Postmodernizm




Acaba yaşadığımız hayat; 1970lerden bu yana postmodern bir dönemde, postmodern bir kültür içinde yaşa­dığımızı söylediğimizde, bu söylediklerimizi anlamlı kılacak kadar değişikliğe uğradı mı? Bu soruyu, hayat de­diğimiz pratiğe klasik ölçülerle baktığımızda, çok anlam­lı değişikliklere uğramadığını söyleyerek cevaplamamız mümkün. Ancak postmodern olarak nitelendirilen bu yeni sürecin ve yaygınlaştırdığı kültürün önemli özelli­ği de, unutmamak gerekir ki form düzeyinde değil, daha çok muhteva düzeyinde ciddi değişikliklerle ilgili olması­dır. Hâttâ bu yeni sürecin, form düzeyinde mevcudu muhafazaya yönelmesi itibariyle, fazlasıyla “muhafazakâr" olduğunu söylemek bile mümkün. Dolayısıyla bugün yeni bir değişim anlayışının hızla hüküm sürmeye baş­ladığı bir döneme girmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.

Günümüzde her şey, önceliği muhtevada olan köklü ve kapsamlı bir değişimden geçmekte; insan, toplum, ikti­sat, kültür, siyaset, kimlik anlayışı dönüşmekte ve yeni bir mahiyet kazanmaktadır. Alışmış olduğumuz değer sistemleri kadar toplumsal ilişkilerimiz de uğradıkları dönüşümden dolayı aynı zamanda ciddi bir kırılma yaşıyor. Dönüşümün nasıl bir yapıda karar kılacağı henüz kestirilebilir değil. Yaşadığımız bu süreç postmodernizm olarak adlandırılıyor. Bu yüzden toplum ve bireye ait te­mel tanımlarımızı, karşı karşıya bulunduğumuz yeni ger­çeklikler değiştiriyor.

Kompütürler, iletişim teknolojileri, teknolojinin imkânları içinde sahip olmaya başladığımız yeni bilgi biçimleri; sosyo-ekonomik sistemde bunların doğurduğu süreçler ve değişimler, yeni bir ilişki biçimi ve sosyal yapı inşa ediyor. Toplumun, düşünce ve duygu­nun standart kategorileri kullanışlı ve açıklayıcı olmak­tan çıkıyor. Postmodern toplum yeni bir hâkimiyet türü, yeni bir iktidar ve kendini yeni bir kültürel model olarak ifade ediyor. Kültürün kompütürler ve iletişim teknoloji­siyle üretimindeki yenilikler hem dışsal dünyayı, hem de insan tabiatının temsil biçimini dönüşüme uğratıyor. Bu dönem öncesinin modernist zihniyetine göre “toplum" dediğimiz sosyal varoluşun merkezileşmiş bir yapı özelli­ğine sahip olduğu varsayılıyordu; bir “tek-biçimli" olacak şekilde tasarlanmış ve ona göre inşa edilmişti.

Oysa bu­gün postmodernizm toplumun parçalanmışlığından söz ederek, modernist varsayımları ve ona göre inşa edilmiş gerçekleri altüst ediyor; toplumsal düzenin kaynağının merkezsizlik olduğunu savunuyor. Modernist zihniyet genel olarak pozitivist, teknoloji merkezli ve rasyonel ni­telikli olmuştu; doğrusal gelişme, toplumsal düzenin ras­yonel tarzda planlanmasıyla; bilimsel bilgi, bilgi ve üreti­mi standartlaştırmasıyla özdeşleştirilmişti.

Oysa buna karşılık postmodernizm parçalanmayı, heterojenliği ve farklılığı özgürleştirici dinamik kuvvet­ler olarak ortaya çıkarmakta. Bütün bunlardan hâsıl olan netice evrenselci iddiaların, yani “meta söylemelerin red­dedilmesidir. Bu yüzden postmodernizme göre, insana ilişkin kimlik de akışkan, nihai olarak sabit bir hususiyet kazanması, kendi tarihselliğinden dolayı asla mümkün olamayan süresel bir durum olarak algılanmaktadır. Artık kişiye has sabit bir benlik/kişilik ve özel kimlik, geçmişe ait kavramlar/isimler olarak görülüyor.

Terry Eagleton’a göre postmodernizm “üst-anlatıların” ölümünün ha­bercisidir. Bu anlatıların gizli terörist işlevi, evrensel bir insan tarihi olduğuna dair sahte bir iddiayı temellendir- mektir ve meşrulaştırmaktır. Şimdi artık manipülasyona dönük aklı ve bütünsellik fetişi ile bu modernlik karaba­sanından uyanma sürecindeyiz. İçinde yaşadığımız yeni ortam, bütünleşme ve kendini meşrulaştırma yönündeki nostaljik dürtüden kurtulmuş postmodern dünyanın, ha­yat tarzlarının ve dil oyunlarının o heterojen yelpazesinin ferah çoğulculuğudur. “Bilim ve felsefe o şaşaalı metafi­zik iddialarını fırlatıp atmalı ve kendilerini, daha alçak gönüllü bir tarzda, başka anlatılardan farklı olmayan bir dizi anlatı olarak görmeyi öğrenmelidir”

Yaklaşık 20. asrın ikinci yarısından itibaren batı dün­yasında yaşanan değişiklikler mevcut bilgi teorisini sar­sarken, aynı zamanda postmodernist felsefenin oluşu­munda da etkin rol oynadı. Kari Popper, Thomas Khun, Paul Feyerabend in, bilim felsefesinde ortaya çıkardıkları yeni bakış tarzları; Kurt Gödel ve Alan Turing’in mate­matiksel doğrunun mutlak olmayacağına dair ileri sür­dükleri düşüncelerin süreçlendirdiği yeni gelişmeler; Michel Foucault'un tarihte süreksizlik ve farklılık konu­larına yaptığı vurgunun postmodernist düşüncenin olu­şumunda tesiri büyük olmuştur. Bunun yanında siyaset ve antropoloji okumalarının, “öteki”nin kavram ve ger­çeklik olarak aşağılanmadan geçerliliği ve bir özne olarak saygıyı hak ettiğine dair oluşan duyarlılık, insanın mo­dern muhayyilesini ciddi kırılma ve dönüşümlere uğra­tan, buna karşılık postmodern şartları hazırlayan etken­ler olma özelliği taşır.

Postmodernite “bütüncül” söyleme karşı açık bir te­dirginlik ve derin bir şüphe uyandırmakta, buna karşılık “parçalanma” ve “belirlenmezlik” kavramlarını özgürleş­tirici güçler olarak öne çıkarmaktadır. Bu düşünce ironik bir şekilde, aynen modernist düşüncenin bir zamanlar iddia ettiği gibi kendini bir özgürleştirme projesi ola­rak nitelendiriyor. Modernite aklı merkez yaparak kilise karşısında insanı özgürleştireceğini iddia ederken, post­modernite de aklı merkezden çıkartarak insanı moder­nite karşısında özgürleştirmek istemektedir.

Ona göre aydınlanmanın pozitivist temele dayalı “toplum bilim” anlayışı ve bundan neşet eden ilerlemeci tarih fikri in­sanın özgürlüğünü ortadan kaldırıyor. Zira ilerleme­ci bu tarih anlayışı toplumlar için gelişme ve kalkınma gibi insan özgürlüğüne sınırlar çizen ve kayıt altına alan birtakım varsayımları kabule zorluyor. Dolayısıyla böy­le bir varsayımla her şeyden evvel gidişatı planlanmış ve varacağı yer önceden belirlenmiş bir toplumda yaşamak­tan kurtulmak gerekiyor. Bu yüzden aydınlanma aklının Tanrı merkezli düşünce yerine insan merkezli düşünceyi ikame ederek sağladığı özgürlük anlayışı artık anlamını giderek kaybediyor. Postmodernite akıl merkezli moder­nist sosyal teoriyi bazı nedenlerle sorgulamakta, onun yerine merkezsiz bir düşünce ve dolayısıyla yeni bir “sosyal yapı” önermektedir.

Toplumun, bizzat kurulu­şundan kaynaklanan, geleceğinin önceden kestirilmesi ve denetlenebilirliği meselesi postmodernite tarafından yoğun eleştiri konusu yapılırken, bugün toplum dedi­ğimiz sosyal yapının işleyişi de aynı zamanda onu hak­lı çıkarmaktadır. Postmodernite özgürleştirme vaadi ile ortaya çıkarken, bu vaad günümüzün insanına fazlasıyla cazip geliyor.

Postmodernite sözünü ettiğimiz özgürleşme/özgür­leştirme vaadinde bulunurken, bunun imkânını ken­di söylemine ait “parçalanma” kavramında bulduğuna inanmaktadır. Postmodernist söylemin daha başlangıç­ta önemli saymamız gereken kavramının, “parçalanma” olduğunu belirtmeliyiz. Modernite söylemini ilerleme, süreklilik, bütünlük, belirleme kavramlarının üzerine kurarken, postmodernite söylemini parçalanma, kişilik, belirlenmezlik, süreksizlik üzerine kuruyor. Parçalanma acaba postmodernite için neden bu kadar çok önem ta­şımakta? Bu soruya cevap olarak, parçalanma kavramı postmoderniteye her şeyden evvel modernite karşısında eleştirel olma imkânı sağladığı için önemlidir, diyebiliriz.

