Ahzab 16.Ayet Tefsiri

Ahzab 16.Ayet Tefsiri
Ahzab 16.Ayet Meali:

"Onlara de ki, ölümden ya da öldürülmekten kaçsanız bile bu ka­çış size asla fayda vermez. Ancak kalan ömrünüz kadar yaşarsınız."

Daha önce de belirttiğimiz gibi her milletin olduğu gibi her insanın da yazılmış, belli ve sınırlı bir ömrü ve eceli vardır. Öm­rün son anı olan ecel geldiği zaman, ölümden kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Hatta, kişi ölmemek için savaş meydanına çık­masa veya oradan kaçsa bile, şayet vadesi orada ve o kaçtığı savaş esnasında dolmuş ise, herhangi bir sebeple, mutlaka, hem de ken­diliğinden oraya gelir ve eceli yettiği an orada ölür ya da öldürü­lür.Kaldı ki, savaştan kaçan kimse, aslında ölümden değil, sade­ce Allah'a itaatten kaçmış olur. Çünkü ölümden kaçmak mümkün değildir. Zira her gece ile gündüzün geçmesi; ölüme bir gün daha yaklaşmak anlamına gelir. Bu demektir ki, geçen her an kişiyi, zorunlu olarak ölüme yaklaştırmaktadır. 0 halde mütemadiyen ölüme doğru gidiyorken ölümden kaçıp kurtulmak mümkün müdür?



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi

Hz.Peygamber'in Zeyneb İle Evlenmesi Meselesi


Ahzab,37.Ayet Meali:

“Biz bunu, evlatlıkları hanımlarını boşayıp onlardan arzularını gidermeyi sona erdirdiklerinde evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri hususunda inananlar için bir sakınca olmasın diye yaptık. Böylece Allah'ın buyruğu yerine getirilmiş oldu."

Ayette açıkça ifade edilen bu gerekçeden de anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in Zeyd'in boşadığı Zeynep ile evlenmesi, kendi arzu­suyla değil, tamamen Allah'ın izni ve iradesi dahilinde ve yanlış bir telakkinin toplumdan kaldırılması içindir. 0 halde bu evliliğin sebebi olarak uydurulan yakışıksız sözlerin tamamı yalandır.

Bir çok tefsirde yer verildiğine göre, güya bir gün Rasulullah (s.a.v.) Zeyd'le görüşmek için evine gider. Zeyd evde olmadığı için Peygamber'i, üzerinde dekolte bir kıyafetle Zeynep karşılar ve içeri buyur eder; 0 da bu teklifi kabul etmez ve geri dönerken "Kalplerin çeviricisi Allah'ım sen ne yücesin!" der. Zeynep de bunu işitir ve kocası eve geldiğinde bunları ona anlatır. Bu sözden Zeyd, Rasulullah'm Zeyneb'e gönlünün düştüğünü anlar ve Zeyneb'i boşayarak Peygamber’in onunla evlenmesine imkân tanır.(Zamehşari,Keşşaf,3,427...)

Kanaatimizce, özet halinde naklettiğimiz bu sözler bir çok yön­den doğru sayılamaz. Bize göre en önemlisi de şudur: Bu sözleri doğru sayanların dediği gibi, "Evet” Hz. Peygamber de insandır. Bir insanın, evli olmayan bir kadına gönlü düşüp, aşık olması da insani bir duygunun sonucudur ve tabiidir. Fakat bu doğal durum düşünülürken çok önemli olan bir ilke de gözden uzak tutulduğu kanaatindeyiz. Şöyle ki, Hz. Peygamber de bir insandır. Her insa-

insani niteliklere 0 da sahiptir. Bunun aksini söylemek hem realiteye hem akla ve hem de Kur'an'a aykırı söz söylemek olur.Fakat ya gözardı edilen ya da bilinmeyen bir gerçek daha var.Şöyle ki;Hz Peygamber insandır, ama 0, herhangi bir hikmet ve kitap verdiği üsve-i insanlar arasından seçilmiş bir peygamberdir.Vahiy süreci boyunca eğitilmiş, Allah'ın tavsiye ettiği ahlak ile  ahlaklanmış,insani nitelikleri ve ahlaki güzellikleri

bakımından bir insanın ulaşabileceği en üst düzeye yücelmiş zir­vedeki mükemmel bir insandır. Normal insanlardan beklenebile­cek nefsi arzu ve şehvetle ilgili bir durumu O’ndan da beklemek ve bunu böyle mümtaz bir şahsiyete yakıştırmak, bizce en iyimser tahminle, O’nu tanımamaktan doğan büyük bir saygısızlıktır. Ayrı­ca boşanacağı bilinse bile, henüz boşanmamış olup bir başkasının taht-ı nikâhında bulunan bir kadına gözü ve gönlü, düşerek aşık olmak ve bunu bir biçimde açığa vurmak iffetsizlik olmaz mı? Dinen haram değil mi? Bu, O'nun sahip olduğu yüksek seciyesi­ne, ilmine ve hikmetine nasıl yakıştırılabilir! İşte bu gerekçeyle biz, "İçinde gizlediği şey Zeyneb’in aşkı, ona duyduğu sevgisidir." sözünü asla doğru bulmuyoruz! Bunu bir düşüncesizlik olarak değerlendiriyoruz.



M.Zeki Duman - 5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

Hz.Peygamber Mü'minlere Kendi Canlarından Daha Kıymetlidir

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ وَأُوْلُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ إِلَّا أَن تَفْعَلُوا إِلَى أَوْلِيَائِكُم مَّعْرُوفًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

Ahzab,6.Ayet Meali:Peygamber, mü'mirilere kendi canlarından daha değerlidir, hanımları da onların anneleridir. Akrabalar, Allah'ın Kitabı'nda birbir­lerine müzminlerden ve muhacirlerden daha ileridirler; ancak dost­larınıza örfe uygun olarak yaptıklarınız başka! Bunlar Kitap'ta böyle yazılmıştır."

النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ

Pek çok müfessir gibi Celaleyn'in şarihlerinden Savî de bu ayeti şöyle izah etmiştir: Bir tehlike ya da bir iyilik karşısında kişinin nefsi ile Hz. Peygamber'in nefsi karşı karşıya kaldığında, mü'min kesinlikle Peygamberi kendisine ter­cih etmeli ve yeri geldiğinde O'nun için canını bile feda etmekten çekinmemelidir.

Hz. Peygamber mü'minler için canlarından daha değerli olunca, elbette O, insanın canından daha az kıymete haiz olan çocukların­dan, mallarından, eş ve dostlarından daha da evla olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber, başta iman ve İslam olmak üzere mü'minlerin dünyada ve ahirette sahip oldukları ve olacakları üstün meziyet ve nimetlerin hepsinin en önemli vasıtasıdır.’’

Bu ayet bir de şöyle izah edilebilir: Mü'min, Hz. Peygamber'in istediği ve teşvik ettiği şeye uymalı, aynı konuda nefsinin hoş gö­rüp arzu ettiği şeyi terk etmelidir. Çünkü Hz. Peygamber'e itaat Allah'a itaattir, O'na itaatsizlik de Allah'a isyan sayılır. Ayrıca Hz. Peygamber İlim, Hikmet ve Kitap sahibi seçkin ve faziletli bir pey' gamberdir. O sürekli olarak Rabb'inden vahiy almaktadır. Nefsi­mizin arzu ettiği şeyin hakkımızda şer olma ihtimali vardır; bazan istediğimiz şey ilme ve hikmete aykırı da olabilir, ama Hz. Peygamber'in bizim için istediği şeyde mutlaka hikmet vardır.

.......

Fuzulî'nin de söylediği gibi:

Cânımı canan eğer isterse minnet canıma

Can nedir ki anı kurban etmeyim cananıma...

Öyle ya! Nihaî amaç Rabb’imizin rızasını kazanmak olmak üze­re getirildiğimiz şu geçici sınav ortamında ancak iman ve İslam ile değer kazanabilen bu naçiz canımız ve hayatımız, onun müsebbibi olan Rasulullah (s.a.v.)’e niçin feda olmasın ki! Özellikle de bu anlayış içerisindeki fedayı can Rabb’imizin rızası ile de ödüllendiriliyorsa!...



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

''Ancak Sana İbadet Ederiz ve Yalnız Senden Yardım Dileriz'' Anlamı

''Ancak Sana İbadet Ederiz'' Anlamı


Zemahşerî demiştir ki,ibadet, itaat ve boyun eğmenin en üst noktasıdır ve sadece Allah'a hastır; Allah'tan başkasına ibadet edilmez ve insanların emir ve yasaklarına itaat anlamında ibadet sözü kullanılmaz.

İşte, ibadet teriminin bu anlamı ve Allah Teâlâ'nın, kemal sıfat­larla muttasıf, yegâne ve gerçek ma'bud olup sayısız iyilik ve ni­metlerin sahibi olması sebebiyle biz:

‘’Ancak sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım dileriz"(Fatiha,5) diyoruz.

Bu sözün bilincinde olan ve hayatını buna göre düzenleme ba­şarısını gösteren her insan, aynı zamanda kemal-i hürriyyetini de ilan etmiş sayılır.

Ayette, sadece sana ibadet ederim ve yalnız senden yardım di­lerim, değil de çoğul olarak "Sadece sana ibadet ederiz ve sadece senden yardım dileriz’’denilmesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Mesela:

1-Kimileri ister kabul etsin, ister etmesin... Allah, yaratılmışlar'ın hepsınin yegâne ma'budu ve yardım kaynağıdır. 0 nedenle “tüm yaratılmışlar olarak biz..." anlamına gelebilir.

2-Bizim gibi aklı selim ile düşünenler, istisnasız sadece sana ibadet ederiz, demek olabilir.

3-Bu inananlarda bulunması  gereken cemaat şuurunun ifadesidir,Yani Allah'ın huzurunda sadece ben değil, din kardeşlerimle beraber biz varız. Birimizin ifadesi hepimiz adınadır, birimize gelmesini istediğimîz yârdim hepimizedir, gibi.

Bu ayet bir de şöyle izah edilmiştir; "Cemi sıygasıyla zikredilen nehbud’deki zamir, üç taifeye işarettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata racidir ki, bu itibarla şükr-ü örfiyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-î tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriate itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla şerait-i fıtriyye-i kübraya tabi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sacid ve abid olmuş olur.(Said Nursi,İşaretul İcaz,21)

Bu noktada bir hususa daha açıklık getirmek isteriz.Biz sadece Allah'tan değil,Allah'ın kullarından da yardım diliyoruz.Çünkü iyilikte ve takvada yardımlaşmamız,bize Allah'ın bir emridir.(Maide 2)

Öyleyse 'sadece senden yardım dileriz' sözü ne anlama gelmektedir denilebilir:

Biz biliyoruz ki insanlar, birbirlerine muhtaç olarak yaratılmış­lar ve tek başlarına üstesinden gelemeyecekleri ağır işlerinde birbirleriyle yardımlaşmak zorundadırlar. Hiçbir insan diğerinden bağımsız değildir. Yine biliyoruz ki kesin, sınırsız ve yeterli yardım sadece Allah’tan gelen yardımdır. İnsanların birbirlerine yardımı dahi Allah'ın izni, dilemesi ve muvaffakiyetiyle mümkündür. 0 dileyip izin vermedikçe hiçbir kimsenin yardımı kimseye ulaşmaz ya da fayda vermez... İşte bu yüzden biz, yardımın gerçek kaynağı­nın Allah olduğu bilinci ile insanlardan yardım dilediğimiz zaman gerçekte yardımı, sadece Allah'tan istemiş oluyoruz. Bu durum, okuduğumuz bu ayete karşı olmadığı gibi insanlardan yardım istememize mani de değildir.

Ayrıca, bizim hayatımız ve ölümümüz tamamen Allah'ın elin­dedir. Dilediği her şeyi yapma güç ve yetkisine sahip olan sadece O'dur. İnsanların, birbirine yardımı engellenebilir ama, Allah’ın lütfü ile yapmak istediğini geri çevirebilecek hiçbir güç yoktur.

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?

Her Günah İçin Tevbesiz Af Beklenebilir mi ?


