Divan-ı Hikmet Sohbetleri -4



Hakikatli ve Siyasetli İnsan Olmanın İmkânı: Işk, Sıdk ve Liyakât Kavramları Açısından Bir Modelleme Denemesi

Prof. Dr. İhsan FAZLIOĞLU

İstanbul Medeniyet Üniversitesi

Cümleten Hoş Geldiniz!

Öncelikle böyle bir toplantıyı tertip eden ve beni davet etme ne-zaketi gösteren Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti’ne teşek-kür ediyorum. Değerli dostum Musa Yıldız’ı makamında ziyaret ettim. Bana bir Dîvân-ı Hikmet hediye buyurdular. O zaman vazifemi anla-dım ve üç aydır Dîvân-ı Hikmet’i mütalaa ediyordum ve dün akşam bitirdim. İşi ciddiye almak lâzım. Titizlik ve dikkat ahlâktandır. Biz de vazifemizin gereğini yerine getirerek, Dîvân-ı Hikmet’i bilmiyorum kaç kişi okumuştur baştan sona ama, baştan sona okuyarak belirli kavramsal modeller çıkartmaya çalıştım. Burada da bu çıkarttığım modellerin bir tanesini sunmaya çalışacağım. Konuşmamın başlığı şudur: “Hakikatli ve Siyasetli İnsan Olmanın İmkânı: Işk, Sıdk ve Liyakât Kavramları Açısın-dan Bir Modelleme Denemesi”. Biraz ağır olacak zannediyorum.

Konuya girmeden önce şunu ifade etmek lazım. Her medeniyetin ve kültürün üç temel metni vardır. “Kurucu metinler”, “taşıyıcı metinler” ve “öğretici-talimi metinler”. İslam medeniyetinin kurucu metinleri, Ku-ran-ı Kerim ve hadis külliyatıdır. Bu metinler, bizim asgari ya da mi-nimal metafiziğimizi, özellikle anlam değer dünyasına ilişkin minimal metafiziğimizi verirler. Aynı zamanda bu metinler, bir medeniyetin her-monotik referans noktalarıdır. Yani o medeniyette ne tür yorumlar yapılsa yapılsın, dönüp dolaşıp geleceği, kendine atıf sistemi olarak alacağı metinlerdir. Bu metinler aynı zamanda, bir medeniyetteki anlam değer ufkunu belirlerler. Onun ötesine geçtiği zaman bu medeniyetin daire-sinden de çıkmış olursunuz. Bu açıdan kurucu metinler, aynı zamanda denetleyici metinlerdir.

Taşıyıcı metinler ise, büyük oranda kurucu metinlerin yorumlarını ih-tiva eden ve alt kültürlere ait olan metinlerdir. Çünkü bir medeniyeti bir ırk kurmaz. Medeniyet, her ne kadar kurucu bir milleti olsa da, büyük oranda milletler topluluğunun ortak inşa ettiği bir yapıdır. Ancak her medeniyet ailesi içerisinde o medeniyeti zenginleştiren o medeniyete katkıda bulunan farklı kültürler vardır. İşte taşıyıcı metinler, bu kuru-cu metinleri o kültür içerisinde yeniden dile getiren ve ifade eden me-tinlerdir. Bu açıdan Dîvân-ı Hikmet, Yunus Emre Dîvân’ı ve benzeri metinler, İslâm’ın, İslâm medeniyetinin Türkçe ifadeleri ve Türkçe kuruluşları olarak yorumlanabilirler.

Taşıyıcı metinler, kurucu me-tinleri yeniden ifadelendirir; onları güncelleştirir ve onları kamusal hâle getirir, toplumsallaştırır. Bu açıdan Dîvân-ı Hikmet başta ol-mak üzere, tarihimizde Türkçe telif edilmiş metinleri, kurucu metin-lerin bir ifadesi, güncellemesi ve toplumsallaşması olarak görebiliriz. Bunlar aynı zamanda, bir anlam değer dünyasının, kurucu metinler tarafından belirlenen anlam değer dünyasının, katmanlı yapısını, farklı kültürlerde ifadesini bulan katmanlı yapısını da belirlerler. Öğretici-talimî metinler ise, esas itibariyle ikiye ayrılır.

1. Sözlü kül-türle yayılan, bizim geleneğimizde her ne kadar yazılı olsa da, ta köylere kadar ulaşmış, hatta Türkmenistan’a gittiğimde orada da gördüm, Ah-mediyye ve Muhammediyye gibi belirli bir okuma yazma bilmeyen öbeğe, okuma yazma bilen insanların aktardığı anlam değer dünyasının bir tür popülerize edilmiş (vulgarize değil) halk tarafından oraya katılmasını mümkün kılacak bir dille yazılmış metinlerdir. Bu açıdan öğretici me-tinler, deyiş yerinde ise, sözlü gelenek içerisinde kurucu metinlerin ve taşıyıcı metinlerin anlam değer dünyasını, halkın idrakine aktarmak için kullanılan metinler olarak görülebilirler. Diğer bir öğretici metin, talimi metin dediğimiz ise, okullarda okutulan ve o toplumun entelektüelle-rinin idrakini besleyen metinlerdir.

Bu metinler, hem kurucu hem de taşıyıcı metinlerin bir tür pedagojik açıdan, talimi açıdan yeniden ifade edilmiş metinleri olarak görülebilirler. İşte Dîvân-ı Hikmet, İslam medeniyeti açısından baktığımızda, bü-yük ölçekte bir taşıyıcı metin; ama Türk kültürü açısından baktığımız zaman ise, bir kurucu metindir. Elbette bir metni anlamak için sadece metnin içeriğiyle yetinmek doğru değildir. Metnin hayat bulduğu; varlı-ğa geldiği tarihsel bağlam, metin içi örgü, kullanılan kavramsal modeller ve şemalar, bütün bunlar o metni anlamak için göz önünde bulundu-rulması gereken konulardır.

Özellikle şiir metinlerinde kavram örgüsü ve iç anlam ilişkileri son derece önemli olduğu için bu metinler üzerine çalışan kişinin olabildiğince dikkatli olması gerekir. Çünkü şiir kıyasa konu olmaz; önerme vermez; belirli bir nedensel örgü göstermez. Onun için şiir üzerine çalışan ve şiir üzerinden o dönemin entelektüel hayatı, metafiziği, varlık anlayışı ve benzeri konularda bir metin üretecek kişi-nin, özellikle metin içi kavramsal örgüleri ve yargıları ciddi bir şekilde göz önünde bulundurması gerekir. Ben de bu sunumumda, yukarıda bahsettiğim ilkelerden hareket ederek, Dîvân-ı Hikmet’in kavramsal ve yargısal ilişkilerini dikkate ala-rak bir modelleme yapacağım.

Her model bir yorumdur. Dolayısıyla be-nimki de bir yorum. Kişisel kanaatim, şiir müzikle birlikte insan olma bilincinin en üst ifadesidir. Başka bir deyişle, insanî ayıklığın zirvesidir. Şiir yazan bir zihniyet, ya da bir kültürü yenmek çok zordur. Özellik-le bir fikir, bir entelektüel hareket, şiir üretmeye başladığı zaman onun kalıcılığı ve sürekliliği artar. Nitekim Türk tarihine baktığımız zaman Yunus Emre, Âşık Paşa gibi adlar bizim kalıcılığımızı arttıran süreklili-ğimizi sağlayan ve dik durmamızı uyanıklığımızı ve ayıklığımızı örgüt-leyen metinlerdir. İlginç bir örnek olarak Fatih Sultan Mehmet, İstan-bul’u fethettiğinde ve devleti yeniden örgütlediğinde yaptığı en önemli şeylerden biri; kendisi, oğulları, veziri ve etrafındaki diğer entelektüel-lerle birlikte, Türkçeyi şiir üzerinden yeniden kurmaktı. Çünkü maddî vatan geçici olabilir.

Bir kültürün manevî vatanı olan şiir, hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Bu çerçevede baktığımız zaman Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i, özellikle Orta Asya dünyasında dolaştığım ve gördü-ğüm kadarıyla, oradaki farklı siyasî teşekküller kurmakla birlikte, hemen hemen Türkçe konuşan halkların bir tür manevî vatanı olarak bugüne kadar gelmiş.

Hepsinin maddî vatanı farklı olmakla birlikte. Bu çerçevede Dîvân-ı Hikmet’i okuduğumda şöyle düşündüm, ne tür bir okuma ya da ne tür bir modelleme, bu metnin en derin, en asil ve aslî özelliğini verebilir. Tespit ettiğim şudur: Elbette dediğim gibi bu bir perspektif. Başka açılardan da okunabilir. Çok çeşitli kavramla-rı birbirleriyle ilişkilendirerek otuz sayfaya yakın kavramsal modelle-me yaptım. Çok çeşitli kavramları birbiriyle ilişkilendirerek. Ama bir tanesini burada sunacağım.

Yesevî’nin şikâyet ettiği konu yalgan dedi-ği sahtelik, riya, yalan, yalancılık ve burada eşlik eden diğer kavramlar özellikle söze bağlı yaşamak. Bunun karşısında ise, ihlâs, samimiyet, ışk, sıdk, liyâkat ve mana ile yaşamak. Dolayısıyla bütün modelin dayandığı kavram çiftleri ve bu kavram çiftlerinin özeti söz ile yaşamak ve mana ile yaşamak olarak özetlenebilir.

Yesevî’nin en çok şikâyet ettiği İslam’ın ümmîliğinin ve Hanifliğinin ihmal edilerek bir tür kurumsal ve kamu-sal riyakârlığa dönüştürülmesidir. Ümmîlik, Türkiye’de son derece yan-lış anlaşılan bir şeydir. Cehaletle, okuma yazma bilmemekle eşleştirilir. Hâlbuki “ümmîlik” bir teolojik kavramdır. Ümmî olmak demek, döne-minde mevcut olan hiçbir kurumsal dine tâbi olmamak, demektir. Hz. Peygamber’in ümmî olması, okuma yazma bilmemesi demek değildir. Anneden doğduğu gibi fıtrat dinine mensup olması, dönemindeki Ya-hudilik, Maniheizm, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi hiçbir kurumsal dine mensup olmamasıdır.

Kurumsallık ve kamusallık, bir medeniyetin sürekliliğini sağlamak-la birlikte, pratik içerisinde, mümarese içerisinde, şeklî bir yapı kazanır ve o yapıya mensup olan insanlarda bir tür riyakârlık üretir. Yesevî’nin eleştirisi sadece dinî değildir. Ya da dinî derken resmî ulemaya, rusûm ulemâsı dediğimiz ulemaya değil; şeklî ilimlerle uğraşan tasavvufta sık dile getirilen kesime değil; tasavvufa da eleştiri oklarını yöneltir ve dö-nemindeki tasavvufî anlayışın da bir tür riyakarlığa, sahteciliğe dönüştü-ğünü söyler. O kadar ki, sayfa 69’da sahte ümmet ifadesini kullanır. Yani Müslümanlar o hâle geldi ki, Hz. Peygamber’in ümmetini hakikatten sahtekârlığa dönüştürdüler. Peki, bir sûfînin sahte iş yapmadığını, yal-gan iş yapmadığını nereden anlayacağız?

Menakıbına bakarak. Çünkü tasavvufta menkıbeler, menakıplar, bir sûfînin iddialarını epistemolojik kontrolünü sağlarlar. Çünkü insanın sureti ancak sîretinde tecelli eder-ler. Eğer insanın sîreti yalgan değilse, sahte değilse, o sîretin dayandı-ğı sûret ve fikirler de sahte değillerdir. Bunun için Yesevî’nin sık sık vurguladığı gibi bir insanı tanımak, onun yoluna, yoldaşına ve yol alış tarzına bakmakla, bakılmakla mümkündür. Yesevî daha da ileri giderek bu eleştirileri sadece dönemindeki kendi dışındaki ötekilere yapmaz. Kendini de eleştirir. Fütüvvet ve melâmet ona göre kendini eleştirmeyi gerektirir. Şüphesiz Yesevî’nin ki bir sohbet, bir tespit, sohbet üzerinden verilen bir tespit.

Fakat biz biliyoruz ki, kendisi sıkı bir medrese eğitimi almıştır. Sebepsiz, nedensiz tespit, bir malumattır. Bunları nedenlemek de gerekir. Çünkü bilgi, nedenlenmiş malumattır. Yesevî’ye göre bunun nedenleri nedir? Niçin kendi dönemindeki Müslümanlar bu yalganlık içerisinde, riyakârlık içerisinde yaşamaktadırlar?

1. Ben ve benlik iddiası, kibir. Ehl-i irfana göre kibir ile şirk, yazı tura gibidir. Şirk, Tanrı’ya başka bir şeyi şerik koşmak iken; kibir, kişinin kendisinin Tanrı’ya şirk koşmasıdır.

2. Dünyayı biriktirenler. Çok güzel bir tabir. Onun tabiridir bunlar. Dünyayı biriktirmek doğal olarak dünyaya tapmayı doğuracağı için riyakârlığı ve sahtekârlığı arttırmaktadır.

3. Dini eylemlerinde kâr zarar hesabı yapanlar. Yesevî’ye göre, ön-ceden düşünülmüş her türlü dinî eylem, sevapları siler. Şöyle di-yor: Tanzim edilmiş hesap iş siler. Dinî yolculukta yolun sonuna göre düşünmek, kibir olarak kabul edilir.