Postmodernite bu kavramdan hareket ederek insanlara özgürleşme vaadinde bulunabilmektedir. Zira kendine ait açıklayıcı gerekçeleri de vardır. Ona göre insan eylemleri/ faaliyetleri “kavram bağımlı” olmak gibi bir özelliğe sa­hiptir. Meseleyi burada tartışacak değiliz, ancak böyle bir tespitin önemli olduğunu varsaymamız yanında bunun İslâm'a uygun olmadığını belirtmemizde de fayda var.Postmoderniteye göre insanı özgürleştirebilmek için önce kavramları iyice bir “eleştiri” süzgecinden geçirmek yani onların içsel yapılarını bozuma uğratmak gerekiyor. Kavramların içsel yapıları/bütünlükleri çözülmeye uğra­tıldığında insanın da “kavram bağımlı" eylemleri/faali­yetleri özgürleşmiş olacaktır.

Bu çerçeve içinde baktığı­mızda postmodernite bizi parçalanmayla beraber sosyal hayatta iki meseleyle karşı karşıya getiriyor: biri sivil toplum, biri de kültürel çoğulculuktur. Bu bağlamda sivil toplum, - bildiğimiz mi, yoksa mahiyetine daha yeteri ka­dar vakıf olamadığımız mı demeliyiz - klasik toplum an­layışının parçalanmasının bir hâsılası olarak ortaya çıkı­yor. Sivil toplumu meydana getiren insanlar “içsel" olarak herhangi bir bağla birbirlerine bağlı değillerdir, üstelik si­vil toplumun postmodern yapısı gereği birbirlerine bağlı olamazlar, sadece belli bir sorunu dile getirmek, seslerini duyurmak üzere bir araya gelmişliği ifade ederler. Sivil toplum, örgütlü bir yapıya sahip olamayacağından “med- cezir”i çağrıştırır şekilde bir araya gelinir ve sorun dile getirildikten sonra da dağılarak yok olur. Yani süreklilik arz etmez, geçici olma özelliğine sahiptir. Sivil toplumu var eden sebep her zaman dışsal olsa da gönüllü birlikte­liğe dayanmaktadır.

Günümüzde postmodernite ve parçalanmayla bera­ber tartışma gündemimize giren bir de çok kültürlülük kavramı var. Çokkültürlülük, farklı kültürlerin yaşama haklarını talep etmek yanında, farklı kültürlerin “eşit değerde” sayılması talebini ifade ediyor. Bu elbette ki modern/postmodern anlamda güçlü “kimlik” duygusu­nun varolması, korunması ve pekiştirilmesi olarak gö­rülüyor. Bu sebepten de fazlasıyla önemli sayılmaktadır. Burada meseleyi dağıtmadan ister modernitenin isterse postmodernitenin yapmış olduğu kimlik tanımlarının, Islâm'da kabulünün ve meşruiyetinin asla olmadığını söyleyerek yetinmeye çalışalım. Ancak bunun yanında Müslümanlar cihetinden önem taşıyan bir nokta var; bu önemli nokta da kimliğe neyin temel teşkil edeceği mese­lesidir.

Bugün sosyal yapının taşıdığı yeni nitelik, onunla beraber ortaya çıkan farklılıklara yapılan sürekli vurgu ve bunların karşılanması meselesi, klasik anlamı içindeki bildiğimiz modern devletin yönetme biçiminde de yeni değişim talepleri doğurmaktadır. Günümüzde bireysel haklar, dinsel yaşam, kültürel çoğulculuk, kimlik gibi ta­lepler daha çok neoliberalizm başlığı altında toplanan bir devlet modelinde kendileri için çözüm yolu aramaktadır.

Klasik liberalizmden ontolojik olarak farklılık gösteren neoliberalizm, mümkün olan en kuvvetli biçimde bireysel haklara ve bunun mantıksal açılımı şeklinde görebilece­ğimiz “tarafsız” bir devlet anlayışına vurgu yapmaktadır. İnsanlara herhangi bir şey empoze edip onları düzenle­meye yönelik faaliyeti olmayan, kendine göre kültürel ve dinsel önerileri bulunmayan hatta vatandaşlarının kişi­sel özgürlüğü, fiziksel güvenliği ve refahı dışında toplu herhangi bir projesi olmayan bir devlet anlayışını ifade ediyor bu. Ne var ki, bu devlet anlayışını, Müslümanla­rın son zamanlarda üzerinde düşünmeden nasipsiz bir akılla sıkça dile getirmekten müthiş haz aldıkları “ideolojisiz devlet” şeklinde nitelendirmek asla mümkün değil.

Günümüzde devletin mahiyet olarak değil ama fiziksel olarak işlev kaybına uğramakta olması ve kendine “taraf­sızlık” gibi aldatıcı bir özellik atfetmeye çalışması, onun görev bildiği birçok şeyi iletişim teknolojisine/medyaya birçok yerde isteyerek, birçok yerde de istemeden de olsa terk etmek durumunda kalmasındandır. İdeolojisiz dev­letin, bildiğimiz bütün totaliter, tahakkümcü baskıların insan zihniyle alay edecek kadar sofistike hale geldiği bir kültürel dünyada söz konusu edilmeye başlaması tesa­düf sayılamaz. Yeni tahakküm biçimleri artık bize devlet"eliyle” ulaşmıyor.

Müslümanların sorunu, hatta sorunu değil, görevi insanlığın başına ciddi şekilde bela olmaya başlayan bu yeni tahakküm biçimlerini, sömürüyü orta­ya çıkarmak ve onlarla hesaplaşmaktır. Yoksa görevleri modernitenin bakıcılığını yaptığı, içinde kendilerinin de bulunduğu kafes olarak ulus devletin klasik yapısını ahla­ki terbiyeye tabi tutmak değil.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:273-280
Devamını Oku »

Postmodern Dönemde Medya



Postmodern toplum, farklı niteliklerle öne çıksa da tüketim olgusunun odakta olduğu bir toplum olarak tanımlanabilir. Küre­selleşmenin doruk noktasına ulaştığı ve yerelliğin de buna bağlı ola­rak Ön plana çıkağı bu dönemin düşünsel olarak ayırt edici özelliği, modernitenin ve tabiî olarak araçsal aklın ve Aydınlanmanın dört bir yandan eleştiriye tabi tutulması ve kültür endüstrine mahkûm homojen toplum tipolojisinin reddedilmesidir. Modernliğin ileri bir biçimi olduğundan söz eden düşünürler olsa da, postmoderniteyle modernitenin temel referansı olan Aydınlanma düşünce­sinden bir kopuş kastedilmektedir. Sarup un deyişiyle, “Postmodernizm, modernizmin devamı olan bir süreklilikten çok modernizmin yerleşik biçimlerine bir karşıtlıktır?(39)

Bu nedenle Habermas da, Aydınlanma ve modernliğin geti­rilerine, nesnel bilim ve evrensel ahlâka muhalefet eden ve kökleri Nietzsche, Heidegger ve Bataille’de yatan -başta Foucault, Lyotard, Baudrillard ve Derrida olmak üzere- postmodernist olarak anılan isimleri(40) yeni-muhafazakâr olarak vasfedip eleştirmekte­dir. Habermas’ın eleştirisinin yoğunlaşağı noktalarsa; postmodernistlerin Aydınlanma çizgisindeki bilim-sanat-din-felsefe ay­rımını yok saymaları, mantığın ve sözün hiyerarşik üstünlüğü yerine retorik ve yazıyı öne almaları, öznelcilik ve görececilik yan­lısı olmalarıdır.(41) Bu eleştirilerin kaynağı, postmodernistlerin te­mel söylemlerinin amaçların yerini araçların alması söylemidir ki bundan kasıt, doğruluktan işlerliğe kayma ve dikkatlerin eylemin amaçlarından eylemin araçlarına çevrilmesidir.

“Bilimin amacı artık doğruluk değil işlerlik artırımıdır -yani, ku­rulabilecek en iyi girdi çıktı dengesi. Bilim adamları, teknisyenler ve araç gereçler doğruluğu bulmak adına değil, iktidarı büyütmek adına satın alınırlar. Günümüzde sorulan soru artık “doğru mu?” sorusu değil, “ne işe yarar?” sorusudur. Bilginin ticarileşmesi bağ­lamında bu soru daha çok “satılabilir mi?”, iktidarın büyümesi sü­recinde ise “etkili mi?” sorusuna karşılık gelmektedir.”(42)

Bu yeni süreçte, işlerliğin artırımına dönük biçimlenmede piyasa metaın kullanım değerini de ortadan kaldırmış ve böylece yararlılığın yerine gösterge işlevi geçmiştir. Artık pazardan temin edilen mal, belli bir ihtiyaca yönelik olmaktan ziyade kullanım değerinin ötesinde simgesel anlamlarından dolayı imrenilen, sa­hip olunmak istenen, alınan ve tüketilen göstergelerden ibarettir.(43) Bütünüyle postmodern bir kültür olan tüketim kültürüne eleştirel yaklaşan Baudrillard'ın vurguladığı gibi tüketimcilikte arzu edilen şey, tüketilen gerçek nesneler değildir. Gerçek nesneler, arzuların yerine konan şeylerden ibarettir. Doyurulması gereken arzular bi­yolojik olmaktan çok simgesel arzulardır. Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkültürlülük onaylanmakta ve popülarite ve farklılık göklere çıkarılmaktadır.(44)

Sanayi sonrası toplumunda sıkça görülen esnek üretim mo­delleri, üretim ve tüketimdeki standardizasyonun ortadan kalkması gibi yeni biçemler, bu kültürle beraber postmoderniteyle yoğunlaşan belirsizlik vurgusunun endüstriye doğrudan etkisi olmakla birlikte üretimde önceliğin artık bilgide olduğu görülür. Einstein'in rölati­vite teorileriyle bilimsel paradigma kayması yaşanırken endüstriler artık hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını büyük öl­çüde yok ederek bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır. Bilgi üretimin esas gücü olmuştur. Fabrikalarda çalışanların ve tarım iş­çilerinin sayısı azalırken teknik bilgi sahibi, profesyonel ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlemlenmeye başlamıştır.(45)

Çalışma hayatıyla birlikte değişen toplumsal yaşam başta de­ğerler dünyası olmak üzere, bireylerin ve toplumların tüm anlam­landırma biçim ve süreçlerini de baştan aşağıya yenilemiştir. Böylece ortaya çıkan bu yeni toplum tipini çeşidi düşünürler gösteri toplumu, tüketim yoluyla denetim altında tutulan bürokrasi top­lumu, sanayi sonrası toplum gibi çeşidi adlandırmalarla nitelemiş­lerse de toplumun en başat tarafına yönelik adlandırmaya başvu­rursak medya ya da bilgi toplumu nitelemesi daha uygun olur. Nitekim Giddens'in dediği gibi, “postmodern dünya, üzerinde med­yanın egemen olduğu ve bizi geçmişimizin dışına çıkaran (...) iler­leme düşüncesin anlamının kalmadığı''(46) bir dünyadır.