“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ama bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar."(Nisa,48,116)

Bu ayetten anlaşılıyor ki Yüce Rabb’imiz, sadece müşrik olarak ölen kimseleri bağışlamayacaktır. Ama bunun dışındaki kimseleri, dilerse bağışlayacaktır. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, büyük günahlardan kaçınan kimselerin küçük günahlarını bağışlayacağına dair söz verdiğini de biliyoruz. Fakat adam öldürmek, zina etmek, anne ve babanın haklarını gözetmemek gibi büyük günahlardan birini ¡işleyen kişi, ne sebeple olursa olsun, tevbe etmeye imkânı olduğu halde tevbe etmeden ölmüşse böylesi bir günahkâr kişinin affe­dilmesi beklenebilir mi? Bu hususta da ümit devam etmeli midir?.- İşte bu konu, ehl-i sünnetten olan ilim adamları ile mu’tezilî görûş sahip olanlar arasında tartışılmaktadır;

Elbette Allah Teâlâ'nm, dünyada ve ahirette bir kulu için dileyip yapmak istediği bir şeyi engelleyecek hiçbir güç yoktur; O mutlak güç sahibidir... "Allah sana bir iyilik yapmak istediği zaman, onun fazlından yapacağı bu iyiliği engelleyebilecek hiçbir güç yoktur.'' (Yunus,107)O halde Allah, bir şeyi murad etmişse, bu olur mu. olmaz mı, şeklinde tartışmak bile abesle iştigaldir... Ama suç ve ceza Allah'ın vaadi ve vaadleri, Allah'ın adaleti gibi temel ilkeler açısın­dan konuya yaklaşıldığında tartışmanın sona ermesi de mümkün değildir. Kullar hayatta olduklan ve yaşama ümit ve imkânları devam ettiği sürece Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesmemelidirler. Fakat inkâr etmediği halde büyük günahlardan birini ya da bir kaçını işlemiş, tevbe etmeden ölmüş olan kimseler için de bu ümit devam etmeli  mi? Kanaatimizce asıl tartışmaya açık olan husus budur...

Ehl-î sünnetten olan ilim adamlarına göre, inkâr olmadığı süre­ce büyük ve küçük günah mü'mini dinden çıkarmaz. O sebeple günahkâr olarak ölmüş olan kişi mü’mindir ve Allah'ın onu affetmesi umulur. Mesela İmam Maturidî demiştir ki, “Gerçekte küfür örtmek demektir; günahkâr kişi Rabb'inin nimetlerini örtmemiş ve hakkını inkâr etmemiş ki imanı batıl, kendisi de kâfir olsun Örfte iman, işitmek ve tasdik etmek demektir; günah sahibi hiçbir konuda Allah'ı yalanlamadığına göre, o mü'mindir.”(Maturidi,Tevhid,syf;334) affı da beklenebilir ‘’"Sadece şirk, tevbe ile affedilir, diğerleri ise kişinin nail olacağı faziletlerle bağışlanması caiz olduğu gibi yapacağı iyiliklerle de örtülür.(Maturidi,age,338)

Mutezile mezhebinden olan ilim adamlan ise, bilhassa büyük günahtan dolayı tevbe etmemiş olan bir kimsenin affedilmesini ummayı makul bulmuyorlar. Mesela Zemahşeri, şirkin dışındaki günahlarla ilgili ayette söz konusu edilen bağışlamanın, suçlunun tevbe etmesi şartına bağlı olduğunu savunuyor. O, tevbe etmeden öldüğü takdirde, büyük günah işleyen kimsenin atfedilebileceğini teklemeyi, şaşılacak bir beklenti olarak değerlendirmiş ve şöyle demiştir; "Allah'ın, haksız yere bir mü'mini öldüren kimse ile ilgili Nisa 92. Ve 93.ayetlerdeki hükmünü okuyup duran Resulullahın;’’Allah katında dünyanın tamamen yok olması,bir müminin öldürülmesinden daha hafiftir’’Yarım kelime ile de olsa bir müminin öldürülmesine katkıda bulunan kimse,kıyamet gününde alnında Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."

Allah'ın rahmetinden ümidi kesiktir, ibaresi yazılı olarak gelecektir.' hadislerini işiten ve İbn Abbas’ın da: ‘Tevbe etmedikçe mü'minin katili affedilmez’sözünü bilen bir kimsenin, büyük günah işleyip de tevbe etmeden ölen birinin affedileceğini ummasına şaşmamak mümkün değildir!..."(M.Ali Sabuni,Ahkam Tefsiri,1/497-498)

Furkan suresinin 70. ayetinden de anlaşılabileceği gibi bu üç büyük günahtan birini ya da hepsini işlemiş olan bir kişi, zama­nında ve kabul şartlarına uygun olarak tevbe edip büyük bir piş­manlıkla Allah'tan bağışlanmasını dilemeli, iman etmeli ve geri kalan hayatını salih amel ile geçirmelidir. Tevbe etmeyi ihmal etmiş olsa bile en azından İmam Maturidî'nin dediği gibi kötülük­lerini örtebilecek iyilikler, salih ameller ile bir kısım faziletlere nail olmalı, kalan ömrünü sırat-ı müstakim üzere sürdürmelidir. Aksi halde büyük günahlardan sakınmamış, bunlardan birini ya da hepsini işlemiş olup da ömrü boyunca hiç tevbe etmemiş; kendisi­ni ıslah edip Allah'a yönelerek salih amel işlememiş kimselerin, mü'min de olsa bağışlanmalarını beklemek elbette şaşılacak bir şeydir! Kaldı ki Allah Teâlâ'nın "Siz, yasaklanan büyük günahlar­dan kaçınırsanız, biz sizin diğer günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere girdiririz."(Nisa,31) buyururken, büyük günah­lardan kaçınmayı mü'minlere bırakmış olduğu da bilinmektedir!

Özellikle büyük günahlar husususunda geleceği ihtimallere bı­rakmak, güvenilir bir yol değildir. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak dile­diği kimsenin şirkin dışındaki günahlarını bağışlayacağını söyle­miştir. Bunda, dilerse bağışlamaz anlamı da vardır. Ya bağışlamaz­sa!

Aynca Allah, büyük günahlar olarak bilinen Allah'tan başkası­na dua eden/şirk, haksız yere adam öldüren ve zina eden kimseler hakkında: İsrafa dalmayan ve daima orta yolu takip eden mü'minler, (...) Allah'la birlikte başka bir tanrıya dua etmezler, haksız yere Allah'ın yasakladığı cana kıymazlar ve zina etmezler. Bıılan yapanlar, cezalarını bulurlar. Bunların azabı kıyamet gü­nünde kat kararttırılır ve cehennemde önemsiz kişiler olarak ebedi kalırlar," (Furkan,68-69)dedikten sonra hemen devam eden ayette de şöyle buyurmuştur:

"Ancak tevbe edip iman eden ve salih amel yapanlar başkadır, Allah onların seyyielerini hasenata çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir."(Furkan,70-71)

Görülüyor ki Allah Teâlâ büyük günahların bağışlanmasını tevbe etme, iman etme ve salih işler yapma şartına bağlamıştır. 0 sebeple "Büyük günahlar için mutlaka tevbe şarttır." görüşü, ina­nan kimsenin lehine bir görüştür. İhmal edilmeye gelmez!

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Ahzab 71.Ayet Meali ve Tefsiri

hzab 71.Ayet Meali ve Tefsir
Ahzab 71.Ayet Meali;

Allah da sizin işlerinizi düzene koysun ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Peygamber’ine itaat ederse kesinlikle o büyük bir zafere ermiştir."

Özü doğru olanın sözü de doğru olur; özü, sözü doğru olanın elbette işi de doğru olur. Eğer kul, özü ve sözü doğru olur, her zaman iyi niyetle işe koyulursa, yöntemi yanlış da olsa, Allah ona basiret verir yolunu düzeltir, başarıya ulaştırır, günahını da bağışlar.

Şöyle de denilebilir: Kul, özü ve sözü doğru olur, her zaman iyi niyetle işe koyulursa Allah da o kuluna karşı oldukça merhametli olur; her şeyde ona kolaylık ihsan eder, işlerini yoluna kor ve onu başarıya ulaştırır, günahlarım da siler, asla cezalandırmaz. Atalarımızın: "Doğru söylemeyenin işi rast gitmez.’’ sözü de bunu ifade etmektedir...

M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri

Cilbab Kavramı ve Tesettürdeki Yeri


İslam öncesi Arap kadınları da kendi geleneklerine göre giyini­yor, başlarını bir biçimde örtüyor ve süsleniyordu. Ama kadının saygınlığını koruyacak, onu kötülüklerden uzak tutacak nitelikte bir tesettür geleneği yok idi. Evdeki kıyafeti veya tek başörtüsü ile sokağa çıktığında bir mü'min kadını diğerlerinden ayırt etmeye yarayacak farklı bir kıyafet de söz konusu değildi.(Nişaburi,Garaibul Kuran ve Reğaibul Furkan,XXI/32)  Yani uzaktan bakıldığında kadınları, kıyafetleriyle de olsa, birbirinden ayırmak mümkün olmuyordu...

Kurtubı'nın naklettiğine göre Arap kadınları, genellikle başlarina aldıkları örtüyü arkalarına doğru sarkıtıyorlar; bu yüzden boyunları, kulakları ve göğüsleri açık bulunuyordu.Kimileri de başlarını hiç örtmüyordu.

Allah Teâlâ, mü'min kadınların dışarıya çıktıkları zaman tanınmaları ve saygınlıklarının korunması;yanlışlıkla da olsa herhangi bir saldırıya maruz kalmamaları için kendilerini mümin olmayan kadınlardan ayıracak nitelikte bir örtüyü, kendilerini tanıtıcı bir alamet olarak üzerlerine almalarını şöyle tavsiye etmiştir.

Ayet: 59

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle de dışarı çıkarken cilbablarını üstlerine alsınlar Bu, onların tanınmaları ve eziyet görmemeleri için en uygun olanıdır. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.''

Bir şeyi kendisine yaklaştırmak anlamına gelen,elbise ile gelince yani, bollaştırdı; üstten aşağıya salıverdi; saldı, sarkıttı, örttü, anlamındadır.

Lügatta örtü/deriyi örten; geniş elbise anla­mındadır. İbn Mesud, Ubeyde” Hasan el-Basrî, Said İbn Cübeyr ve daha birçoklarına göre cilbab, başörtüsünün üzerinden giyinilen rida, gömlek, Arapların bugünkü tabiriyle abâyesidir. İbn Abbas ve

İbn Mesud (ra)'dan nakledilen bir rivayete göre de cilbab,yani, abâye ve cübbe gibi elbisenin üstünden giyilen veya sırta alman geniş örtü demektir.

Kurtubî'ye göre cilbab'ın örfteki manası, bedenin tamamını ya da büyük bir kısmını örten ve başörtüsünden daha büyük bir ör­tüdür.

Müslim'in es-Sahih'inde nakledildiğine göre:Rasulallah, Şayet herhangi birimizin cilbabı yoksa ne yapalım? diye sorulduğunda Rasulullah; kardeşi, ona kendi cilbabını giydirsin,, sokağa öyle çıksın, buyurdu"(a.g.e,XIV/243)

Nesefiye göre “Cilbab’’. yatak çarşafı gibi bedenin tamamını örten büyük bir örtü,(Nesefi,Tefsir-un Nesefi,3/312)Elmalılıya göre ise ‘’Cilbab,baştan aşağı bedenin tamamını örten çarşaf,ferace,car gibi dış kisvesinin adıdır.(Elmalılı,Tefsir,VI/3929)

Nakledildiğine göre,evlerde tuvalet bulunmadığından kadınlar,genellikle akşamları def-i hacet için dışarıya çıkıyolardı.Bu esnada bir kısım namussuz erkekler, karanlıktan yararlanarak kadınlara laf atıyor veya cariyeleri uzaklara götürüyorlardı. Kadın­lar arasında, özellikle hür mü'min kadınlarla cariyeler arasında belli bir kıyafet farklılığı bulunmadığından, mü'min kadınların da zaman zaman aynı saldırıya maruz kaldıkları oluyordu. Bu kimse­ler de sorgulandığı zaman, bilmedim, ben cariye sanmıştım... gibi mazeretler ileri sürüyorlardı. İşte bu durum sebebiyle bu ayetler indirilmiştir.(İbn Kesir,Tefsir,VI/471) Kur'an-ı Kerim'de, mü'min kadınların giyim ku­şamlarıyla ilgili bununla beraber dört hüküm bulunmaktadır.