4. Daha da korkunçtur. Akıbetinden emin olanlar. Hiçbir mümin, yaptıkları ve ettiklerinden hareket ederek bir kıyas yapıp akıbe-tinden emin olamaz. İmandan emin olmak, küfürdür. Akıbe-tinden emin olanlar, ilginç bir şekilde, diyalektik bir şekilde Allah’tan ümidini kesenlerdir Ahmet Yesevi’ye göre. Allah’tan ümidi olanlar kesinlikle akıbetinin garantili olduğunu düşüne-mezler. Çünkü Hz. Peygamber’in ifadesiyle “Bu dinin peygamberi benim, ben bile akıbetimden emin değilim”. Onun için sık sık di-vanında şunu söyler: “Hiç bilmem, nasıl olacak benim işim”. Emin değil. Nitekim hayatını yaş yaş anlattığı şiirinde de, biraz önce bir bölümünü arkadaşımız okudu, tek tek kendisinin nakisala-rından ve eksikliklerinden bahseder.

Yesevî’ye göre, bu anlattıklarımız ve bunları yapanlar ciddi bir ri-yakârlık içerisindel bulunmaktadırlar. O, riyakâr insanı, şeytan atına gem vurmadan -yani şeytanı bir at olarak görüyor- binen kişiye benze-tir. O kişi, kendinden geçemez; dünyayı tepemez. Nefsi büyük, dini bo-zuktur. O kadar ki, bu insanları yalanlar yakar. Tabii, bu anlattıklarımız bireysel düzlemde gerçekleşen bir şey değildir, Yesevî’ye göre. Çünkü yalganlık, sahtekârlık, riyakârlık, yalancılık, sözde yaşamak ferdî bir olay değil, bütün toplumu ve hatta bütün insanlığı yakından ilgilendirir.

Çok ilginç bir şekilde Divan’da bununla alakalı söyleyişleri çıkarttığımız za-man, yalgan bir ortamda nasıl bir manzara tecelli eder, şunları söyler:

1. Sevgi ve şefkat gider.

2. Edep ve hayâ kaybolur.

3. Müslüman, Müslüman’ı öldürür.

Şöyle diyor: “Müslüman müslümanı eyledi kâtil” (s.191). “Adem oğlu birbirini yer yutar”. “Dünya için, iman, İslâm dinini satar”. “Haksızlık tutulur haklının işleri batıl kılınır.”, “Yöneticiler edipler yalan söyler ve zulmeder”. “Hatır kalmaz; vefa ortadan kaybolur”. “Cömertlik gider; adalet yok olur”. “Dualar kabul olmaz, belalar çoğalır”. “Özellikle o top-lumun bilenleri zalim olur”.

Şöyle diyor: (s.194-195) “Hoş geldin deyi ciler, bilgin oldu”. Bunu yazıp fakültedeki odama asmaya karar verdim. “Hoş geldin deyiciler bilgin oldu”. Yağcılar, üçkağıtçılar, numaracılar âlim oldu, demek istiyor. Çok güzel bir ifade kullanmış. Peki, bu tespit ve bunun nedenleri belirlendikten sonra çözüm dedir? Peki, yalganlıktan nasıl kurtulunur?

Bu riyakârlık ortamı, bu sah-tekârlık ortamından nasıl kurtulabiliriz? Üç kavramı Divan’ında sık sık kullanır Ahmed Yesevi. “Âşık olmak”, “sadık olmak yani doğru olmak” ve “layık olmak”. Buradaki aşk ya da ışk, tasavvufta kullanılan genel anlamı yanında, Yesevî’nin Divan’ında ihlâslı olmak anlamına da gelir. Buna da çok dikkat etmek lazım, met-ni okurken. Bu kavramı ilginç bir şekilde hep birlikte kullanır. Bir şeyi ışk ile yapmak, Ahmet Yesevi’ye göre, bir şeyi ihlâslı ve dürüst yapmak anlamına gelir.

Her ne eylesen aşk ile eyle,

Aşksız insan kişi değildir.

Ben, aşk kelimesini kullanmayı pek sevmiyorum. Çünkü çok alçaltıcı bir anlamı var günümüzde. Işksız kulluk, taharetsiz yaşamaya benzer. Işk, kalbin taharetidir. Ahlak ise, aklın taharetidir. Hileci olmayın âşık olun. Âşık olsan sadık ol. Hile hurda işlerden uzak dur. Bakın hepsi ihlâs ve diğer kavram çiftleri ile alakalıdır. Yesevî’ye göre, söz ile yaşamaktan mana ile yaşamaya geçmenin asgari şartı, ihlâstır; samimi-yet ve dürüstlüktür. Peki, böyle bir durumu nasıl sağlayacağız? Çok beyit var. Onları tek tek okuyarak vaktinizi almayayım. Konunun derinlikleri-ne devam edelim. Peki, nasıl buna ulaşacağız? Nasıl bu yalgan ortamda âşık olalım? Efendim, sadık olalım. Bunlar dolayısıyla bize bir liyakat kazandıracak layık olacağız. Hem Tanrı’ya layık olacağız; hem kendi-mize; hem de topluma. Çünkü Yesevî için esas olan kişinin kendidir. Kendisine layık olması lazım öncelikle. Kendisine sadık olması lazım-dır. Kendisine âşık olmalıdır.

Kendisi dürüst olmalı anlamında. Bu or-tamdan ve bunun yarattığı tehlikeleri de gördük, kendi toplumunda da örneklendirdi bize. Bundan kurtulmanın yolu nedir? Yine modelimize göre, Yesevî’ye göre bundan kurtulmanın pek çok yolu olmakla birlikte en temel yolu, öz olarak kullandığı özlük bilinci, kendilik bilincidir. Yani her tür eylemimizde özümüzün eşlik etmesi bir bilincin bir yakaza hâli-nin eşlik etmesidir. Bir uyanıklık hâlinin eşlik etmesidir. “Özü okumak”, “özü vurmak”, “özü ortaya koymak”, “özünü bil”, “özün bilince ilmin ile amel kıl” gibi pek çok, yaklaşık otuz kırka yakın ifadesi var Divan-ı Hik-met’te. Dolayısıyla bir insan tasavvuftaki teknik tabiriyle, tahkik yapma-dan kendi işine düşmeden ve düşünmeden, kendisiyle hemhâl olmadan ve halleşmeden, hayatında bir kere dahi olsa kendi ile hesaplaşmadan kendi nefsiyle vuruşmadan diyor -nefsiyle vuruşmak tabirini kullanıyor- kendi nefsiyle vuruşmadan; hu testeresiyle nefsini biçmeden; kesinlikle bir insan, dışarı çıktığında eylemlerine bilinç eşlik etmez. Çünkü insa-nın, varlığını, kendi varlığını idrak etmeden başkalarının varlığını idrak etmesi; kendi varlığını takdir etmeden başka varlıkları takdir etmesi mümkün değildir.

Bunun psikoloji açısından böyle olduğunu biliyoruz zaten. Elbette böyledir. Deli, delidir. Çünkü özlük bilinci yoktur. Çocuk mesul değildir, çünkü özlük bilinci yoktur. Ama bunun bütün dinî ey-lemlerimizde, yaşama tarzımızda, yol alış tarzımızda en temel ilke oldu-ğunu pek çok ifadesinde Ahmed Yesevî ortaya koyuyor. Peki, kendilik bilincini nasıl elde edeceğiz? Özlük bilinci diyor tabi ki. Kendi kelimesini kullanmıyor. Daha çok…

Şunu yeri gelmişken söy-leyeyim: Yesevî’de nefs olumsuz; öz olumlu bir anlam ifade eder. Nefs, daha çok şeytanî tarafımıza denk gelir. Divan-ı Hikmet’te en azından benim gördüğüm nefsten bahsettiğinde olumsuz bir durumdan bahse-der. Ama öz nefsin de altında olan daha özsel bir şey diyeceğim ama öz, özsel bir tekrar oldu. Fakat özseli günümüz Anadolu Türkçesindeki anlamında kullanıyorum. Daha zeminde daha ana dilimizde söylersek essensiyalist bir temel oluşturur. O açıdan öz, her geçtiğinde Yesevî’nin ifade ettiği insanın birey olarak fert olarak yaşama atılımını mümkün kılan en temel taşıyıcıdır. Bunu nasıl yakalayacağız? Böyle bir özün bil-gisini nasıl elde edeceğiz?

Şüphesiz bunu Kur’an-ı Kerim’den hadisler-den hareket ederek elde edebiliriz. Bunu eğitim öğretim yoluyla; terbiye ve talim yoluyla da aktarabiliriz. Ama burada bahsedilen dışarıdan bir öğretim değil, içeriden eğitim nasıl mümkündür? Burası önemli. Çünkü tasavvuf ve irfanda nihai amaç, yapılıp edilenlerin dışarıdaki bir sah-neye göre yapılması değildir. Yani dışarıda bir müzik çalıyor, ona göre oynamak tasavvufî bir tavır değildir. Müzik içerden çalması lazım. Ma-kamlar içeriden gelmesi lazım. Siz o müziğe ve makama göre kendinizi ayarlamanız gerekir. Çünkü dışarıya göre yapılan her ayarlama, bir ri-yadır. İnsanın kendini dışarıdaki bir miyara göre ayarlaması; dışarıdaki bir ölçeğe göre kendine çekidüzen vermesi ilk başlangıçta olmasa bile nihayetinde bir hesaba dayanır.

Öz kavramı, benim teşbihimle bir atom bombası patladığında nasıl bir enerji ortaya çıkartırsa, öz, Ahmet Yesevî’ye göre böyle bir enerji yoğunlaşmasıdır. Yani bütün o insan dediğimiz bireyin ferdin, en yoğun çekirdeğidir. Dolayısıyla kararların, nihai yorumların, ilkelerin bu yerde alınması gerekir. Öz bilinci ya da özlük bilinci ya da kendilik bilincinin sahih bir şekilde inşa edilebilmesi için, ölüm bilinciyle birleştirilmesi gerekir.

Burası son derece önemli. Şaşırdım. Çünkü ben bu konularla ilgili Dîvân-ı Hikmet’i okumadan önce de yazılar yazmıştım. Demek ki, hani ben Ofluyum, direkt Allah’a bağlıyım, derdim. Demek ki herkes direkt Allah’a bağlıymış. Böyle bir problem yaşadım açıkçası. Şaka bir yana, ben bunlarla ilgili birkaç yazı yazmıştım. Ölüm bilinciyle alakalı olarak. Ahmet Yesevî’nin Dîvân’ında neredeyse dörtte birlik bir bölüm, ölüm bilinciyle alakalıdır. Çıkarttığım otuz sayfalık özetin neredeyse on sayfası, ölümle alakalı.

Şimdi burada bu konu üzerinde biraz durmak istiyorum. Kur’an-ı Kerim’de bildiğiniz gibi ayet-i kerimede “El-hayatü’d-dün-ya ve’l-ahire” tamlaması vardır. Bu son derece önemli. Çünkü bu tabir-de dünya hiçbir zaman isim olarak kullanılmamıştır. Kur’an-ı Kerim’de dünya, isim olarak kullanılmaz; sıfat olarak kullanılır. Ahiret de öyle. Burada mevsuf olan, sıfat olan, öz olan, taşıyıcı olan ya da mantık te-rimiyle mevzu olan, hayattır. Dolayısıyla İslam dünya görüşüne göre, hayat süreklidir. Dünya, yakın hayat, yakın demektir malumunuz. Ahi-ret ise öteki hayat. İkisi de sıfattır.

Sıfatları attığınızda mevsuf kalır; mevsuf da hayatın kendisidir. Hayat, Cenabı Hakk’ın el-Hayy isminin bir tecellisi olması bakımından ebedî ve ezelîdir. Bu nedenle ölüm, yok olmak değildir, İslam hayat anlayışına göre. Ben bunu şöyle ifade et-miştim: Müslüman var olur; var ölür; ama yok olmaz. Yani varlığı hep devam eder.

Şimdi benzer ifadeleri Yesevî’de de görmek şaşırtıcı. Ger-çi Hz. Ali’ye nispet edilen bir cümlede “Kim ölümün yokluk olduğunu zannederse, onun yokluğu doğmakla başlar.” der. Çok ilginçtir. Doğduğun anda yokluğun başlıyor; eğer ölüm yokluksa. Çünkü niye? Yine Ahmet Yesevî’nin ifade ettiği gibi; daha önce Ömer Hayyam’ın ifade ettiği gibi; ölüm, insana özgü bir şey; insan ölür ve doğduğu anda ölüme hazırız de-mektir. Daha doğrusu, anne karnında canlandığımız an ölüme hazırız. Ölüme doğrudur insan, insanın yönü ölüme yönlenmiştir, der sufiler.

Bu açıdan zaten İslam medeniyeti bununla alakalı, Yesevî’nin dile getirdiği ifadelerle alakalı olarak, hazır bir veri sunuyor bize.Ancak burada ölüm bilinci ile ölüm korkusunu birbirine karıştır-mamak lazım. Ölüm korkusu, bilincin eşlik ettiği bir duygu değildir ve bilincin eşlik etmediği tüm duygular ahlaksızlığın kaynağı olurlar. Dola-yısıyla burada Yesevî’nin, tasavvufun ve irfanın bahsettiği ölüm korkusu değil; ölüm bilgisidir. Sır tabirini de kullanır Yesevî. Bu çok ilginç bir şey, sır. Nitekim Alman filozofu Schopenhauer benzer ifade kullanıyor, ayrı kültürlerde olmasına rağmen “Işk ile verileni ölüm ile alan nedir?” diyor. Aynı ifadeyi Yesevî’de görüyoruz. Aynı ifade. Bu sır nedir?