Medyanın egemenliğindeki söz konusu kökten değişimin te­mel aracı olması bağlamında toplumun bilgi/enformasyonla nite­lenmesi mümkündür. Neticede sanayi toplumu nitelemesindeki başat öğenin sanayi devrimi olması gibi bilgisayarların hayatın her alanına yoğun bir şekilde girişi, iletişimin ve dolaşan enformasyo­nun artışı, dünyanın her tarafından bilgi alma imkânının insana sağladıkları göz önüne alınarak elektronik devrimiyle de enformas­yon toplumuna geçilmekte olduğu ileri sürülebilir.(47) Bu dönemde kitle iletişim araçlarının ve yani medyanın egemenliğinden bahse­dilme olanağı yaratan en büyük fonksiyonu, medyanın sahip ol­duğu araçlar vasıtasıyla geniş kitlelerin dünyayı anlamlandırmaları için gerekli olan her türlü anlam ve bilgiyi yeniden üretmesidir.

Bu kapsamda medya, bir bütünleşme aracı olan toplumsallaşmaya da hizmet eder: Toplumsallaşmanın, toplumun mevcut değer ve norm­larının bireye öğretilmesi ve bireyin öğrendikleriyle duruma, rolüne ve statüsüne göre davranması olduğu düşünülürse tek tek tüm bi­reylerin toplumsal varlığı üzerindeki tesiri daha anlaşılır olacaktır. Kızılçelik’in ifâdesiyle “sosyalizasyon ajanı” işlevi de gören medya­nın, toplumun yaşama biçimine işaret eden kültür üzerindeki etkisi de aynı ölçüdedir: Her türden toplumsal değer, norm, örf, adet, gelenek, görenek, ahlâk, inanış ve toplumu özgünce var eden tüm semboller medyanın etkisine ve hatta baskısına maruzdur.

Aslan’a göre çoğu ampirik nitelikli olan araştırmaların bul­gularına göre bu hâliyle medya, toplumsal durum belirlemede ve gerçekliği şekillendirmede çok etkin bir role ve güce de sahiptir. Doğal olarak bu etkiler, egemen durumda olan ve medyanın sa­hibi olan kişi ya da kesimlerin belirlemeleri doğrultusunda ger­çekleşmektedir.

“Düzmece ya da propaganda amaçlı olaylar (psudo-events) veya “suni gündem" betimlemesinde de açıklıkla ifade edildiği gibi medya, olayları ve gerçekleri az ya da çok, kendi bakış açısı doğrul­tusunda çarpıtır."(48)

Medyanın sahipliği meselesinde en kritik husus medyanın aynı zamanda çok büyük bir ekonomik sektöre dönüşmüş olma­sıdır. Medya, az maliyet ve kâr maksimizasyonu mantığıyla çalışan şirketlerin yer aldığı bir endüstrinin bütünüdür de. Medya bu an­lamıyla demokrasiler için dördüncü kuvvet olarak vasfedilmek bir yana dursun Chomsky’nin belirttiği gibi halkın gerçek sorunlarım değil, egemenlerin ele almak istedikleri sorunları gündemine taşır: Büyük şirketlerin Amerikan medyası ve küresel medya üzerindeki egemenliği sayesinde Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliğine yönelik korku iklimin yaratılması ve 1991den sonra küresel terörızm gibi yeni korkular yaratarak demokrasi gibi gerçek sorunların tartışılmasını engellediği düşünülür.

Baudrillard’ın da vurguladığı gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde “kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmaktadır. Artık gerçek diye nitelenen, dün­yayla kurulan bağlantı değil televizyon ekranlarından verilendir : Te­levizyon dünyadır.''(49) Böylece gerçekle gerçek olmayan arasındaki fark da postmoderniteye uygun olarak giderek belirsizleşmektedir. Nitekim postmodernist sanatın en çok vurgu yaptığı temalardan birisi olan oyun, gerçekle gerçek olmayan arasındaki yer değişimi, üstkurmaca, rastlantısallık gibi belirsizlik durumları günlük haya­tın da etkili bir parçası hâline gelmiştir.

Sosyal medya olgusu, postmodernitenin bu durumunun en aşikâr ifadelerinden biridir, insanlar artık artan bir şekilde alışveriş­lerini internetten yapmakta, giysileri denemeden, parfümleri kok­lamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadırlar. Buna ilaveten maddesel tüketimin ötesinde; arkadaşlık, sohbet etmek gibi çeşitli aktivitelerde fazla emek verilmeden, kolay ve hızlı bir şekilde ya­pılabilmektedir. Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle ger­çeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın “hiper-gerçek dünyacıdır: “Habersizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sîzsiniz..? Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bugün bir düzen hâlinde ortada dur­maktadır. Ki bu düzende “her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.''(50)

1970’lerden itibaren hayata geçen ve 1990’lardan sonra hız­lanarak öne çıkan internet kullanımı, farklı tür ve İçeriğe sahip web sitelerinin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşmış ve giderek artarken,kitle iletişim araçları içinde onu özel bir yere doğru taşımaya başla­mıştır. Özellikle 2000'li yıllarda cep telefonlarının da erişim sağla­ması ve sosyal medya patlamasıyla kullanıcı sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.(51) Haber siteleri, bloglar, sosyal ağlar, etkinlik yayıncılığı, wikiler, sosyal etiketleme siteleri, video ve fotoğraf paylaşım site­leri, yorumlar gibi yaygın türlere sahip sosyal medya, kullanıcıla­rın kendi ürettiği İçeriği yayınladığı ve paylaştığı her türlü internet tabanlı platformun genel adıdır. Bilgi ve haber aktarımı niteliğin­den ötürü kitle iletişim aracıdır, yani medyaya dâhildir. Geleneksel medyadan en büyük farkı çok taraflı olması, karşılıklı bir iletişimin söz konusu olmasıdır. Bununla birlikte etkileşimselliği nedeniyle kullanıcıya dayanan üretimin sürekli güncellenme olanağı vardır. Medyaya göre en büyük avantajlarıysa hızlılık ve kullanışlılıktır. Kişilerin birbirleriyle, kurumların kişilerle doğrudan iletişim ku­rabildiği ve geri dönüş alabildiği bir platformdur.

Medya araçlarının sosyalleşmesi demek olduğu kadar toplu­mun da medyatikleşmesi anlamlarını barındıran sosyal medyanın son dönemde adından sıklıkla bahsedilme sebebiyse siyasal ve sos­yal olaylar üzerindeki tesiridir. Amerikan başkanlık seçimlerinde Obama'nın sosyal medyadan yoğun bir şekilde istifade etmesi, hü­kümetler tarafından gizlenmiş bir takım belgelerin Wikileaks ile duyurulması, çeşitli siyasal/tarihî sorunlar için imza kampanyaları düzenlenmesi, hakkında toplatma karan çıkan bir kitabın paylaşıl­masıyla beraber internet üzerinden on binlerce kişi tarafından erişil­mesi ve bazı Arap ülkelerinde çıkan iç karışıklıklarda sosyal medya üzerinden örgütlenme ve propaganda yapılması bu anlamda en çok öne çıkan örneklerdir.

Bu tür örnekler sosyal medyanın birey, toplumsal yapı, toplumsal ilişkiler ve toplumsal değişme üzerinde oldukça etkin bir araç olarak kullanılabileceğini ve kullanılmakta olduğunu göstermek açısından ilginçtir. Aynı zamanda bilgi toplumuna geçişle birlikte başladığı değerlendirilen bu dönüşüm ça­ğında toplumsal olanın ve sosyolojinin anlamı üstüne de bazı dik­kat çeken hususları göz önüne getirmektedir. İnternet kullanımın yaygınlaşmasına koşut olarak sermaye ve ticaretin daha hızlı kü­reselleşmesiyle birlikte yerel olanın değer kazanması, hegemonya­nın tasfiyesi konusunda umutlar üretmesiyle birlikte kitle-iktidar ilişkilerinde kitlelerin aleyhine bir gelişim göstermesi, toplumun bilgilenme sürecinde yarattığı yapısal değişimle birlikte geniş manipülasyon olanaklarına sahip olması, dünyanın postmodern sü­reçteki bu çok kutupluluğunda sosyal medya ve internetin kendi içinde çelişkiler de barındıran bazı sonuçlarıdır.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:186-192

Dipnotlar:

39 (a.g.e.: 206)

40 Postmodern etiketi kullanılsa da bu isimler bunu kabul etmemişler­dir.

41 Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu. Ankara: Anı Yay., s.202- 206.