Birincisi: Nûr suresinin otuz birinci ayetinde namahrem, yani nikâhı helal olan erkeklerin yanında mü'min kadınların yüzleri ve ellerinin dışında, bedenlerinin tamamını örtmeleriyle ilgili hüküm.

İkincisi: Yine aynı ayetin devamında yer verilen baba, amca, dayı, kardeş, yeğen... gibi mahrem olan erkeklerin yanında asgari göbek ile diz kapağı arasını örtmekle ilgili hüküm.

Üçüncüsü: Nûr suresinin altmışıncı ayetinde, hayız ve nifastan kesilmiş olmakla beraber cinsel duyguları tamamen yok olmuş yaşlı kadınlarla ilgili istisnaî hüküm.

Dördüncüsü: Bu, cilbap ayetidir. İlk üç hüküm şart ve ortamın­da süreklilik arzettiği halde bu hüküm, tamamen yaşanılan toplu­mun ahlâki durumuna bağlıdır. Yaşadıkları toplumda mü'min kadınların diğerlerinden ayırt edilmemeleri sebebiyle dışarı çık­tıklarında taciz edilme ihtimali var ise, cilbab olması da şart değil, bir tedbir olmak üzere kendilerini tanıtıcı bir kıyafete veya başka bir alamete ihtiyaç vardır. Fakat mü'min kadınlar, normal teset­türleri içerisinde rahatlıkla dışarı çıkabiliyor ve herhangi bir sıkın­tı verici duruma maruz kalmıyorlarsa, o toplumda böyle bir örtüye de ihtiyaç olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bir kısım emirler illetine mebnidir.İllet  devam ettiği sürece, hüküm de devam eder. İllet ortadan kalktığı zaman hüküm de kalkmış sayılır.



M.Zeki Duman,5 Surenin Tefsiri
Devamını Oku »

Münafıklık ve Çeşitleri

Münafıklık ve Çeşitleri

"Nifak" kalpte olursa küfürdür. Eğer amellerde olursa masiyettir. Peygam­ber (sav) şöyle buyurmaktadır: "Dört şey var ki, onlar kimde bulunursa, o ki­şi katıksız münafık olur.

Kimde bunlardan bir tanesi bulunacak olursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet (özellik) bulunur: Kendisine birşey emanet verilirse hainlik eder, konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman ah­dinde durmaz ve tartıştığı zaman da haddi aşar, kötü söz söyler." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[1]  Bu kelimenin türeyişi ile açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/10. ayetin tefsirinde) geçtiğinden burada onları tekrar­lamanın bir anlamı yoktur.

İlim adanılan bu hadisin te'vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Bu hüküm yalan olduğunu bilerek bir söz söyleyen, kendisine bağlı kalması gerektiğine inanmaksızın alıidleşen ve zamanı gelin­ce hainlik etmek için emaneti bekleten kimse hakkında sözkonusudur. Bu görüşün sahipleri senet itibariyle zayıf bir hadis olan şu rivayete dayanırlar.

Ali b. Ebi Talİb, Ebu Bekir ve Ömer'le (Allah hepsinden razı olsun) Rasûlullah (sav)'ın yanından kederli bir şekilde çıkarken karşılaşmış. Hz. Ali: Ne diye sîzi böyle kederli görüyorum diye sorunca, Onlar da: Münafıkların nitelikleriyle ilgili olarak Rasûlullah (sav)'dan işittiğimiz bir hadisten dolayı. (Hadis şudur): "(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman bozar, kendisine bir şey emanet edilirse hainlik eder, söz verirse sözünde dur­maz." Hz. Ali: Peki buna dair ona birşey sormadınız mı, diye sorunca, O­lar: Rasûlullah (sav) dan çekindik, dediler. Hz. Ali: O halde ben ona soraca­ğım, demiş ve Rasûlullah (sav)'ın huzuruna girerek şöyle sormuş: Ey Allah'ın Rasûlü, Ebu Bekir ve Ömer yanından üzüntülü bir şekilde çıktılar. 'Daha son­ra da söylediklerini nakletmiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) şöyle buyur­muş: "Ben onlara bir hadis söyledim, ama onların anladıklarını kastetmedim. Ancak münafık kendi kendisine yalan söylediğini bile bile konuştuğu vakit yalan söyleyen, söz verdiğinde kendi kendisine bu sözünde durmayacağını telkin eden, kendisine emanet bırakıldığında içten içe bu emanete hainlik ede­ceğini kararlaştıran kimsedir."[2]

İbnül-Arabî der ki: Bu İşleri kasti olarak işleyenin kâfir olmayacağına da­ir açık deliller vardır. Kişi, ancak Allah'a, sıfatlarına dair hususlardaki bilgi­sizliği, yahut da O'nu yalanlaması ile ilgili bir itikad ile kâfir olur. Şanı yü­ce Allah ise cahillerin inanışlarından ve sapıkların sapmalarından yücedir, mü­nezzehtir.

Bir başka kesim şöyle demektedir: Bu husus Rasûlullah (sav)'m dönemin­deki münafıklara hastır. Onlar, bu konuda Mukatil b. Hayyân'ın, Said b. Cü-beyr'den, onun, İbn Ömer ile İbn Abbas'tan şöyle dediklerine dair rivayeti­ni delil gösterirler. İbn Ömer ile İbn Abbas dediler ki: Bir grup ashab ile bir­likte varıp dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü, sen şöyle buyurdun: "Üç haslet var­dır ki, onlar kimde bulunursa o kişi ister oruç tutsun, namaz kılsın ve mü'rain olduğunu iddia etsin yine münafıktır: Konuştuğu zaman yalan söy­ler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir emanet verildiği za­man hainlik eder. Ve her kimde bu hasletlerden birisi bulunursa, o kimse­de münafıklığın üçte biri var demektir." Biz bunlardan, yahut bunlardan bi­risinden kendimizi kurtaramayacağımız yahut da insanların çoğunun bunlar­dan uzak kalamayacağı kanaatindeyiz. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) gül­dü ve şöyle buyurdu: "Sizin bunlarla ne ilginiz var ki?

Ben bu özellikleri, yü­ce Allah'ın Kitabında münafıkları tahsis ettiği gibi münafıklara has olarak söy­ledim. Benim, konuştuğu zaman yalan söyler, şeklindeki ifadem, yüce Allah'ın: "Münafıklar sancı geldiklerinde..." (el-Münafîkun, 63/) buyruğu gibidir. Siz böyle misiniz?" Biz: Hayır deyince şöyle buyurdu: "Bundan dolayı o halde korkmayınız. Siz bundan uzaksınız. Benim, söz verdiği zaman sözünde dur­maz şeklindeki ifademe gelince; bu da yüce Allah'ın bana indirmiş olduğu şu buyruklardadır: "İçlerinden kimi de Allah'a şöyle söz vermişti: Eğer bize lütfundan ihsan ederse..." -diyerek üç âyeti okudu- "Siz böyle misiniz?" diye sordu, biz: Hayır dedik. Allah'a hamd olsun ki, eğer herhangi bir hususa dair Allah'a söz verecek olursak, onu yerine getiririz. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız. Ona bir şey ema­net edilirse hainlik eder şeklindeki sözüme gelince; bu da yüce Allah'ın bana İndirmiş olduğu şu buyrukta dile getirilmektedir: "Muhakkak Biz emane­ti göklerle yere ve dağlara arzettik de..." (el-Ahzab, 33/72) Buna göre her kişiye dîn emanet olarak verilmiştir. Mü'min kişi gizlide de açıkta da cünüplükten yıkanır. Münafık ise bu işi ancak açıktan açığa yapar. Siz böyle misi­niz?" Biz; Hayır dedik. Şöyle buyurdu: "O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız."[3]

Tabiinden ve imamlardan pek çok kimse bu görüştedir.

Bir başka kesim şöyte demektedir: Bu hüküm, bu tür hasletlerin çoğunlukla kendisine galip geldiği kimseler hakkındadır. Buhârî ve ondan başka diğer ilim adamlarının görüşlerinden anlaşıldığına göre, kıyamet gününe ka­dar bu kötü hasletlere sahip olan bir kimse münafıktır.

İbnü'l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre, bir kimseye masiyetler galip gelecek olsa bu, onun itikadını etkilemediği sürece kâfir olmaz. (Mezhebi­mize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Hz. Yusuf'un kardeşleri babaları­na söz verdiler, fakat verdikleri sözde durmadılar. Ona birşeyler söyleyip al­dattılar, yalan söylediler. Hz. Yusuf'u onlara emanet etti, ama o emanete ha­inlik ettiler, bununla birlikte münafık olmadılar.

Ata b. Ebi Rebah der ki: Yusuf'un kardeşleri bütün bu işleri yaptıkları hal­de münafık olmadılar, aksine peygamber oldular.

el-Hasen b. Ebi'l-Hasen el-Basrî der ki: Münafıklık iki türlüdür: Yalan ile yapılan münafıklık ve amelî münafıklık. Yalan ile yapılan münafıklık Rasûlullah (sav) döneminde idi. Amelî münafıklığın ise kıyamet gününe kadar so­nu gelmeyecektir, Buhârî de Huzeyfe'den, münafıklığın Rasûlullah (sav)ın döneminde olduğu, bugün ise ancak ve ancak imandan sonra küfre düşme­nin sözkonusu olduğunu İfade ettiğini rivayet etmektedir.[4]

Yüce Allah'ın: "Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah'in muhakkak bildiğini... bilmezler mi?" şeklindeki bu buyruğu bir azardır. O, bu du­rumlarını bildiğine göre, onları pek yakında cezalandıracaktır.[5]

--------------------

[1] Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim. İman 106; Ebû Dâvûd, Sünne 15; Nesaî, İman 20; Tirmizî, İman 14; Müsned, II, 189, 198.



[2] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 108, "senedinde: ...Ebu'n-Nu'mân, Ebu Vakkas'ın.,. diye zikredilen iki râvî, -Tirmizî'nin dediğine göre- meçhuldür (hadis kivisi olarak bi­linmemektedirler); diğer râvilerin ise sika (güvenilir) oldukları biidirilmistir" kaydıyla.



[3] Îbnul-Arabî, Ahkûmu'l-Kur'ân, II, 985-986' bu rivayeti "Mescid-i Aksâ'da Ebîl Bekr el-Fihrî'nin kendisine naklettiğini" belirttikten sonra zikretmekte ve sonunda: "Bu, se­nedi meçhul bir hadistir..." kaydını koymatadır.



[4] Buhâri, Fiten21.



[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/333-335

Devamını Oku »

Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek

Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek


Bu âyet-i kerime(tevbe,113), hayatta olanlarıyla, ölmüşleriyle kâfirler ile dostluk ilişkilerinin kesilmesi gereğini ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah, mü'minlere, müşrikler için mağfiret dileme hakkını vermemektedir. Buna göre müş­rik bir kimseye mağfiret talebinde bulunmak caiz olmayan şeylerdendir. Denil­se ki: Peygamber (sav)ın Uhud günü küçük azı dişini kırıp yüzünü yaraladık­ları esnada "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" de­miştir. Peki, Hz, Peygamberin bu yaptıkları ile yüce Allah'ın Rasûlüne ve mü'minlere, müşriklere mağfiret istemelerini yasaklamasını bir arada nasıl bağ­daştıracağız?


Böyle diyene şöyle cevap verilir: Peygamber (sav)'in söylediği nakledilen bu söz, kendisinden önce geçen peygamberlerden bir nakil şeklindedir. Buna delil de Müslim'in, Abdullah (b. Mes'ud) dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ben, Peygamber (sav)'e kavmi tarafından kendisine vurulup da yüzünden kanları silerken ve bu arada: "Rabbim, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar" diyen bir peygamberin durumunu naklederken onu görür gibiyim.[1]



Buharide de şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) kendisinden önce kav­mi tarafından başı yaralanmış bir peygamberden sözetti. Peygamber (sav) onun haberini anlatmaya koyuldu ve onun: "Allah'ım, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar" dediğini nakletti.[2]

Derim ki: İşte bu, Hz. Peygamber'in kendisinden önceki peygamberler­den birisini anlattığı hususunda açık bir ifadedir. Yoksa, bazılarının zannet­tiği gibi bunu Hz. Peygamber kendi durumunu anlatmak için zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İleride, yüce Allah'ın izniyle Hûd Sûresi'nde (11/44. âyetin tefsirinde) açık­laması da geleceği üzere, Hz. Peygamberin hakkında bu olayı zikrettiği kişi, Nûh (a.s)'dır.