Şimdi dolayısıyla İslam hayat görüşüne göre, öz bilincini elde etmemizin asgari şartı; kendimizi, benliğimizi, özümüzü ölümle ilişkilendirmemiz ge-rekir. Bu da yetmez. Aynı zamanda kökenimizle de ilişkilendirmeliyiz. Dolayısıyla üç temel kavramı, bir süreklilik içerisinde, idrak etmeliyiz: Mebde’, me‘âş ve me‘âd. Yani (mebde’) köken, (me‘âş) yaşam ve (me‘âd) geri dönüş. Bu üçünü konuşurken, belirli bir bilgi analizi yaparken, farklı kavramlarla ifade etsek de -çünkü bilmek ad vermektir; kavramsallaştır-maktır, başka çaremiz yok, idrakin doğası bu- ama Yesevî’ye göre bunlar tek bir sürecin farklı adlarıdır. Nedir o süreç? Hayat. Hayat süreci.

Ha-yat, Hayy isminin bir tecellisi olduğu için ezelî ve ebedîdir. İnsan da özü itibariyle ezelî ve ebedîdir. Öyleyse benlik bilinci elde etmemizin asgarî şartı, hayatı bir süreklilik olarak idrak etmek ve ölümü yokluk olarak görmemek. Bu muazzam bir tespit. Yani olmayı ve ölmeyi, varlığın ik farklı tecellisi olarak görmek, iki farklı yüzü olarak görmek. Ölmeyi yok olmak değil de; var olmanın başka bir ifadesi olarak fark etmek. Fakat sadece bir enformasyon bir malumat olarak değil, bir bilinç hâline getir-mek son derece önemlidir.Daha önceki yazılarımda ifade ettiğim gibi modernizm, ölümün iti barsızlaştırmasıyla başlar.

Çağdaş dünyada ölüm, itibarsızlaştırılmıştır. Nasıl ki börtü böcek “öldüğünde” toprağa karışır giderse, insan için de benzeri bir sürecin geçerli olduğu dile getirilmiştir. Ölümün itibarsızlaş-tırılması, özellikle Batı Avrupa’da Rönesans ve modern bilimin ortaya çıkmasıyla başlayan, bizim bilim felsefesi “dis-enchantment”, anlam-dan arındırma dediğimiz bir sürecin sonucudur. Anlamdan arındırma, esas itibarıyla kelamın başlattığı harekettir. Onun özeti şudur:

Teknik konulara girmek istemiyorum. “Maddî evrende Cenab-ı Hak dışında spiritüel, mistik, fail bir güç yoktur; her şey maddedir. Mutlak anlamda tek fail Tanrı’dır, diğerleri hep âmildir.” ilkesi, özellikle İbn Meymun’un Delâletü’l-Hâirin adlı eseri Latince’ye tercüme edildikten sonra yayılan bir fikirdir. Ama bu mübalağa edilmiş, insana da uygulanmıştır. İnsan da anlamdan arındırılmıştır. Hâlbuki anlam, insanın kendisidir; bizim geleneğimizde.

Ağaçta anlam var mı yok mu? Bu bizim bilgimiz dışın-da. Bilemeyiz. Evrende anlam var mı yok mu? Bunu bilemeyiz. Bunları biz yüklüyoruz, olabilir. Ama o anlamı üreten ve yükleyen insan, özel-likle insanın o kendiliği, benliği anlamın kaynağı olduğu için, insanı da anlamdan arındırmak demek, Kant’ın ifadesiyle, “İnsanı makineleştir-mek” demektir ki, yine Kant’a göre, insan onuruna yapılmış en büyük saldırı budur. Şimdi iki farklı kültürden gidiyoruz dikkat ederseniz.

Bir tarafta Batı Avrupa, özellikle Alman kültürü, buradan hareket ederek gaistik bilimleri, manevî bilimleri kurma hareketini başlatmıştır Kant, Heidegger, Schelling, Schopenhauer, efendim Fichte, Haeckel ta Meinecke’ye kadar gelen süreç içerisinde, insanın makineleştirilmesine karşı çıkarak, insanı şiir üzerinden, müzik üzerinden, tarih üzerinden gaistik yani manevî bilimler dediğimiz bilimleri kurarak, anlam bilimleri hatta meşhur Arendt’i bilir sosyal bilimci arkadaşlar, açıklamacı bilimler exp-lanation yapan ve anlayıcı bilimler, understanding; işte açıklamacı bi-limler, doğa bilimleri, anlayıcı bilimler beşerî sosyal bilimler. Bu ayırımı da Alman kültürün yaptığını biliyoruz. Dolayısıyla benzer bir meselenin aynı çerçevede; fakat başka bir bağlamda gündemde olduğu görülüyor. 1860’tan sonra Avrupa’nın büyük şehirlerinde mezarlıkların şehir dışına taşınması da ölümün itibarsızlaştırılmasıyla son derece ilgilidir. Çünkü mezarlıklarla yaşamak, modern insanı rahatsız eder.

Benim gezdiğim Berlin, Viyana ve Budapeşte’de bunu yakinen müşahede ettim. Arabayla gidiyorsunuz mezarlıklara. Hâlbuki biz ise, sadece İslam medeniyeti de-ğil, bütün kadim medeniyetler, mezarlıklarla birlikte yaşarlar. Onun için Yahya Kemal’e 1950’lerde İstanbul’un nüfusu kaç dendiğinde, 90 milyon diyor. Türkiye’nin nüfusu 18-20 milyon, verdiği cevap çok ilginçtir:

Biz, ölülerimizle birlikte yaşarız. Nüfus sayımızda bizim mezarlıklarımız da dâhildir o nüfusa. Bugün böyle bir bilincimiz var mı? Hiç zannetmiyo-rum. Hepimiz ölümden kaçıyoruz, gürültüye sığınıyoruz.

Burada anlat-tığımızı kendi nefsimize uygularsak tehlikeli bir hâl alabilir. Onun için onu geçiyorum hemen. Biraz önce ifade ettiğim gibi ne Yesevî, ne de diğer arifler, sûfîler, ölüm korkusundan bahsediyorlar. Zaten mü’min bir insanın ölümden korkması düşünülemez elbette. Biraz önce dediğim gibi, bilincin eşlik etmediği her eylem nasıl ahlaksızlık yaratıyorsa, Yesevî’ye göre, ölüm korkusu da, -korku bilincin olmadığı yerde ortaya çıkar- ölüm korkusu da, eğer ona bilinç eşlik etmiyorsa, bir bilince dönüşmüyorsa ahlaksızlı-ğın kaynağıdır.

Şimdi burada Yesevî’de benim daha önce pek görmedi-ğim, okumalarımda rastlamadığım bir durum var. Karşılaştım ve şaşır-dım biraz açıkçası. Bilgi ile hikmet ilişkisi ilginç bir şekilde kuruluyor Yesevî’de. Bilgiyi son derece önemser. Yeri gelmişken şunu söyleyeyim: Söz önemsiz değildir Yesevî’de; eksiktir sadece. Bunu da göz önünde bulundurmalıyız. Yani klasik, kadim İslam düşüncesi, olgu ve olayları yan yana koyarak düşünmez, üst üste koyarak düşünür; ya ya da ayırımı yoktur bizde. Her şey yerinde olmak kaydıyla, alt ve üst eşiği belirlen-mek kaydıyla, insan için gereklidir. Sözü reddetmiyoruz diyor Ahmed Yesevî. Çünkü söz, dünyayı mamur eder. Ne demek?

Bilim, bilgi, kavl/söz dünyayı mamur eder. Çünkü biz bütün bu yapıları bilgiyle koru-yoruz; sözle kuruyoruz. Devleti, milleti, toplumu sözle idare ediyoruz. Bu tek başına kaldığında problem yaratır. Yani eksik kaldığında. Yoksa   sözün başladığı ve bittiği yer, iyi tespit edilirse -buna alt eşik ve üst eşik adını veriyoruz- her insanî eylemin, her insanî yeteneğin alt ve üst eşi-ği iyi tayin edilebilirse ve yerinde kullanılırsa; yerinde tutulursa hiçbir mahzuru yoktur; hiçbir sakıncası yoktur. Dolayısıyla sözü reddetmiyor Yesevî.

Sadece sözde kalmak, bir süre sonra riyakârlığa neden olur. Onu tamamlamamız lazım; hâle çevirmemiz, manaya çevirmemiz gerekiyor. Bilinç, manadır. Öz, manadır. Kendilik bilinci, manadır. Burada dediğim gibi dışarıdan bir şey kastetmiyorum. Basit bir cümle anlamı değil bu. Sözlük anlamı değil. Doğrudan insanın yüklediği özsel atılımla yükle-diği yapıdır.Burada bilgi, bilgi olması bakımından değerli olmakla birlikte, hik-mete nasıl dönüştürülmelidir?

Şimdi bu çok ilginç. Biz, hikmeti genel-de felsefî çalışmalarımızda, bilginin bir üst ifadesi olarak kullanıyoruz. Ama Yesevî bilginin hikmete dönüştürülmesinden bahsediyor. Nasıl yapacağız bunu? Şöyle söyleyebiliriz. Söze anlam katmak; ya da söze mana katmak eşittir hikmet. Doğru. Fakat bunu anlattıklarımızla ilişki-lendirerek şöyle der: Bilginin hikmete dönüştürülmesi, bilgiye ölümün bilgisinin katılmasıyla mümkündür. Bu bilgiyi genişletir; derinleştirir. Şimdi bu çok ilginç bir şey. Yani şunu demek istiyor:

Eğer bilgi, Hz. Ali’ye nispet edilen Kelam-ı Kibar’daki gibi düşünülürse, yani Hz Ali diyorlar ki, bilgi nedir? Diyor ki, bilgi “İlmü min eyne, ilmü fî eyne, ilmü ilâ eyne’nin toplamıdır.” Ne demek? Nereden bilgisi? Nerede bilgisi? Nereye bilgisi bir araya getirildiğinde bu ilimdir, diyor. Bir kere bilgiyi bu şekilde gördüğünde o hikmet adını alır Yesevî’ye göre. Şimdi biz ge-nelde modern hayatta sadece buranın bilgisini önemsiyoruz. Atom altı yapılara iniyoruz küçük ölçekle; büyük ölçekle astrofizik yaparak evre-nin sınırlarını paralel evrenlere kadar gidiyoruz. Burada bir sıkıntı yok. Bu sağı ve solu eksik olan bilgidir; ya da altı ve üstü eksik olan bilgidir. Köken ve dönüş bilgisini mebde’ ve me‘âd bilgisini kattığımızda, o bilgi hikmete dönüşür.

Peki, yeterli midir? Bu da çok önemli. Yeterli değildir; bu neticede nazarî, teorik kalan bir eylemdir. Ne yapacağız? Bunu eyle-me dökeceğiz. Ele ve eyleme inmeyen bilgi, yine Hz. Peygamber’in hadisinden il-ham alarak Yesevî’nin kullandığı gibi, eşek olmaktır. Yani taşıyorsun o kadar yükü. Kitap yüklü merkep olmak demektir. Bilgi eyleme inmeli-dir. İbn Haldun’un Mukaddime’de söylediği gibi, insanı insan yapan iki temel yeti var: Akıl ve el. Bu iki gücün ürettiği iki yapı insanlığı kurar. Fikir ve iş, amel. Dolayısıyla Yesevî de başka bir açıdan bunu söyler. Bil-giniz, tabi burada artık bilgi sadece buradanın bilgisi değil, buradan yani “-den”, “-da” ve “-e” bilgisi. Nasıl diyeceğiz bunu anlayamadım ki? Yani ‘İlmü min eyne, ilmü fî eyne, ilmü ilâ eyne’ bu bilginin toplamı, bilgi artı eyleme dönüştürdüğümüzde hikmet eylemiş oluruz.

Hikmet, adaleti doğurur. Dolayısıyla itidal üzerine yaşamış oluruz. Denge üzerine yaşa-mış oluruz. İtidal. Yani ümmet-i vasat tabirini, itidal olarak tercüme, tef-sir edebilirsiniz. Oradaki vasat olmak demek, matematiksel geometrik bir orta değildir, itidal üzerinde olmak. İşte Yesevî’ye göre hikmet, itidalı yaratır. Zaten biliyorsunuz klasik ahlak teorisinde de hikmet, itidal ile aynı şubeye mensuptur.Evet toparlayalım. Bizar geniş hacimle bir toparlama yapalım. Peki, bir insanı bütün bu anlattıklarımızı düşünmeye nasıl sevk edeceğiz? Ta-mam, terbiye yapıyor aileler. Okullarda eğitim de veriyoruz. Toplumsal bir organizasyonumuz da var. Sürekli eğitim dediğimiz bir şekilde in-sanları eğitiyoruz da. Her insan bununla hemhal olmuyor mu? Bunu nasıl yapacağız?

Bu yakaza hâlini, bu uyanıklık hâlini, bu sözden mana-ya geçiş ya da ikisini birlikte bir arada tutma, bu özlük bilinci -saydık-larımız bütün konuşma boyunca- bunu nasıl gerçekleştireceğiz? Bura-da Yesevî’nin söylediği, insanları dertlendirerek. Dert, bütün bu arayışı boşandıran tetikleyici güçtür; enerjidir. “Dertsiz insan, insan değil. Bunu anlayın. Aşksız insan, hayvan cinsi bunu dinleyin.” diyor Ahmed Yesevî. Başka ne söyleyeyim. Yoruma açık, yorumlanacak cümle değil bu. Dert-siz insan, insan değil. Burada dert, tabîi geçinme derdi, kira derdi, ma-kam mevki derdi değil ha. Hele biraz Türk iseniz, siyaset derdi de değil. Ankara’da da bu laf söylenir mi be? İstanbul’dan gelince böyle ayar bo-zukluğu oluyor. 1991’de Şam’a gittiğimde üniversiteyi ziyaret ettim. Yaş elliyi geçince hatıraları anlatmak lazım. Meslektaşlarımızı ziyaret ettik üniversitede. Konuşuyoruz. Dedi ki orada bana bir Profesör: İhsan Bey, bir Türk bir şehire gittiğinde, geldiğinde ilk neyi sorar?