42- Sarup, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A. Çev.) Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 198-199,

43- Şan, M. K. ve Hira, 1. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11,11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr

44- Sanıp, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A Çev») Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 237,

45- Lyotard, J. F. (2000). Postmodern Durum, Bilgi Üzerine Bir Rapor. (Çiğdem, A. Çev.) Ankara: Vadi Yay., s. 22.

46- Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Güzel, C. Yay. Haz.) İstanbul: Kır­mızı Yay., s. 152.

47- Şan, M. K. ve Hira, î. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11.11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr.

48 Arslan, D.A. (2004). Medyanın Birey, Toplum ve Kültür Üzerine Et­kileri, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 01.11.2011, http://www. ınsanbilimleri.com

49- Sarup, M. (1996). Poslyapısalcılık ve Postmodernizm. (Guçlü, A. Çev„) Ankara: Bilim ve Sanat Yay, s.236.

50-Baudrillard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon (5.Basım). (Adanır, O. Çev.), Ankara: Doğubatı Yay, s.53»

51 TÜİK'un 2011 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen “Hane Halkı Bi­lişim Teknolojileri Kullanım Araştırması” sonuçlarına göre, Türkiye genelinde hanelerin %42,9'u internet erişim imkânına sahiptir. Bu oran 2010 yılının aynı ayında % 41,6 idi. (http://www.tuik.gov.tr, 2011)
Devamını Oku »

İslamofobi Çokkültürlülüğün Neresine Düşer?

İslamofobi Çokkültürlülüğün Neresine Düşer?

Fakat aynı hassasiyet neden İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda gösterilmiyor? Avrupa’da yükselişe geçen İslamofobi bu tehlikeli gidişin somut tezahürlerinden biri. Ve sorun kültürel hassasiyet ve empati eksikliğinden ibaret değil. Daha derinlerde yaşanan bir kırılma ve çatışma var. Aslında Batı dünyası, İslam’ın tarih sahnesine çıktığı 7. yüzyıldan bu yana İslamiyette ve Müslü­man kültüründe kendisinde olmayan ne varsa onları görmek is­tedi. Siyasi ve ekonomik başarıdan maddi hazza, entrikadan mis­tisizme, iktidar arzusundan işret âlemlerine, erotizmden hareme, dinî fanatizmden “Asyatik despotizm”e Batı’nın hayal ve fantazi dünyasını gıdıklayan ne varsa hepsini “Doğu”da aradı. Ortaçağ Avrupa medeniyetinin İslam ve Doğu muhayyilesinde her şeyin hem en iyisi ve güzeli hem de en kötü ve sefil olanı yine Müs- Lüman dünyasında vardı. Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi'ndeki “Arz-ı Vasat” uzaklarda, yer altında, mitolojik bir âlemde değil, Avrupa’nın hemen yanı başında, güneydoğusunda duruyormuş meğer: Orada erdemli krallar, Hobbitler, şövalyeler, savaşçı cü celer, Gendalflar, Elfler de var; Sauron’lar, Saruman lar, Orklar. Gollüm’lar, Nasıllar, Balroglar ve daha nice canavarlar ve vahşi mahlukat da! Avrupa kimliğinin “kurucu ötekisi” olarak İslam ve Müslümanlar, Batı fantazmasının dışında müstakil, nesnel bir varlığa ve kimliğe hiçbir zaman sahip olamadı.

Edward Said 1978’de Oryantalizm'i yayımladığında bu basit ama temel gerçeğe ışık tutuyordu. Said’den bir yıl sonra Fransız edebiyat tarihçisi Alain Grosrichard Sultan 'in Divanı: Avrupa 'tıın Doğu Fantazileri (Fransızca orijinal başlığı Haremin Yapısı: Kla­sik Doğuda Asyatik Despotizm Kurgusu) kitabını yayımladı ve 17. ve 18. yüzyıl Avrupa'sının Osmanlı hakkındaki "Asya despotizmi” fantazileri üzerine çarpıcı bir çalışma ortaya koydu. Her iki çalış­manın da ortak noktası aynı: Avrupa düşüncesinde, edebiyatında ve tarih yazıcılığında karşımıza çıkan Doğu, İslam, Müslümanlar ve Osmanlı, tarihî ve sosyolojik bir gerçeklik olmaktan ziyade bir Avrupa fantazisidir.

Bu yüzden “fantazi” deyip geçmemek lazım. Zira fantaziler insanların düşünce dünyalarını, ahlak kodlarını, siyasi tutumla­rım -bilerek ya da bilmeyerek- tayin ederler. Bugün karşımıza îslamofobi olarak çıkan ve bildiğimiz kaba saba ırkçılıktan far­ta olmayan korku-nefret tutumunun arkasında derin fantastik kurgular yatıyor. Bernard Lewis gibi bir tarihçinin bile “30 yıl sonra Avrupa tanınmaz hale gelecek; Avrupa, ‘Eurobia’ olacak" kehaneti, sağcı-ırkçı gruplara bir göz kırpması olmanın yanı sıra, “Doğu fantazilerini tazeleyen bir işleve de sahip. Batı’nın mutlak bir ekonomik ve askerî üstünlüğe sahip olduğu bu yüz­yılda büe binleri hâlâ “İslam’ın kılıcı gelecek, Batı medeniyetini kesecek, insanlık bitecek” paranoyasına sarılmasının rasyonel bir temeli yok. Bu olsa olsa, Aristo’nun -Eflatun’dan mülhem- “fantazma” dediği, gerçek ile hayali, hakikat ile vehmi, mantık ile korkuyu birbirine karıştıran ve aklın prensipte idrak ettiği ama hislerin ve vehimlerin bulanıklaştırdığı bir “psikolojik kayma”yı ifade edebilir.

Bu sapmanın tipik örneklerinden birini bizim “ Almanyaların tecrübesinde görüyoruz. 1961 yılında Türkiye ile Almanya arasında imzalanan iş anlaşması gereği Almanya'ya giden Türk işçiler, ikinci Dünya Savaşı'nda yıkılan Alman ekonomisini yeniden inşa etme görevini üstlendiler. Almanya benzer bir anlaşmayı 1960’ta Ispanya ve Yunanistan, 1963'te Fas, 1964'te Portekiz, I965’te Tunus ve nihayet 1968'de Yugoslavya ile imzaladı. 1970 yılına gelindiğinde Almanya’daki “misafir işçi" sayısı birkaç milyona ulaşmıştı. Bu işçilerin adı sanı, kimliği yoktu. Onlar Gastarbeiter yani “misafir işçi" idiler. Almanya'ya misafir olarak gelecek, bir makine parçası gibi çalışıp Alman sanayisini ayağa kaldıracak ve sonra yine bir makine akşamı gibi bulunduğu yerden çıkartılıp ülkesine geri gönderilecekti. Fakat bu misafir işçiler bir zaman sonra diğer insanlar gibi bir isimlerinin, kimliklerinin, ailelerinin, kültürlerinin, dinlerinin, âdetlerinin olduğunu söylemeye ve bu çerçevede taleplerde bulunmaya başladılar. Tam da bu noktada isviçreli yazar Max Frisch’in dediği şey oldu: “Biz işçi çağırmıştık; bir de baktık ki insanlar gelmiş!"

Yabancı misafir işçilerin bir anda “insanlaşması"na hazırlıklı olmayan Alman siyasi düzeni, 1960'tan bu yana pek çok yol ve yöntem denedi. Entegrasyon adı altında dayatılan asimilasyon politikaları sonuç vermedi; tersine tepkilere yol açtı ve daha fazla yabancılaşma ve kopuş getirdi. Helmut Kohl'den bu yana pek çok siyasi, suçu Almanya'da yaşayan Türklerin ve diğer göçmenlerin üzerine atarak sorunu çözeceği zehabına kapıldı. Neticede konu döndü dolaştı ve “çokkültürlülük Avrupa'da ölüyor" söylemine dayandı. Buna göre eğer Avrupa'daki sağ-muhafazakâr iktidarlar bundan sonra göçmen ve azınlık karşıtı politikalar izlerlerse bu­nun sorumlusu o devletler ve iktidarlar değil, asimile olmayı red­deden bu göçmen topluluklar olacak! Dahası asimile olmayan, fakirleşen, gettolaşan, alt-kültür grubu haline gelen bu topluluk­lar giderek Alman toplumunun “saf ve pür" kültürel kimliğine, milli bilincine ve toplum düzenine karşı bir tehdit olarak kurgulanmaya başlanacak. Her tür toplumsal marazı ve ekonomik krizi bir avuç azınlık topluluğuna yıkmaya çalışan ulusalcı paranoya -ister Almanya’da, ister Fransa’da isterse de Türkiye’de olsun- fantastik korkular üzerinden siyaset yapmaya çalışanların eline maalesef büyük kozlar veriyor.

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Müslümanların Medeniyet İthali

Kavramların gelişimiyle modernitenin ya da Batı düşüncesinin gelişimi ve metodolojisi arasında sıkı bir ilişki vardır. Tüm medeniyetlerde olduğu gibi Ba­tı medeniyeti de kendi ürettiği değerleri, alet edevatı, ahlakı yani kültür ve me­deni değerleri mutlak, değişmez, reddedilmez görür. Buna uymak ya da karşı­sında durmak, kesin bir düşmanlık belirtisidir.

