”

İptidai insanlık beden sporları ile gençliğini yetiştiriyordu. Daha sonra sirklerle arenaların vahşi kahkahaları arasında gladyatörler veya vahşi kaplanlar alkışlandı. Hıristiyan ve İslam terbiyesi genç nesilleri, iptidai benlikten kurtarıp ilahi benliğe kavuşturduktan sonra yine benliğine irca etti. Tribünlerde kol ve bacak maharetleri alkışlamaktan kollar kopuyor. Her yerde benliklerden taşan naralar beyinleri ürpertiyor. Beden sporları ile beden zevkleri ruh sporları ile ruh hayatlarına sanki son vermek istiyor. İnsanlık sarhoştur. Kolay kolay kendine gelmeyecek kadar sarhoş. Onu kendine getirecek hareket, temenni edelim ki insanlığın tarihinde daima görüldüğü gibi, bir büyük bela, büyük bir musibet olmasın.

Var Olmak,Nurettin Topçu
Devamını Oku »

Günah

Günah


Yeryüzü günahkârların vatanıdır. Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir. Rabbin huzuruna aslında günahsızlıkla değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz. Fazilet, dünyaya günahsız gelip, buradan günahsız gitmek değil, günahlarından temizlenmesini bilmektir. Ebediliği fetheden kahramanlar, günahlardan temizlenmenin en ulvî en muhteşem vasıtalarını kullananlardır. Günahtan sevaba, şerlerden hayra kahraman bir atlayışla geçebilen cesur ruhlardır.

Günah nedir? Kimi güneşe tapmaya günah diyor, kimi secdeye yatmamaya günah diyor. Kiminde günah düşman kanı dökmemek, kiminde ise hayvan etini yemektir. Kimi kurban boğazlamamaya günah der, kimi de bir karıncayı incitmede günah bulur. Kiminde kibir günahtır; kiminde kibrin heykeli bir varlığa tapmamak günah olur. Bunların aslı nedir? Bütün bu tezatlı inanışların iç yüzü aranırsa tezattan kurtulmak kabil olacaktır. Zira bütün bu günah unsurları hep birer yoldur, vasıtadır, usuldür. Bunlar günaha götürücü yollardır. Günahın kendisi ise bunların ötesinde, gayesinde pusu kurmuş beklemektedir. O nedir, o asıl günah?

Asıl günah bütün bu kötü vasıtaların gayesi olan günah, hayvan olan bir ten kafesinden fırlayıp insanlığa doğru hamleler yapan varlığımızın insanlıktan hayvanlığa dönmek isteyişidir. Dünya hayatı bir yolculuktur. İnsan ruh sahibi oluşu ile, hayvan olan bedeninin üstünde hakimiyet kurmuştur ve bedenin ihtiraslarına hükmetmektedir. Ruhun da bir gayesi var: O, Allah'a götüren yolculuk, ruhun zaferle dolu yürüyüşüdür, onun ebediyet ülkesinde fetihleridir.

Bu yolculukta bir ricat, her geriye dönüş, hatta bazen yerinde uzun bir duraklayış da günahtır. Günah böylece ruhtan bedene, maddeye doğru bizi çeviren hareketin vasfıdır. Daima ileri gidiş, kendinde bir insan taşıyan ruhun tabii hareketi, geriye dönüşse onun günah işleyişidir. Madde olan ve maddenin ihtiraslarına sahip bulunan bedenden ruha ve onun eliyle Allah'a doğru gidiş fazilettir, hayırdır. Ebediliğe ulaştırıcıdır. Bu yolculukta bedeni sığınmak iştiyakıyla gerileyiş, Allah'tan kaçma, ruhunu terk etme ve bedenine teslim olma günahtır. Bu hareketin geniş bir tekniği vardır ve ondan günahın bir çok şekilleri doğmaktadır. Kendi ruh kuvvetine inanmamak günah olduğu gibi, başkasının ruh hamlesini kırıcı hareketler de günahtır. Allah'a götürücü yolculukta gayeyi karartan ve bu yolda yürüyenlerin yolunu şaşırtan hareket günah olduğu gibi, kendi ruh kuvvetimizi felce uğratan imansızlık da günahtır. Evet yeis günahtır, ümit ibadettir. Daima ileri götüren yolları tanımak ve tanıtmak en büyük sevap sayılır, bu sebepten ilim ibadetlerin başında bulunur.

İnsan sonsuzluk yolunun yolcusudur, Allah'ı ancak o bulacaktır. Onun bu yürüyüşünü engellemekten daha büyük günah olur mu? Başkalarının ruh kuvvetini, ümit ve imanını felce uğratan, hatta zedeleyen bütün hareketlerimiz günahtır. İnsanı tahkir günah, günahı teşhir ise sade bir günah işlemekten daha günahtır.

Sarhoş veya sefih insan günah işliyor, çünkü kendi ruhunun hamlesini durduruyor. Ancak onun bu günahı, günahların affedilmez, temizlenemez olanı değildir. Ondan daha ağır günah, Hak yolunda yürüyenlerin yürüyüşünü engelleyen hareketlerdir, onları bu yolculukta hareketsiz, dermansız bırakan ruhlarına çevrilmiş suikastlardır. Ruha bir sille olan hareket, onu arkadan vurmak demek olan dedikodu, Hakkın yolunu şaşırtacak olan bir yalan ve fitne, ruhları zehirleyen haset ve onu büsbütün felce uğratıcı olan günahı teşhir, Allah yolcularını hep bir mabede doldurup yakmak manası gelen zulüm, büyük günahlardır. Bu hücumlara uğrayan insanın ümitleri, imanı ve bütün ruh kuvvetleri yıkılmıştır. Hakkı götürecek takati yoktur. Bunların hepsi de insana zulüm teşkil eden günahlardır.


Bütün günahların içerisinde hele bir tanesi var ki, o hiç affedilmez, silinmez, temizlenmez, ortadan kalkmaz. Zira o, insan olan varlığı, Allah yolcusu olan ruhun varlığını ortadan kaldırır. Bizi her günaha vasıta olacak bir şer aleti haline koyar. İnsanda insanlığı telef ettirir. Günahlarımızın pek çoğu, belki de hepsi ondan doğmaktadır. Bu günah kendisine nüfuz ettiği, tahakküm ettiği, idare ettiği insanı gerçek varlığından ayırır. Zekâ ile birleşir: Gururdan saltanatlar kurar. Hislerle anlaşır: Hasetten ve hileden kılıçlar kuşanır. İradeye bağlanır. İmanı boğar. Tahakküm ettiği varlığı etle tenin eşiğine kadar götürüp bırakır da kurtardığına inandırır. İnsanı insanlığı içinde helâk eder.

Bu günah, bu hiç affı olmayan ve insanlık içinde bulaşıcı bir hastalık halinde dolaşan bu ifrit günah ne cinayettir ne de şehvet. Bu günah, bu tedavisi kabil olmayan ruh afeti, en büyük düşmanımız o: Nefsine karşı samimiyetsizlik.