Bu gerçekten başka kültür-lerin ve milletlerin sizin hakkınızda kanaatlerini çok ciddi bir şekilde okumanızda fayda var. Sizin göremediğiniz şeyleri görüyorlar. Dedim: Ne bileyim ben. Türk olduğum için bilmiyorum. “Burayı kim yöneti-yor? Müdür kim?” Şaşırdım. “Niye?” dedim. “El koyacak” dedi. Adam kimin yönettiğini bilecek ki, onu devirecek el koyacak. Bu işin esprisi. Efendim. İngiltere mi? Hayır yok. O başka; o kadar derin gitmeyelim; yanlış anlar arkadaşlar. Hepsi vazifelerinden istifa eder şimdi; sıkıntı ya-ratmayalım. Evet, buradaki dert metafizik bir dert. İnsanın doğrudan anlamına taalluk eden bir dert. İnsan nedir? Niye vardır? Bir varoluş sorusudur bu.

Oradaki derdi kastediyor. Yoksa günlük hayatta onlar da dert. Her   zaman alıntılamaktan bıkmadığım Gazalî’nin bir cümlesini söyleyeyim: “Emân olmadan iman olmaz. Maddî güvenlik olmadan manevî güvenlik, metafizik güvenlik olmaz”. Âşık Paşa bile Anadolu’nun hec ü merci içe-risinde benzer şeyler söyler Garib-nâme’de: “Önce emân, maddî güvenlik sonra iman”. Emânın kalitesi imanın kalitesine etki yapar. Gayet doğal bir şey; insanî bir şey. Yani insan ölüm korkusundayken ben neyim so-rusunu sormaz herhâlde. Ne olacağım ben? Zaten oluyorsun. Ne olaca-ğım? diye sorulmaz. O açıdan burada kastedilen maddî bir soru değil. Doğrudan kişinin kendisine ilişkin muhasebesi ve sorgulamasıdır. Dert, budur.

Bir kere kendine bu soruyu sormak ve buradan yola çıkmak bütün bu ve bundan önce anlattıklarımızı idrak etmek, yakalamak için şarttır. Onun için, dertsiz insan, insan değil. Bunu anlayın, diyor; vurgu yapıyor. Neticede bütün anlattıklarımız söz ile mana, söz ile yaşamak ve mana ile yaşamanın özetidir. Yesevî şöyle diyor: “Söz, başka gönül başka olmasın, İş bu sözün manasını talip olanlar anlasın”. Teşekkürler.

Kaynak:http://www.ayu.edu.tr/static/kitaplar/divan_i_hikmet_sohbetleri.pdf
Devamını Oku »

Batıda Medeniyet Kavramı



Batı’ya nisbetle deskriptif bir anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında artık normatif bir anlam ifade eder olmuştu.Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından
belirlenecekti.

Geleneksel dünyada kimlikler, “Müslüman/kâfir” gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da islâm ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. islâm dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristiyanlığın rengini taşıyan her şeyi reddetti. islâm dünyası, Batı’da sekülerleşme sürecinin kritik aşamalarını teşkil eden XV. asırda Rönesans, XVI. asırda Reformas-yon, XVII. asırda Bilim, XVIII. asırda Aydınlanma hareketlerine temelde Hıristiyanlığa karşı önyargıdan dolayı kayıtsız kalmıştı. Ancak bu dönüşümün zirveye çıktığı XIX. asır ideoloji çağında durum değişti. Batı, artık tamamıyla dönüştürerek seküler-evrensel kılığa soktuğu dinini Doğu’ya dayatabilecek güce erişmişti. Napoleon, Mısır’a hem medeniyet, hem de bunun
dayandığı ideolojiyi yaymak için gelmişti.

Doğal olarak önce somut olduğu için, kısaca “Batılı hayat tarzı” diyebileceğimiz Batı medeniyeti Doğululara cazip geldi. Napoleon, Mısır’a bu medeniyetten ancak bir nebze getirmiş, daha sonra bundan etkilenen Müslüman aydınlar bizzat yerinde bu “medeniyetin nimetleri”ni gözlemlemeye başlamışlardı.

Osmanlı dünyasına civi-lisation, Frankofon Tanzimat Paşası Mustafa Reşîd’in Paris’ten gönderdiği resmî yazılarıyla geçmiştir. Paşa, tabiatıyla Türkçe karşılığını bulamadığı bu modern kelimeyi dilimize terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât gibi hem geleneksel, hem de modern anlamlarını bir arada kullanarak aktarır.

Daha sonra da bu dilimize medeniyet olarak yerleşir. Hâlbuki bu, kavramın orijinali civility’nin karşılığıdır; civilisation’un esas kelime karşılığı temeddündür. Nitekim Cevdet Paşa, bu iki kelimeyi de kullanır (Göçek 1996: 117—137).Medeniyet kavramının Avrupa’da giderek artan tedavülüyle entelektüel söyleme hâkimiyeti (Boer 2005), modern dünyanın tam doğuşunu haber verdi. Katolik Batı, aslında tarihteki medeniyetler gibi tarihî, deskriptif anlam taşıyan medeniyetine gücüyle normatif bir anlam kazandırmış, medeniyet “olgu”sunu “ideal”e dönüştürmüş, geleneksel “hak/batıl din” ayırımının yerine “Batı/Doğu medeniyeti”ayırımını geçirmişti.

Medeniyet, böylece Batı-dışı toplumlar için bir standart, norm ve ideal haline gelmişti. Tek başına, artikelle kullanıldığında “din” ile “hak din” kasd edildiği gibi, aslında Batı ürünü, tikel “medeniyet” ile de “hak, evrensel medeniyet” kasd edilir hale gelmişti. Ya medeniyetten yana veya karşısında olmak dışında nötralite gibi üçüncü bir alternatif yoktu hâkim imaja göre. Nitekim seküler Yeni Osmanlı aydını Şinasî’nin Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşîd Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak görmesi, medeniyeti, insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını açıkça gösterir (78)

Katolik evrenselciliği sekülerleştiren Fransız Aydınlanma filozofları tarafından medeniyet, geniş anlamda hem bir inanış, hem de yaşayış sistemi anlamına gelen din gibi kendi kendini meşrûlaş-tırıcı bir sistem olarak düşünülmüştü. Örneğin medeniyeti maddî ve manevî gelişimin bir bileşimi olarak gören Guizot (1997), tarihte olduğu gibi modern Avrupa’da da toplumsal refahın gelişimine paralel olarak
bizzat insanın entelektüel ve moral kapasitesinin de gelişeceğini öngörüyordu. Bu anlayışı sistemleştiren Comte (2000: III/168—232), ünlü üç hal kânununa göre medeniyet tarihini de üç toplum tipine tekabül eden üç çağa ayırdı. Teolojinin hâkim olduğu fetihçi-askerî toplum, sadece hayatını sürdürmek için gerekli temel tekniğe sahip olarak devamlı fetih ve ganimet peşinde koşar. ikincisi, metafizik ve hukukun
yön verdiği savunmacı-feodal toplumda gözlem hayale hâkim olmaya başlar; sanayileşmenin gelişmesiyle toplumsal ilişkiler değişmeye başlar. Bilimin hâkim olduğu üçüncü endüstriyel çağda insan zekâsı tabiata egemen olur; bu çağda, bilim, teknik ve ekonomiye dayalı medeniyet inkişaf eder.

Bilim, teknik ve ekonomi sayesinde doğanın denetim altına alınması, toplumun da denetim altına alınmasını sağlar. Medeniyet, böylece tarihi denetim altına alma azminin eseri Fransız Devrimi ile doğayı denetim altına alma sürecinin eseri Sanayi Devrimi’nin bileşimi bir kavram olarak belirir. Bu maddî medeniyet geliştikçe insanın entelektüel ve moral kapasitesini geliştireceği gibi toplumun şeklini, amaç ve yönünü belirleyecekti. Civilisation, böylece hem bilimsel-teknik ve endüstriyel gelişme yoluyla doğa kadar toplumun da denetim altına alınması, medenileşmesi sürecini (terakkî), hem de bu sürecinsonunda ulaşılan bir düzeni, medeniyeti ifade etmektedir. Comte’a göre insanın yapacağı, zekâsıyla doğayı ve toplumu yöneten yasaları keşfettikten sonra kendini tarihin doğal akışına bırakmaktı. Çağdaş
modernlik eleştirmenlerinin “seküler teslis” adını verdikleri, akliyetin ürünü “bilim, teknik ve ekonomi” ile mütemayiz maddî bir medeniyet imajı böylece onda kemale erdi.

Zorlu epistemolojik arayıştan yorulan Avrupalı aydınların beklentisine göre modern hayat tarzı,aklîleştirme yoluyla zamanla kendine özgü bilgi tarzını da üretecekti; Marx’ın “altyapı/üstyapı” ayırımıyla net olarak gösterdiği ve Foucault’nun, modern diskurların “diskörsif formasyon”larda gömülü olduğuna dikkat çektiği gibi. Ancak XIX. asrın ortasına gelindiğinde medeniyetin şekli netleşti; medeniyet denen şey, modern endüstriyel kapitalist toplumdu. Kökten değişen bu toplumun kendi kendini aklîleştirmesi-nin imkânsızlığı görüldüğü için ideolojiler ortaya çıktı. Bu ihtiyacı ilk gördüğü için Destutt de Tracy, ideoloji kavramını icat etmişti. Marx ise, ekonomik ve politik tahakküm ilişkilerine dayalı kapitalizmin hem altyapı, hem üstyapısına, hem burjuva medeniyetine, hem liberal ideolojiye kökten karşı çıkarak bilimsel
bir öğretiye dayalı yepyeni bir dünya tasarladı (Meyer 1969: 47—73).

Bu açıdan kanaatimce XIX. asır sekülerizm çağında üç ibrahimî din, Yahudilik, Hıristiyan ve islâm’ın da modernlikle ortak bir hesaplaşma örüntüsü fark edilebilirdi. Bildiğim kadarıyla bu konuda maalesef esaslı bir mukayeseli modernizm incelemesi henüz yapılmış değildir. XIX. asırdaki teolog ve filolog kökenli oryantalistlerin “yüksek” denen hermenötik eleştiri yoluyla yaptıkları “tarihî/gerçek peygamber”
ayırımıyla dinlerini tarihîleştirmelerine, çağın dışına itmelerine karşı dindar aydınların benimseyeceği iki şık vardı. Birincisi, islâm’da kelam metodolojisinde dinî delillerin eleştirisi için kullanılan “sübut/delâlet” (izmirli 1981: 27) ayırımıyla, önce karşı-girişimle, aynı hermenötik metotla kaynaklarının sübutu yoluyla dinlerinin içeriğinin evrenselliğini göstermek.

Özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlık örneğinde bu yolun zorluğu karşısında ise daha çok ikinci şık, yani dinlerinin kaynaklarının sübutu yerine içeriğinin delâleti bakımından evrenselliğini gösterme tutumu benimsenecekti.Yakından bakıldığında bu tutumun da iki adımdan oluştuğu görülecekti. Geiger, Cohen, Loisy,Tyrrell,Afgânî, Abduh gibi XIX. asırda, Marx’a göre “gemileri yakmak” yerine daha ılımlı bir yol seçen üç ibrahimî dinden aydınların hepsinin ortak hedefi, iki temel yolla rasyonalizm ve rasyonalite sayesinde dinlerinin evrenselliğini göstererek ayakta kalmasını sağlamaktı. Birincisi, dinlerinin temel teorik yapılarının, genel olarak bilim denen rasyonalizmin eseri modern bilgiye, ikincisi dinlerinin temel pratik yapılarının rasyonalitenin eseri medeniyet denen modern hayat tarzına uyabilir-liğini göstermek. Ancak karakterlerine göre bu üç dinin modern bilgi ve hayat tarzına uyarlanma derecesi değişecekti.

Yahudilik, gelenek, Hıristiyanlık teoloji, islâm ise fıkıh ile karakterize edilebilir. Marx (Tucker 1978:26—52)’tan J. Neusner (1975)’e farklı açılardan birçok Yahudi aydının ifade ettiği gibi zaten Yahudilik’te din, haham geleneğine indirgenmişti. Dolayısıyla 1934’te çıkan eserinde olduğu gibi Mordecai M. Kaplan (1967), Yahudiliğin doğrudan medeniyete dönüştürülmesini savu-nabilmişti. Diğer taraftan, de Tracy, Hegel ve Comte, Hıristiyan teolojiyi ideoloji ve sosyolojiye dönüştürmekte
zorlanmadılar. Ancak ilâhî yasa şeriatın kurumsallaşmış yorumu olarak fıkıh, içtihat kapısı açılmadıkça bu tür işlemlere gelemezdi. Afgânî ve Abduh’un bu amaçla içtihat kapısının açılması için bastırması da sonuç vermeyecek ve her ne kadar çağımızda islâm dünyasında Endonezya örneğinde görüldüğü gibi,islâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılır hale gelse de (Steenbrink 2004) modernlik projesine üç din
arasında en dirençli islâm çıkacaktı.