Müslümanların Medeniyet İthali

Erken dönem İslâmcılarının bu gerçeği kavrayıp kavramadıklarına bakılmak­sızın, en kısa sürede Batı medeniyeti değerlerini bir şekilde ele geçirme çabası sadece “kurtuluş’'’ ya da “zorakilik” ile ilgili olmasa gerek. Çünkü kültür değer­lerini almak için yola çıkan îslâmcılar, Müslümanlar Batının medeni değerlerini reddederek yola çıkmalarına rağmen onları dönüştürüp kullanmaları, çok da sağ­lam bir fikri yapıya sahip olmadıklarını gösterir. Zira Müslümanların, ulemanın ve fikir adamlarının karşısında durdukları, defaatle dile getirdikleri husus, Batı­nın medeni değerleridir. Bu konuda bilgisiz, akletmeyen, görgü eksikliği ve mu­hakeme noksanlığı içinde bulundukları iddia edilemez, zira en büyük eksiklik di­rayetsizlik ve iradesizlikte gibi görülüyor.

İsmet Özel’in tabiriyle çağa. Batı medeniyetine karşı yabancılaşamamakta problem var: “Müslüman, çağına rağmen belli bir görevi yüklenmiştir diyoruz. Yani içinde bulunduğu durumu veri olarak kabul edip şartların elverdiği bir ha­reket yürütmeye değil, kendi düsturlarını esas alıp çağın şartlarını bu düsturlar doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye memur. İşte bu özellik, onu, çağının esiri olmaktan alıkoyup çağın sırtını yere çalma mevkiine getiriyor. Zaman za­man Müslümanlara yöneltilen ’çağdışı’ kalma suçlaması eğer Müslümanların ça­ğın çirkefı dışında kaldıklarını vurguluyorsa büyük iltifat. Keşke bu iltifata lâyık olabilsek. Ama hayır, Müslümanlara çağdışı olduklarını ileri sürenler, onların ça­ğın düşünce seviyesinin gerisinde veya altında olduğunu işaret etmek istemekte, bir çeşit gelişmemişlik damgası vurmak istemektedirler.

(...) Çağa yabancı olma, çağdan bihaber olma anlamına gelmez. Tam tersine çağ hakikate yabancı kaldığı için hakikat adına yola çıkanlar, çağın bir unsuru ol­mayı reddederler ve çağa onun tanımadığı doğrulan getirirler. Bu getirme çaba­sı (tebliğ) ancak çağın üstünde vasıflara sahip insanlar tarafından gerçekleştirile­bilir. Bu insanlar çağlarına, çağlarının akıl düzenine, iktisadı ve toplumsal işle­yişine yabancı kalmayı seçmişlerdir. Daha doğru bir deyimle ‘yabancılaştırılmış- htrdtr.’ Elbette aykırılık hemen dikkatinizi çekti. Çünkü yabancılaşma denilince gerek Batı düşüncesi içinde gerekse Türkiye’de İslâm yazarlarının bazılarının anlayışında istenmeyen bir vakıa dile getirilmek istenir. Oysa ben, müslümanın yabancılaşmasını adeta özler gibiyim.” (Özel, 1996, 78 - 79)

 

Müslümana Has Gurur, Üstünlük ve Psikolojik Hazırlık İhtiyacı

Batı karşısında İslâm medeniyetinin konumu üzerinde temeli olan, farklı di­siplinleri işe katacak, siyasal, askeri ve felsefi unsurları da işin içine katacak çok farklı düşünme biçimleri geliştirmek gerekir.

İslâm düşüncesini Batı üzerinden okumak zaten kendi başına bir sorundur. Çünkü Batının modernité sonrasındaki en iyi yaptığı işlerin başında kavramlar üzerinden yeni bir dil kurmak ve İslâm ülkelerini bu dilin çevresinde ele alabil­mek gelir. Dolayısıyla İslâm düşüncesini Batı üzerinden okumak yerine İslâm’ın kendi ontolojik konumunu gerçekleştirme yöneliminde bulunup Batının kavram­larının neye tekabül ettiğini kestirmek, tespit edip ortadan kaldırmak esastır. Bu tutumun karşılığı doğrudan geleneğe dönmek olmasa gerekir. Batı’yı İslâm üze­rinden okumanın imkânlarının belirlenmesi acil ihtiyaçlardan biridir. Bunun içinde herhalde en başta bir özgüven, gurur, üst perdeden bakış, psikolojik hazır bulunuştuk gerekir.

Müslümanların bir kere “üstünlük” fikrini ellerine ve zihinlerine tekrar yer­leştirmeleri işin başlangıcı olacak gibi görünüyor.

Batının üstünlük görüntüsünün altında kendini üstün olarak dizayn etmesi vardır. Müslümanların kendilerine itikaden bahşedilen üstünlüğü küçümsemesi, inançlarının Batıdan üstün olduğunu bilerek harekete geçmesi gerekir.

Zamanın ruhu İslâm inancının Batı ve diğer inanç odaklarıyla “eşit”, “aynı düzeyde”, “inançlardan bir inanç” olduğu kanaatinin hâkim olduğu üstünlük - al­çaklık dikotomisinden ziyade yatay bir hiyerarşiyle “yan yana” olduğu görüşünü savunur. Müslümanların İslâm’ın diğer dinlerden “farklı”, “ortak değeri” olma- yan, “üstün” nitelikte olduğunu öncelikle kendilerine sonra topluma kabul ettir­mesi gerekir.

İnancımız başka dinlerin inancından ve tabi ki Batı’nınkinden üstündür.

Hiçbir ortak değer barındırmaz ve onlarla bir araya gelme ihtimali olmayacak kadar farklıdır.) Bu küresel medeniyetin bilhassa 2000’h yıllardan sonra dünya sisteminin Batı’nın geliştirdiği yeni düşünme biçiminin etkisiyle gelişmiş ve yaygınlaşmış bir anlayış olarak ıslâm ile Batı’nın inanç temellerini eşitlerken esasında üstün Batı imajını oluşturduğu için İslâm’ı küçük düşürür.

Öteki Bir Arada Yaşama, Çokkültürlülük, Hoşgörü Kıskacında İslâm

Kültürel medeniyetin ya da zamanın ruhunun Batı dünyası adına İslâm medeniyetiyle giriştiği ilişki biçimi içinde temel bir fikri propagandası var. Bu, Müslümanların dünyayı terörize ettiği imajı gibi çok sivri ve keskin olmasa da çok daha etkili sonuçlar doğuracaktır. Çünkü küresel medeniyet, Müslümanların ki­şilik yapılan, karakterine yönelik bir düşünce geliştirerek, İslâmın ve dolayısıy­la Müslümanların üstünlükleri algısını gözden düşürme, normalleştirme ve alela- deleştirmektedir.

Öteki, bir arada yaşama, çoğulculuk, kültürellik, uyum gibi kavramların eşli­ğinde, İslâm ile diğer dinlerin hatta ideolojilerin, Müslüman ile “başkalarının denk olduğunun felsefi temellerini kurmaktadır.

Bugün Batı ile İslâm medeniyeti çeşitli cephelerde karşılaşır. Askeri operas­yonlar vasıtasıyla özellikle Arap Baharı ve soğuk savaş diktatörlüklerinin kaldı- nİması başlığı altında Batı’yı terörize eden bazı İslâmcı grupların yok edilmesi kapsamında İslâm ile Batı karşı karşıya gelirken burada Müslümanların bir taraf olup olmadığına bakmak gerekir. Müslümanların taraftan yoktur. Ne terörist Müslümanları desteklerler ne de Batıyı. Batının bunu bir strateji çerçevesinde yaptığının bilinci içinde Müslümanlar, gizli bir kalbî destekle Batı’nın muvaffa­kiyetini ister. Siyasal, ekonomik, kültürel karşı gelişlerin hepsinde belirli bir ça­tışma hali yine de kendiliğinden doğar ama fikri düzeyde bu görülmez. Çünkü bir arada yaşama, ötekiye hoşgörü, çok kültürlü ve çok inançlılık gibi barışa, hu­zura dayalı temaların etkisi askeri ve siyasi güçlerden fazladır.

Zamanın ruhu, yaygınlığını kavramlarındaki güce, onların propaganda edil­mesine, matbuata ve iletişime borçludur. O yüzden İslâm ile Batı arasındaki te­mel çatışma düzeyi bir tek bu kavramlarda azalmış görünür.

Hoşgörü, tolerans, birlikte yaşama ve ötekileştirme gibi kavramlar bugün Ba­tı ile İslâm medeniyeti arasındaki ilişki düzeyini belirlemektedir.

Küresel medeniyetin merkezi konumundaki Batı’nın iktisadi egemenlik da- vasından öte belirlediği kutsal değeri bulunmuyor. Bu yüzden iktisaden neo libe­ral politikaları yürütecek olduktan sonra sisteme karşı gelebilecek “değerler bu­lunmaz. İktisadi hedefler kendilerine bir kültür ve yaşama birimleri de belirler.

Küresel Medeniyet ve Soğuk Çatılmalar

Küresel medeniyet artık çatılmaları, kavgaları, ötekileştirmeleri, fiiliyat üze­rinden geliştirmez, aleni yapmaz. Soğuk savaş döneminde sıcak temaslar yaşa­nırdı, Küresel medeniyette soğuk temaslar, soğuk ötekileştirmeler, bir arada ya­şama tezleri karşılığında tahakküm ideolojileri geliştirir. Küresel medeniyet ta­hakkümü sürek üleştirir, sessiz ama derinden, çoğulculuk ve hoşgörü temaları eliyle yürütür.