Bizzat kendi kendisiyle karşılaşmayan ruh, ruh afetlerinin en fecisine uğratılmıştır. Samimiyetsiz insan, samimi olmadığını bilseydi, belki kurtulurdu. Fakat o kendi içinden şaşırtılmıştır. Muzafferdir, varlıklıdır, kuvvetlidir, akıllıdır. O neden korksun! Zira en büyük ve asıl düşman kendi varlığında, kendi nefsinde pusu kuran yabancı varlıktır. İşte bu meşum yabancı, onun muvaffakiyetidir, kuvvetidir, aklıdır, akıl sandığı gafletidir. Lakin sonunda anlayacak. Bir büyük sadme onu sarsacak varlığından kıyamet koparırsa muvaffakiyet, kuvvet, akıl denen o yabancılar tahtından devrilirse o zaman anlar belki. Bu günahın sahipleri ekseriye mağrur başlardır. Kimi adam taşlar, şeytan taşlıyorum diye. Kimi ülkeler yıkar, fetihler yaptım diye. Kimi şeytana tapar, ibadet olsun diye. Fatihleri, abitleri ve daha ve daha nice hayat kahramanlarını telef eden işte odur, o samimiyetsizlik. Ona, o menhus ruh felcine alim de uğrar, zabit de uğrar. Kuvvetli de zayıf da o çukura yuvarlanır ve hepsi orada kendini kaybeder. İnsanlar hep bu bataklıkta birbirlerini kaybederler.

İnsanlığın helâk olduğu zaman işte odur. Bütün günahlar affedilse de o affedilmez.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Zulüm ve Düşman

Zulüm ve Düşman

Zulüm, insanın bilerek, isteyerek başkasının ruh ve bedenine acı yapmasıdır. Merhametsiz kalplerde gelişir. Kaynağı ise hırs, haset, kin ve menfaat duygusu gibi bütün hayvanı ihtiraslardır. İnsanlığın tarihi, büyük zâlimlerin binlerce ürpertici tablosunu orta­ya koyuyor. Ancak zulüm denen canavarı büyük kuvvet ve devlet sahiplerinin varlığında tanımak, kendimizi aldatmak olur. Gerçekte hepimizin etrafı halka halka zalimlerle çevrilmiş bulunuyor. Sade Neron zâlim değil, baba mirasının bütününü eline geçirmek için tuzak kuran kardeş de zâlimdir. Yalnız devlet zâlim değil, hayatı karartan kadın da zâlimdir. İsa Peygamber'e ihanet edip Romalı­lara bildiren Yehuda kadar, belki ondan fazla günahsız gönülleri hergün zehirleyen yayınlar, gazeteler ve radyolarla televizyonlar da zâlimdir. Bizi yakından kuşatan bu zâlimler, insanlığın tarihini çer­çeveleyen ünlü ve büyük zâlimlerden yüz defa daha tehlikeli, çok daha zararlıdır. Bedene duyurulan acılara vahşet ve işkence denilse bile, asıl ruha yapılan baskılarla, onu karartıp çökerten ve ondaki sevgi ile huzuru yokeden şiddetlere zulüm demek doğru olur. Bizi en yakından çevirip ruhumuzun derinlerine saplanan zulümler, dostun, evlâdın ve kardeşin yaptıklarıdır.

Ruhumuzun derinlerinde bizim de farkında olmadan kendimize yaptığımız zulümse, kurtula­madığımız hasetten, kalbimizi parça parça bölen fitneden, aklımı sanki zehirli bir rüzgârla bizden uzaklaştıran hırslardan doğmuş olanıdır. Evimizde zulüm, şehrimizde zulüm, dünyamızda zulüm doludur. Sanki bu âlem hiç dinmeyen zulüm yağmuru altında bulunuyor.Hayatı tahammül edilmez yapan da budur. Eskiden bazan babanın, evlâdına zulüm yaptığı görülürdü. Şimdi çocuklar, büyüklerini ömür boyunca zulüm altında inletiyorlar Hayat yolun­da fırsat bulup da kuvvete dayanan her insan etrafına zulüm yap­mak istiyor.

Son yüzyıllarda işçi-patron münasebeti zulüm münase­betiydi. İşverenler, çalışanlara zulmediyorlardı. Zenginler fakirlere zulmediyorlardı. Şimdi çalışan eller de zulüm çemberi içine girmiş bulunuyor. Tutulan yol, komünizmin açtığı çığır bu yönde gelişi­yor. Şehirlerde, dünya emellerine onda kavuşacaklarmış gibi hırsla direksiyonlara yapışan eller, kurtuluşunu böyle bir zulümün pençe­sinde arayan zavallı insanların huzurunu çiğneye çiğneye, mede­niyetin bu sürat vasıtasını kurbanlarını her gün biraz daha artıran zulümlerinden vahşi bir zevk duyuyorlar. Köy ağalarının zulmün­den kurtardıklarını iddia edenler de, sermaye ağalarının mahmur hayranları gibi, şimdi makine denen canavarın ağalarınkini tamam­layan zulmüne kurban halkı, bir anlık heveslerinden doğan hoyrat emirlerine kul gibi yaşatıyorlar. Şehirleri insanlara, sert ve çekici kokularla büyüleyici karanlık bir zindan yapan batı medeniyeti, binlerce esirin emeğiyle dünyanın çocuklarını eğlendirici oyuncak­lar hazırlayan büyük bir zulüm cihazıdır. İnsana saygının azaldığı devrimizde alışveriş münasebeti de bir zulüm münasebeti haline gelmektedir. Hepsinden ziyade bizi kurtardığını söyleyen eller bile zulmediyorlar: Devletliler, servetliler. kuvvetliler …

Zulmün ezelden beri tekrarlanan klâsik şekli harptır. Müdafaa ve istiklâl savaşlarından başka bütün harpler, toplumlar arasında kuvvet yarışmasına dayanan ve insanlık tarihinin devirlerini ayıran, hak diye tanınmış evrensel zulüm destanlarıdır. Devlet zoruyla harbe sürüklenen zavallı insanlar günahsız olsa bile, bu harplerin gönüllü kahramanları büyük zâlimlerdir. İnsan sürülerinin asrı­mızda zirveye tırmanan iki büyük ideali zulmü kullanıyor, zulme dayanıyorlar Kazanmak ve dövmek.

Zulmü yaratan, sevgisizliktir. Sevmeyen insan, her zaman canavarlığını yapabilen zâlim bir varlıktır. Aşkın meyvesi ise alemleri, doldurup taşmak isteyen merhamettir. Aşkı olmayan, varlığa düşmandır. Dünyamızı huzursuz, hayatı çekilmez yapanlar, bu düşmanlardır. Düşman her yerde bulunur. Evimizde, etrafımızda büyüklerimizin olduğu kadar küçüklerimizin arasında, hattâ mabet te bile düşmanlar doludur. Medeniyet, kılıcın düşmanlığını menfaat alışverişiyle maskelemiş bulunuyor. Bu sonuncusu, evvelkinden farklı olarak riyakârlıkla, sahtekârlıkla örtülüdür. Sevgiye dayan­mayan aile bir musibet olduğu gibi, sevgisiz çalışma çekilmez bir belâdır. Büyük sanayi işçisiyle işvereni arasındaki münasebet, mer­hamet ve sevginin temellerine dayanmadıkça bu iki sınıfın birbirine düşmanlığı, her türlü refah imkânlarına rağmen daima artacak ve her zaman sınıf düşmanlığı davası olan komünizm kuvvet kazana­caktır. Bu kuvvet, sonunda düşmanlığın en şiddetli yarışması olan harbi mutlaka doğuracaktır.

Sevgiyle idare etmeyen amir ve idareci de, idare ettiği insanla­rın hayatına zehirler saçarak er geç nefretin çukurunda boğulmaya mahkûmdur. Yeryüzünün gerçek fatihleri kalpleri kazananlardır.