Gene de XIX. asırda Müslüman aydınlar, Batı’nın temel silahları olarak gördükleri medeniyet ile ideolojiyi misilleme mantığıyla kendilerine mal etmenin yollarını arayacaklardı. Birincisi ideolojiler,Müslümanlar tarafından geçmiş Batılı entelektüel hareketlerin aksine gayr-i Hıristiyanî içerikte, yeni bir dünyayı kuran evrensel fikirler olarak en azından incelenmeye değer görülmüştü (Lewis 1994: 51,Hodgson 1974: III/120). ikincisi, Napoleon Fransa’sı geçmiş Batılı entelektüel hareketlerden farklı olarak bizzat devrim ideolojilerini Doğu halkları arasında propaganda yoluyla yaymaya yönelmişti. XIX. asır -izmler, ideolojiler çağıydı; meşrûiyet krizinden kıvranan dünya, pek çok açık, sert kadar gizli, yumuşak ideoloji ye vücut verdi. Sadık Rifat Paşa, ancak itikat kavramıyla anlatabildiği ideoloji ve kamuoyunun Batı sayesinde modern dünyada kazandığı öneme belki de XIX. asır islâm dünyasında dikkat çeken ilk kişiydi.(79)

Ancak ideoloji, zamanla münhasıran politik küreyi dönüştürmeye yönelen bir entelektüel silah olarak pejoratif bir anlam kazanmıştı; XIX. asırda, XX. asırda olduğu gibi liberalizm veya sosyalizm gibi Batılı bir politik ideolojiyi açıkça benimseyen bir Müslüman aydın bulmak zordu. Bu yüzden Comte, sosyolojiyi
objektif ve evrensel bir disiplin olarak tasarladı. Doğal ve sosyal bilimin arkasında yatan pozitivizm,özellikle yükselen milliyetçilik çağında Doğu dünyasında evrensel, felsefî bir ideoloji olarak revaç kazandı. Osmanlı’da Hoca Tahsin ve Ahmed Rıza, Mısır’da Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi bilinçli olarak pozitivizmi benimseyen Müslüman aydınlar görmek mümkündü.

Pozitivizm,evrenselliği bakımından birçok gelişmekte olan ülke aydınının daha sonra Marksizm’de bulacağı teselliyi sağladı. Örneğin din ile ideoloji arasında bir ayırım yapan ve ideolojileri nötral ve evrensel düşünce sistemleri olarak gören Ahmed Rıza, farklı dinlerden insanların ortak ideolojilerde buluşabileceğine inanıyordu (Mardin
1983a: 137).

Prof.Dr.Bedri Gencer - Islamda Modernleşme,lotus yay,syf.309-314

Dipnotlar:

78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.

79 “Mizâc-ı asr 78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehre şebîhtir ve cihânda def ‘ü izâlesi muhâl olan ahvâlden biri i’tikâd ve diğeri efkâr-ı ‘âmmedir” (Aktaran, Mardin 1996: 210).

Devamını Oku »

Modernizmin Türleri


Osmanlı ve Mısırlı düşünürlerin kendilerine meydan okuyan Batı medeniyetini tasavvur tarzları, onların geleneği dönüştürme tarzlarını, diğer bir deyişle gerçekleştirecekleri modernizmin türlerini de belirleyecekti. Modernizm, “yeni bir dünya kurma vizyonu”, ideoloji ise “bu vizyonu gerçekleştirme projesi” olarak alındığında Osmanlı ve Mısırlı düşünürleri karşılaştırmak için ikisinin de paralel iki türü ayırt edilebilir: “Pasif/aktif modernizm” yanında “diskörsif/para-digmatik modernizm” ve karşılığında“yumuşak/sert ideoloji” ve “sosyoloji/ideoloji” ayırımları. “Pasif/aktif modernizm”den önce ise bir “ön modernizm” aşamasının geldiği gözlenebilir. En net “inanma-kuşkulanma-yeniden inanma” diyalektiğiyle anlaşılabilecek bu sürecin aşamaları, “savunma-eleştiri-inşa” kavramlarıyla özetlenebilir.

Dünya hayatında eylemlerine anlam kazandırmak için bir dine inanmak zorunda olan insan, hızla değişen bir dünyada inandığı dinin geçerliği sorgulamaya uğradığında doğal olarak önce onu savunma ihtiyacını duyar. Ancak meşrûiyet krizinin giderek artması karşısında savunma iyice zorlaşır ve artık sürdürülemez hale gelir. “On modernizm” anlamına gelen bu apolojetik bir süre sonra yerini benimsenen dinin, somut olarak dinin geleneksel aydınlarının eleştirisine bırakır ki “pasif modernizm” anlamına gelen bu eleştiri de “aktif modernizm” anlamına gelen yeniden-inanmayı sağlayacak bir öğretinin inşasına zemin hazırlar.

Avrupa’da bu süreç, Katoliklik ve Protestanlık ile bunlara bağlı topluluklar arasındaki bölünme açısından incelenebilirdi. Kendini hâkim Katolik Hıristiyanlıkla özdeşleştiren italya ve daha sonra Fransa’nın merkezinde yer aldığı Latin Avrupa’ya başlıca Anglo-Cermen Avrupa’dan Protestanlık adını alan itiraz yükseldi; Hıristiyanlığın yeniden-biçimlendirilmesi olarak Reformasyon kadar Aydınlanma da bu Anglo-Cermen topluluğun, Protestan ruhun eseri sayılabilirdi. Farklı perspektiflerden gerek Luther,
gerekse de Calvin, geçerliği sorgulamaya uğrayan Hıristiyanlığı savunarak kendi içinde dönüştürülmesine çalışmışlarsa da Aydınlanma, bu, dini kendi içinde dönüştürme projesinin çıkmazını göstererek dinin dışarıdan yenilenmesine yönelik modernizm ve sekülerizme giden yolu açmıştı.

Bu bakımdan “ön, pasif ve aktif” modernizm aşamalarını, Aydınlanma’nın üç damarında görmek mümkündü. Empiri-sizme dayalı entelektüel apolojetik ile Reformasyonun Hıristiyanlığın geçerliğini gösterme çabasını sürdüren başlıca Locke ve Hume, “ön modernizm”i temsil ediyorlardı. Hobbes ve Voltaire gibi Aydınlanma üdebâsı ise güçlü eleştirileri ile Hıristiyanlığa duyulan güvenin sarsılmasında önemli rol oynayarak “pasif modernizm” dediğimiz şeyi başardılar.

Bizim “pasif modernizm” adını verdiğimiz Aydınlanma’nın misyonu, Arnold Gehlen tarafından net bir şekilde ifade edilmiştir: “Aydınlanma’nın öncülleri ölmüştür; ancak onun sonuçları devam ediyor”(Habermas 2002: 3). Aydınlanma’nın devrimci kanadını temsil eden Rousseau ve Kant ise, bu “pasif    modernizm” ile otonomi kavramıyla insanın kendi kendine yolunu bulması özlemini dile getiren Kant’ın felsefî mirasına dayanan Hegel’in başaracağı “aktif modernizm” arasında köprü olmuşlardı.
Aydınlanma’nın pasif mo-dernizmi, Hegel’in aktif modernizmiyle tamamlanmış, böylece dinin içeriden kadar dışarıdan yenilenmesi de Cermen-Protestan topluluğun eseri olmuştur.

Aydınlanma sürecinde beliren modernizmin dinin “savunma, eleştirisi ve dönüştürülmesine” yönelik bu üç aşaması, üç Tanrı anlayışıyla temyiz edilebilirdi. On modernizm, teizm ile karakterize edilebilirdi.Ateizm ile panteizme karşı şekillenen teizm ile deizm daha önce eşanlamlı kullanılıyordu. Ancak XVII.yüzyılın ortasında yoğunlaşan, “pasif modernizm”i temsil eden Hıristiyanlık eleşti-risiyle deizm semantik olarak teizmden ayrışarak “tabiî din” anlamını kazandı. Gerek Hegel’in aktif modernizmi başardığı, gerekMarx’ın bir adım daha ileriye giderek Hegel’in felsefî sistemini “se-küler bir din”e dönüştürdüğü,gerekse de Nietzsche’nin postmo-dernizmi başlattığı XIX. yüzyıl ise ateizm ve agnostisizmle temayüz
etti.

“Eksik veya tam normatif sekülerizm” anlamına geldiklerinden modernizmin bu pasif ve aktif boyutlarının ikisi de paradigmatik olarak belirir. Buna karşılık diskörsif modernizm, özüne, paradigmasına dokunmadan yaşatmak üzere geleneği dönüştürmeyi ifade eder. iki modernizm türü arasındaki fark,gerektirdikleri ideolojik stillerin temyiziyle daha iyi anlaşılır. Diskörsif modernizm, ideolojinin aksiyolojik türüne karşı sosyolojik türüne vücut verir. Gerek K. Mannheim, gerekse C. Geertz’in
bulgularıyla, meşrûlaştırmanın tanımına uygun olarak geleneksel, sosyolojik anlamda ideolojinin temel işlevi “realiteye karşılık vermesi”dir. Bu realite ise, genel, fiziksel değil, özgül, tarihî bir realitedir(Boudon 1989: 24, 26).

Nitekim Mannheim (1960: 125, 118, 189, Seliger 1976: 80)’a göre ideoloji, “belli bir tarihî ve sosyal durum ve bağlı olduğu dünyagö-rüşü ve düşünce tarzına bitişik bir
genel-bakış”ı temsil eder. Bir ideoloji, karşılık verdiği sosyal ve siyasî ilgiler uyarınca total realitenin belli bazı yönleri hakkında doğruluk içerir.

“Diskur (söylem)” kavramının açılmasıyla diskörsif modernizm daha iyi anlaşılacaktır. Çağdaş sosyal teoride yaşanan lengüistik devirden (linguistic turn) sonra söylem kavramı, genelde ideolojinin lengüistik boyutu olarak görülmeye başladı. Çağımızda özellikle Kenneth Burke’ün retoriğe dayalı söylem incelemeleri sayesinde ideoloji ile selefi teoloji arasındaki akrabalık açığa çıktı. Ancak bu tasavvur,ideolojinin, sosyalin üstyapısal ucu olarak görüldüğü klasik Marksist bakış açısını yansıtmaktadır. Oysa
bilgi sosyolojisinin doğuşunun da gösterdiği gibi, yaşayış ile düşünce tarzı arasında yumurta/tavuk ilişkisi vardır. Bu yüzdendir ki Foucault, geliştirdiği “diskörsif formasyon” kavramıyla söylemlerin sosyal pratiklerde içkin olduğunu göstermiştir (Purvis 1993). Dolayısıyla biz “diskör-sif modernizm”kavramlaştırmasında diskurun her iki, hem yaygın lengüistik, hem de Foucaultcu sosyolojik anlamını kasd ediyoruz. Zira ikisi de değişime zorlanan geleneği, pratik ve normatif boyutlarıyla özünde koruyarak yaşatma çabasını yansıtır.

Söylem, “taraftar kazanmak için başkalarını ikna etmek üzere benimsenen beliğ ifade tarzı”,Foucault’nun deyimleriyle ideoloji, “hakikat politikası”, söylem ise “hakikat ekonomisi” olarak tanımlanabilir. Anarşistik perspektife göre söylem, hakikatleri törpüle-meye, üstünü örtmeye yarar. Söylemle ilişkisi, ideolojinin alternatif bilgi türleriyle mukayesesiyle daha iyi anlaşılabilir. C. Geertz (1973: 196—231)’in dikkat çektiği gibi teorik açıdan dışsal bilgi kaynakları olarak din, felsefe, bilim, sanat ve
ideoloji arasında bir ayırım yapmak mümkündür. Ancak pratik, işlevsel açıdan bakıldığında aradaki sınırlar bulanmaya başlar.

Sosyal gerçekliğin tanımlanmasına yarayan dışsal bilgi kaynaklarından bilim,kültürün teş-hîsî-eleştirel, ideoloji ise gerekçelendirici boyutunu oluşturur. ideolojiler, insanın iyi ya da kötü siyasî bir hayvan haline gelmesine yarayan sosyal düzenin şematik imajları olarak kültürün ve değer kalıplarının inşası ve savunmasıyla aktif olarak ilgili kısmına tekabül ederler. Bu yüzden bu iki sistem,temsil ettikleri farklı durumları kapsamak için farklı sembolik-stilistik stratejiler kullanırlar.

İdeoloji dediğimiz şematik imajlar, realiteye bilim gibi doğrudan, önermesel (propositional) değil, dolaylı,retoriksel olarak tekabül eder.Buna örnek olarak ünlü Taft-Hardley Yasası verilir. Amerikan senatosu, emek piyasasında sendikaların etkisini azaltmayı amaçlayan Taft-Hardley Yasası’nı tartıştıkları sırada sendikalar ona “köle emeği yasası” adını taktı. Sosyologlar bu tepkiyi ideologların nasıl şeyleri aşırı derecede basitleştirmeye yöneldiklerinin mükemmel bir örneği olarak gördüler (Boudon 1989: 21). Sendikacıların kullandıkları bu deyim, aslında gerçekliğin tahrifinden ziyade mübalağasını, bir seferberlik etkisi yaratmayı amaçlayan sembolik bir eylemi, mecazı yansıtıyordu. Geertz, bu örneğe Winston Churchill’in ikinci Dünya Savaşı esnasında ingiliz halkının hislerine tercüman olan bir söylemini ilave eder.

Diğer taraftan Osmanlı’da Tanzimat döneminde revaç bulan “gâvura gâvur denmeyecek” sözü de meşrûiyet krizi anlarında bizzat halkın gösterdiği retoriksel yaratıcılığın çarpıcı bir örneğini oluşturuyordu. Bu açıdan bakıldığında
Geertz’in onu, siyasetin ötesinde ahlak, iktisat, hatta estetiğe izafesinden de anlaşılacağı ve özellikle XIX. asır biliminde Darwinizm örneğinde görüldüğü gibi ideoloji, alternatif dışsal bilgi kaynaklarından biri olmaktan çıkarak bilim, sanat, felsefe ve elbette dini kapsayan genel bir düşünüş tarzı haline gelmektedir.