Kimse kimsenin hayat alanına müdahil değildir ama sistem, belirlenmiş stan­dartların dışına çıkanları cezalandırır.

Merkez ve çevre ülkelerden söz edilemez. Küresel medeniyetin bir merkezi var; ama çevre ülkeler yoktur. Herkesin medeniyetin gelişmesi, yükselmesi ve devam etmesinde katkısı bulunur, Bu katkı ya tüketerek, ya üreterek ya da örnek olarak sağlanır. Hammadde kaynaklarından, sanayi üretimine, tüketim ürünlerin­den hizmet sektörünün her türüne kadar gelişmiş ya da geri kalmış ülkeler aynı hedef peşinedir. Gelişmiş ülkeler yani Küresel medeniyet için ayrıcalıklı devletler yalnızca tarihi değerleri, medeniyetin ortaya çıkışma vesile oldukları için kıymetli, saygıdeğerdir. Küresel medeniyetin işleyişine en uzak ve en az katkıyı veren klasik gelişmiş ülkeler hantallıkları, yaşlı nüfusları, gelecek perspektifleri­ni kaybetmeleri yüzünden küresel medeniyetin amaçlarını anlamamışlardır.

Çalışamazlar, çalıştıramazlar, kaygılan yoktur ve ideolojileri kapsayıcı değil­dir. Geri kalmış ülkeler, geçmişte çevrede yer alan devletler artık modernliği dö­nüştürecek alt yapıya kavuşmaya başlamışlardır.

Burada esas olan iktisadi zenginliğe kavuşmak, her ne surette olursa olsun, çok uluslu şirketlerden bir ya da birkaçının “dikkatini çekmek”, en az bir ya da birkaç sektörünün “üssü” haline gelmektir. Zamanın icapları böyle belirlenmiştir.

Çevre ülkeler normalde geçmişte yaptıkları için merkeze kin duymaları gere­kir. Ancak kin, garez, buğz ve düşmanlık küresel medeniyetin kitabında yazmaz. Zaten alınacak bir intikam varsa bu paraya sahip olmak, iktisadı yönlendirmek, refah sahibi olmak ve zenginleşmekle olacaktır. Büyük finans merkezleri kurmak ya da onların büyük kanadını kendi ülkelerinde çalıştırır hale gelmekle çevre ül­keler merkezden öcünü alır. Ötekileştirme, bir arada yaşama ya da hoşgörü gibi temaların kullanımı, bunları çokkültürlülük politikaları içinde değerlendirip erit­mek, öç duygusunu kamçılar. Gerçi küresel medeniyet eski çevre ülkeleri moti­ve ederken bu tür değerleri kullanır.

Gözdeler, Yeni İktisadi Modeller ve Yeni İdeolojiler

“Gözdeler” yani çevre ülkeler, yeni tüketim üsleri, hizmet alanları ve “sanal para” transferlerinin aracısı oldukça, hınçlarını bir şekilde bu yolla kapitalizmi yine yanlış okuyarak aldıkça Küresel medeniyetin devamı, sıhhatli bir işleyişi sü­recektir. Çevredekiler, İslâm ülkeleri ve Afrika’daki potansiyeli güçlü fakat siya­sal yaşamları zayıf devletler medeniyetin bu yeni mekanizmasına önemli katkı­lar sunmayı kendilerinin selameti için görev bildikten sonra Küresel medeniyet zayıflamayacaktır. Bir arada yaşama teması burada temel belirleyendir. Ötekileş- tirmeme yargısı da... Fakat mühim olan her iki anlayışın da esasında “yeni göz­delerim aleyhine işlediğini fark edebilmektir.

Ulusal kimliklerin aşınması, millet bütünlüğünün bozulması, geleneksel idare biçimlerinin zarflaması Küresel medeniyetin çokkültürlülük başlığı altında Küre­sel medeniyet için üretilen yeni ideolojinin önemli unsurlarındandır. Ulus devlet yapılanması içindeki etnik yapılanmaların çek kültürlülük ile kendi bilinçlenmele­rini kazanması ve iddia olarak ortaya çıkmaları gelecekte bu “yeni gözdelerin za­rarına olacaktır. Etnik unsurların çokkültürlülük ile edinmek istedikleri ile ulus devletlerin amaçları kesinkes birbirine terstir ama Küresel medeniyet öteki, bir ara­da yaşama ve hoşgörü ilkeleri ile bu ikisi arasındaki uyuşmayı temin etmeye çalı­şır. Hâlbuki Küresel medeniyet ne derece çokkültürlülük ile kendi kimliğini ve da­ha sonra da milli devletini kurmuş unsur varsa o derece geleceğini sağlama alabililir. Çünkü etnik unsurlar kültürlerini yaşama teması ile aslında kendi devletlerini kurma amacını taşırlar: “Çoğu azınlık dini ve etno-kültürel grupların üyelerinin iki­li bir arzulan vardır: sadece kültürlerinin tanınması ve statüsü ile ilgili değildirler; gelire, refaha, kariyerlere ve olanaklara da erişmek isterler. İkinci arzu onların or­tak kamusal kurumlara katılmalarını gerektirir, fakat birinci arzularının bir sonucu olarak bunun için asimilasyon bedelini ödemek istemiyorlar.” (Tok, 2003,292)

Ulus devletlerin kendi içlerinde belirgin bir yönelim olarak ötekileştirme, bir arada yaşama ve hoşgörü temaları başka ülkelerle, Batı ile ve başka dinlerle de etkisini gösterir. Türkiye gibi bir ülkede bir arada yaşama teorileri, hoşgörü ve ötekileştirmeden kaynaşmaya giden yol bir takım tarihi rollerden vazgeçmeye neden olur. Çünkü imparatorluk mirasından gelen Türkiye’nin bünyesindeki et­nik yapılanma, dini ve mezhep çeşitliliği, çokkültürlülüğe dayalı tüm temellendirmeler son yıllarda, Küresel medeniyetin bilhassa 11 Eylül deneyiminden son­ra arttı. 11 Eylül sonrasında dünyanın farklı bir yönetim modeli benimsemesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaya başladı. Dünya üzerinde kapalı kalan, kimliği­ni saf biçimde muhafaza eden ve iletişim/ulaşım yollarını asgari olarak kullanıp, bireylerini kendi cemaat yapılan içinde tutan bir toplum, devlet, millet kalma­mıştır. Küresel medeniyet iktisadi açılımını refahı olmasa bile üretimi, tüketimi, temel malzemeleri her milletin eşit olmasa da yararlanabileceği bir konuma ge­tirmesiyle ulus devletlerin kendini gösterme imkânını artırdı.

İktisadi düzen çok kültürlülük gibi çok milletlilik temeline kayınca ister iste­mez üretilen ortak mal gibi ortak kültürden de herkesin yararlanması, ona katkı sunması gereği doğdu. Ortak kültür milletlerin, ulusların ve devletlerin kendi kimlik renklerinin silinmesine neden oldu. Çünkü “insanlık” ortak havuzuna gi­rebilmek için “ortak kültür”den beslenmek gerek idi. Çevre ülkelerin birçoğun­da olduğu gibi Türkiye’de de bu yankı buldu ve Küresel medeniyetin yeni ikti­sadi düzenine girmede tereddüt gösterilmedi. Burada sorun kendiliğinden çıktı. Acaba Türkiye gibi kendine özgü kültürü, dini inancı ve iddiası olan bir devlet bu ortak kültürü belki çok iyi besleyebilir ama oradan ne derece beslenecektir?

…..Batının Islâm medeniyetiyle, Müslümanlarla bir arada bulunma tahammülü neredeyse yok denecek kadardır.

Yeni Papa Franciscus’un göreve geldikten sonra yaptığı ilk icraatlardan biri, Türklerin, Müslümanların Batı karşısındaki ilerlemesine cevap niteliğindedir. Fatih’in İtalya’yı dolayısıyla Roma’yı ele geçirme seferi çerçevesinde Otranto Kalesi’ni ele geçirilmiş fakat imparatorun ölümü üzerine kaleyi terk etmek zo­runda kalınmıştır. Kalenin alınması esnasında 800 adet Hristiyan dinlerinden dö­nüp Müslüman olmadıkları için -güya- Osmanlılar tarafından öldürülmüştür.

Papa Franciscus’un ilk yaptığı icraat bu 800 kişiyi aziz ilan etmek olmuştur. Bu gelişme Batının bilinçaltını ve gerçek niyetini gösterir niteliktedir.

Buna göre Batı Türklerin yani Müslümanların ilerlemesini, Avrupa’daki var­lığını, büyümesini istemediklerini, dinlerine yani değerlerine zarar verecek her türlü gelişmeyi reddedeceklerini açıkça ilan etmişlerdi. İkinci olarak Küresel medeniyetin belirlediği bir arada yaşama ve ötekileştirmeme tezlerinin esasında siyasal bir manevra olduğu da bu gelişme göstermiştir. Batı ile Islâm medeniyeti, Müslümanlar hiçbir şart altında bir arada bulunamazlar, en azından Kili­se bu kanaatini kendi bakış açısından ilan etmiştir.

 İslâm ile Batı arasındaki anlaşmazlık, siyasal olarak tarafların kavgaları iyice kökleşmiştir. Haçlı Seferleri sonrası gelişmeler, Kosova, Mohaç, Varna Savaşları Batının Müslümanlarla bir arada yaşama ihtimalini sona erdirmıştir, Modernite ile birlikte Avrupa iyice kendi üstünlüğünü artırdıkça Müslümanlar hep talep eden taraf olmuş, savunma konumuna geçmiş, hoşgörü bekleyen taraf haline gelmiştir.