Sanat ve edebiyatta da durum böyledir. Büyük eser, konu ister övmek ister yemek olsun içinde aşkı yeşertebilen eserdir: Hayat aşkını, tabiat aşkını ve hepsinde insan aşkını... Niçin ikisi de haksızlıkları, hoyratlıkları anlatan iki eserden İnce Mehmed soğuk ve ölüdür de Karamazov Kardeşler sıcak ve canlıdır? Çünkü bu sonuncuda ebedîliğe susamış bir kalp çarpmaktadır. Aşkın bulun­madığı yerde düşman görünür. İnsanın affedilmez şaşkınlığı, düş­manı kendi dışında aramasıdır. Dışımızdaki düşmanın bedenden ruha geçmesi ve ruhu tam kaplayıp karartması zordur. Kimi parayı, kimi fitneyi, kimi de kendi zaaflarını kullanan bütün vasıtalı düş­manlardan ve en fenası, dostların düşmanlığından da çok kendi zaaflarımız ve kendi ihtiraslarımız, aşkı kendi içimizde boğan bizdeki canavar bizim asıl düşmanımızdır. Oscar Wilde’ın şu sozü herkes için, her zaman yerindedir: “Âlemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir.”

Bizi bu rüya hayatında sürüm sürüm süründüren, menfaat emellerimizdir. Büyük hırslarla büyük menfaatların sahiplen, düş­manı en çok olanlardır. Yeryüzünde onlara gerçek mutluluk yoktur.

Dışımızda bizim dost sandıklarımızın çoğu bize düşmandır Kendi düşmanını hırslar ve hasetler halinde kendi içlerinde barın­dıranlar. herkesin düşmanlarıdır. Onların başkalarına uzanan eli kalpleri kurutucudur. Kavuştuğu sonsuzluk dünyasında ruhunu dol­duran dostluğu âleme saçmaktan usanmayanlar, ancak onlar kendi­lerinin ve herkesin dostudurlar. Atillâ ve İskender kendilerinin ve bütün insanlığın düşmanı idiler. Dostluğun Allah’daki kaynağını elde eden Mevlâna ise ebediyyen bütün insanlığın dostu olarak kalacaktır. Zamanında onu kahretmek isteyen ulemâ denen güruh, önce kendilerinin ve cemiyetlerinin, sonra da bütün insanların düşmanı oldular. Mevlâna’dan bize kalan ebedî sönmeyecek aşk güneşi, öbürlerinden kalan ise taassup denen ve dini düşmanlık hal koyan zehirleyici bir leştir. Onlar şimdi dini, siyaset meydanı" maskara ediyorlar. Din adamının devlet ve menfaat hırsları, İslam'ı asırlarca kahreden musibet oldu. Bugün İslâm diye elimi kalan menfur bir düzenin içine yerleştirilmiş menfaat ve vicdani tahakküm cihazıdır. Artık Allah sevgisini mabette bulamıyorsun. Sade jimnastik yapanları korkularından kurtaran alışkanlık te getirilmiş beden hareketleriyle, aynı jimnastiği yapmayanlara taşıdıkları kin ve nefrettir, düşmanlık duygusudur. Bu duyguların hiçbiri ruhu Allah'a götürmüyor,hiçbir düşmanlık insanı Allaha ulaştırmaz. İçteki düşmanlıkla ibadet yapılmaz. Lânetler ve dualar Allah’a gitmeden yıkılıp sahibine çevriliyorlar. Yalnız yoluyla Allah’a ulaşılır. Yeryüzünü dolduran değişik çehreli düşmanlardan ve bütün düşmanlıklardan insanlığı kurtarmanın tek yolu, her insanı kendi içindeki düşmandan kurtarıcı kalp âşıkı yapmak, kendi içindeki düşmanın pençesinden kurtarmaktır, din yolu budur ve ancak bu yoldan yürüyerek insanlığın kurtuluşu gerçekleşecektir.

Hareket, IX/107,
Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Ölüm Sırrı

Ölüm Sırrı

Bizde bir kıvılcımın parlayıp sönmesini andıran bu hayat, iki hak i kata dayanıyor: Ebedî olmak isteyen bir parıltı ile onu örten bir karanlık. İnsan hayatı, aşk ile ölüm arasında sürekli bir sallantıdır. Her ikisinin dışında geçen bütün hayat varlığımız, sadece ölüme karşı koyan kuvvetleri kullanmaya yarayan bir alışkanlıklar seri­sinden fazla bir şey değildir. Hayatın kanununa uygun olarak bir seri alışkanlıklar, kendilerini kullanma hususunda bizi zorluyorlar. Böyle zorlanmış olmamız, şuur kazanmadan önce, sadece hayat yükü halinde müphem bir gayeye doğru bizi sürüklerken varlığı­mı/ etrafında bulduğu hazlarla oyalanıyor; şuur kazandığı yerde ise derece derece usanç, sıkıntı, azap ve çile hallerini alıyor; sonunda bütün duygulu varlıklardan taşan feryad oluyor. Şu halde hayat, ölümle ölüme karşı koyan kuvvetler arasında bir ömürlük mücade­leden başka bir şey değildir. Bedende olduğu gibi ruhun hayatında da emellerle ümitler ölüme karşı koymak isterlerken, günün birinde ya beden kuvvetleri tükenerek ölüme teslim oluyorlar, ya da onları isteyen ruh kuvvetleri iflâs ettiği için ölümün kucağına sığmıyorlar. Ruh kuvvetlerinin, bir haksızlığa isyan eder gibi kendilerini eriten haller karşısında, ölümü istemekle ondan nefret arasındaki boğuş­ması, bedbaht bir şaire.

“Bu sıfır nedir hesâb içinde?

Erkanı ona ınkılâb içinde.

dedirtmişti. Bütün çile ile dolu bir hayatın imtihanından sıfırla ayrılmak vicdanın ölçülerine sığmıyor. Acaba ölüm olayının varlı­ğa sunduğu mutlak sıfır mı? Ölüm, hiçliğin kapısı mıdır? Gerçekte bu sıfır, hayat imtihanının sahnesinde de gözüküyor. Herşey,n fani, vefasız oluşu, olayların üzerimizdeki izleri olan hatıraların da zamanla silinmesi, unutmak denilen o müthiş hem de kurtarı­cı musibet, daha yaşarken hayat yolunda adım adım öldüğümüzü göstermiyor mu? Herşey bir hiçe doğru götürüyor sanki. Bunca varlıkların gayesi, varlıklarının hikmeti bizi bir yokluğa teslim etmekmiş, ölen varlıktan bir eser, en ufak bir iz, ancak kendinin olan bir unsur kalsa ümit de yaşayacak, sanki ölmeyeceğiz. Lâkın ölüm, bizde bizim olan herşeyi silip süpürüyor.