Âyet-i kerimede geçen mağfiret dilemek ile cenaze namazının kastedildiği de söylenmiştir. Bir ilim adamı şöyle demiştir: Zinadan hamile kalmış Habeş-li bir kadın dahi olsa, kıble ehlinden herhangi bir kimsenin cenaze namazını terk etmem. Çünkü ben, yüce Allah'ın: "Müşriklere, Peygamberinde mü'minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir" buyruğu ile müşrik­ler dışında herhangi bir kimseye duayı (ve cenaze namazını kılmayı) yasakladığını duymuş değilim. Ata b. Ebi Rebah der ki: Müşriklere dua etmeyi yasaklayan âyet-i kerime ve burada mağfiret dilemeyi yasaklayan âyet-i kerime ile kastedilen şey (cenaze) namazıdır.

Üçüncü bir cevap da şöyledir: Hayatta bulunanlara mağfiret dilemek caizdir. Çünkü, onların iman etmeleri umulur. Güzel sözlerle onların kalp­lerini ısındırmak ve dine girmeye onları şevklendirmek mümkündür.

Pek çok ilim adamı da şöyle demektedir: Kişinin, hayatta bulundukları sürece, kâfir anne ve babasına dua etmesinde, onlar için mağfiret dilemesin­de bir mahzur yoktur. Ancak, ölenden ümit tamamıyla kesilmiş olduğundan ona dua edilmez.


İbn Abbas der kî: Müslümanlar, ölmüşlerine mağfiret diliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, bu sefer onlara mağfiret dilemekten uzak durdular. Ancak, ölecekleri vakte kadar hayatta olanlar için mağfiret dilemelerini de yasaklamadı.[3]

--------------

[1] Buhâri, Enbiyâ 54, İstitâbem'l-Mürteddîn 5; Müslim, Cihad 105; İbn Mace, Filen 23; Müsned, 1, 380, 427, 432, 441


[2] Buharî, belirtilen yerler; Müsned, I, 453, 456-457.


[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/422-423.



Devamını Oku »

Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah'tır

Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah'tır

"Sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu..." buyruğu sadakaları alıp kabul edenin onların mükâfatını verenin ve hakkın yüce Allah'ın hakkı ol­duğunu, Peygamber (sav)'ın bu hususta bir aracı olup, vefat etmesi halinde onun yerine geçen görevlinin ondan sonraki aracı olduğunun, yüce Al­lah'ın ölmeyen, diri olduğunun açık delilidir. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın: "Mallarından bir sadaka al" buyruğunun Peygamber (sav)'e münhasır olma­dığını da açıkça ortaya koymaktadır.



Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre o şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu sağına alır ve o sadakayı sizden herhangi biriniz için, sizden herhangi bir kimsenin kendi ta­yını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür. Öyleki, sonunda bir lokma bi­le Uhud dağı gibi olur. Bunu doğrulayan ise, Allah'ın Kitabındaki: "O, kul­larından tevbeyi kabul eden, sadakaları alanın kendisidir. "Allah faizin be­reketini giderir, sadakaları ise kat kat artırır" (Tirmizi.) dedi ki: Bu, hasen, sa­hih bir hadistir.[1]



Müslim'in Sahihinde de şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse helal bir kazançtan bir hurma dahi sadaka verecek olursa, mutlaka Allah onu sağına alır. -Bir rivayette:- Ve bu sadaka Rahman'in avucunda dağdan daha büyük oluncaya kadar gelişip büyür."[2]



Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphesiz kî sadaka dilencinin avucuna düşmeden önce Rahman'ın avucuna düşer.[3]   O da sizden herhangi bir kimse kendi tayını, yahut da deve yavrusunu besle­yip büyüttüğü gibi artırıp durur. Allah dilediğine kat kat artırır."



İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu hadislerin te'vili olarak şöyle demişlerdir: Bu ifade sadakanın kabulü ve ona mükâfat verilmeşinden kinayedir. Nitekim şanı yüce Allah, zat-ı mukaddesi'nden kuluna atıfet yoluyle "Ey Adem oğlu, ben hastalandım sen beni ziyaret etmedin"[4]  hadisinde "hasta" diye söz etmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.



Özellikle sağ'ın ve avuç'un söz konusu edilmesine gelince, bir şeyi kabul eden her bir kimse o şeyi avucuyla ve sağıyla alır, ya da ona verilirken, bun­lara bırakılır. Burada da İnsanların alışageldikleri bir ifade kullanılmıştır. Aziz ve celil olan Allah ise azalardan münezzehtir. Zaten, Arapçada da "yemin; sağ" azadan başka bir anlamda da kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:



"Bir şan ve şeref için bir sancak yükseldi mî, Arâbe bunu sağı ile abverir."



O, şan ve şerefe ehil kimsedir, demektir. Burada şair, organ olarak sağ eli kastetmemektedir. Çünkü, şan ve şeref bir manadır. Dolayısıyla şan ve şeref sancağını alacak olan yemin (sağ) de manevi bir şey olmalıdır. İşte yüce Al­lah'ın zatı hakkında da "sağ" böyledir.



"Rahman'm avucunda gelişip büyür" İfadesinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bundan kasıt, amellerin tartılacağı Mizan'in kefesidir. O takdir­de bu, muzafın hazf edilmesi kabilinden bir ifade olur ve şöyle buyurulmuş gibidir: Rahman'ın mizanının kefesinde artar ve büyür.



Malik, es-Sevrî ve İbnü'l-Mübarek'ten bu ve benzeri hadislerin te'vilinde şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Bunları keyfiyetsiz olarak kabul ediniz. Bu ifadeleri Tirmizî ve başkaları nakletmiştir. Ehl-i Sünnet ve'1 Cemaat'ten il­im ehlinin bu konudaki görüşleri işte [5]böyledir.[6]



[1] Tirmizi, Zekât 28.



[2] Buhâri, Zekât 8; Müslim, Zekât 63; Tirmizî, Zekât 28.



[3] el-Heysemî, Mecmau't-Zevâid, III, 111. Hadisin bundan sonraki bölümleri, anlam iti­bariyle az Önceki rivayetlerde dile getirilmiştir.



[4] Müslim, Bin 43.



[5] Tirmizî, Zekat 28; 662 no'lu hadisin akabindeki ta'liki.



[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/390-391.
Devamını Oku »

Tevbe Suresi 100.Ayet Tefsiri

Tevbe Suresi 100.Ayet Tefsiri


Tevbe:100

İleriye geçen Muhacir ve Ensar İle onlara güzellikle uyanlar­dan Allah razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar İçin orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kurtuluştur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[1]



1-Ashab-ı Kiram ve Ensar:

Yüce Allah, bedevî arapların çeşitlerini sözkonusu ettikten sonra Muha­cirlerle Ensarı sözkonusu etmekte ve onlar arasından kimisinin erken hicret ettiğini, kimilerinin de onlara tabi olduğunu açıklayıp onlardan övgüyle söz etmektedir. Ashab-ı Kiram'ın tabaka ve sınıflarının sayısı hususunda farklı görüşler vardır. Bizler, bu konuda yüce Allah'ın izniyle bir dereceye ka­dar açıklamalarda bulunacak ve buradaki maksadı bir dereceye kadar açıklamaya çalışacağız:

Ömer b. el-Hattab'ın, "Ensar" anlamındaki kelimeyi;  İleriye ge­çenler" kelimesine atf ile ötreli okuduğu rivayet edilmiştir.[2]  b-Ahfeş ise der ki: Uygun okuma şekli, bu kelimenin esreli okunmasıdır. Çünkü, "ileriye ge­çenler" hem Ensardan, hem de Muhacirlerdendir.

"Ensar", İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Malik'e şöyle sorulmuş: İnsan­ların sîzlere "Ensar" demesine ne dersin? Bu, Allah'ın size vermiş olduğu bir isim midir, yoksa cahiliye döneminde de bu isimle anılıyor muydunuz? Şu ce­vabı vermiş: Hayır o, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de bize verdiği bir isimdir. Bu rivayeti Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr) "el-îstizkâr" adlı eserinde nakletmektedir.[3]



2-Ensar ve Muhacirler Arasından İleriye Geçenlerin Üstünlüğü:

Kur'an-ı Kerim, Muhacirlerle Ensardan İleriye geçen (Önce müslüman olan)ların üstünlüğünü açık nass ile tesbit etmiştir. Bunlar ise, Saİd b. el-Müseyyeb ile bir kesimin görüşüne göre her iki kıbleye doğru namaz kılabilen kimselerdir. Şafiî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüne göre ise bun­lar, Rıdvan Bey'ati olarak bilinen Hudeybiye'deki bey'atta hazır bulunanlar­dır. eş-Şa'bî de bu görüştedir.

Muhammed b. Kâ'b ile Ata b. Yesar'dan nakledilen görüşe göre ise bun­lar Bedir'e katılanlardır. Bununla birlikte kıblenin değiştirilmesinden önce hic­ret edenlerin ilk muhacirler arasında sayılacağını ittifakla kabul etmişler ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Ashabın en faziletlilerine gelin­ce, bu da bir sonraki başlığın konusudur.[4]



3-Ashabın Fazilet Dereceleri:

Ebu Mansur el-Bağdadî et-Temimî der ki: Bizim mezhebimize mensub ilim adamları, ashabın en faziletlilerinin dört raşid halife, daha sonra da sa­yıları ona tamamlayan diğer altı kişi, sonra Bedir'e katılanlar, sonra Uhud'a katılanlar, sonra da Hudeybiye'de Rıdvan Bey'atine katılanlar olduğunu icma île kabul etmişlerdir.[5]



4-İslâm'a İlk Girenler:

Ashab-ı kiram arasında kimin İslâm'a ilk girdiği hususuna gelince; Müca-lid, eş-Şa'bi'den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, İbn Abbas'a İnsanlar ara­sında ilk müslüman kişi kimdir diye sordum. O, Ebu Bekir'dir dedi, Sen, Has­san'in şu beyitlerini hiç İşitmedin mi:

"Güvenilir bir kardeşten hüznünü harekete geçiren bir şey hatırladığında Kardeşin Ebu Bekir'in neler yaptığını an. O ki, Peygamberden sonra insanların en hayırlıları, en takvalısı, en adil olanı idi Ve yüklendiğini en mükemmel şekilde ifa edenleridir.

İkincisi,hemen ondan sonra gelen ve hazır bulunduğu ve yaptığı işler övülen, tasanlar arasında da peygamberleri ilk tasdik edendir."

Ebu'l-Ferec el-Cevzî de, Yusuf b. Yakub b. el-Macişun'dan şöyle dediği­ni nakleder: Ben, babama, hocamız Muhammed b. el-Munkedir'e, Rabia b. Abdurrahman'a, Salih b. Keysan'a, Sa'd b. İbrahim'e, Osman b. Muhammede yetiştim. Bunların hepsi de ilk İslâm'a giren kişinin Ebu Bekir olduğunda şüphe ve tereddüt etmiyorlardı. Bu aynı zamanda İbn Abbas, Has­san, Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'nın da görüşüdür. İbrahim en-Nehaî de bu görüştedir.

Bir diğer görüşe göre, İslâm'a giren ilk kişi Hz. Ali'dir. Bu görüş, Zeyd b. Erkam'dan, Ebu Zer'den, el-Mikdad ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir, el-Hakim Ebu Abdullah der ki: Ben, tarih ile ilgilenen ilim adamları arasında İs­lâm'a giren ilk kişinin Ali olduğu hususunda bir görüş ayrılığı olduğunu bil­miyorum.

Yine denildiğine göre, İslâm'a giren ilk kişi Zeyd b. Hârise'dir. Ma'mer de buna benzer bir görüşü ez-Zührf den nakletmektedir. Bu aynı zamanda Sü­leyman b. Yesar, Urve b. ez-Zübeyr ve İmran b. Ebi Enes'in de görüşüdür.