Bir arada yaşama teorileri Müslümanların yenilgi durumlarında belirmiştir.

İngiliz ya da Fransız etkisi, onlara yaslanma bir bakımdan ötekileştirmenin sona erip, üstünlüğün kabulüne dayalıdır. Böyle olduğu için de zaman zaman Batılı dev­letler hoşgörülerini imparatorluktan esirgememişlerdir. Bunda siyasal kamplaşma­ların etkisi tektir. Medeniyetler birden, aniden, kalp krizi geçirir gibi ölmezler. Ön­celikle uyum ve entegrasyonun yollarım ararlar. Endülüs için böyle bir deneyimden bahsetmek gerekir. Hoşgörü talebi, bir arada yaşama ve bu yöndeki iyi niyet göster­geleri devletlerin uzun ömürleri için her zaman etkili olmaz. Olmadıkları görül­müştür de. imparatorluğun dağılması, Müslümanların da dağılması manasına gel­mez. Nilüfer Göle gibi birçok ismin Avrupa ile İslâm’ın aynı medeniyet değerleri­ne sahip oldukları ve dolayısıyla köken bakımdan ortaklaşa bir anlayışı paylaştıkla­rı yaklaşımı (Göle, 2010, 15) potansiyeli hala devam eden İslâm’ın, Türk anlayışı­nın! ve Müslümanların “altın vuruş” ile sonlandırılma projesinin bir versiyonudur.

Yeni Bir Sömürgeleştirme Yöntemi

Avrupa sorunun sahibidir: birlikte nasıl yaşanır? Avrupa’ya bu soruyu sordurtan kıta Avrupasında günden güne etkisi sayıca artan Müslüman varlığını asimileye kadar varacak bir dönüşüme icbar etme kaygısıdır.

Sadece onların değil genel itibarla Küresel medeniyetin tüm unsurlarının tek tek ülkelerdeki kültürel birlikteliklerin ve dini etnik grupların kaynaşması, birbir­lerinin içine girip, işine karışır duruma gelmesi, öteki kavramının ortadan kalka­rak herkesin birbirinin zorunlu sebebi olması zamanın ruhunun ya da bugünün dünyasının temel felsefesidir.

Farklılıkları kabul etmek, Avrupa ya da Batı için sözkonusu olmaz. Asıl olan farklılıkları dönüştürmektir. Kısmen de güçlü ulus devlet yapılarını hırpalamak­tır. Çokkültürlü toplumlardaki blokların çözülmesi, onların kimlik inşasına sü­rüklenmesi farklılıkların tanınması ve ötekileştirmenin kalkmasıyla ilgilidir. Ba­kara ve kısmen Avrupa’nın üzerinde durduğu bundan ibarettir.

Ötekiyi içine almak aynı zamanda onu eritmek demektir. Yine burada bir güçlü yapı vardır, üstün bir unsur etkili etnik ya da dini oluşumları bünyesine alır ve onları kendi kimliğini nakşederek dönüştürür. Bir arada yaşama ya da farklı­lıkları kabul etme postmodern çok kültürlülük ve özneleştirmeden ziyade nesne-leştirme hareketidir. Eritme,asimile  etme, entegre etme ve ya en önemlisi onun kimlik değerlerini dönüştürmedir.Burada karşılılık ilkesi geçerli değildir. Zira bir güçlü bir de zayıf yapılar varsa,baskın olan            iktidarı elinde bulunduran genellikle küçük olana hikmettiğine kendi rengini verir……….

Osmanlı Bir Arada Yaşama Örneğidir Ama Ötekileştirir

Osmanlı İmparatorluğu bir arada yaşama deneyiminin mükemmel örneklerinden biridir.

Osmanlı tarihinde inançtan için ceza almış, öldürülmüş ya da sürülmüş bir kimseye rastlanmaz. Etnik kimliği nedeniyle itilip kakılan ve insan onurunu zedeleyen bir tutuma da rastlanmaz. İmparatorluğun bünyesinde, insanlara, devlete maraza çıkarmayan her unsur kendi inançtan ölçüsünde yaşama hakkına sahip olmuştur.

Hoşgörü had safhadadır. Ama ötekileştirilme vardır.

Çünkü “başkaları” başka dinlerdendir, başka etnik unsurlardandır ya da başka siyasal hareketlerdendir. Devletin işleyişine tehlike arzetmedikleri sürece toleransı hak ederler. Bir arada yaşamanın koşulu, genel kurallarını Osmanlı devlet adamının, Islâm hukukunun ve örfün koyduğu yasaların uygulanmasıdır. Onlar üstün tarafı gösterir. Bir arada yaşama o kaidelere itiraz etmemekten geçer. Kimse imparatorluk sınırlan içinde dilediği gibi yaşayamaz, dilediği gibi giyinemez, dilediği gibi davranıp siyasal hareketler geliştiremez. Hatta herkes kendi dinlerinin emirlerine uymakla yükümlüdür.

Küresel Medeniyette de benzer bir hiyerarşik yapı vardır. Kimse üstün otoriteden bağımsız bir iktisadi düzene teşebbüs dahi edemez. Tüketim, popüler kültür küresel medeniyetin ürettiği hayat algısı ve gündelik hayat ritüelleri takip edilmek zorundadır. Teknolojinin icbar ettirdiği her türlü zaman algısı küresel medeniyetin üstünlüğünü gösterir. Herkes farklı inanç, kültür, etnik yapıda olma-sına rağmen bu toplum içinde yaşayabilir, ibadetlerini yerine getirir ama beğenmediklerini düzeltme konusunda fikir serdedemez, hareket geçemez; sistem çok kısa sürede onu bünyeden kovar ya da yola getirir.

Bir kadrosu, merkezi olmayan Küresel medeniyetin bu genel kaideleri kolluk kuvvetlerinin, siyasal iradenin ve bürokratik mekanizmaların işleyişiyle yürütülür. Kimse Küresel medeniyet adına jandarmalık yaptığını söylemez, söyleyemez, bunu kabul dahi etmez ama nizamnamelere uyma, toplumun selametini gütme gibi “beylik” ibareler kapılarını zaten bu medeniyete açmıştır.

Zayıf rejimlerin hoşgörülü olmaları, barış içinde yaşam deneyimi kazanmaları ve ötekileştirme konusunda daha çekinik durmaları yine baskın medeniyet ile ilgilidir. Çünkü zayıf devlet yapılarında, etnik ve dini çeşitliliğin çok olduğu ülkelerde hoşgörü, bir arada yaşama pratiği her zaman otorite sahibinin elinde olmaz. Dış etkiler ve Küresel medeniyetin bilhassa uluslar arası şirketler ve örgütler tarafından kontrol altında tutulması hoşgörünün yükselmesini sağlar. Hoşgörüdeki ilerilik, iktisadi siyasi bağımsızlığın değil bilakis düşüklüğün, zayıflığın ve acizliğin işaretidir………

Çokkültürlülük İdeolojisi

Çokkültürlülük kavramı modemden de öte postmoderndir.

Modernite çok kültürlülük gibi farklılıkları esas olan, ayrışmaları gerektirecek oluşumları kabul etmez. Ulus - devlet örgütlenmesi her ne kadar imparatorluk yapılanmalarını ortadan kaldırdıysa da milliyetçilik ile çok kültürlülük aynı değildir. Milliyetçilikteki siyasal hareketlenme çok kültürlülükteki daha kültürel boyuttan farklıdır. Ancak çokkültürlülük yine modem değil postmoderndir. Etnik yapılanmaların kendilerine aitliklerini öne çıkaran çok kültürlülük kavramı, her zaman  belirgin bir toprak parçası, siyasi kimlik ve hiyerarşik büzdük içermez. Öyle ki kültürün çokluğu ile etnisitenin çokluğu arasında ilişki çok yakın olmayabilir.

Osmanlı’da karşımıza çıkan millet yapısıyla çok kültürlülük benzeşmez. Millet kavramında esası oluşturan dolayısıyla hoşgörüye mazhar kılan belirli din altında, ona tabi olan insanların oluşturduğu bütünlüktür.

Oysaki çok kültürlülükte aslolan din değildir. Din tek başına bir kimlik belirleyicisi olamaz. Arnavutların ya da Arapların imparatorluktan ayrılmalarının izahı başka türlü yapılamaz çünkü.

Kültürü oluşturan unsurların çokluğu ile çokkültürlülük bu bakımdan özdeştir.

O kadar çok coğrafi birim ve dil ayrılığı bulunabilir ki aynı etnik yapıların içinde bile çok kültürlülük üretilebilir. Bu yüzden siyasi oluşuma gidebilecek kadar iddialı olan çok kültürlülük Osmanlı’da ya da bu toprakların kimliğinde oluşmamıştır. Başlıca Ermeni milleti, İslâm milleti, Ortodoks milleti ve Yahudi milleti hoşgörüyü de gerektiren bir ayrışmadır ama bir çokkültürlülük projesi değildir.

Çokkültürlülük postmodern bir hareket olarak en çok farklılıkların tanınması ilkesini getirir. (Yanık, 2013, 73)

Farklılıklar geleneksel toplumlarda, Orta çağ toplumlarında, Osmanlı Devleti ’nde hayli yaygın ve etkilidir. Farklılıkları tanıma buradaki gibi siyasi olarak bir varlığa, bünyeye kavuşma manasında değil, kendi kültürel ve inanç boyutlarını yaşama manasında ele alınmış ve kabul edilmiştir.