Kaybedilen sade kendi varlığımız da değil; onunla birlikte bütün kâinatı kaybediyo­ruz. Her zerresi bizimmiş gibi sahiplik duygu ve iradesiyle yaşa­dığımız bu kâinatın bir zerresini bile feda edemezken bütününü birden bırakıp da gitmek, insanın kendi gücü ile başaramayacağı bir imtihandır. İnsanın kendinden ve kendi kâinatından ölümün alıp götürdüğü şeyler sayısız denecek kadar çoktur. Bütün hayat boyunca varlığımızı adım adım takibeden ölüm, bu yenilmez düş­man, zevkin kendi arkasından bıraktığı pişmanlığı ve her zevkin menhus bahşişi olan acıları alıp götürdüğü gibi, ebedî olan ve varlığımıza ebedilik vaadi sunan aşkı da götürüyor. Ebedîlik yol­culuğuna çıkan insanların herbiri yolun bir yerinde yıkılıp kaldığı zaman, kiminin gözünde yaşlar, kimininkinde de rüya parlıyor. Sonsuz yaşansa bile rüyasının lezzetine doyulmayan tabiat gibi, sitemlerine bile hasret duyduğumuz, hem daha yanlarında yaşar­ken hasretini çektiğimiz insanlardan ayrılmak, insan denen yara­tığın katlanamayacağı şeydir. Bâri hâtıralar kalsa...

Hayır, onları da ölüm denen ifritin gömdüğünü sanıyoruz. İçinde sonsuzlukla ebedîliği yaşattığımız şu bir günlük imtihanda sevinç, ümit, hayal, hasret, iffet, aşk ve zafer diye benliğimizde barınan ne varsa hep­sini ölümde tüketiyoruz ve hepsinin birlikte yok olacağına inanıyoruz. Ebedîliğe gölge salan akıl ve hikmetle insan yaradılışının tabiî sınırlarını aşan ferâgat gibi, sabır gibi, karşılıksız sevgi gibi, içimizdeki hayvanı hayrette bırakan muhteşem ruhsal yapımızla birlikte yokolacağımıza inanmanın azabı müthiştir Bütün bu kayıpların bir karşılığı olmadığını düşünmek aklın ve adaletin ölçülerine sığmıyor. Gençlik, hikmet, hülya ve sevda gibi sonsuzluk hazinelerini yüklenen insanın bütün bunlarla birlikte yokluğa gömülceğini düşünmek, aklı bir çelişikliğe düşürüyor. Herhalde olum, kendinde bir sırrı saklamaktadır. Hiçten herşeyin çıkmayışı gibi, herşeyden de hiçin çıkmayacağını anlamak güç olmasa gerek.

Herhalde ölüm, sonsuz dileklerle yüklü hayat kervanının ebedîliğe açîlan kapısıdır. Hem o kutsal kapıdır. O kapıdan geçmesek dünya zindanının azaplarıyle işkencelerine dayanamazdık. Ruha musallat olan kirlerden temizlenmek ve hayat ekmeğinin en sevimli atığı olan gaflet uykusundan uyanmak için de bu kutsal kapıdan zafer alayı ile geçmemiz gerekiyor. Hayata mahkûm olmakla ölüme mahkum oluşumuz nasıl tabiî ise, ölümle de ebedîliğe mahkûm olduğumuz öylece hakikattir. Ancak ölümü bozgunluk ve yıkım olmaktan kurtarıp da zafer haline getirmek, ölümünü matem değil de "gelin gecesi” yapmak, ölmesini bilenlerin kârıdır. Ölmesi­ni bilen kahraman, daha yaşarken cesaretle atılıp ölümün kolu­na giriyor ve onu hareketlerinin içine yerleştiriyor. Cesur adam, kendini bütün ömrünce takibeden en korktuğu düşmandan nasıl kurtulur0 Cesaretle atılır, en büyük korkuyu kendinde yaşatan ve dışardan hiçbir kuvvetle sindirilip bertaraf edilemeyecek olan düşmanın koluna girer, ona dost olur ve hep onunla kolkola yürür.Mesele halledilmiştir.

İşte böyle davranmamız icabediyor. Ölüm' ta yanına atılıp koluna girmek, onunla kolkola girip her hareketin içinde beraber barınmak ölümü ortadan kaldırıyor. Ölüm kapıdır, demiştim, arkasında ebedîlik vardır. Her hareketin yerleşen ölümle beraber onun bahçesi olan ebedîlik de hareketimizin önüne açılıyor. Ölüm korkusunun yok edildiği bu hareketle beraber hareketlerimiz sonsuza bağlanmış oluyor ve ebedîliğe uzatıyoruz, ölümle hareketlerimizin içinde buluşma, ancak dünya zindanının menfaat ve ilgilerinden kurtarıp da İlâhî mutlak hürriyete kavuşturabiliyor. Ölümün eşiğinde, tam o ¡çın artık ölüm yok, ebedîliğin İlâhî çiçeklerle bezenmiş bahçesi vardır. Bu kapıya nasıl gelinir? Çocuk, başına temizleyici su dökülürken ağlar. Aklı başında olanlar için, derya yüze yüze geçilir. Dünyanın çocukları, fani varlık için sadece temizlenme kapısı olan ölümün eşiğinde matemli feryâdı koparıyorlar. Bu kapıdan gözleri açık geçenler içinse, zindandan ebedîlik bahçesine geçerken duyulan güllerin kokusundan ve bülbüllerin neşveli nağ­mesinden başka bir şey yoktur. Yaşarken cesaretle ölümün koluna girebilenler görüyorlar ki, o bir düşman değildir. Belki bu dünya­daki zindan hayatının yarattığı düşmanlıklardan ve korkulardan, en başta yaşama korkusundan temizleyerek kurtarıcı dosttur. O bir dost elidir; kafesin kapısını kırar, zindanın kapısını açar, ruhu hürriyete kavuşturur.

Ona nasıl gidilir? Hayat rüyasının seherinde neşeli nağmeler­le yola çıkılır. Yolculuğun uçurumları çılgın ve cesur atletler gibi atlanır. Yolculuk sevinçlerle, teranelerle zafer alayı haline konur. Öyle ki, kendinden geçebilen ruhlar bu yolculukta “ah bütün sevdiklerimle, bütün insanlarla beraber olsam.” diye hasret duyarlar. Akan sularla âh eder, ağaçlarla konuşurlar. Yerlere ve göklere bile, çimlensin de âleme yayılsın diye, kalplerinden sevgi tohumları serperler. Sırtlarına yüklü geçici emellerden ibaret bütün safrayı fırlatıp attıktan sonra, âleme yaygın hareket denilen o tılsımlı merdivenle âdeta kürelerin üstünden atlarlar. Varlıklarının, âlemden bir parça olmaktan çıkarak bütün âlem olduğunu hissederler. Varlığa i minnetleri kalmaz. Varlık denen kabukların hepsinden sıyrıldıktan  sonra, düğünün kırkıncı gecesinde, bütün bir ömür beklenen ve aranan Sevgili ile buluşacakları gece ölüm denen sevgili göründü mü  o zaman artık kendilerini kaybederler. O’na çılgın gibi hamle ile koşarlar; Hallâc’ın, kanı ile yıkayacağı darağacım gördüğü zaman ona koştuğu gibi koşarlar.

..... düğün yapıldı. Darağacında kanlı gömlek kaldı. O, başarılan imtihanın bahşişidir seyircilere. Ebedîlik bahçesine geçen, kapıyı arkasından kapadı. Biz onun haline eseflenirken erdi. Büyük Sevgili ile, bize bunca sevgilerde gözüken yüzü örtülü Sevgili ile beraber yaşıyor. Yeryüzündeki bunca sevgilerin muradı, mânası, sahibi olan Sevgili’ye kavuştu. Sevgiler silindi, hepsini kendinde toplayan sevgili bulundu, ölüm, ölüm dedikleri ne büyük düğün, ne büyük sevda çağı imiş meğer! Rabbim, beni aradığım Sevgili’ye kavuşturacak düğünümü şenlendir!