....

Bedri Gencer - İslamda Modernleşme,syf:336-340
Devamını Oku »

Vatan





"Vatan-millet-Sakarya" diyerek, bazılarının müstehzi tebessümleri arasında geçirdim. Hâlâ aynı yerdeyim. (Bazıları "bıraktığımız yerde otluyorsun" diyebilir. Canları sağolsun). Bu yazıyı bir ömrü uğruna tükettiğim "vatan" ne imiş acaba sorusuna cevap olur diye yazıyorum. Vatan elbette belirli anlaşmalar çerçevesinde çizilen sınırlar içinde kalan toprak parçasından ibaret değil. Bu sınırlar resmiyet ifade eder, tarih içinde çeşitli sebeplerle değişir. Ama mesela Kızılırmak değişmez (İklimler değişiyor evladım, o da değişir diyenler olacak. Olsun bekleriz biz. Sabırlıyız.) Vatan efsaneler, masallar, destanlardır. (İşte bir yerinden başladım). Nene Hatun, Deli Dumrul, Köroğlu''dur. Vatan coğrafyadır. (Bunu kavramak zor) Yani Ağrı Dağı, Toroslar, Ilgaz, Seyhan, Van Gölü, Tortum Şelalesi, Anzer Yaylası, Göcek, Tosya, Ermenek, Çukurova, İstanbul Boğazı, Uludağ, Palandöken say babam say; yayladır-ormandır-ovadır-çaydır-pınardır. Bir ucu Vardar Ovası''nda, bir ucu Halep Çarşısı''ndadır. Vatan Dadaş''tır, Gaggoş''tur, Efe''dir; yiğitlik vurmakla-ağalık vermekledir.

Vatan Mevlittir, Itrî''nin Tekbiri''dir, Ezan''dır, minare ve kubbedir, sebildir. Vatan ilahidir, türküdür. Bir ucu Yemen''de bir ucu Estergon''dadır. Vatan Kur''an''dır, namazdır, Cuma''dır, secdedir, duadır. Vatan sürülen topraktır, taze topraktan çıkan buğudur. Tıpkı fırından çıkan Vakfıkebir ekmeğinin buğusu gibidir. Vatan Diyarbakır karpuzu, otlu peynir, Pervari balı, Antep baklavası, Tatar böreği, Selanik gevreği, Arapaşı, Çerkez Tavuğu, Babukko''dur.

Vatan kültür değildir, sadece dil, sadece müzik, sadece halk oyunu, sadece din, sadece bayrak, sadece sadaka taşı, sadece vergi, sadece milli gelir değildir. Vatan kişinin karnının doyduğu yer de olabilir, gözyaşının aktığı yer de.

Bu sebeple Çanakkale Şehitleri, Sarıkamış, Sakarya, Mohaç, Niğbolu, İstanbul''un fethi, İstiklal Savaşı ve İstiklal Marşı vatandır. Vatanın tapusu şehitlerin mezar taşlarıdır.

Vatan sevmektir, benimsemektir, önemsemektir. Vatan mevcudun mânasıdır. Vatan ecdadın mirasıdır. Vatan nutuk değil vasiyettir. Hem vasiyet hem nasihattır. Vatan verilmiş sözdür. Söz namustur. Namusun ne olduğunu namussuzlardan başka herkes bilir.

Vatan Yunus''tur. Yunus Emre''dir, neden, çünkü vatan onun yokluğunda yerine koyacak bir şey bulamamaktır. Vatan dayanışma, paylaşma, adalet, şefkat, merhamet ve fazilettir. Vatana gösterilecek muamele hürmet-hizmet ve merhamettir. Vatan ahlaktır. Vatan tevazu ve kahramanlıktır.

Vatan Selimiye''dir, Hacı Ârif Bey''dir, Mevlana''dır. Vatan "bana ne" diyemeyeceğiniz bir şeydir. Vatan bu dünyada âhıret için çalışılacak bir imtihan mekanıdır. Vatan kitaplar, kütüphaneler, âlimler, şeyhler, tekkeler, üniversiteler, taş-toprak-ağaç-kuş ve uçsuz bucaksız bozkırdır. Bozkırda esen rüzgârdır. Kangal iti, sürü, çoban ve kavaldır. Vatan Nemrut''ta batan güneş, İshakpaşa Sarayı''na dolan gün ışığıdır. Vatan Ayasofya, Hacı Bayram, Ak Şemseddin, Eyüp Sultan ve Hacı Bektaş''tır.

Vatan davul-zurnadır.

Vatan baş-bar, halay ve toprağa vurulan dizin izidir.

Vatan sadece kültür, sadece inanç, sadece hatıra, sadece ortak çıkar, sadece ülkü birliği falan değildir.

Vatan kandır. Gözün bebeğidir. Ayaktaki ferdir. Vatan genetik, botanik, fizik, kimya vb. gibidir. Ancak ölçüye tartıya gelmediği için sadece bunlarla belirlenemez. Vatan aynı anda hem maddî hem manevî bir varlıktır. Akıl ile kavraması zor, kalp ile sevilmesi kolaydır.

Başını secdeye koyduğun yerde hür ve müstakil olmaktır. Namazda makam, mevki, dil, ırk tanımaksızın aynı kıbleye yönelmektir. Vatan kardeşlik, vatan barıştır. Vatana kastedene karşı kelle koltukta savaşmaktır. Vatan namusu kadar; suyunu-toprağını-kurdunu-kuşunu-börtü böceğini kem gözlerden sakınmaktır. Vatan ne kalkınmaya feda edilir ne ilerlemeye; ne falan ideolojiye ne stratejik ortaklığa.

Vatan sevgilidir. Aslı''dır, Kerem''dir, Leyla ile Mecnun''dur. Vatanın fertleri bir tarağın dişleri gibidir. Vatan hemşehrilik, vatan komşuluk, vatan başını omzuna koyup ağlayacağın bir arkadaş, askerlik, vatan futbolculuk, doktorluk, hemşirelik, mühendisliktir.

Vatan kuş uçmaz-kervan geçmez köylerde dil bilmez çocuklara öğretmenliktir. Vatanı şairler şiire, bestekârlar musikiye, âlimler yazıya, ressamlar resme, fotoğrafçılar fotoğrafa nakşetmek ister.

Vatan bunlara sığmaz.

Vatan ancak vatan için atan bir kalbe sığar.

Yahu Mustafa Kutlu o kadar deştin o kadar karıştırdın, o kadar gevezelik ettin ki, vatanı çorbaya çevirdin yani. Hay ağzına sağlık. Vatan zaten hastaya götürülen bir tas çorbadır. Vatanın hamasete ihtiyacı yoktur. Bunu ancak vatandan ayrılanlar anlar. Vatandan gayrısı gurbettir. Gurbette duyulan hasrettir. Bir tas çorbaya duyulan hasret.

Daha derine dalarsak vatan dahi bu dünya gibi bir gölgeliktir. O gölgelikte Cenab-ı Hakk''ın emri uyarınca bir nebze dinlenmektir.

Sonrası ebedî âlem.

Ebedî âleme imanımız tamdır.

Lakin mahiyeti meçhulümüzdür.

Yukarıdan beri sayageldiklerimizi sevmek milliyetçilik; onları muhafaza etmek muhafazakarlıktır. Bu iki kavram vatandan ayrılmaz. Sözlerimize burun kıvıranlara "bunlar eskimiş şeyler" diyenlere ancak şunu söyleyebilirim: "Eskilerden kaç kişi kaldı". Yahya Kemal ile bitirelim:

Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor;

Lâkin vatandan ayrılışın ızdırabı zor.

Mustafa Kutlu

https://www.yenisafak.com/yazarlar/mustafakutlu/vatan-25752
Devamını Oku »

'Allah' Gerçek İlâhın Özel İsmidir



"Allah" gerçek ilahın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel ismi-dir. Yani Kur'an bize bu en yüce ve en büyük zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün kainatın ona olan ilgi ve alakamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kainatın . meydana gelmesinde, devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kainat ve kainattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telafisi imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.

Bunun içindir ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında bilgilerimizi düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi bir birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde ve kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir matematik ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir mantık ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda toplanmayan bir ahlak; nihayet nedensellik oranında ve varlık mefuumunda toplanmayan bir hikmet ve felsefe bulamayız.

Varlık manasını düşündürtmeden, nedensellik oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek bildirebilen hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin çalıştığı gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve sanatlara hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir. Nedensellik, sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu, asrımızda bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik alanında birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız.

Bu oran ise, sebep denilen bir başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır ve bütün kainatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegane ilişkidir. Bundan dolayı biz sebep ve sonuç açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu düşünemeyiz ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile gerçeğin uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına dayandırmazsak, bütün emek ve çabalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Halbuki o zaman böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden kurtulamaz.

Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek ilmimizin, gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah" onun ismidir.

İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın. Yuce Allah varlığı zaruri olan öyle bir zattır ki, gerek nesnel ve gerek öznel varliğımızın bütün gidişatında varlığının zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce Hakk'ın zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkar kabul etmez bir gerçektir. Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir ilişkimiz, bir manevi duygumuz vardır.

Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akillarimızın, fikirlerimizin hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırilamaz ve bu alem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır.Dparılböyle iken biz birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği zamanlari unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın inceliklerinden dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk anlayıştan gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve bizi uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız.

Kainat bize bu hatırlatmayı yapacak Allah'ın ayetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'an, bize bu ayetleri, kasa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de "ez-Zikr"dir. Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıki, akla uygun ve ruhi delilleri özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve belirgin duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye uğrama anlarıyla sınırli bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların parçalarının gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde açıklanmasinı arzu ederiz.

Buarzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte duyulan bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan Allah'ı, yaratılmış varlıklara çevirmeye çalışmak gibi imkansız bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta birçok insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis düşünemez ki, bütün kainatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir kesinti anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anmda ve noktasında ise bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir tükenme ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır.

Akli delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin gururunu kırmayarak şuhud zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da bulamadım." derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarinı ilan etmiş olurlar. Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü ve ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak edebilmelidir. İşte "Allah" yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın zatına delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim önce zihindeki bir mana ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi ise özel bir isimdir.

Zihindeki bir mana olmayarak yalnızca ve bizzat belli zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan manaya, manadan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mana ile tanımlarız. Mesela Allah, bütün sıfat-ı kemaliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip bulunan, varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yani hakkiyle tapılacak olan yüce zatın ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu şekilde o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine kendisinden başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık aynıdır. Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay bulabilirsek isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mana anladığımız ve o manayı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta olarak kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu isimden birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız. Bundan dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise bizzat alem ismi olur.

Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde özel isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde bunlar arasında fark vardır. İşte bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkun müdür, değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla uzatmamak için şu kadar söyleyelim ki,üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi, sıfatın tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan biri ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim olması gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri, eserlerin tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve eserleri ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce mümkündür. En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da yeterlidir.

Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın isimleri tevkifidir yani Cenab-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş olduklarından ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel isim veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim için yeterlidir. Şu kadar var ki; biz kendimize zatın tecellisi meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda duyduğumuz alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim ile kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve fiil isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine ve ondan sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz başlangıçta bir ismin tecellisini anlatır, Kur'an da bize yüce Allah'ı önce  isminin tecellisi ile anlatıyor: "Bismillahirrahmanirrahim,Elhamdu lillahi rabbil alemin" v.d. Bundan dolayı Kur'an'a başlarken doğrusu hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi (özel. isim) olarak alacağız.

Rahmanve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca yorumlayarak bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp manasını zikredeceğiz ki, bu mananın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu manayı açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan Allah'ın zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye başlayacağız. İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kainatı dolaşacağız, eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün zevkler, lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını döküp yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek, mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz.

Nihayetيَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً  Ey huzura eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden razı  olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de gir ve cennetime gir!)" (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız.وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَّاضِرَةٌ-إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ O gün bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23). · "Allah" zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın selbi ve subuti bütün zat sıfatları ile fiili sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir: "O zat-ı vacibü'l-vücud ki, bütün kemal sıfatlarını kendisine toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücud" demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan "vacibu'l-vücud"un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir. (1)

Bunun bir özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki ilah, gerçek Tanrı" manasıdır. Arapça'da bu mana belli ve bilinen tanrı demek olan "el-İlah" özel ismi ile özetlenmiştir. "Halik-ı alem = Kainatın yaratıcısı" veya "Halik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" manası ile de yetinilebilir. Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden duyduğumuz (anladığımız) bir mana, bu manaların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan başka hiçbir ilah anılmamıştır.هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا"Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?" (Meryem, 19/65) ayetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve İslam'a göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Huda (Farsça) isimleri ''Allah" gibi birer özel isim değildir. İlah, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir. Huda, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve "vacibu'l-vücud = mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da "ilafı"ın çoğulunda(*) (alihe); "rabb"in çoğulunda (*) (erbab) denildiği gibi Farsça'da "huda"nın çoğulunda "budayan" ve dilimizde tanrılar, ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir. Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır. Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime işitirsek, söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda edebiyatımızda saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin "Ebussuudlar, İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı olduğundan dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir cins ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı. Falancaların tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir.