Ancak postmodernin tanımladığı çokkültürlülük vasfı bu kültürlerin belirli bir yaşam biçimini kabul etmenin ötesine geçerek, siyasal iradeden pay alma, iktidara ortak olma, karar verici konuma çıkma manasına ulaşmıştır. Bu yüzden Küresel medeniyet bir yandan ulus devletlerin varlık şartlarını kabul ederken öbür taraftan onların güçlenmesi, sağlam bir iktisadi ve siyasi erki oluşturmasının önüne geçmek için çokültürlülüğü desteklemiştir. Zira çokkültürlülük taraftarları zinde kuvvet ve kendini gösterme azmi içinde oldukları için Küresel Medeniyet için taze güç demektir. Kültürün çeşitliliğinden çok çokkültürlülük ile yepyeni bir düşünce ye zihin platformuna girmiş, beklenti içindeki insanların varlığı, ulus devletin baskısından kurtulup kendileri bir baskı gücü olmayı hedefleyen kültür grupları, farklılıkların tanınması ilkesi gereğince rahatlıkla Küresel medeniyetin alanına dâhil olabilirler. Çok kültürlülük tezini savunan gruplar içindekiler bile kimlik sorunuyla karşı karşıya kalırlar. Çünkü Küresel medeniyetin dikkatini içine doğdukları kültür sayesinde kazanmışlardır ama ben iddiası gütmeleri, özne haline gelebilmeleri için mutlaka Küresel medeniyetin kimliğine bürünmeleri gerekir. Bu açıdan “kim” so¬rusuna, çokkültürlülük mensupları cevap veremezler. (Taylor, 2010, 54)

Kimlik en nihayetinde “kim”den neş’et eder ve kim olduğunun cevabım bulamayan bir grupla karşı karşıya kalınır. Kimlik, bireylere kim olduklarım vermez tam tersi kim olmadıklarını gösterebilir. Çünkü içinde bulundukları kültürlerin ürettiği kimlikleri ile Ulus - devletin tanımladığı kimlikler ve en son Küre¬sel medeniyetin yüklediği kimlik öğeleri çatışacaktır.

İslâm Ötekileştirir!

Küresel medeniyetin etkisi,rol dağıtımı dağ, müdahalesi önceki iktidar güçlerinden farklıdır.İslam ile Batı ve tüm  ideolojiler kendi dışındakileri ötekileştirir.Islâm’a göre Müslüman olmayanların hepsi ötekidir.

Başka dinler ve ideolojiler içinde böyledir. İslâm ötekileştirse bile kendi inancını yaşamada hatta kültürünü üretmede müdahil değilken Batı buna müdahil olabilir. Bu açıdan İslâm bir arada yaşama teorisi ve deneyimi gerçekleştirebilir ancak Batı bunu sağlamaz zira o müdahalecidir. Sık sık ötekinin alanına girer, inançlarım yoklar, değiştirmesini ister, baskı uygular ve dönüştürmek ister. İslâm bu açıdan müstesna bir deneyimdir.

İslâm medeniyeti ötekileştirdiği kimselerin, erki elinde tutana uymasını istemez. Yani bunu kendisi de kabul etmez. Batı’ınn din algısında, öteki düşüncesinde özerklik yoktur olamaz. Aynı coğrafyayı yaşayan insanların bir ve beraber olması gerekir, inançlarını çoğunluğa göre uydurması elzemdir. Can ve mal güvenliği bakımından İslâm’ın herhangi bir kompleksi bulunmamasına rağmen Batı, bunu garanti etmez. Özellikle iktisadi bakımdan yoğunluğu bulunan, zenginleşmiş ötekilerin, kimliklerin kendi kültürlerini yaşayarak saf halde kalmasını, büyümesini ve güçlenmesini istemez. Onlara müdahalesini yapar, en azından mallarının emniyetini korumaz.

Ötekilik kavramı bilindiğinin aksine her zaman iyi veya kötü kelimeleriyle izah edilemez. O bir fenomendir ve iktidarın ötekilerle ilgili tasarrufuna göre değişebilir. Ötekine olan bakış iktidar için önemlidir ve aslolan da bu araçsalcı bakışın sonuçlandır. Öteki ve bir arada yaşama kavranılan ile Küresel medeniyet arasında bir itme-çekme denklemi vardır.

İtme - Çekme Denklemi

Ötekilik Küresel medeniyet gibi otoritelerin arasında itilerek çekme metodunun bir unsurudur. Yani Küresel medeniyet öteki ile kültürleri, dinleri, çeşitli grupları iter yani ötekileştirir. Fakat aynı zamanda onların kendi meşruiyetlerini oluşturabilmeleri için kendilerine bir imkân verir. Gerçekten Küresel medeniyetin iteklemesi, ötekileştirmesi ve bunun mücadele halini alması, ötekileştirilenler için menfi sonuçlar doğurur. En ağır işkenceler, yıldırmalar ve ölümler ötekileştirilenler üzerinde uygulanabilir. Bu yüzden ötekileşen kültürler, etnisiteler ve dini gruplar kendilerini göstermek, Küresel medeniyet karşısında “temize çıkmak” için çabalamaya başlar. Ötekilik bu bakımdan bir arada yaşamanın bir gereğidir fakat zamanla bu aşınmaya başlar. Zira öteki likten bir arada yaşamaya zorlanan kültürler kendi geçmişleri hak-kında fikir sahibi olmaya başlarlar. Kendi kimliklerini inşa etmekle medeniyetin bahşettiği” kimlik arasındaki aşınma ötekiliğin düzeyini belirler.

İtme-çekme karşıtlığı içinde ötekilik, kültürlerin Küresel medeniyete intibaıda tek belirleyici olur.

Ötekilik ile bir arada yaşama, ezerek yüceltmedir. Küresel medeniyet hakaret ederek Över.

Küfrederek yükseltir.

Bu yüzden ötekilik hiçbir zaman kendilik olamaz.

Kendisi olmaya kalkanın sonu ötekileştirmek olur.

Övgüyle de müstesna konuma yerleştirilerek de ötekileştitirilir. Mükemmellik pa-yesi altında yalıtılmak ve hareket alanının kısıtlanmasıdır. Kategorilere ayrılarak bö-lünen kimliklerin kendilerine gelme ihtimalleri yoktur, ötekileştirmede etkili olan yöntemlerden biri de bu kompartımanlara ayırma yöntemidir. Birlikte yaşama aslın-da bir olan bütünlüğün suni olarak ayrıştırıldıktan sonra tekrar haklarını iade etme-nin adıdır. Önce çoğullaştırarak, bölünen kimlikler, teker teker birbirinin ötekisi olduğu için sonradan ötekileştirmenin ortadan kaldırılması adına, bir arada yaşamaya zorlanır. Tabi bunların hepsinin çimentosunu “hoşgörü” kavramı oluşturur.

Batı ötekileştirerek düşünür. Çünkü zihninde hep bir köleleştirme vardır, öte- kileştirme aslında köleleştirmedir, Batı için. İslâm için ötekileştirme inanç bakı-mından başkasıyla kendisi arasındaki sınırı belirlemedir, ötekileştirilen, İslâm medeniyetinde dışlanmaz, horlanmaz, fiziki darbelere maruz bırakılmaz. Fakat Batı renklere, kişiliklere, dinlere ayırarak ötekileştirir ve asimilasyonla birlikte köleliği özdeşleştirir ve hayata geçirir.

Batı İslâm medeniyetini hep bir öteki olarak görmüştür. İslâm’da Batıyı öteki olarak görmüştür. Ama Batı öteki olarak İslâm’ı ortadan kaldırılması gereken, düşman, ezilmesi gereken, köle olarak görmüşken, İslâm için Batı öncelikle ezi-lecek, köleleştirilecek değil, hidayete vesile olacak şeklinde bakmıştır. Ötekilik bu açıdan ayrılır. Batı İslâm’ı ötekileştirerek yok etmeye çalışır. Tahammülü yoktur. Kendi dünyasında kimseye ilişmese bile Müslümanlar ya da başka inanç grupları yine Batı için tahammül yoktur. Taşkınlık yapmadığı sürece ötekiler yani Müslü-man olmayanlar hoşgörüye mazhardırlar. Hoşgörü burada üstünlük göstergesidir.

İslâm, Batı ile ötekileştirme, hoşgörü, çok kültürlülük, barış içinde bir arada yaşama gibi kavramlar üzerinden mücadele etmektedir.

Küresel medeniyet iki tarafın birbirini ötekileştirmemesini ister. Batılıların hoşgörü adı altında İslâm’a tahakkümüne ve terörist saldırılar özelinden bir arada yaşamayı reddettiğini savunarak, Müslümanların Batı içinde erimeleri ve entegre olmaları Fikrini yerleştirmeye çalıştırmaktadır. Küresel medeniyetin etki alanı, operasyonlarındaki derinlik, stratejilerindeki ve kavramlara hükmetmelerindeki yoğunluktandır. İslâm batıya ötekileştirme, bir arada yaşama, tolerans gibi kavramları öğretmeden, didaktik davranmadan göstermiştir. Kendi iç hukukunu gerçekleştirdikten sonra İslâm, Batıyı dışlar ama içine almaktan beis duymaz. İslâm Batıdan akıl öğrenmez, kompleksli de davranmaz. Küresel medeniyet rol icabı çok farklı kalıplara girebildiği için bu tür kavramlar üzerinden etki alanını genişletmektedir.

Mesele ötekileştirme ya da hoşgörü ve Bat, ite bir arada yaşamanın ötesinde İslamın, İslâm medemyetinin varlığını sürdürebilmesidir

Ercan Yıldırım, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »