Kanaat Bakkaliyesi


Elbette tüketim olacak, toplumsal iş bölümü neticesi ortaya çıkan ürünlerden ihtiyacımız karşılayacağız. Elbette insan arzusu, beğenisi ve kazancı farklı olduğu sürece ürünlerde ve kalitede çeşitlilik olacak. Ama ne dersek diyelim yaşadığımız dünyadaki hırs ve tamahkârlığı, durmaksızın artan ürün çeşitliliğini ve her seferinde bunların vazgeçilemez ihtiyaçlarımız gibi sunulmasını açıklayamayız. Besbelli ki kapitalizmin oyununa geldik. Kapitalizmin hayatlarımızı belirlediği bir dünyada çırpınıyoruz ama belli etmemek için de türlü çeşit yollar deniyoruz. İdeolojik ve siyasi fanatizmden bir şal alıyoruz mesela üstümüze…

Kapitalist şirketler başkalarının tüketimde bulunmasına yardımcı olan hayır kurumları gibi sunuluyor ama arabanızı çalan hırsızın sizi yürümek zorunda bırakarak spor yapmanızı sağladığını düşünmek gibi bir şey bu (Terry Eagleton)... “Evladiyelik” mal yok artık, kapitalizmin yeni üretim stratejisi, epey bir zamandır beri “kullan-at”a dönüşmüş durumda... Nereye elimizi atsak mutlaka altından uluslararası bir firma, bir marka çıkıyor.

Kapitalizm geliştikçe, meta mübadelesinin yaygınlaşacağını ve insan ilişkilerinin şeyleşeceğini, insanın emeğine yabancılaşacağını söyleyen Karl Marx’ın öngörüsü tuttu. Ama sistemin ihtiyaçlarımızı, tüketimin hayatlarımızı belirleyeceği bir dünyayı tahmin edemedi Marx. Tabii ki takipçilerinin burjuvazinin peşine takılıp devletlere karşı mücadeleye atılacağını da bilemedi. Nereden bilsin o üstadı Hegel’e karşı, devletlerin egemen sınıfların baskı aygıtı olduğunu savunuyordu.

Basit bir seyirlik tekniğiymiş gibi karşımıza çıkan moda, meğer hayatlarımızı planlama girişimiymiş, bilemedik. Reklam, ürünümüzün tanıtımı için gerekli olan bir faaliyet sanıyorduk meğer o tüketim dünyasına giriş biletiymiş, anlayamadık. Pazarlama, en iyi ürüne ulaşmamızı sağlayan bir bilimsel girişim diye sunuldu, aldandık. Bir aldanışımız da haber alma hürriyeti üzerine kendini yapılandıran medya alanında oldu. Medya haberleri istediği gibi sunması bir yana, tüketim toplumunun vazgeçilmez bir özelliği olan “gösteri”nin meydanı oldu. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde amaçlanan sadece “tüketim, daha çok tüketim” ve arkasındaki kar hırsı ve tamahkârlıktı. Böyle olunca istediğimiz kadar kurullar, denetleme mekanizmaları kuralım, hepsi göz boyamadan ibaret kaldı. “En çok satış” hedef olunca, etik ihlaller bırakın önüne geçmeyi kaçınılmaz hale geldi.

Tüketim toplumunda aşk, hakikat, emek, fedakârlık ve mahcubiyet değil arzu ve tatmin öne çıkıyor. Tüketim, maddiyat anlamını aşıyor. Çocuk, hatta maneviyat bile duygusal bir tüketim nesnesine dönüşüyor. Karşınızda sayısız tüketim nesnesi, arzunun tatmini amaçlarken aslında çanına ot tıkıyor…

Sadece bilinçli karar verdiğimiz ihtiyaçlarımız değil bilinçdışındaki arzu akışımız da metalaşıyor. Neyi arzulamamız gerektiğini dahi “onlar” belirliyor. Moda, reklam, pazarlama ve medya sayesinde metalar, bizatihi benlik projeleri sunuyorlar. Hayat tarzı, 1960’lardan itibaren stil sahipliğine dönüştü. Başta kadınlar, çocuklar ve gençler, hepimiz, sadece neyi nasıl giyeceğimizi değil hayatlarımızı nasıl yaşayacağımızı tüketim toplumunu yöneten akıllardan öğreniyoruz. Evler, sayıları giderek azalan çocukların krallığına dönüşmeye başladı. Her yerden “çocuklarınız şunu istiyor, çocuklarınız için en iyisi şu!” sesleri yükseliyor.

Günümüz toplumu artık fabrikalardan, akıl hastanelerinden, hapishaneler, hastanelerden oluşan bir disiplin toplumu değil bunların yerini fitnes salonları, avm’ler, gökdelenler, bankalar, havaalanları, gen laboratuarları aldı. İtaatkâr öznenin yerine performans öznesi geçti. Bencil, hiperaktif, telaşlı, sadece Tanrı'ya ve öte dünyaya değil kendine de inancını yitirmiş, sağlığı ve bedenini ilah düzeyine getirmiş insanlar… Tüm bunların sonucunda performans ve yorgunluk toplumunun ortaya çıkması… (Byung Chul Han)

Tüketim çılgınlığı, maneviyatımız etkiliyor en çok. Hırpaladığı, yıktığı erdemler kanaatkârlık, mütevazılık (sadelik), cömertlik ve en nihayetinde adalet... Evet, cömertlik yazdım, yanlış okumadınız. Zira cömertlik, israf olmadığı gibi karşıtı cimrilik değil bencillik. Sadelik ise günümüz dünyasının kral kişilik kalıpları narsisizmin ve kibrin karşıtı. Haset, hırs, açgözlülük, tamahkârlık erdemlerin yerine iç-dünyamızı doldurunca, her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar sahne alıyor. Aç gözlü, minnet duymayı bilmez, hep aç ve alacaklı, “dünyanın arzuları deniz suyu içmek gibidir içtikçe daha çok susarsınız” sözünün manasını bilmeyen insanlar… Onlara çocukluğumdaki “Kanaat Bakkaliyesi”ni anlatsam, neredeyse bin yılda çerçiden bakkaliyeye gelinmiş iken, son 50 yılda oradan süpermarkete ve avm’lere, dünya pazarına ulaşıldığından bahsetsem, işe yarar mı?

Erol Göka

15.03.2018

yenişafak
Devamını Oku »

Adalet ve sömürgeci Batı’nın bilinçdışı

Adaletin kökeninde kamu yararının olduğunu ileri süren David Hume (1711-1776), bu görüşünü ispatlamak için ilginç bir yöntem seçer. Ona göre aşağıdaki beş halden birinin sağlanması durumunda, adalete lüzum kalmayacak, pekâlâ adalet olmadan da yaşanabilecektir.

Beş halden birincisi, “mutlak bolluk” durumudur. Herkesin dilediğini dilediğince alabileceği bir toplum olmuş olsaydı, adalete de lüzum kalmazdı. Mülkiyet ihlali, hırsızlık ve kıskançlık olmayan böyle bir toplumda, zaten adalet kimsenin aklına bile gelmezdi diye düşünür Hume.

Hume’un ikinci adaletsizlik faraziyesi, sevginin evrensel bir düzeye ulaştığı, kinin ve garezin ortadan kalktığı toplumdur. Sevgi, her yeri kaplamışsa, herkes yekdiğerine dostça ve cömertçe yaklaşır, birbirine bağlı bir aile gibi yaşarsa, bırakın adaleti, herhangi bir yasaya dahi gerek olmayacaktır.

Hume’a göre adaletin olup olmamasının bir önem arz etmeyeceği toplum faraziyelerinden üçüncüsü, tüm bireyleri birbirleriyle ilişkisiz bırakacak düzeyde köklü bir yalnızlık halidir. Adalet, mutlaka ötekine, başkalarına, topluluk duygusuna ihtiyaç duyar. Yapayalnız bireylerden kurulu bir sözüm ona toplumda adalete de gerek kalmayacaktır.

Hume’un adalet olmadan da olur dediği dördüncü toplum faraziyesi, çok aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet halidir. Böyle bir “aciliyet karşısında, adaletin katı yasaları askıya alınır ve kendini korumanın ve ihtiyacın daha buyurgan gerekçeleri bunların yerine geçer” der üstat.

Adaletsizliğin mazur görüldüğü beşinci hali müsaadenizle en sona bırakıp ilk dört teşhisiyle ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. Hume’un adaletin kamusal yarar ile bağlantılı olduğu tezini ispat için ileri sürdüğü bu faraziyeler, ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir, adaletin ne olduğunun anlaşılmasında çok işe yarayabilirler. Ama şimdi bunlardan ziyade Hume’un tasavvur dünyası, benim nazarı dikkatimi celbediyor. Zira bu tasavvur tarzında, Batı’nın sömürgeci bilinçdışının tezahürlerini görüyorum.

Mutlak refah ve evrensel sevgiyi ele alalım… Her ne kadar Hume, bu iki durumun gerçekleşmesini imkânsız görse de tasavvur etmiş ve dile getirmiş. Zaten daha sonra başkaları, imkânsız olmayabileceğini düşünerek aynı tablolara, bu kez ideal olarak kafa yormuşlar. Mesela Karl Marx, dünya cenneti hayalinin pekâlâ gerçek olabileceğini öne sürmüş, “komünist toplum” diye ad bile koymuş. “Evrensel sevgi”nin ise taliplisi daha çok… Birçok Batılı düşünürde Mesiyanik teolojiye dayalı bu hayalden derin izler var. Mesela hemen aklıma, Marx’ı maneviyatla evlendirmeye kalkan bizim Erich Fromm geliyor. Sömürgeci bilinçdışı taleplerinin dünyayı götürdüğü felaketi ancak toplumsal bolluk ve evrensel sevgi masallarıyla örtmeye çalışmış olmalılar diye düşünmeden edemiyorum.

Hume’un, bugün baş belaları haline gelen yabancılaşma ve güçlü yalnızlık hissini dillendirmiş olması da çok enteresan. Kapitalizmle birlikte insanın emeğinden ve kendinden yabancılaşması, toplumsal bağların çözülmesiyle giderek daha çok atomize olup yalnızlaşması, daha 1750’li yıllarda Hume’un şahsında batılı bilinçten içeri sızmaya başlamış olmalı.

Aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet (savaş) halinde adaletin ortadan kalkacağı fikri ise asla doğru değil. İnsanın içindeki adalet duygusunun en zor şartlarda bile devam edeceğini tarih bize gösteriyor. Ama burada bizi ilgilendiren, aşırı sefalet ve savaş durumunda adaletin iptal olacağını fikrinin Hume tarafından böylesine pervasızca savunulabilmesi.

Gelelim beşinci faraziyeye…“İnsanlar arasında yaşayan zeka sahibi ama hem zihinsel hem fiziksel olarak hiçbir direniş gösteremeyecek kadar aşağı bir güçle donanmış ve en aşikar provokasyon karşısında bile bize hınçlarının etkisini hissettiremeyecek bir yaratık türü var olsaydı, bu yaratıklara yumuşaklıkla davranmaya insanlık yasaları gereği mecbur olurduk diye düşünüyorum ama açıkçası, onlara karşı hiçbir adalet görevine mecbur olmazdık ve onlar da böyle keyfi efendilere karşı koyacak ne haklara ne de niteliklere sahip olabilirlerdi…” Böyle söyleyen Hume, adalete ihtiyaç olmadan sadece yardım ve merhametle idare edilebilecek “yaratıkların durumuna” somut iki örnek verir. “Uygar Avrupalıların barbar yerliler üzerinde büyük üstünlüğü” ve “birçok toplumda kadınların, özellikle çirkin ve beceriksiz olanlarının zayıflığı”... Onlara yumuşaklık ve merhamet yeter adalet gerekmez. Hume’un bu sözleri, “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı “Andre Comte-Sponville’yi çileden çıkartır. “Büyük bir deha olan, bu kadar ilgi çekici birinin önüne geleni yazdığını görmek acı verir ve tüylerimizi diken diken eder” der. Teşekkür ederiz kendisine ama yetmez, bunlarla hesaplaşmak, sömürgeci Batı’nın bilinçdışını her fırsatta sergilemek gerekir.

Erol Göka

18.01.2018 / Yenişafak
Devamını Oku »

Adalet ve sömürgeci Batı’nın bilinçdışı



Adaletin kökeninde kamu yararının olduğunu ileri süren David Hume (1711-1776), bu görüşünü ispatlamak için ilginç bir yöntem seçer. Ona göre aşağıdaki beş halden birinin sağlanması durumunda, adalete lüzum kalmayacak, pekâlâ adalet olmadan da yaşanabilecektir.

Beş halden birincisi, “mutlak bolluk” durumudur. Herkesin dilediğini dilediğince alabileceği bir toplum olmuş olsaydı, adalete de lüzum kalmazdı. Mülkiyet ihlali, hırsızlık ve kıskançlık olmayan böyle bir toplumda, zaten adalet kimsenin aklına bile gelmezdi diye düşünür Hume.

Hume’un ikinci adaletsizlik faraziyesi, sevginin evrensel bir düzeye ulaştığı, kinin ve garezin ortadan kalktığı toplumdur. Sevgi, her yeri kaplamışsa, herkes yekdiğerine dostça ve cömertçe yaklaşır, birbirine bağlı bir aile gibi yaşarsa, bırakın adaleti, herhangi bir yasaya dahi gerek olmayacaktır.

Hume’a göre adaletin olup olmamasının bir önem arz etmeyeceği toplum faraziyelerinden üçüncüsü, tüm bireyleri birbirleriyle ilişkisiz bırakacak düzeyde köklü bir yalnızlık halidir. Adalet, mutlaka ötekine, başkalarına, topluluk duygusuna ihtiyaç duyar. Yapayalnız bireylerden kurulu bir sözüm ona toplumda adalete de gerek kalmayacaktır.

Hume’un adalet olmadan da olur dediği dördüncü toplum faraziyesi, çok aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet halidir. Böyle bir “aciliyet karşısında, adaletin katı yasaları askıya alınır ve kendini korumanın ve ihtiyacın daha buyurgan gerekçeleri bunların yerine geçer” der üstat.

Adaletsizliğin mazur görüldüğü beşinci hali müsaadenizle en sona bırakıp ilk dört teşhisiyle ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. Hume’un adaletin kamusal yarar ile bağlantılı olduğu tezini ispat için ileri sürdüğü bu faraziyeler, ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir, adaletin ne olduğunun anlaşılmasında çok işe yarayabilirler. Ama şimdi bunlardan ziyade Hume’un tasavvur dünyası, benim nazarı dikkatimi celbediyor. Zira bu tasavvur tarzında, Batı’nın sömürgeci bilinçdışının tezahürlerini görüyorum.

Mutlak refah ve evrensel sevgiyi ele alalım… Her ne kadar Hume, bu iki durumun gerçekleşmesini imkânsız görse de tasavvur etmiş ve dile getirmiş. Zaten daha sonra başkaları, imkânsız olmayabileceğini düşünerek aynı tablolara, bu kez ideal olarak kafa yormuşlar. Mesela Karl Marx, dünya cenneti hayalinin pekâlâ gerçek olabileceğini öne sürmüş, “komünist toplum” diye ad bile koymuş. “Evrensel sevgi”nin ise taliplisi daha çok… Birçok Batılı düşünürde Mesiyanik teolojiye dayalı bu hayalden derin izler var. Mesela hemen aklıma, Marx’ı maneviyatla evlendirmeye kalkan bizim Erich Fromm geliyor. Sömürgeci bilinçdışı taleplerinin dünyayı götürdüğü felaketi ancak toplumsal bolluk ve evrensel sevgi masallarıyla örtmeye çalışmış olmalılar diye düşünmeden edemiyorum.

Hume’un, bugün baş belaları haline gelen yabancılaşma ve güçlü yalnızlık hissini dillendirmiş olması da çok enteresan. Kapitalizmle birlikte insanın emeğinden ve kendinden yabancılaşması, toplumsal bağların çözülmesiyle giderek daha çok atomize olup yalnızlaşması, daha 1750’li yıllarda Hume’un şahsında batılı bilinçten içeri sızmaya başlamış olmalı.

Aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet (savaş) halinde adaletin ortadan kalkacağı fikri ise asla doğru değil. İnsanın içindeki adalet duygusunun en zor şartlarda bile devam edeceğini tarih bize gösteriyor. Ama burada bizi ilgilendiren, aşırı sefalet ve savaş durumunda adaletin iptal olacağını fikrinin Hume tarafından böylesine pervasızca savunulabilmesi.

Gelelim beşinci faraziyeye…“İnsanlar arasında yaşayan zeka sahibi ama hem zihinsel hem fiziksel olarak hiçbir direniş gösteremeyecek kadar aşağı bir güçle donanmış ve en aşikar provokasyon karşısında bile bize hınçlarının etkisini hissettiremeyecek bir yaratık türü var olsaydı, bu yaratıklara yumuşaklıkla davranmaya insanlık yasaları gereği mecbur olurduk diye düşünüyorum ama açıkçası, onlara karşı hiçbir adalet görevine mecbur olmazdık ve onlar da böyle keyfi efendilere karşı koyacak ne haklara ne de niteliklere sahip olabilirlerdi…” Böyle söyleyen Hume, adalete ihtiyaç olmadan sadece yardım ve merhametle idare edilebilecek “yaratıkların durumuna” somut iki örnek verir. “Uygar Avrupalıların barbar yerliler üzerinde büyük üstünlüğü” ve “birçok toplumda kadınların, özellikle çirkin ve beceriksiz olanlarının zayıflığı”... Onlara yumuşaklık ve merhamet yeter adalet gerekmez. Hume’un bu sözleri, “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı “Andre Comte-Sponville’yi çileden çıkartır. “Büyük bir deha olan, bu kadar ilgi çekici birinin önüne geleni yazdığını görmek acı verir ve tüylerimizi diken diken eder” der. Teşekkür ederiz kendisine ama yetmez, bunlarla hesaplaşmak, sömürgeci Batı’nın bilinçdışını her fırsatta sergilemek gerekir.

Erol Göka

18.01.2018 / Yenişafak
Devamını Oku »