Bir başka görüşe göre; İslama ilk giren kişi mü'minlerin annesi Hadice (r.an-ha)'dır. Bu görüş ez-Zührîden de çeşitli yollardan rivayet edilmiştir. Aynı za­manda bu, Katade'nin, Muhammed b. ishak b. Yesar'in ve bir topluluğun da görüşüdür. Yine bu görüş İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Müfessir es-Sa'le-bî de İslâm'a ilk giren kişinin Hz. Hadice olduğu hususunda ilim adamları­nın ittifak ettiklerini ve Hz. Hadice'den sonra kimin İslâm'a girdiği hususun­da görüş ayrılıklarının bulunduğunu iddia etmektedir. İshâk b. İbrahim b. Rahaveyh el Hanzalî ise, bütün bu konudaki haberleri telif eder ve şöyle der­di: Yetişkin erkeklerden İslâm'a giren ilk kişi Ebu Bekir, kadınlardan Hati­ce, genç çocuklardan Ali, azad edilmiş kölelerden Zeyd b. Harise ve köle­lerden Bilal'dır. Doğrusunu en İyi bilen de Allah'tır.

Muhammad b. Sa'd der ki: Bana Mus'ab b. Sabit haber verdi, dedi ki: Ba­na, Ebu'l-Esved, Muhammed b. Abdurrahman b. Nevfel anlatarak dedi ki: ez-Zübeyrin İslâm'a girmesi Ebu Bekir'den sonra olmuştur. ez-Zübeyr, dördün­cü veya beşinci kişi idi. el-Leys b. Sa'd da der ki; Bana Ebu'l-Esved anlata­rak dedi ki: ez-Zübeyr sekiz yaşındayken İslâm'a girdi. Hz. Ali'nin de yedi yaşındayken İslâm'a girdiği rivayet olunur, on yaşında iken müslüman oldu­ğu da söylenir.[6]



5-Sahabe Kime Denir:

Hadis ehlinin metodundan anlaşıldığına göre, Rasûlullah (sav)'ı gören her bir müslüman onun ashabı ndandır. Buhârî Sahihi'nde der ki: Peygamber (sav,)'in sohbetinde bulunan, yahut da onu gören müslüman, Hz. Peygamber'in ashabındandır.[7]

Said b. el-Müseyyeb'den rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (sav) ile bir­likte bir veya iki yıl ikâmet etmeyen, onunla beraber bir ya da iki gazaya ka­tılmayan kimseleri sahabi saymıyordu. Eğer bu sözü söylediği Said b. El Mü­seyyeb'den sahih olarak sabit ise; mesela, Cerir b. Abdullah el-Becelî'yi, yahut da bizim ashab-ı kiramdan sayıldığı hususunda herhangi bir görüş ayrı­lığı bulunduğunu bilmediğimiz kimselerde öngördüğü şartı zahiren taşıma­mak noktasında Cerir  ile ortak tarafı bulunan kimseleri ashab arasında say­maması gerekir.[8]



6-Muhacirlerden İlk Müslüman Olanlar ve Hz. Ebu Bekir:

Muhacirlerden öne geçen müslümanların ilkinin Ebu Bekir es-Sıddîk ol­duğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

İbn Arabi der ki: Öne geçmek üç şeyde olur. Birisi nitelikle, bu imandır diğeri zaman, üçüncüsü mekan İle. Bu şekillerin en üstünü ise nitelikler ile önde olmaktır. Buna delil de Hz. Peygamber'in Sahih'teki şu hadistir: "Biz son­ra gelenler, ilk (ve önde) olanlarız. Ancak onlara bizden önce kitap verilmiş, bize de onlardan sonra kitap verilmiştir. İşte onların hakkında ihtilafa düş­tükleri gün bu gündür. Allah hidâyeti ile bize bu günü gösterdi. Yahudilerin haftalık bayram günü) yarındır. Hristiyanlarınki ise yarından sonradır."[9]  Böylelikle Peygamber (sav) zaman itibari ile bizden önce geçen ümmetlerden iman ve yüce Allah'ın emrine uymak, O'na itaat etmek, O'nun emrine tesli­miyet gösterip yükümlülüklerine razı olmak, görevlerini taşımak sureti ile onları geçtiğimizi haber vermektedir. Biz bunların hiçbirisine itiraz etmiyor ve onun emri varken başka bir tercihe yönelmiyoruz. Kendi görüşümüze daya­narak -Kitap ehlinin yaptığı gibi- onun şeriatını değiştirmiyoruz. Bu ise yü­ce Allah'ın verdiği hükmü isabet ettirmeye muvaffak kılması, razı olduğu şey­leri yapabilmeyi kolaylaştırması ile olmuştur. Esasen Allah bizi hidâyete iletmese idi bizim kendiliğimizden hidâyet bulmamız mümkün olmazdı.[10]



7-Âyetin Belirlediği Üstünlüğün Kapsamı:

İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerime erken İslâm'a girip ileri ge­çenlerin bu üstün meziyetlerinin şeriatta üstün bir meziyet olarak kabul edi­len, ilim, din, kahramanlık gibi meziyetlerden; ya da bunların dışında kalan mali bağış ve ikramlardaki ileri mertebede oluş ile elde edilen her bir üstün­lükten daha ileri olduğu gerçeğini ihtiva etmektedir. Mali atiyye ve ikram meselesinde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer arasında görüş ayrılığı vardı. İlim adamları da İslâm'a önce giren ve ileri geçenlerin atiyye hususunda diğerle­rine üstün kılınması noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Bekir es-Sıddîk (ra)'dan rivayet edildiğine göre o İslâm'ı öncelikle girmeyi göz önünde bulundurmak sureti ile verilecek atiyyelerde insanlar arasında farklılık gözetileceği görüşünde değildi. Hz. Ömer ise ona şöyle derdi: Sen önce İslâm'a girip ileri geçme sıfatına sahip olan kimseleri böyle olmayan kimseler gibi mi değerlendireceksin? H2. Ebu Bekir ise ona şu cevabı vermişti: Onlar Allah için amellerini işlediler. Ecirlerini vermek de Allah'a aittir. Hz. Ömer de halifeli­ği döneminde önceleri aralarında fark gözetirken daha sonra vefatı esnasın­da şöyle demiştir: Yarına kadar yaşayacak olursak hiç şüphesiz insanların en alt tabakasında bulunanlarını yukarıda olanları ile aynı seviyeye getireceğim. Ancak gece vefat etti. Bu konuda görüş ayrılığı günümüze kadar devam edegelmiştir.

Bu buyrukların"Bir de onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuştur’’ bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:[11]



1-İleriye Geçenler ve Onlara Güzel Bir Şekilde Uyanlar:

Hz. Ömer -önceden de geçtiği gibi- Ensar" kelimesini ref ile okumuş, "onlar" kelimesini de "Ensar'a sıfat olmak üzere "vav"sız okumuştur.[12]  Ancak Zeyd b. Sabit ona doğru şeklini söyleyince Hz. Ömer, Ubey bin Ka'b'a başvurmuş, Ubey de Zeyd'in doğru söylediğini belirtince Hz. Ömer ona durup şöyle demiş: Biz yükseltildiğimiz bu yüce mevkiye herhangi bir kimsenin bize ortak olacağı görüşünde değildim. Bunun üzerine Ubey ona şöyle demişti: Ben bunun doğrulayıcı ifadelerini Allah'ın Kitabında görüp tesbit edebiliyorum. Cuma Sûresi'nin baş taraflarında: "Ve onlardan he­nüz kendilerine kavuşmamış olanlara da" (el-Cuma, 62/3) el-Haşr Sûresi'nde: 'Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle" (el-Haşr, 59/10) buyruğunda el-Enfal Sû-resi'nde de yüce Allah'ın: "Sonraları iman ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenlere gelince onlar da sizdendir" (el-Enfal, 8/75) buyruğunda bu­luyorum,

Kıraat bu suretle (Hz. Ömer için de) "vav" ile sabit olmuş oldu.

Yüce Allah'ın: "Güzellikle" buyruğu onların söz ve fiillerinden neye ta­bi olacaklarını beyan etmektedir. Bu uymanın, onlardan sadır olan yanılma ve kaymalarda sözkonusu olmayacağını göstermektedir. Çünkü onlar -Allah onlardan razı olsun- masum değillerdi.[13]



2-Tabiin ve Mertebeleri:

îlim adamları tabiîn ve mertebeleri konusunda farklı görüşlere sahiptir. Ha­fız el-Hatib (el-Bağdadî) der ki: Tabii sahabe ile sohbet ve arkadaşlığı bulu­nandır. Tabiînden tek bir kişiye tâbi' ve tabiî denir. el-Hakim Abu Addullah ve başkalarının ifadeleri ise tabiînden sayılmak için sahabeden (hadis) din­lemiş olmasının yahut da -örfen sohbet ve arkadaşlık olmasa bile- onunla kar­şılaşmış olmasının yeterli olacağı intibaını vermektedir.

Şöyle de denilmiştir: Tabiîn adı Hudeybiye'den sonra İslâm'a giren kim­seler hakkında kullanılır. Halid b. Velid, Âmr b. el-Âs ile onlara yakın (bir sü­re sonra) İslâm'a giren Mekke Fethi günü müslüman olan kimseler gibi. Çün­kü Abdurrahman b. Avfın Peygamber (sav)e Halid b. Velid'i şikâyet etmesi üzerine Hz. Peygamber'in Halid'e şöyle dediği sabittir: "Ashabımı bana bırakınız, nefsim elinde olana yemin ederim ki sizden herhangi bir kimse her gün Uhud Dağı kadar altın infak edecek olursa onlardan birisinin intak et­tiği bir müd kadarına hatta onun yansına bile ulaşamaz."[14]

Hayret edilecek bir husus da şudur ki; el-Hâkim Ebu Abdullah, tabiînden kardeş olanları sözkonusu ettiğinde Muzeyneli Mukarrin'in oğullarından olan Numan ve Suveyd'i de tabiîn arasında zikretmektedir.[15]  Halbuki bunların iki­si de bilinen iki sahabedir ve ashab arasında anılmaktadırlar. Önceden de geç­tiği üzere her ikisi de Hendek gazasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Tabiînin en büyükleri, Medinelilerden olup "fukaha-i seb'a (yedi fakih)" diye bilinen kimselerdir. Bunlar ise Said bin el-Müseyyeb, el Kasım bin Muhammed, Urve bin ez-Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebu Seleme bin Abdurrah­man, Abdullah bin Utbe bin Mes'ud ve Süleyman bin Yesar'dır. Yüce zatlar­dan birisi de bunların yedisini tek bir beyitte nazım halinde bir araya geti­rip şöyle demiştir:

"İşte onların isimlerini (benden) öğren. (Bunlar) Ubeydullah (bin Abdullah bin Utbe}, Urve, Kasım, Said, Ebu Bekr (bin Abdurrahman), Süleyman ve Hatice'dirler."

Ahmed bin Hanbel dedi ki: Tabiînin en faziletlisi Said bin el Müseyyeb-dir. Ona-, ya Alkame ile el-Esved denilince, o da; Said bin el Müseyyeb, Alkarne ve e!-Esved'dir, diye cevap verdi. Yine ondan şöyle bir bilgi nakledil­mektedir: Tabiînin en faziletlisi Kays, Ebu Osman, Alkame ve Mesruk'tur. Bunlar faziletliler ve tabiînin ileri gelenlerinden İdiler. Yine şöyle demiştir: Ata Mekke'nin müftüsü, el-Hasen Basra'nın müftüsü idiler. İnsanlar bu ikisinden çokça naklettiler, demiş ancak neleri naklettiklerini müphem bırakmıştır.

Ebu Bekr bin Ebi Davud'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Tabi­înin hanımlardan efendileri Sîrîn'in kızı Hafsa ile Abdurrahman'ın kızı Am-re'dir Üçüncüleri ise -ancak onlar gibi değil- Umed-Derda (es-Suğrâ ed Dımeşkîye'dir).

Yine el-Hakim Ebu Abdullah'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir ta­baka da vardır ki tabiînden sayılmakla birlikte bunlardan herhangi birisinin ashabdan hadis dinledikleri sahih olarak sabit olmamıştır. İbrahim bin Suveyd en-Nehai -ki fakih İbrahim bin Yezid en-Nehai değildir. - Bukeyr bin Ebi Su-meyt, Bukeyr bin Abdullah el-Eşec bunlar arasındadır. Bunlardan başka kimseleri de zikrettikten sonra şöyle der: Yine insanlar arasında ashab ile karşılaşmış olmakla birlikte- tabiinlerin tabiileri arasında sayılan bir tabaka daha vardır ki Abdullah bin Ömer ile Enes ile karşılaşmış, Ebu'z-Zinâd Ab­dullah bin Zekrân İle Abdullah bin Ömer ile Cabir bin Abdullah'ın yanına gö­türülmüş, Hişam bin Urve ile Enes bin Malik'e yetişmiş bulunan Musa bin Ukbe ve Halid bin Said'in kızı Um Halid gibileri bunlardandır.

Yine tabiîn arasında "el Muhadramûn" diye adlandırılan bir tabaka daha vardır ki bunlar hem cahiliye dönemine yetişmiş, hem Rasûlullah (sav) ha­yatta iken yaşamış ve İslâm'a girmiş bulunmakla birlikte, Hz, Peygamber ile sohbetleri bulunmayanlardır. Bu kelimenin tekili "muhadram" şeklinde gelir. Muhadram ise Hz. Peygamber'in sohbetini ve başka hususları idrak etmiş benzerlerinden ayrı bir kenarda kalmış kimse anlamına gelir. Müslim bunları sözkonusu ederek sayılarını yirmiye ulaştırmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî, Kin-deli Suveyd bin Gafele, Amr bin Me'mun el-Evdî, Ebu Osman en Nehdi, Ab-dulhayr bin Yezid el Hayranı -Hayran Hemdanlıların bir koludur Abdurrahman bin Mul1, Ebu'l-Halal el-Atekî, Rabia bin Zürâre... bunlar arasındadır.[16]

Müslim'in anmadığı kimseler arasında Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah bin Süved ile el-Ahnef bin Kays da vardır.

İşte bu açıklamalarımız, Kur'an-ı Kerimin faziletlerini açıkça ifade ettiği ashab-ı kiram ile tabiîni tanımaya dair bir nebze bilgidir. Önceden de geç­tiği üzere bize yüce Allah'ın: "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. " (Ali İmran, 3/110) buyruğu ile: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık."(el-Bakara, 2/143) âyeti yeterlidir.

Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: "Keşke kardeşlerinizi görmüş ol­saydık diye candan arzu ederdim..."[17]  Hz. Peygamber bu hadisinde bizleri de kardeşleri kılmaktadır. Eğer biz Allah'tan korkar, O'nun izini takib edersek Allah bizi onunla birlikte olacakların zümresi arasında hasreder. Muhammed (sav')ın ve âlinin hakkı için, bizi onun yolundan, onun dininden ayır­masın![18]

----------------------

[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368.



[2] Buna göre bıı bölüme kad;ır buyruğun anlamı şöyle olur: Muhacirlerden ileriye geçen­ler ile Ensar ve onlara güzellikle uyanlar...

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/368-369.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/369.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/369-370.

[7] Buhâri, Fedailu Ashabi’n-Nebiyy 1.

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/370-371.

[9] Buhârî, Cumua 1, 12, Enbiyâ 54; Müslim, Cıımıtıı 19-21; Nesât, Cumua 1; Müsned, 11. 236, 243, 249, 274...

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/371.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/371-372.

[12] Buna göre anlam şöyle olur; İleriye geçen Muhucirier ile onlara güzellikle uyan Ensar-dan Allah razı olmuştur.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/372.

[14] Buhari, Fedâilu AsMbi'n-Nebiyy 5; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 221-222; Ebû Davûd, Sünne 10; Tirmizi, Menâkıb 58; lbn Mace, Mukaddime 11; Müsned, III, 11, 54, (yakın ifa­delerle).

[15] el-Hâkim, Ma'rifetu Ulûmi'l-Hadis, Beyrut 1400/1980, s. 154.

[16] el-Hâkim, Ma'rifetu. Ulûmi'l-Hadis, s.41 v.d.

[17] Müslim, Tahare 39; Nesai, Tahare 110; İbn Mace, Zühd 36; Muvatta, Tahare 28; Müsned, II, 300, 408.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/373-375.

Devamını Oku »

Fatiha Sûresinin İslâm Dinindeki Yeri

Fatiha Sûresinin İslâm Dinindeki Yeri




Bizim kanaatimize göre Kur’an’ın anahtarını teşkil eden Fatiha sûresinin içerdiği muhteva bütün insanlar için vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Çünkü bu muhtevada Allah’a yönelik övgü, şan ve şerefle nitelemenin yanında O’nun birliğinin dile getirilmesi, kendisinden yardım ve hidayet talep edilmesi vardır.

Bunların hepsi aklı yerinde olan insanlarının tamamı için gerekli şeylerdir. Şöyle  ki bu anlatılanların temel muhtevasında yaratıcının gerektiği şekilde tanınması ve lâyık olduğu biçimde övülmesi ilkeleri mevcuttur. Zira bütün mahlukata nimetlerini iptidaen veren O’dur, her kulun ihtiyacı ve her talep sahibinin arzı O’nun katına yöneliktir. İşte anlattığımız bu özellikleri bünye­sinde toplamış olması sebebiyledir ki Fatiha suresi Allah’ın kulları için vaz­geçilmez bir mertebeye sahip olmuştur.

Fatiha’nın namazda okunmasının konumu farz derecesinde değildir. Aslında Fatiha, zât-ı ilâhiyyeyi yaratılmışlık sıfatlarından tenzih etmeyi amaçlayan teşbihler ve O’nu yüceltmeyi hedefleyen tekbirler gibidir. Bunun yanında Fâtiha namaz ibadetine bağlı olmayarak herkese farzdır, çünkü hiçbir insan için rabbini yakışmayan sıfatlardan tenzih etmemesi ve O’nu yüceltmemesi mümkün değildir. Ne var ki bu husus Fâtiha’yı namazda oku­manın farziyetini gerektirmediği gibi mutlak farziyeti vurgulama konumunda bulunmamak şartıyla Fâtiha’nın içinde yer aldığı başka herhangi bir amelde de farz oluşunu gerektirmez. Ancak bütün bunlar sözü edilen sûrenin muhteva­sının bütün insanlar için gerekli olduğu yolunda bahis konusu ettiğim hususun dışında kalır.

Fâtiha’nın namazda okunmasının farz olmadığı konusuna gelince, bu hususu birkaç yolla ispat etmek mümkündür. Birincisi namazda kıraatin farziyetine “Kur’an’ın kolayınıza gelen bir kısmını okuyunuz” meâlindeki âyet-i kerîme ile vâkıf olmuş bulunmaktayız. Bu İlâhî beyanın konumuza delil teşkil etmesi de iki açıdandır.

Birincisi, Fâtiha’nın dışındaki sûre veya âyetlerin daha kolay olmasının imkân dahilinde bulunmasıdır. İkincisi sözü edilen âyet çerçevesinde kıraatin farziyeti bu görevin hafifletilip kolaylaştırıl­ması suretiyle bizlere yönelik bir lutf-ı İlâhî biçiminde olmasıdır. Namazda mutlak mânada Kur’an okumak farz olmasaydı, okumamamız da mümkün olacağından kıraatin bizim için kolaylaştırılmasıyla Allah’a yönelik şükür borcumuz gerçekleşmezdi. Şunun da belirtilmesi gerekir ki Fâtiha’nın zaruri olarak okunması halinde bizim için seçim hakkından söz edilemez, oysa ki sayesinde kıraatin farziyetini öğrendiğimiz âyet kolay olanın tercih edilmesi konusunda seçim imkânı getirmektedir. Sonuç olarak bahis mevzuu kıraat âyetinin Fâtiha’dan başkasına da şâmil olduğu sübut bulmuştur. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

İkincisi, Resûlullah kutsî hadisinde, Cenâb-ı Hakk’ın Fâtiha’yı hamd ve senâ statüsünde kıldığını haber vermiştir ki bu, namazın ikiye taksim ediliş hadisinde yer almıştı,böylelikle Fâtiha bu makamda kıraat edilir olmuştur,gerçekte sözü edilen sureye ille de namazda okunması konumu biçilmemiş, bunun yerine dua ve sena statüsü verilmiştir Dua ve senâ ise namazın farz­larından değildir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Üçüncüsü, Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Hazreti Peygamber bir geceyi Maide sûresinde “in tüezzibhüın” diye başlayan âyetle  ihya etmiştir; Resul-i Ekrem kıyamda iken sözü edilen âyeti okuyor, rükûda, secdede ve ka'dede de aynı âyeti tekrar ediyordu.

Şu halde namazda başka değil mutlaka Fâtiha'nın okunmasının belirginlik kazanmadığı ortaya çık­maktadır. Bir diğer husus da Resûlullah'tan nakledilen ve içinde “Geri dön ve yeniden namaz kıl. zira sen namaz kılmış sayılmazsın!” ifadesi geçen hadisin de bizim kanaatimizi desteklemesidir. Çünkü Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağını öğrettiği o kişiye “Kur’an'ın sana kolay gelen bir kısmını namazında oku!” demiştir. Demek ki farz olan bundan ibarettir.

Bir de Resûlullah sallâlahü aleyhi ve sellem “Fâtiha’sız namaz kılına­maz” buyurmuştur. Hz. Peygamber'den Fâtiha’nın namazdaki konumunun açıklanması da şu şekilde nakledilmeştir: İçinde Fâtiha’nın okunmadığı bir namaz eksik olup kemaline ermemiştir.” Fâsit olan bir ibadet eksik olmakla vasıflandırılamaz, hadiste zikredildiği şekilde nitelenen bir ibadet eksik olmakla beraber caiz olan ibadettir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Fatiha, sonunda “âmin!” denilmesiyle özellik kazanmış bir sûredir, zira Fâtiha (namazın) “Allah ile kul arasında ikiye taksim edildiğini beyan eden hadisin zikrettiğine göre dua sûresi diye isimlendirilmiştir. Diğer bazı sûre­lerde de dua cümleleri bulunmakla birlikte onlar bu özelliğe sahip kılınma­mıştır. Bu sebeple de Fâtiha’nın sonundaki âmin âşikâre söylenmemiştir.

Burada takip edilecek yol / besmelede zikrettiğimiz gibidir. Şu da var ki besmele dua konumuna Fâtiha’dan daha elverişlidir.

Aslında bütün dualarda sünnete uygun düşen onların gizli olmasıdır. Bu konu­daki kaide şundan ibarettir: İmamın ve cemaatin iştirak ettiği her türlü zikir ve duanın sünnete- uygun şekli gizli olmasıdır, bundan sadece ihtiyaç hissedil­diğinde duyurmaya vesile olanlar istisna edilir. Bu kural Fatiha'nın sonundaki “veleddâllîn’in ardından söylenecek âmin duasını da kapsar, çünkü burada duyurma ihtiyacı yoktur, böyle yerlerde izlenecek yol gizliliktir. Mamafih âminin gizli olduğu hakkında tevâtüre varan hadisler de mevcuttur. Aşikâre söylendiğine dair haberler ise Asr-ı saâdet’te cemaatle namaz kılınmaya başlandığının ilk dönemlerine ait olmalıdır.Nitekim Resûlullah hazan kıraati­ni gündüz namazında da cemaate duyuruyordu. Hz. Peygamber’in âmin dediğine dair haber onun -gizli âşikâr yönü kastedilmeksizin- bu kelimeyi okuduğunun haber verilmesinden ibaret de olabilir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

* * *

Fâtiha birçok iyilik özelliğini bünyesinde toplamış bir sûredir. Onun içerdiği her bir özellik de kendi türündeki bütün hayırları ihtiva etmektedir.

Sözü edilen özelliklerden biri şudur ki Fâtiha’nın “Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” mânasına gelen “el-Hamdü lillâhi rabbilâlemîn” şek­lindeki ilk cümlesinde bütün nimetlere mukabil şükrün tevcihi ve bunların ortağı bulunmayan Allah’a nisbet edilişi vardır; ayrıca bu cümlede Cenâb-ı Hakk’a imkân dahiline giren en üst derecede övgü mevcuttur, bu da sözünü ettiğimiz gibi İlâhî nimet ve lütfün bütün yaratıklarına şâmil olmasıdır. Bundan başka Fâtiha sûresinde Allah Teâlâ’nın, mahlûkatın tamamını iptidaen yarat­ması ve onları yaşatıp geliştirmesine yönelik rübûbiyyetinde tek ve bir oluşu­nun ifadesi vardır, bu da “rabbilâlemîn” nazm-ı celîli ile sabittir. Aslında bu anlatılanların her biri dünya ve âhirete ait iyiliğin özelliklerini kendisinde barındırmakta ve içten gelen bir samimiyetle bu âyeti okuyan kimseye dünya ve âhiret selâmetini temin etmektedir.

Fâtiha’da azîz ve celîl olan Allah’ı öyle iki isimle niteleme özelliği var­dır ki, Cenâb-ı Hak, kendisinden başka herhangi birinin o isimlerin içerdiği mânalardan birine sahip bulunması veya buna kendi kendine hak kazanabil­miş olmasından münezzeh ve beridir. Bunlar da Allah ve rahman isimleri­dir. Bir de sözü edilen sûrede Allah Teâlâ’yı öyle bir rahmetle vasıflandırma mevcuttur ki kurtuluşa eren herkesin necatı ve mutluluğa kavuşanların saadeti bu rahmet sayesinde mümkün olmakta, ayrıca bütün tehlikelerden aynı rahmetin yetişmesiyle sakınılabilmektedir. Şunu da eklemek gerekir ki,Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetinin bir tecellisi de yaratıkların birbirlerine gösterdikleri şefkat ve merhameti yaratmış olması şeklindedir.

Fâtiha sûresinde ayrıca Allah’ı şan şeref ve güzel övgü ile niteleme çerçevesinde kıyamet gününe iman etme esası vardır, bu da “mâliki yevmiddin” âyetiyle sabittir.

Fâtiha’da bütün bunlardan başka, tevhid ilkesi, ibadeti O’na özgü kılmak ve bunda samimi davranmak türünden olmak üzere kullar için gerekli olan hususlar da mevcuttur. Bunun yanında her türlü yücelik ve şerefin ancak azız ve celîl olan O varlık sayesinde elde edilebileceği gerçeği, bütün ihtiyaçların O’na arzedilmesi, bunların yerine getirilmesi ve taleplerin elde edilebilmesi için O’ndan yardım istenmesinin ilkeleri vardır; hem de bütün bu dileklerin kalp huzuru ve gönül ferahlığıyla olması konumunda; çünkü İlâhî yardımın gerçekleşmesi halinde başarısızlık bahis konusu değildir, O’nun koruması durumunda haktan sapma ihtimali yoktur.

Sözü edilen sûrede bir de Allah’ın rızâsını sağlayacak yolun talep edilmesi ve tekrarlanan her zaman dilimi içinde azgınlık ve sapıklığa sebep olacak şeylerden korunmasının istenmesi vardır. Bu talep ve istekte bulunurken Allah’ın hidayet vermesi halinde kim senin yoldan sapmayacağı, ümit ve korkunun başkasından değil sadece O’ndan olacağı bilincinin de taşınması gerekmektedir. Zaten kullara ait bütün işler ve uğraşlar bu çizgi üzerinde seyreder: Tuttuğu yolu amacına ulaşması ve arzusunu gerçekleştirmesi için bir vasıta kılmasını Cenâb-ı Hak’tan ümit edip beklemek. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

İmam Maturidi,Tevilatu-l Kur'an (ensar yay.)
Devamını Oku »

“Yalnız sana kulluk ederiz” Anlamı

“Yalnız sana kulluk ederiz” Anlamı


“Yalnız sana kulluk ederiz” meâlindeki İlâhî beyan iki mânaya alınabilir. Birincisi tevhiddir. İbn Abbas’ın (r.a.) «Kur’an’da yer alan bütün ibadet kav­ramları tevhid mânasına gelir» dediği rivayet edilmiştir. Diğer mâna ise bu­radaki ibadetin Allah’a kulluk edilmesine vesile olan her türlü taatten ibaret olmasıdır. Sözü edilen iki mâna son tahlilde aynı noktada toplanır. Çünkü ku­lun bütün ibadetlerinde Allah’ı tek mâbud olarak tanıması ve hiçbir kimseyi O’na ortak koşmayıp kulluk görevini Allah’a has ve münhasır kılması gerek­mektedir. Böylece kul hem ibadette hem de diğer bütün dinî davranışlarında tevhid ilkesini uygulamış olur.

Yapılan bu yoruma bağlı olarak müminin ümidini, korkusunu ve yerine ge­tirilmesini istediği bütün ihtiyaçlarım yaratıklardan uzaklaştırıp Allah Teâlâ’ya arzetmesi gerekmektedir. Bunun bir delili de şudur: “Ey insanlar! Allah’a muh­taç olan sîzsiniz. Allah ise kimseye muhtaç değildir ve övülmeye lâyık olan yegâne varlık O’dur.” Bu açıdan bakıldığında mümin Allah’tan başkasına gerçek mânada ümit bağlamaz ve ihtiyaçlarını ona arzetmez. Yine mümin her­hangi bir yaratıktan, sadece Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği belâlardan birinin kendisine gelmesine O’nun tarafından sebep kılınması açısından korkar: evet, bu durumda ondan endişe eder. Ya da mümin Allah'ın kendisine lütfedeceği bir nimetine kulunu vesile kılmasını umar, bundan ötürü beklenti içinde bulunur ama kul bu davranışıyla hak yoldan sapmış olmaz. Sonuç olarak tasvir edilenbhu davranışlar çerçevesinde günahın bütün çeşitlerinden Allah'a sığınına «e bütün iyilik türlerine ulaşmayı O’ndan isteme durumu ortaya çıkar.

“Ve yalnız senden yardım dileriz.“ Bu İlâhî beyan insanın din ve diaya ile ilgili bütün ihtiyaçlarını yerine getirmesi konusunda Allah Teâala'dan yar­dım dilemeyi ifade eder. Ayrıca bu İlâhi kelâmın “Yalnız sana kulluk ederiz’’ ifadesiyle oluşan Allah’a sığınmanın ardından, emrettiği kişinin yerine getirmesi ve yasakladığından korunabilmesi için O’ndan yardım dileme manasına gelmesi de mümkündür. Nitekim insanlar arasındaki yaygın uygulama da aynı çizgi üzerinde seyreder. Onlar Allah’tan başarıya ulaştırmasını, yardımın esirgememesini ve dinen yasaklanan davranışlardan korumasını niyaz ederler. İyi kulların uygulaması hep bu yolu takip edegelmiştir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Burada bahis konusu edilen başarı ve yardımın Cenâb-ı Hak'tan talep edilmesi Mu’tezile anlayışına göre doğru değildir. Çünkü kulun mükellef kı­lındığı şeyleri yerine getirebilmesi için gerekli olan imkânlar kendisine veril­miştir. Mu‘tezile’ye göre yükümlü tutulduğu hususları yerine gerilmesi için gerekli olan imkânlardan bir tanesi bile Allah nezdinde kaldığı takdirde kulun mükellef olması caiz değildir. Dolayısıyla insanın zaten kendisine verilmiş bulunan bir şeyi istemesi İlâhî lutfü gizlemesi anlamına gelir, bu ise nimete karşı nankörlüktür. Sonuç olarak sanki Cenâb-ı Hak, nimetlerine karşı nankör davranmayı, onları gizlemeyi ve problem çıkarmak için istemeyi emretmiş gibi olur. Allah hakkında böyle bir zan taşımaksa küfürdür.

Bir de Mutezile anlayışına göre kulun talep ettiği şey Allah nezdinde bulunmuş olabilir, fakat O, tamamını kula vermemiştir; ya da bulunmaz. İkinci durumda onu istemek Cenâb-ı Hak’la alay etme anlamına gelir. Çünkü birinden kendisinde bulunmayan bir şeyi isteyen kimse yaygın telakkiye göre onunla alay etmiş sayılır. Şu da var ki insanın talep ettiği şey; a) Ya mükellef tutmakla birlikte onu kuluna vermemesi Allah için câiz olan bir şeydir; bu durumda Mu'tezile’nin telakkisi temelinden yıkılır, çünkü onlarca din açısından kul için yararlı olan bir şeye sahip olup da onu vermediği halde kişiyi mükellef tutması Allah için mümkün görülmez, b) Ya da nezdinde bulunan imkânı ku­luna vermemesi Allah için câiz olmaz. Bu durumda kulun talepte bulunması “Allahım, bana haksızlık etme!” mânasına gelir. Rabbi hakkında bilgisi bun­dan ibaret bulunan kişiye gereken şey yeniden müslüman olmaktır. Şunu da hatırlatmak gerekir ki Allah Teâlâ'dan yardım talep eden herkes O'nun nusreti geldiği takdirde başarısız duruma düşmeyeceği ve O'nun koruması gerçekleş­tiğinde doğru yoldan ayrılmayacağı konusunda kesin bir kanaat ve gönül hu­zuru içinde olur. Ne var ki Mu‘tezile'ye göre böyle bir imkân Allah'ın katında bulunmamaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Hz. Peygamberden (s.a.), Fâtiha’nın ikiye taksim edildiğini haber veren hadiste şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah, 'Bu benimle kulum arasında iki kısma ayrılmıştır' buyurur.” Bu kutsi hadis çerçevesinde Fâtiha’nın “iyyâke na'büdü” dışında kalan iki kısmından her birinin Allah'a sığınmayı hedeflemiş olması mümkündür, bu sığınma Cenâb-ı Hakk'a kulluk, O'ndan yardım isteme, ihtiyacını O'na arzetme ve o yüce varlığın ihtiyaçtan müstağni oluşunu ifade etme şeklinde gerçekleşebilir. Sözü edilen bu muhteva Allah’a yönelik senayı ve her çeşit meşrû ihtiyacı O’na sunmayı içerir.

İyyâke na'büdü âyetini teşkil eden iki kısımdan birincisinin, içerdiği ibadet ve tevhid ilkeleri sebebiyle Allah’a, “ve iyyâke neste'în” kısmının da kula ait olması da ihtimal dahilindedir, / çünkü bu ikinci kısımda kulun, Allah’ın yardımını talep etmesi ve arzusunu yerine getirmesinin temennisi vardır. Nitekim sûrenin devam eden kısmının dua üslûbuna büründürülmesi bu ihtimali güç­lendirmededir. Yukarıda söz konusu edilen kutsi hadiste de azız ve çelil olan Allah “Fâtiha’nın bu kısmı kuluma aittir; kulum ne isterse kendisine verile­cektir” buyurmuştur.