Hareket. VII/75-76, Mart-Nîsan 1972.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşüncenin Derinlikleri

Düşüncenin Derinlikleri

İnsanoğlunun eşyaya teması demek olan düşünce çok şekilli­dir. Varlığı akıl ile, duygu ile, sezgi ile, aşk ile, ihtiras ile ve mer­hamet ile tanıyış bilginin çeşitli şekilleri ve dereceleridir.

Akıl, insanoğlunu dünyaya sultan yapan cevherdir. Akim ese­ri olan ilim, merhamete nazaran pek küçük bir şeydir. Belki de bir vehimdir. Görünmez olandan gelip yine görünmez olana giden sır­ların bir anda eşya halinde görülüp bilinen sistemli vehmidir.

Duygu, aklı kımıldatan kuvvettir. Hem de kendi varlığının farkına vardırandır. Duygular, insan denen bu ağacın güzel, çirkin çiçekleri ve kokulandır. Onlarla avunur, onlarla hayata tahammül ederiz. Onlarla aldanır ve onların varlığını devamlı kılmak için hep birbirimizi aldatmakla yaşarız. Onlar, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mâna katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir.

Sezgi, bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatların kapısı­dır. Gafletten bir silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Sezgi, varlı­ğın yine kendi içinde kalmak şartiyle kabuğundan derinine doğru inmesi, kendi kendisinde derinleşmesidir. Fenadan sıyrılma vâdini getirir, yine de kurtaramaz. Onun önderlik ettiği felsefe ve hikmet, gerçek göklerini gören lâkin uçamıyan müjdelenmiş aczimizi tem­sil etmektedir.

Aşk, ümitsiz varlığımızı sonsuzluğa doğru uçuran kanat­tır, sonsuzluğun ümididir. Varlıkların hepsiyle dolup taşmaktır. Eşyada yaşamak ve eşyanın bizde yaşayışına şahit olmaktır. Aşk,dünyaların her an yeniden yaratılma şevkidir; ebedî ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir. Aşk eşyanın dilidir; zaman ile mekânın birleşen vücududur. Mâzi ile hâlin yer değiştirmesi, mazinin hâl, hâlin mâzi tarafına geçerek kucaklaşmalarıdır Zamanın ebedîlikle elele vermesidir. Büyük, pek büyük bir vadin eşiğinde bekleyiştir.

İhtiras, insanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra herşeye birden sahip olmasıdır; sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlı­ğında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene'l-hak sırrına erenlerin, “Allahım, ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve cesareti bana ver!" diye durmadan dövünenlerin, bu hasret durağında feryat ede ede asla doymayacakları murada ermeleridir.

Merhamete gelince; o bunların hiçbirisine benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin hazırlayıcıdırlar, ona  yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Merhamet, Allah’la ansızın vaki  olan buluşma halidir. Merhamet, bu ruh hallerinin herbirine karışmadıkça onlar sakat veya sefil kalırlar. Merhametsiz ilim mesut  etmeyen bir sihirbazlık olduğu kadar merhamet dünyasının dışındır» yaşanan duygular da birer azap veya sefalettir. Merhametsiz sezişlerin kibirden başka libası olmadığı gibi, aşkın merhametsizliği de | belki bir cinayet veya cinnettir. İhtirasın merhametsizliği ise çok kere zulüm olmuyor mu?

Daha ince bir tahlil ile bu ruh hallerinin herbirinin, merhametin bir başka manzarası olduğunu görmek de kabildir. Filhakika ilim, âlemdeki hakikat karşısında düşüncemizin merhametli duruşu olsa gerektir.

Duygu, bizi katı cisimlerden ve kalpsizlerden ayıran acıyış, sezgi, eşyanın cevherine nüfuz eden ruhtaki incelikten yapılmış rahm-ü şefkattir.

Aşk, başkalarının varlığında sonsuzluğa yemin olan merhametle eriyiştir, tapınılan varlığa nefsini kurban eden ruhun merhamet zerreleri halinde O’nun varlığına karışmasıdır. Merhamet, ruhi bütünüyle kendini Allah eserine feda ederek Allah'ı kazandırıcı hareketidir. Âşık, merhametin sonsuz denizinde yıkanma zevkine ulaşmıştır. Aşkın istediği, merhamet hareketinin bizde şuurun da üstüne yükselmesi, varlıkta kesilmeyen teneffüs gibi, sonsuz man­zara gibi bir hal almasıdır. Âşık merhametin sürekli okşayışı ile âlemdeki âlem dışı varlıklarla koklaşır, aşkı olmayan iskeletlerin görmediklerini görür, arzın kabuğunda Allah’tan sesler duyar.

İhtiras ise hiç doymayan merhametin bir tek harekete bağlan­masıdır. Fâni iktidarı, “Rabbinin ismini oku!" der gibi zorlayan bizdeki ilahi elçidir.

Bir kelime ile, onun kendinde çok kere saklanan özü ele alı­nınca, insan bütün merhamettir. Merhametin olmadığı yerde insan yoktur.

Şule, sayı: 8, Temmuz 1963

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Aşkın Halleri

Aşkın Halleri


Rabbini arayan bir dindi askim!"


Aşk bir şuur halidir. Ancak bütün şuur halleri kendilerine özel bir düzen içinde tek tek yaşandıkları halde aşk, kalabalık şuur hallerinin toplu halde şuura yaptıkları baskındır. Bu baskın şuur dışında, yani yalarken varlığının farkında olmadığımız derinlerdeki ruh dünyamızdan gelir; onun taşarak şuur alanını kaplaması halidir. Bendini yıkan bir selin bağları, ovaları ve ormanları doldurması gibi, bizdeki duygularla düşünceler ve kararlar aşkın baskını ile dolar, örtülür ve gözden kaybolurlar. Tereddütler,şüpheler ve korkular da öyle. Onlar da bağ ve bahçelerin dikenlerini ve çalılarını örten suyun baskını altında yok olurlar. Aşkın seli altında ruhta ne hesap kalır, ne menfaat fikri, ne de kin. Ölçüler, hesaplar ve planlar ask tufanında silinen tarla ve bahçe sınırları gibi, eriyip giderler. Ask, nazariye ve tenkidi de tanımaz. 0 mutlak hakikattir; bütününü varlığına iman halinde tek taraflı temaşadır; kendini alemde temaşadır; kendini alemden ayrı görmeyen, Bir'den başka kemmiyet tanımayan, secde edenle edileni secdede birleştiren ilahi sarhoşluktur. Fuzuli'nin diliyle:

Öyle sermestem ki idrak etmezsem dünya nedir"sözü aşkın tam ifadesidir.Gerçekten aşkın dünyasında sevinç ve keder, zaman ve mekan kayıp ve kazanç denen şeyler yoktur. Onda iyi ve kötü, uzak ve yakin, gerçek ve yalanda karşılıklı duran hüviyetlerinden sıyrılmışlardır. Zaman ve mekan çerçeveleri içinde yasayan şeylerden hiç biri yokturki, aşkın gelişiyle kaçıp kaybolmasın. Onun bizde yok ettiği şeylerin sonuncusuda ölümdür.O, ölümden kurtaran kuvvettir. Aşk, ruhtan ölüm korkusunu ve vehmini sıyırıp attıktan sonra bedenin çürüyüşüne ne ad verilirse verilsin, aşkın umurunda olmaz.

Şuurdışı denen içimizdeki karanlık dünyaya aşkı dolduran nedir? Onun büyük hamlesi nereden gelmektedir?Ask, kainatın başlangıcında varlığın var olduğu anda gözükmüştü. Varligi var kilan 0 idi. Ona kuvvet demiştik. İlk kuvvet cansız varlıkların ve sonra canlıların halkalarından geçip de insana gelince insanda kendini tanıdı, şuur oldu. Ancak ilk kuvvet birdi, bölünmez bütündü. Bölüne bölüne bunca varlıkları meydana getirdikten sonra insana geldi. Insanda ilkin bolümlerin, çok olan cüzlerin şuuru oldu.

Insan, derya içinde hem de derya oldugu halde damlalari taniyor.Süphesiz ki, bu hal sadece bir vehimdir, Mevlana'nin dedigi gibi bir sasiliktir. Bizi yapan kuvvet, kendini bizden kiskaniyor. Bizi kalın örtülerle örtmüş, gözlerimizin önüne biri bin, biri yüzbinler gösteren bir cam geçirmiş, bizi bizden saklayan bir cinnete müptela kılmis; hem de varlığının incecik ışığını yer yer şaşkın ve şaşı şurumuzun çatlaklarından içeri uzatmaktan çekinmiyor. Renk ve sekil olmuş, ses ve koku olmuş, mesafe ve manzara olmuş, ümit ve emel olmuş, dost ve derya olmuş, Kah görünmüş kah kendini gizlemiş. Göründügü yerde bile kendini gizlemis. Onun en çok ve en kuvvetli gizlendigi yer, bizim benligimizin derinligidir. 0 herseyde ve herkestedir. Gizlenmek istedigi zaman bizim benliğimize doğar. Içimizde rahatça yatarken bile ona bir şey yapamayız. Ona hükmedecek kuvvet, dünya varlıklarının hiçbirisinde yoktur. 0 mutlak hürriyettir.Şuur dışında bir kez boşalıp da şuura tasip yayıldımı, bizi de kendi gibi, gerçek hürriyete kavuşturur aşkın bir şeyden korkusu, kimseden pervası yoktur. Raskolnikof, asil zindanında hür ve mesuttu. Aşkın bizi pençesinde esir eden kuvveti, yine kendi astığı yolda, başkalarının olağanüstü ve imkansız görünen şeyleri yapmak hususunda sahibine sonsuz hürriyet sağlayıcıdır.

Ayrı ayrı varlık diye adlandırılan dünya hayalleri ile hayat hadisesi denen kabusların önünde alakasız, insafsız ve adeta habersiz olan aşık, kendi aşkının sekil verdiği hayalden başkasını tanımaz. Paliard diyor ki: "Güzelliğin aşıkları var, zenginliği aşıkları, ilmin aşıkları var, bir de aşkın aşıkları var. Ve hepsinde görülen, varlığına tahakküm eden hayalden başka herseye karşı bir ilgisizlik, bir anlayışsızlık, bir asabiyet." Bunlarin hepsinin asli, asil ve gerçek kaynak, askin aski olusudur. Öbürü aşkın tek ve gerçek olan varlığının önüne tutulmuş, arkasındaki ışığı aksettiren birer perdedir.

Akilli adam asik degildir. Sersem aşki hiç anlamıyor. Aşkın öyle görüşleri vardır ki, yüzbinlerce akil onun derinliğine dalmaktan aciz kalır. Aşkın hürriyetini kazanmak için aklin dizginlerinde sıyrılmak şarttır. Akil bizdeki bostan korkuluğudur, yüksekte uça kuşlar ondan kaçarlar. Aşk bir kuştur ki, bir başa konmadıkça aranmaz. Önceleri ben aşkın arkasından koşuyordum, simdi o benim peşime düştü diyen Mevlana'ya her halde şems güneşi önceden görünmüştü. Akla göre akılsızlık ne ise, aşkın gözünde akil da öyledir. Akıl insanları uçsuz bir denizin kenarına kadar götürüyor Eğer insanda ask denizine açılacak güç bulunmazsa, aklin onu bıraktığı kıyılarda çarpan fırtına ile helak olacaktır. Hayat dediğimiz iste bu kıyıların fırtınasıdır.

Tabiat aşkın anası, güneş sevgilisidir. Tabiat içinde gelişen aşk ana kucağında uyuyan yavru gibi mahzunlaşıp nazlanıyor. Anasından ayrılıp da bir ruhun kafesine kapanınca şiddet ve isyan oluyor Sonsuz olan ask, bir insan varlığına hapsedilince ondan taşmak ve tekrar aleme yayılmak istiyor. Askin gelisi büyük ve ürpertici bir sarsinti ile olmuyor. Daha önce bütün bir ömür boyunca benliğimizi dolduran isteklerin, hayallerin ve geçici emellerin ağır ve oyalayıcı ipinden, bir safrayı kendinden atar gibi sıyrılmamız, sarsıcı, ürpertici, bazan tahammülü güç açılarla beraber oluyor. Bizde hayat vehmini kendileriyle beraber sürükleyen bu ağırlıklardan kurtulduktan sonra iç dünya boş ve şeffaf bir fanusa dönüşüyor. o zaman aşkın gelişi büyük bir ışık cihanına bir küçük kusun bir göz kırpmasıyla gelişi kadar hafif bir hareketle olmaktadır. Onun aklin ortaya koyduğu binbir sebeple açıklanamayan varlığı, kainatın baslangıcında varlığı var kılan ilk kuvveti içimizde bulduğumuz zaman duyduğumuz sevinçtir. Ask, varlıgın kendi kendisini tanıması halidir.

Aşk, ölümü yenmek istiyor ve dünyamızdaki her denemesinde yeniliyor. Çünkü ölüm, şer tanrısı Angemanyou'dan daha kuvvetlidir. Aşkın cilvelerini önce hoş görür, lakin aşkın sonsuzda birleştirdiği varlığa sonunda saldırır ve bilinmeyen karanlığa gömer. Ölüm, yoklukla bir sanılıyor; şüphe, karanlık ve korkuyu hep birlikte temsil ediyor. Insanlar ondan yoklugun kendilerine uzanip kendisine dogru çeken menhus eli diye ürperiyorlar. Hem de onu yokluk kabusu gibi karşılıyorlar. Eğer onun getirdiği yokluk olsaydı, bu kadar korkunç olur muydu? Yokluk elbette aşkı tanımayan günahkarların, içerisinde kayboldukları karanlıktır. Onlar zaten gerçekten var olmamışlardı; kendileri için bile şüpheli olan birer hayalettiler. Sadece, altına girmeden önce bu toprağın üstünde bir müddet tepindiler, boğuştular, bağrıştılar ve sonra ayni toprağın altına düşüp orada eridiler. Onların yaşamamış olduklarına yeryüzünün dağları, ağaçları ve denizleri şahittir. Bu kutsal varlıkların önünde onların ne bir damla göz yaşları, ne ıztıraptan bir ibadetleri, ne Tanrı'nın diliyle konuşmaları oldu. Onlar, ne dağa inen nuru gördüler, ne ağaçlarla konuştular, ne denizleri gözyaşlarıyla doldurdular. Aşkı bilmeyen bu günahkarların, yokluktan yine yokluğa geçeceklerinden şüphe mi edilir? Ölüm onlar için hazindir, acıklıdır, çünkü yoklukdan yine yokluğa götürür. Biz insanlar, onların ölümüne ağlarken yine onların yok oluşlarına ağlarız. Aşıkların ölümüne ağlarken asil kendimize alıyoruz; bizi onların hicranında yasamaya mahkum eden talihimize ağlıyoruz. Onlara için için imreniyoruz belki. Çünkü onlar, aşkın bayrağını hayatla ölümün tam sınırına diktiler. Burası cihad toprağı, ötesi fetih ülkesidir onlara. Bu gazanın destani bu yanda okunuyor, fetihler asil orada ask ölümü yenmiştir; ölüm denen perdeyi kaldırmış onun yerine zafer bayrağını çekmiştir.