Demekki "Tanrı" cins ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı" dememiştir ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö" kelimesi de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu yapılır, onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği değiştirmez. Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton tercemesinde "Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş oluyorlar; meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh ilâhtır." diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin tercemesi olmuştur.
Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi görünmekte, aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö diyödür." demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Halbuki diyen öyle demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." diyor ve asla içinde çelişki ve tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka Fransızca'da "diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar "diyö" kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu terceme diliyle "diyö"yu söylüyor.

Tefsirciler, "Allah" özel isminin dil tarihi açısından incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla uğraşmışlardır. Bu araştırmada başlıca gâyeler şunlardır: Bu kelime aslında Arapça mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden söylenmiş bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara kısaca işaret edelim:

İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından "Allah" yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da biliyoruz.
Önce Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (39/Zümer, 38), Bundan dolayı şimdi bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı olduğundan şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki Kur'ân'dan, bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz. İbrahim'den itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce yaşamış olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu özel ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için kelimenin Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına kadar varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrâil, Cebrâil, Mîkâil" kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime olduğunu zannetmek için bir delil yoktur.

...

Elmalılı Hamdi Yazır,Hak Dini Kur'an Dili,Azim,cild.1,syf.39-45

-(1) Meşhur Alman filozofu Kant'ın bu noktada yani "Vacibu'l-Vücud" teriminin manasının bizzat "olgunluğu gerektirir" olması hususunda bir hatası vardır ki, "Metalip ve Mczahip" ismindeki eserimizde hatanın hangi noktada olduğu gösterilmiştir. (Müellif)

Devamını Oku »

Rahman ve Rahim Arasındaki Farklar



Görüyoruz ki; (Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla beraber aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için müfessirler epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce Allah'ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale (ölümsüzlüğe) göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret etmek için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir.

Aslında yüce Allah, dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir de eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle Rahman, sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı, fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. "Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb, 33/43). Bu hususu biraz açıklayalım: Rahmân, yüce Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine alır. Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan ortaya çıkması düşünülemez.

Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından sonsuzluğu gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin kullar tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir şarta bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak gerçekleşir. Rahmân olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder.

Yüce Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allah'ın Rahmân oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur.

Bundandolayı Allah'ın Rahmân oluşu bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden yeryüzüne, gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından cansızına, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile bilgisizliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu.

Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan (Natüralistlerden), cebriyecilerden olurduk.

Hemkendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik. Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar (meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenemez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı.

Bundan dolayı yüce Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi ve onun bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradelerin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara da rahmetinden bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı yüce Allah, Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla vasıflanmış ve Rahmân oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar.

Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür, okuruz. Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, peygamberlerin, velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz. Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde idare etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir.

Demek ki; Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir.

Demekki, Allah'ın Rahmân oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken Rahim oluşunun karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani "Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor. İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara işaret yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri farkları ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur.

Ezelîlik(başlangıcı olmama) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur ve bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar.

Demekki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler.

Rahmân'ınkullanılışı özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve onun yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel bir şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm olan Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin ümitsiz olması için hiçbir sebep yoktur. "Sonuç günahlardan sakınan müttakilerin olacaktır." (Kasas, 28/83). Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu sevinçtir.



Elmalılı Hamdi Yazır - Hak Dini Kur'an Dili,Azim,cild:1,syf.51-54
Devamını Oku »

Harun Reşid ile Imam Şafii Sohbeti



Abdullah b. Muhammed el-Belevî anlatıyor: Ebû Abdillah eş-Şâfiî Irak’a getirilince gece vakti huysuz bir katırın üzerinde şehre soktular, üzerinde her tarafını örtmüş bir Acem giysisi ve ayaklarında ise demir kelepçeler vardı. Abdullah b. el-Hasan’ın arkadaşlarından olduğu için bu muameleye maruz kalmıştı.

Yüz seksen dört yılında Şaban ayının onunda pazartesi günü Ebû Yûsuf, Hârûn er-Reşid’in kadısıydı. Kadılar kadısı ise Muhammed b. el-Hasan idi. Hârûn onların görüşüne başvurur ve onların fedalarıyla bilgi sahibi olurdu.

O gün, ikisi de Hârûn’a gidip Şâfıî’nin yerini bildirdiler ve sohbet etmeye başladılar.

Muhammed b. el-Hasan: “Memlekette iktidarı, haddi aşan olsun, inatçı olsun bütün kulların orumluluğunu eline veren Allah’a hamd olsun. Hâlâ senin sözün dinlenir, sana itaat edilir. İslam davası yükseldi ve kafirler istemese de Allah’ın dediği üstün geldi. Abdullah b. el-Hasan’ın arkadaşlarından bir grup bir araya geldiler, ama onlar birlik değil birbirinden kopuktur. Onların hepsini temsil edebilecek olan birisi geldi ve şu an kapındadır. ismi ise Muhammed b. idrîs b. el-Abbâs b. Osmân b. Şâfıî b. es-Sâib b. Ubeyd b. Abdiyezîd b. Hişâm b. Abdilmuttalib b. Abdimenâftır. Bu kişi idareden senden daha çok hak sahibi olduğunu iddia ediyor. Onun iddiasından Allah’a sığınırım, ama yaşından umulmadık bir ilme sahip olduğunu iddia ediyor. Halbuki onun şekli pek öyle olduğunu da göstermiyor, öyle bir dili, mantığı, ikna kabiliyeti var ki seni tatlı diliyle kandırmasından korkarım. Allah işlerinde yardımcın olsun ve hatalarını affetsin” deyip sustu.

Hârun Reşîd, Ebû Yûsuf a dönüp: “Ey Yâkûb!” deyince, Ebû Yûsuf: “Buyur ey müminlerin emiri!” karşılığını verdi. Reşîd: “Muhammed’in söylediklerinden katılmadığın bir şey var mı?” diye sorunca, Ebû Yûsuf: “Muhammed’in söylediklerinin hepsi doğrudur. Adam da tarif edildiği gibidir” cevabını verdi.

Reşîd: “İki şahitten sonra artık araştırmaya gerek yoktur. Sınamaktan da açık bir ikrar olmaz. Kişinin, hasmı hakkında şahitlik edip ondan bunu gizlemesi eksiklik olarak yeterlidir. Yavaş olun ve burada bekleyin” deyip Şâfiî’nin getirilmesini emretti. Şâfiî, ayaklarından demirle bağlanmış bir şekilde huzuruna getirildi. Şâfiî meclise girip oradakilerin kendisini gözleriyle süzdüğünü görünce Reşîd’e döndü. Kolunu kaldırıp eliyle de işaret ederek: “Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emiri” dedi.Reşîd: “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin de üzerine olsun. Sana yerine getirilmesi emredilmeyen bir sünnetle başladın. Biz de sana farzı yerine getirerek karşılık verdik. Şaşılacak olan şey benim meclisimde iznim olmadan konuşmandır” deyince, Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Ey müminlerin emiri! Allah, iman edip salih amel işleyenlere şunu vaad etmiştir: “Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir”1 Allah, söz verdiği zaman da sözünü yerine getirir. Beni yeryüzünde güç sahibi yapıp korkumdan sonra emin kıldı.”

Reşîd: “Doğru dedin. Eğer ben sana eman verirsem Allah da seni emniyette kılar” deyince, Şâfiî: “Bana, kavmini ele geçirdikten sonra öldürmediğin, onları zorla uzaklaştırarak küçük düşürmediğin ve sana özürlerini beyan etmeden yalanlamadığın söylendi” karşılığını verdi.

Reşîd: “Dediğin doğrudur. Gerçi durumunu, Hicaz’ından Allah’ın bize fethetmeyi nasib ettiği Irak’ımıza getirilişini görüyorum. Arkadaşın isyan etti, halkın ayak takımı ona oydular ve sen de onların başısın, tleri süreceğin bahanelerin sana ne faydası olacak? Pişman olman bunların olmadığı manasına da gelmez. Buna rağmen ne mazeret beyan edeceksin?”

Şâfiî dedi ki: “Ey müminlerin emiri! Eğer konuşabilirsem sana sadece dürüstçe ve insafla konuşacağım.”

Reşîd: “Konuş bakalım” deyince Şâfiî şöyle devam etti: “Vallahi ey müminlerin emiri! Eğer bulunduğum durumda konuşabilsem şikâyet etmezdim, ama şu demirlerin ağırlığı üzerimdeyken eksik konuşabilirim. Dilersen emir ver de ayaklarımdaki zincirleri çözsünler. Bu şekilde daha rahat konuşurum. Ama istemezsen de yapacağım bir şey y; zira sen benden daha güçlüsün. Allah da zengindir ve övgüye layıktır.”

Reşîd, hizmetçisine: “Ey Serrâc! Üzerindeki demirleri çöz” dedi. Bunun üzerine Şâfiî’nin ayağındaki demirler çıkarıldı.

Şâfiî sol dizinin üstüne oturup sağ dizini dikti ve konuşmaya başlayıp şöyle dedi: “Vallahi ey müminlerin emiri! Allah’ın beni kıyamet günü Abdullah b. el-Hasan’ın sancağı altında hasretmesi — bildiğin gibi insanlar ihtilaf edip görüş ayrılığına düştüler- benim ve her mümin için Kıtrî b. el- Vecâ’a el-Mâzinî’nin sancağı altında hasredilmekten daha sevimlidir.”

Yaslanmış olan Reşîd doğrulup oturdu ve: “Doğru ve güzel söyledin. İnsanlar ayrılığa düşünce Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) Ehl-i beytinden olan birinin sancağı altında olman, Allah’ın aniden alacağı bir Hâricinin sancağı altında olmandan daha hayırlıdır. Ey Şâfiî! Kureyş’in hepsinin imam olduğuna ve senin de onlardan olduğuna delilin nedir?” diye sordu.

Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Ey müminlerin emiri! Eğer nefsimin bunu istediğini söylersem Allah’a iftira etmiş olurum. Ben daha önce böyle bir şey söylemedim. Bunu sana söyleyenler, sözümün manasını değiştirerek söylemişlerdir. Benim sözlerimden kasdım da budur.”

Müminlerin emiri, Muhammed ve Ebû Yûsuf a bakınca onların konuşmadığını gördü ve Şâfiî’nin sözlerini kendisine yanlış aktardıklarını anladı ama bir şey söylemedi.

Sonra Reşîd: “Doğru söyledin ey İdrîs’in oğlu! Allah’ın Kitab’ına bakış açın nasıl?” diye sordu.

Şâfîî ona şöyle karşılık verdi: “Allah’ın hangi kitabını soruyorsun? Allah yetmiş üç kitabı beş peygambere indirdi. Bir peygambere de nasihat içeren bir kitap indirdi ve bu da akıncısıdır. Bunların ilki Hz. Âdem’dir ve ona hepsi mesellerden oluşan otuz sahife indirdi. Ahnûh’a yani Hz. İdris’e on altı sahife indirdi. Bunların da hepsi hikmetli sözler ve melekûtla ilgili bilgilerdi. Hz. İbrâhîm’e ayrıntılı bir şekilde anlatılmış hikmetlerden oluşan sekiz sahife indirdi. Bunların içinde farzlar ve adaklar da vardı. Hz. Mûsâ’ya hepsi korkutma ve nasihat içeren Tevrât’ı indirdi. Hz. İsâya Îsrâîl oğullarında Tevrat konusunda ihtilafa düştükleri şeyleri açıklamak için Incil’i indirdi. Hz. Dâvûd’a hepsi hatasından kurtulması, kendisi için hikmet, Dâvûd ve kendisinden sonra gelecek akrabaları için dua ve nasihat olan kitabı indirdi. Muhammed’e (sallallahu aleyhi vesellem) ise Furkân’ı indirip diğer kitapları onda topladı ve şöyle buyurdu: “Sana her şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kuran'ı indirdik...”1, “Hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır.”2

Reşîd: “Çok güzel ve ayrıntılı bir şekilde açıkladın. Sen bütün bunları biliyor musun?” diye sorunca,

Şâfiî: “Evet vallahi ey müminlerin emiri!” karşılığını verdi.

Reşîd: “Ben, Allah’ın, amcamız oğlu Resûlullah’a indirdiği ve Resûlullah’ın da bizi ona davet edip hükümleriyle amel etmemizi, müteşabih âyetlere de iman etmemizi emrettiği kitabı soruyorum” dedi.

Şâfıî ona şöyle karşılık verdi: “Bana hangi âyeti soruyorsun? Muhkem olanı mı, yoksa müteşabih olanı mı? Önce nazil olanı mı, yoksa sonra nazil olanı mı? Nâsihi mi, yoksa mensuhu mu? Hükmü kalıp lafzı neshedileni mi? Tilaveti kalıp hükmü neshedileni mi? Allah’ın misal olarak verdiği âyetleri mi, ibret olarak bildirdiklerini mi? Yoksa önceki ümmetlerin yaptıklarını bildiren âyederi mi? Ya da Allah’ın yapmamız konusunda bizleri uyardığı âyetleri mi?” Şâfiî bu şekilde Kur’ân’dan yetmiş iki hükmü saydı ve: “Hangi âyeti soruyorsun?” dedi.

Reşîd: “Vay sana ey Şâfıî! Sen bütün bunları biliyor musun?” deyince,

Şâfiî: “Ey müminlerin emiri! Bunları söyleyeni denemek, iyisini kötüsünden ayırmak için gümüşü ateşe koymak gibidir. İşte ben de önündeyim imtihan et” karşılığını verdi.

Reşîd, Şâfiî’ye şöyle dedi: “Ben senin dediklerini tekrar edemem. İnşallah bu meclisten sonra sana onları soracağım. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetine bakışın nasıldır?”

Şâfiî ona şöyle karşılık verdi: “Sünnet konusunda benim bildiğim şudur: Bazısının yapılması istenir ve tıpkı Allah’ın Kur’ân’da emrettiklerini terk etmenin caiz olmadığı gibi bunların da terki caiz değildir. Kimisi de edeb olarak çıkmıştır. Kimisi ise özeldir ve herkesin ona uyması istenmez. Kimisi de herkesi kapsar ve özel olanlar da bunu yerine getirir. Kimisi de soru sorana cevap olarak söylenmiştir ve sadece soranı bağlar. Kimisi Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) içindeki ilmi birikimin taşması sonucu dışarıya çıkmıştır. Kimisini Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) sadece kendisine has olarak yapmış, ancak onu gören özel ve genel herkes yaptığını yapmaya başlamıştır. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) kendine has kıldığı ve diğer insanları bundan yükümlü tutmadığı şeyleri ise dile getirmemek gerek. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) insanları bundan sorumlu tutmamış ve sadece dile getirmekle yetinmiştir.”

Reşîd: “Ey Şâfiî! Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetini düzenli bir şekilde açıkladın ve çok güzel vasfettin. Bunu tekrar etmene ihtiyacımız kalmadı. Biz ve burada bulunan herkes biliyor ki; sen bunları hakkıyla biliyorsun ve meseleye hâkimsin” deyince,

Şâfiî: “Bu, Allah’ın bize ve bütün insanlara olan olan bir lütfudur. Şu anda senin vasıtanla da Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi vesellem) anmamızı ihsan etmiştir” karşılığını verdi.

Reşîd: “Arap lügatine bakışın nasıldır?” diye sorunca, Şâfiî şöyle karşılık verdi: “Bizim kaynağımız ve tabiatımız onunla doğrulmuş dilimiz onunla konuşur olmuş ve Arapça bizim için ancak hayat gibi olmuştur. Arapça ancak Arap olanlar tarafından hakkıyla kullanılabilir. Ben doğduğumdan bu yana yanlış telaffuzu bilmem. Bu sebeple, çocukluğumdan bu yana, ilacın kendisine fayda verip hastalıktan kurtulmuş ama ve rahat hayat süren biri gibiyim. Bu konuda, Kur’ân bana şahitlik etmektedir: “Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik...”1 Buradaki milletten kasıt Kureyş’tir. Ey müminlerin emiri! Ben ve sen onlardanız. Asıl temizdir. Kökümüz erişilmez ve şerefli bir köktür. Sen asıl, biz ise dallarız. Bu apaçık ortadadır. Bizim soyumuz burada birleşmiştir. Biz İslam’ın çocuklarıyız ve böyle çağrılır ve adlandırılırız.”

Reşîd: “Allah sana bereket ihsan etsin! Doğru söyledin” deyip, “Şiir hakkında bilgin nasıl?” diye sordu.

Şâfiî, ona şöyle karşılık verdi: “Ben şiirin uzununu, hasını, hızlısını, zorunu, basitini, hafifini, aruz vezniyle yazılmışını, recezini, hikmetini, gazelini, geçmiş toplumlar hakkında bilgi verme ve meseller getirme yönü ile hakkında yapılan eleştirileri, aşıkların şiiri söylerken neyi kasdettiğini, öncekilerin sonradan gelenlerin ibret almaları için söylediklerini, gevezelerin yöneticileri övmek için söylediklerini ve bunların da genelinin yalan olduğunu bilirim. Aynı şekilde hocasının öğüderini ve ahlakını anlatmak için söylenen ve söyleyenini yücelten şiirleri, nefsi duyguların coşması ile dile getirilen ve pek de ustalık istemeyen şiirleri, söylendikten sonra halk arasında hikmetli sözler gibi dillendirilen şiirleri de bilirim.”

Reşîd: “Yeter ey Şâfıî! Şiir hakkında o kadar çok söyledin ki bunları bilenin olduğunu ve dediğine bir harf bile ekleyebileceğini zannetmiyorum. Şiir hakkında fazlasını bile söyledin” ve: “Peki, Araplar hakkındaki bilgin nasıldır?” diye sordu.

Şâfiî ona şöyle cevap verdi: “Ben, atalarını, soylarını, neseplerinin şeceresini, geçmişte yaşadıkları olayları, yaptıkları savaşları, hükümdarlarını, bunların yönetim şekillerini ve görevlerinin dağılımını en iyi ben bilirim. Aynı şekilde evlerini, mahallelerini, seçkin kişilerin bir araya geldikleri meclisleri bile bilirim. Teba’, Himyer, Cüfne, Estah, îyas, Uvays, İskender, İsfâd, Astatavis, Savt, Sokrat, Aristo gibi onları etkileyen kavim ve şahsiyetleri bilirim. Bunlarla aynı değerde olan Romalıları, Kisra ve Kayserleri, Nube, Ahmer, Amr b. Hind, Seyyid b. Zi Yezen, Nu’mân b. el- Münzir, Katr b. Es’ad, Sa’d b. Se’fân’ı —ki Satîh el-Gassânî’nin baba tarafından dedesidir— bilirim. Aynı şekilde Kuda a ve Hemdân krallarım, iki büyük kabile olan Rabî’a ile Mudar’ı da iyi bilirim.”

Reşîd: “Ey Şâfiî! Eğer Kureyş’ten olmasan, kendisi için demirin yumuşatıldığı kişilerdensin” derdim. Bir nasihatte bulunur musun?” deyince,

Şâfiî şöyle dedi: “Üzerinden kibir abasını çıkar, başından heybet tacını söküp at, bedeninden zorbalık gömleğini çıkar. Rabbinin huzurunda, nefsini kontrol et, sırrını yay, hayâ örtüsünü yüzünden indir. Ben sana hakkı söyleyen vaiz, sen ise beni hüsnü kabulle dinleyen biri ol. O zaman Allah söylediklerimden dolayı beni faydalandırır, sen de dinlediğinden faydalanırsın.”

Reşîd: “Dediğini yaptım ve Allah ve Resûlu nün emirlerini ve ondan sonra gelen iki nasihatçiyi dinledim. Nasihat et ve kısa tut” deyince, Şâfıî izarını çıkarıp kollarını sıvadı ve şöyle dedi:

“Ey müminlerin emiri! Şunu bilki Allah seni nimetlerle imtihan edip, şükredip etmeyeceğini sınamaktadır. Nimetin fazileti, onun azıyla çok şükür etmendir. Allah’a devamlı şükreden, nimetlerini aklından çıkarmayan biri ol ki; ondan daha fazlasını hak edesin. Gizlide de, açıkta da Allah’tan kork ki; itaatin kâmil olsun. Hakkı söyleyeni, senden başkası olsa bile dinle ki Allah katında üstün birisi olasın ve idaren altındaki değerin artsın.

Şunu bil ki; Allah senin gizline bakıp onu açıktan yaptıklarının aksine olduğu görürse seni dünya dertleriyle meşgul eder ve seni sıkıntıya sokacak şeyler gönderir. İhtiyacını sadece Allah’tan iste, çünkü Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve hamd edilmeye layıktır. Eğer gizli halinin açık olan halinle aynı olduğunu görürse seni sever ve dünya derdini kalbinden uzaklaştırır, senin başkasına olan sorumluluğunda yardımcın olur, senin nefsini kontrol etmene yardım eder ve işleri çekip çevirmende sana kuvvet verir. Sen ancak Allah’a itaat ettiğin zaman sana itaat edilir. Allah’a boyun eğ. Böyle yapmakla dünyada selamete erersin, âhirette ise huzuruna güzel bir şekilde çıkarsın. Allah takva ve iyilik sahipleriyle beraberdir.

Allah’tan, düşmanının yerini bilen ve bu sebeple gece uyuyamayan, baskından korktuğu için uyanık kalan kişinin sakınması gibi sakın. Allah’ın sana peş peşe verdiği nimetler sebebiyle onun cezasından emin olma. Bu senin bozulmana, dininin gitmesine, öncekilerin ve sonrakilerin de sana saygılarının kaybolmasına sebep olur. Sayesinde doğru yola gitmek isteyenlerin yanlış yola sapmadığı, ona tutunduğun müddetçe helak olmayacağın Allah’ın Kitab’ına sarıl.

Allah’a bağlan ki o da seni muhafaza etsin. Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi vesellem) sünnetine de bağlı kal ki, Allah’ın hidâyet verdiği kişilerin yolunda olasın. Onların gittiği yoldan git. Doğru yola iletilmiş halifelerin; haraç ve araziler, insanların geneli ve miskinler, manastırlar konusunda nasıl davrandıklarına bak ve sen de, gönül hoşluyla onların yaptığı gibi yap. Bunlar konusunda güçlük çıkarmaktan sakın, çünkü sen idaren altında olanlardan sorumlusun. İman diyarını yurt edinen Muhacir ve Ensar’ın hakkını gözet. Onların iyilerinin iyiliklerini kabul et ve kötülük yapanları affet. Onlara Allah’ın sana verdiği malından ver ve onları hak olan bir şeyi söylememe, batıla dalma konusunda zorlama. Çünkü sana bu memleketlerde güç sahibi olmanı sağladılar ve kulların sana bağlanmasını sağladılar, senin için karanlığı aydınlattılar, üzerindeki tasayı dağıttılar, yeryüzünde güç sahibi olmana vesile oldular, insanları idare etmeyi öğretip idareciliği sana verdiler.

Sen zayıflıktan sonra (bu saydıklarım sebebiyle) bu ağır yükü kaldırdın ve başarılı oldun. İffet bakımından onların benzerleri de bu gün senden onların yolundan gitmenden başka bir şey istememektedir. Onun içindir ki genele zulmetme pahasına, seçkin kişilere yaklaşma maksadıyla itaat etme. Seçkin kişilere zulmetme pahasına da halkın geneline itaat etme ki devamlı selamet içinde olunsun.” Bunları dinleyen, nasihatin başından itibaren ağlıyordu, ama sesi duyulmuyordu.

Bu kısma gelince Reşîd ağladı ve hıçkırık sesi duyuldu.

Bunun üzerine yanındakiler, Muhammed ve Ebû Yûsuf da ağladılar.

Vali: “Ey adam! Dilini müminlerin emirinden çek, üzüntüden kalbini parçaladın” dedi.

Muhammed b. el-Hasan ayakta durup şöyle dedi: “Ey Şâfiî! Dilini müminlerin emirinden çek. Çünkü sözlerin kılıcından daha keskindir.” Reşîd hâlâ ağlıyordu ve kendine gelmemişti.

Şâfiî, Muhammed ve oradakilere dönüp: “Susun! Allah sesinizi kessin. Hikmet nurunu götürmeyin. Ey köle ve idareciler topluluğu! Ey kırbaç ve sopanın kulları! Siz hakkı kendisine farklı gösterdiğiniz içindir ki Allah müminlerini emirini helak edecek! Sizin gibiler ondan uzaklaştırıldığı müddetçe hilafet hayır üzeredir. Sizin gibilerin elinde olduğu müddetçe ise hilafet kötü durumdadır” dedi.

Reşîd başını kaldırıp onlara: “Bırakın!” diye işaret etti ve bir kılıçla bana dönüp: “Şunu elimden al da kullanmak zorunda kalmayayım!” dedi. Sonra Şâfiî’ye dönüp: “Sana bir miktar bağışta bulunulmasını emrettim. Onu kabul etmeni istiyorum” dedi.

Şâfıî: “Hayır vallahi! Allah’ın, bir hediyeyle nasihatlerimin yüzünü kara çıkarttığımı görmesini istemem. Allah katında değersiz olmasına rağmen kendini büyük gören bir yöneticiyle bir araya geldiğim zaman, belki Rabbini hatırlar umuduyla ona Allah’ı hatırlatmak üzere Rabbime sözüm vardır!” dedi ve çıkmak üzere kalktı.

Şâfıî çıkınca Reşîd, Muhammed ve Yâkûb’a dönüp: “Bu gün gibisini görmedim. Siz bu gün gibisini gördünüz mü?” deyince, onlar: “Hayır demekten başka bir şey söyleyemeyiz” cevabını verdiler.

Reşîd: “Siz beni bununla mı kandıracaktınız? Siz bugün büyük bir kötülük yaptınız. Eğer Allah Onun durumunu teyit etme ihsanını bana vermeseydi, beni Rabbim katında kurtuluşum olmayan bir durumdan nasıl kurtaracaktınız?” dedikten sonra ayağa kalktı ve oradakiler gittiler. Bu olaydan sonra Muhammed’in sıkça Şâfiî’ye gittiğini gördüm. Bazen gider, ama girmesine izin verilmezdi.

Daha sonra Şâfıî, Reşîd’in yanına girdiğinde, Reşîd ona bin dinar verilmesini emretti ve Şâfıî bunu kabul etti. Reşîd gülerek: “Allah iyiliğini versin! Ne kadar da akıllısın! Allah düşmanını yok etsin. Artık senin de (benim gibi) bir dostun var!” dedi. Hârun hizmetçisi Serrâc’ı Şâfıî’nin peşine taktı ve parayla ne yapacağını öğrenmesini istedi. Şâfiî aldığı parayı avuç avuç müslümanlara dağıtmaya başladı. Evinin kapısına geldiği zaman elinde sadece bir avuç kalmıştı. Onu da kendi hizmetçisine verdi ve: “Bunu kendine harca!” dedi. Serrâc dönüp de olanları Hârûn’a anlatınca, Hârun: “Bunun içindir ki dünyadan yana tasası az ve metanetli biridir” dedi.” Hârun Reşîd bu sözleri devamlı söylerdi.

Ebu Nuaym el Isbehani - Hilyetü'l Evliya ve Tabakatu'l Asfiya,cild.6,syf.647-656
Devamını Oku »