Sonsuzun zaferi bu yeryüzünde de kazanılır. Ancak askin kiliciyla o zafere ulasiyor. Bu zaferin müjdesi ve mükafati, Rabb'in temasasidir. Bir örtüyü kaldırır gibi, bir anda herşeyi ve bütün varlıkları ortadan kaldırıp da kalp gözüne görünen o Rabb'in yüzü, kelimeyle anlatılmayan ve beklenmedik anda bize çevrilen o şekilsiz, renksiz ve gözsüz bakış, o baha biçilmeyen selamet müjdesi, ah o kurtarıcı sevgili bir daha görünse, bir kere görünse, alemde elem, şüphe ve ölüm mü kalırdı? Acaba ölüm dedikleri şey, varlığı var kılan ilk kuvvetin, yani aşkın kaynağına ruhun dönüşü ve onunla bahtiyar birleşmesi olmasın!

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Gerçeği Bilmek

Gerçeği Bilmek


Neler biliyoruz? İnsanoğlu yeryüzünde ne bilgilere sahip oluyor? Göz görüyor ve zekâ kavrıyor. Bunca bilgilerin sahibi insan bildikleriyle mağrurdur. Acaba neyi biliyoruz? Akıl kendi önümüze, yolumuzu aydınlatan bir ışık serpmekten başka bir şey mi yapıyor? Bildiklerimiz, kendimizden çıkıp yine kendi varlığımıza avdet eden ihtisaslardan ibaret değil midir? İnsan, ihtiyaçlarını giderme endişesiyle yaptığı etrafına saldırma hareketleri içinde kâinatta kendi iştihalarına elverişli olan şeyleri araştırıyor, onları kendi iştihalarının uygunluğuna göre isimlendiriyor ve öyle değerlendiriyor. Sonradan gerçeği tanıdığını söylüyor ve hükümlerine, gerçekle uygun bilgi manasına hakikat damgasını vuruyor. Gerçeğin bilgisi olan fikir kimin hakikatidir? Zira hepimizin hakikatleri başka başkadır. Hepimiz menfaatimize uygun fikirlere hayran olarak ömrümüzün sonuna kadar o hayranlıkla sarhoş yaşamaktayız. Kimimiz bir resmin, kimi bir karın, kimi de bir mesleğin hayranıdır. Kiminin de bir sanat ilahıdır, kiminin bir hüner sultanıdır. Onunla övünür, onunla gururlanır. Hayatı muhafaza içgüdüsüne bağlanan bütün arzular ve sefaletlerimiz bizde benlik şuurunu yaratıyorlar. Onların gözüyle de görüşe akıl diyor, düşündüğümüzü söylüyoruz; gerçeği bildiğimize inanıyoruz. Bir tüccarın, bir büyük memurun, bir makam ve gurur adamının aklı, onun dayandığı gurur ayaklar altına alınıncaya kadar kutsal bir nesnedir. Bir hâkimin hatalı hükmü, kendi gözünde ilahi hüküm kadar isabetlidir. Bir zümre zihninde esir olan insanın kanaatleri, kendine göre hakikatin ta kendisidir. Karşı karşıya harp eden iki ordunun askerleri için ölüm, aynı derecede mukaddestir.

Hakikat şu ki, canlı varlığın ilk ihtiyaçlarını içgüdüler karşılıyor. İçgüdü tatmin olundukça hayati kuvveti biriktiriyor. Ruh sefaletleriyle el ele veren hayati kuvvet kendi kendini deneye deneye insanda ihtiras haline geliyor. Sonunda eşyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünü ile görüyoruz. Sefaletlerimizin fetvasına böylece boyun eğiyoruz.

Ve bütün bunların sebebi, gerçeği bilmeyişimiz, selametin kendi ruh dünyamızdan doğacağını bilmeyişimiz, tatminleri anında bile ufuklarımızı daraltan kendi ihtiraslarımızın kendi asıl düşmanlarımız olduğunu bilmeyişimizdir. Yeni doğmuş iki insan yavrusu masum bakışlarını dünyaya açar açmaz karşı karşıya birbirlerine yaklaştırın ve birine “sen işte karşındakinin düşmanısın, onu bir gün öldüreceksin” deyin. Öbürüne de “Sen de ondan intikam alacaksın” deyin. Sonra o iki çift masum gözlere bir bakın. Kendinizden utanırsınız. Gafletinizden ürperirsiniz. Eğer basiret gözüyle bakmışsanız o kadar küçülürsünüz ki yavruların saf bakışı size ilahi hitap kadar büyük ders olur. O aynada kendinizi görür ve tövbe etmek istersiniz.

Lakin tövbe etmesini istemek lazım. Bu isteyiş ancak gerçek bilginin eseri olabilir. Gerçeği nasıl bulalım? Nerede arayalım? Bütün gafletlerden bizi kurtaracak olan hakikatin yolunu bulmak için sonsuzluğa götüren bazı denemelerin yapılması lazımdır. Gerçek ibadet sonsuzluğa çevrilen isteğimizdir.

Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan için selametin ilk adımını teşkil ediyor. Bu isteği sık sık tekrarlamak, bu isteği sevmek, onu elde etmek lazımdır. Bu tekrar, bu isteğin tekrarı, arkası namütenahi aydınlıklar dolu ilahi bir kapıyı zorlamak gibidir. Bu kapıyı kımıldattıktan sonra bizim tarafımıza ışıklar süzülüyor. Yeni denemeler başlıyor: sanat denemesi, ahlak denemesi, din denemesi.

Hakikati bizden saklayan, örten, onunla aramıza giren engelleri ortadan kaldırıcı hareketin sevgisini bize felsefe ve hikmet sunuyor. İlim bu hareketin usulünü öğretiyor. Sanatın denemesi, bir olan iç dünyamızda binlerce teraneler yaşatıyor.

Sonsuzluğa teslim olmayıp sonu olan hadiselerin sebepleriyle gayelerine dayanan harekette ahlaki karakter görülmüyor. Bütün varlıkların hayattan şikâyet ettiren tatminsizlikler, sonsuzluğa dalamayışımızdan doğuyor. Şu bütün sonu olan varlıkların âlemine varlığı hapseden perdeleri yırtarak sonsuzluğun kendi açabilen insan, orada gerçek murada erecektir. Ve ancak o perde açıldıktan sonra eşyanın gerçeği anlaşılacak, hadiseler asıl kendi manalarını kazanacaklardır: hayatın bir deneme sahası, ölümün bir istasyon olduğu oradan sükûnetle temaşa edilecektir.

Çokluğun vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost yüzü olduğu görülecektir.

Şüphesiz ki bilen sever, af eder, sabır eder. Bilen Bir’i bilir. Bir’de yaşar. Bilen bazen ölür ve her an yeniden dünyaya gelir. Bilen her gerçek bilginin, sonsuzluğa iştirak denemesi olduğunu bilir. Hakikat yerde olsun, gökte olsun, bedende olsun, ruhta olsun, şuur dediğimiz şu mahdut cihazla sonsuzluğa açılan bir pencereden bakış sayesinde elde edilebiliyor. Bu sonsuzluğa ve ilahi araziye açılmayan düşünüşler, bilgiler hep izafidir. Hepsi bir nispetine ifadesidir. Hepsi sakat, hepsi de itibari görüşlerdir. Gerçek ilmin yolu sonsuzluğun dünyasından geçiyor. Bilen, varlığı didik didik eden duyguların hepsinden kurtulmuştur. Zindanda, Cennette gibi mesut yaşar. Her halinde sonsuzluğun huzurunda olduğunu bilir. Izdırabı içinde o yine düğündedir, davettedir. Bütün dünya nimetlerinin bir paslı çividen farksız olduğunu bilir.

Bilen, gururdan, kinden ve bütün hırslardan soyunmuştur. Bilen bahtiyardır. Ne mutlu bildim diyene.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »

Düşünmek...

Düşünmek


Mantık dilinde düşünmek,şuur ile eşya arasında münasebet kurmaktır. Aynada görünen hayal gibi eşya ve olayların şuurda tasavvur halinde tekrarlanmasıdır Dış dünyanın iç alemimizde bir nevi devamıdır; veyahut sebeplerle sonuçlar arasında münasebet kurmaktır Nazariye yapan mantık, düşünmeyi böyle tarif ediyor. Lakin insanin gerçeğini anlatan psikoloji, olayların böyle cereyan etmediğini ortaya koymaktadır. Düsünmeden evvel hissediyoruz dis dünyadan tesirler aliyoruz. Bu tesirler, bizim menfaatlerimize zevklerimize ve isteklerimize cevap oluyorlar. Bize faydalı bir zevk sunan görüşlere hakikat elbisesi giydiriyoruz. Menfaatlerimizle zevklerimize aykri fikirleri hata olarak itham ediyoruz. Önce hayati bir ağaçtan ibaret varlığımizdan fışkıran istihalar, türlü emeller ve parlak hayallerle süslenmiş olarak şuurumuzda hakimiyetlerini ilan ediyorlar. Sonra onların bütün varlığımıza saldığı istekler, dış dünyaya çevriliyor ve kendi hesaplarına hakikat avcılığı yapıyorlar. Kendilerine uygun fikirlere hakikat damgasını basıyor, aykırı görüşleri hakikat dışı yapıyorlar. Böylece bir fikrin hakikat olusu, her kes için müşterek ve kendi kendisinin ayni olan bir realitenin değil bizim istek ve istihalarımızın emriyledir. Insanlığın düşüncesin hakim olan hakikat ölçüsü, insanin kendi hayati menfaatleri,şahsi hesapları ve istekleridir; zevkleri veya alışkanliklarıdır.İnsan, kendinin olan bu ölçüleri fikirlere tatbik ediyor ve bu ölçülerin fikirlerin doğruluğunu arastırıyor; hükmünü onlarla veriyor. Ondan sonra kendi verdigi bu hükme uygun, onu destekleyici sebepleri etrafinda topluyor.

Peşin yemiş olduğu hükmünü onlarla halkı ve meşru gösteriyor. Görülüyor ki, düşünmek, kendimizi eşyaya değil, eşyayı kendimize uydurmaktır.Şuurumuzu olaylara irca etmekten uzak, olayları hep kendi istihalarımızla isteklerimizin emrine vermektir. Bu sebepten kendimizden müstakil olan bir realiteyi tanımıyoruz. Mahiyeti bizi ilgilendirmeyen bir realiteden kendimize dogru bir takim basamaklar siraliyoruz. Böylece kendimize uydurulan esya ve olaylar, kendi zevklerimize, iştihalarimiza ve kendi menfaatlerimize göre hükümler giyiyor.

Dünyamızı hakikatin değil istihalarımızın gözü ile görüyoruz. Bu zavalli dünya herkes için baska dünyadir. Karınca için büyük, güneşe göre küçüktür. Bahtiyarlar için güzel, bedbahtlar için kötüdür. Bir tüccar çok kazanmayı muvaffakiyet ve fazilet sayabilir, fukaranın gözünde ise bu istek, kötü bir istihadır.

Düşüncelerimizde birer isim hesabına döğüsen çocuklardan farklı değiliz. Insanlar arasında yeni yeni ihtiras kıvılcımları serperek ayrılıkları artıranlar, insanlığın gerçek düsmanlarıdır.Ihtirasların sahasındaki bütün döğüşmeler, bütün ayrılıklar bizi hakikatten uzaklaştırmaktadır. Çünkü ihtiraslarin hepsi hakikatlerden uzaklastiricidir. Ölçülerimizin hepsi izafidir.Hakikati nerede arayalım? Fikirlerimizin doğruluğu hususunda kullandığımız ölçünün darlığı, görüşümüzün darlığını doğurur. Ölçünün genisligi nisbetinde hakikate yaklasiyoruz. Hayatî menfaat ve istihalarımız, fert olan varlığımızın dar sınırları içerisinde kaldığından daima hakikatten uzaklaştırır. Bizi başkalarına dogru götüren duygular, ferdiyetimizden sıyırarak daha geniş ufuklara götördüklerinden hakikate 0 nisbette yaklaştırıcıdırlar. Kullandığımız hakikat ölçüsü genişledikçe hakikate 0 kadar yaklaşıriz. Bu ölçü, sonsuzluk olunca mutlak hakikate temas ederiz.İstek ve istihalarıyle ferdi duygularından ve her türlü menfaatler sisteminden kendini kurtararak sonsuzluğun ilhami ile düşünen insan, mutlak hakikatlere ulaşmıştır. Zira hakikat sonsuzluğun emridir.

Bu emri alabilmek için, önce zevklerimizle istihalarımızdan sıyrılmamız lazımdır.Sonra da sahsi menfaatlerimizden uzaklaşmaliyiz. daha sonra zümre menfaatlerini reddedebilmeli, zümrelerin ve partilerin dışında yaşamasini bilmeliyiz. En sonra, ulvi olsalar bile benliğimize tahakküm eden bütün hislerden zafer duygularından, muvaffakiyet gururlarından, nefsimize itimatlardan kurtulup havalanarak bir uçuşta sonsuzluğun bölgesine sığınabilmeliyiz. Genç neslin fikir terbiyesini yapanlar, onları bu gururlarıyla hoyratlastırmak, bos bir gayrettir.Bizden çikip hakikatin arasında pek çok bir perdeler gerilidir.Bizden çıkıp hakikate varmak için, bu perdelerin birer birer delinmesi lazımdır. Hakikati bizden saklayan ve birbirimize yabancı hatta düsman yapan bu perdelerin bir kısmı nefsimize ait istihalardir, bir kismi alışkanliklarla telkinlerin eseridir, bir kısmıda ancak ibadetin dağıtabileceği gafletlerdir.

Sonu olan bu alemde sonsuzluğun yolcusu olan insan, arzımızın bu yalnız yolcusu, burada bir muamma olan hayatına bir hikmet, kendine dost , düşüncesine destek bulabilmek için sonsuzluğa dayanarak düşünmekle anlasiliyorlar.

Nurettin Topçu,Var Olmak
Devamını Oku »