İmam Maturidi,Tevilatu'l Kur'andan Tercümeler,syf;16-19

Terc.Prof.Dr.Bekir Topaloğlu



Devamını Oku »

Fatiha Suresinde Geçen 'Hidayet'Anlamı

Fatiha Suresinde Geçen 'Hidayet'Anlamı

Hidayet kavramı üç mânada kullanılır. Birincisi açıklamaktır (beyan). Bi­lindiği üzere dinî konularda açıklama Allah tarafından yapılmıştır. Bu sebeple Kitap ve Sünnet’te açıklama fonksiyonunu yerine getiren çeşitli ifadelerin var­lığı karşısında kimse âyet-i kerîmedeki ihdinâ kelimesiyle açıklama mânasını kastetmez. Ancak Mu‘tezile mezhebinin mensupları bu mânayı benimsemiştir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın kulu doğru yola iletmesi ve hak yoldan sapmaktan korumasıdır. Bazılarının vitir namazında okudukları kunut duasının mânası da aynı şekildedir: “Allahım! Hidayete erdirdiklerinin içinde bize de daima yolu göster.”Cenâb-ı Hak bu âyetten itibaren sûrenin sonuna kadar kulların vasıflarını açıklamaktadır. Şayet âyetteki hidayet Mu‘tezile , gibi beyan mânasına gelseydi onu ifade eden kısımla “gayri’l-mağdûb» aleyhim...” kısmının aynı statüde olması gerekirdi. Şu halde Mu‘tezile’nin değil, bizim söylediğimizin isabetli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Üçüncüsü hidayeti bizim için yaratmasını isteme mânasında olmasıdır; çünkü hidayet, fiili olması açısından Allah’a nisbet edilmiştir, O’nun fiilinin eseri olan her şey bir yaratılmıştır. Bir bakıma kul şöyle demektedir. “Hidaye­timizi yarat!” Bu da hidayeti bizim kabul etmemizden ibarettir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Allah Teâlâ’nın mümin olmayı nasip etmek suretiyle zaten hidayete erdir­diği kimsenin onu talep etmesinin iki yorumu vardır. Birincisi Allah’ın lütfet­tiği hidayetten ayrılmamayı istemektir. İmanın artmasının mânası da bu çizgi üzerinde seyreder: Daima iman hali üzere olmak.2 Bu aynı şeye bakan iki adama benzer, / bunlardan birinin bakışını başka tarafa çevirmesi halinde diğerinin bakışının artış kaydettiğini söylemek mümkündür. Diğer bir yorum ise şöyledir; Hayatın her kademesinde insanın hidayet karşıtı davranışlar sergilemesi en­dişe edilen bir husustur. Fâtiha’da yer alan bu niyaz vesilesiyle Cenâb-ı Halı kişiyi daima hidayet noktasına iletir. Bu onun için yeniden hidayeti benimsem konumu taşır, çünkü mümin her zaman dilimi içinde bir iman hamlesi yapmak suretiyle zıddı olan bir davranışı reddeder. Allah Teâlâ’nın “Ey iman edenleı Allah’a ... olan imanınızı yeni hamlelerle tazeleyin”meâlindeki beyanı ve benzeri diğer âyetler de aynı durumdadır. Bu ikinci yorum da ziyade manastı alınabilir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

İmam Maturidi,Tevilatu'l Kuran
Devamını Oku »

Türkistandan Gelen Kelam Anadolu'yu Mayaladı





''Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır.'' Yalçın Koç ile, 'Anadolu Mayası' kitabı etrafında yapılan bir söyleşiyi alıntılıyoruz.

Yalçın Koç, Türkiye'de yaşayan kıymetli isimlerden birisi. ODTÜ Fizik Bölümünden mezun olduktan sonra felsefe alanında uzmanlaşan Koç, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü başkanlığından emekli olarak kenara çekilmeyi tercih etmiş. Uzun süre sessizliğini koruduktan sonra, Türkiye Günlüğü dergisinde yayınladığı makaleleri, Anadolu Mayası ismiyle Cedit Neşriyat tarafından yayınlandı. Halen, nadiren Türkiye Günlüğü dergisinde yazılarına rastlamak mümkün. Kitapları, yine Cedit Neşriyat tarafından neşredilmekte.

Göz önünde olmayı sevmeyen ve pek röportaj vermeyen Yalçın Koç ile yapılmış nadir röportajlardan bir tanesini, kıymetine binaen alıntılıyoruz. Sadık Yalsızuçanlar veMukaddes Mut tarafından gerçekleştirilen bu röportaj, "Anadoluyu Mayalayanlar" [H Yayınları] kitabında yer alıyor.

.

Anadolu mayası’ kavramlaştırması ile neyi kastediyorsunuz?

İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya, esastır, özdür. Mayasını, aslını esasını bilen, gönlüne gelen, gönlüne çalınan kelamı bilen kendini bilir. Kendini bilmenin, insan olmanın esası mayadır. Maya demek öz demek.

Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile kastedilen Anadolu’ya Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelam Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır. Bu kelam olmadan beşerden insan olarak bahsedemeyiz. Anadolu’nun esası, özü bu mayadır. Maya ne yapar? Nasıl yoğurt yaparız? Mesela yoğurdun bir mayası vardır. Sütü uygun koşullarda ısıtır ve maya çalarız. Maya çalındığı şeyi, sütü dönüştürür. Neye? Yoğurda dönüştürür. Yani çalınan şeyin kimliğini değiştirir. Kimlik nasıl değişir? Özünü değiştirir. Özünü değiştirmek yoluyla değiştirdiği şeye birlik verir. O birlik itibariyle mayalanmış şey, dönüşmüş bir şeydir. Esası özü de o dönüşmüş şeyin, ona çalınan mayadır.

Kültür ile maya arasındaki fark nedir?

Mesela yoğurt mayalamakla, ıspanak ekmek arasında bir ayrım yaparak anlatabiliriz. Ziraat, tarla kültürüdür. Kültürel örnek vermek istersek bunun güzel örneklerinden birisi ziraattir. Tarlaya mesela ıspanak tohumu ekeriz. Uygun koşullarda bu tohumlar yeşerir, ıspanak olur. Ispanakları devşiririz. Devşirmediklerimiz, tohumlarını verir. Vakti zamanı gelince de bunlar
ölür veya tarladan söker alırız. Bu süreç bir kültür sürecidir. Bu süreç itibariyle bir kimlik değişmesi ortaya çıkmaz. Tarla tarla olarak kalır. Ispanağın tarlada yetişmesi, yetiştiği ortamı dönüştürmez. Ona yeni bir kimlik vermez. Kültürü kabaca ifade edersek, esasa, öze dair bir kimlik oluşturmaz.

Halbuki maya öyle değildir. Süte yoğurt mayası çaldığımızda ve tuttuğunda yoğurt olarak dönüşmüştür, artık geriye süt kalmaz. Sütün kimliği değişmiştir. Başka bir şey olmuştur. Maya bu itibarla çalındığı şeyi dönüştürür. Ama nasıl dönüştürür? Farklı farklı şeyler olarak değil, birlik vererek. Mesela inek sütünü, keçi sütünü karıştırıp mayalarsak ortaya çıkan yoğurt keçi, inek, koyun yoğurdu değildir. Bir tek yoğurttur. Birliği de bu şekilde düşünebiliriz. Ama kültürde bu manada bir birlik düşünemeyiz. Kültür daha ziyade dışsal koşullarla alakalıdır. Dışsal değişimlerle alakalıdır. Maya içle alakalıdır. Asıl maya ile kültür arasındaki asli fark da budur. Mayanın içe mahsus olması, kültürün dışa mahsus olması. Bu bakımdan Greko-Latin-Kilise dediğimiz diyarın esası dışa mahsustur. Anadolu’nun esası ise içe mahsustur.

Cümle varlığın birliği ve beraberliğidir Anadolu mayasının esası? Değil mi?

Çünkü Anadolu mayasının esası Türkistan’dan gelen kelamdır. Kelam söz değildir. Önce bu ayrımı dikkatli bir şekilde yapmamız gerekiyor. Söz, konuştuğumuz dile, lisana mahsustur. Fikirdir, düşünceye mahsustur. Düşünceye bağlıdır. Halbuki kelam gönle mahsustur. Gönül işidir. Mahalli gönüldür. Gönülde gelir, gönüle iner. Fikrin, düşüncenin, sözün, dilin mahalli zihindir. Buradaki ayrım gönül ve zihin ayrımı olmuş oluyor.

Kelam ve söz ayrımı önemlidir. Kelam ve söz ayrımını anlamadan mayanın ne olduğunu anlayamayız. Ne olduğunu anlamadan da insanın ne olduğunu bilemeyiz. Bu bakımdan ayrımı dikkatle yapmamız gerekiyor. Demin onu söyledim. Söz dile mahsustur, düşünceye mahsustur, kelam gönüle mahsustur. Ancak bizim anladığımız manada dilsel unsur değildir kelam. Kelam cevherdir de diyebiliriz ama bunu dikkatli şekilde açmamız gerekir. Bu da çetin bir meseledir.

Anadolu’yu mayalayan ‘kelam’ın kaynağının Türkistan olduğunu söylüyorsunuz.

Kelam, Anadolu’ya mahsustur. Kelamın, Anadolu mayasının kaynağı Türkistan’dır. Türkistan’da Yesi’de yetişmiş, büyümüş bir yüce insana mahsustur. Bu kelamın kaynağı kadim demde hatem olan kelamdır. Yani ilk demde son olan kelamdır. Bu itibarla araya başka bir safha koyamayız. Kelamdan bu şekilde bahsetmez isek, kelamı esas, asıl, öz, cevher olarak düşünemeyiz. Dolayısıyla kadim demde hatem olan kelam, kadim demde hatem olana mahsustur. Ona aittir. Ona gelmiştir ve söz olarak o söylemiştir.



Bu itibarla esası bakımından herhangi bir sosyolojik unsura da tabi değildir. Kelamın sosyolojik hiçbir yanı yoktur. Kelamı biz beşeriyetin herhangi bir safhasına bağlamak istersek, kelamın esasına uymayan şeyler söylemiş oluruz. Kelam zamana tabi değildir. Aksine zamanın tamamını kuşatır. Yani diyemeyiz ki kelam şu tarihte geldi. O tarihte söylenen kelamın sözüdür. Tarihe bağlı olan kelam ile alakalı sözdür. Onu kadim demde hatem olan söz olarak telaffuz etmiştir. Söz olarak telaffuz etmesi de sadece ona mahsustur. Bu sebeple, kelamın sözünü, kelamın sahibinin telaffuz ettiği tarihe bağlayabiliriz. Ama kelam zamana bağlanamaz. Bu bakımdan da kelamdan kadim demde hatem olan kelam diye bahsederiz. Ne öncesi bulunur ne sonrası bulunur. Bu şekilde de söyleyebiliriz.

Bu bakımdan beşerin düşünmek ve söylemek yoluyla idrakinin ötesindedir kelam. Çünkü beşerin sözü ve söylemi zamana tâbidir. Zamanın kaydı altında şekillenir. Oysa kelamı bu manada bir kaydın altına alamayız. Alır isek o zaman kelam olmaktan çıkartırız. Tabi bunun çok sıklıkla yapıldığını ve Aristoteles’in etkisinde yüzyıllar boyunca, demin anlattığım manada kelama büyük zararlar verildiğini görüyoruz. Ayrıntılı olarak da açabiliriz, anlatabiliriz.
Bu bakımdan söz zamanın kaydı altındadır. Düşünceye ve idrake bağlıdır. Kelam bunların hiçbirinin kaydı altında değildir. Ve sadece sahibine mahsustur.

Kelamın sözünü kelamın mahalli söyler. Kelam kime gelmiş ise eksiksiz olarak o sözü teşkil eden, söze, dile döken kelamın mahallidir bu anlamda.

Mahal ile yer farklıdır. Yer, herhangi bir şeye mahsus değildir. Bir yerde sandalye vardır, sandalyeyi oradan alırsınız, oraya bir masa yerleştirirsiniz. Dolayısıyla yer yerleştirilene tâbi bir şey olarak düşünülemez. Halbuki mahal, kelama tâbidir. Yani kelamın indiği yere bir başka şey yerleştiremezsiniz. Sadece kelama mahsustur. Onu oradan aldım, yerine bunu koydum diyemezsiniz. Bunun da anlamı şudur. Kadim ve hatem olan sahibidir kelamın, anlamı budur.

Batı dediğimiz şeyin esası iki dildir: Biri Grekçedir, öbürü Grekçedeki kavramların geliştirilmesi ve genişletilmesi sonucunda oluşturulan Latincedir. Bu iki dilde konuşanların, yazanların, düşünenlerin, söyleyenlerin ürünlerinin kiliseyle çerçevelenmesi, kiliseyle zarflanması ki buna Greko-Latin-Kilise diyarı demekteyiz. Bu diyarın esası fikriyattır. Sözdür. Bu diyarda kelam bulunmaz. Halbuki Anadolu’nun esası mayadır yani kelamdır. Yani Greko-Latin-kilise diyarındaki, bol bol düşünür, bol bol konuşur, yazar, çizer ama özü yoktur. Anadolu’da mayalanan konuşursa çok az konuşur, söylerse çok az söyler. Çoğu defa hiç söylemez. Ama özü vardır. Aradaki fark bu şekilde anlatılabilir.

Batı insanı ile Anadolu insanını kıyaslar mısınız?

Batıda insan yoktur. İnsan olmak için özünü kelam kılmak gerekir. Kelamdan doğmak gerekir.
Ana hatlarıyla söylersek iki doğuş düşünebiliriz. Birisi biyolojik doğuştur, ana babadan doğuş. Öbürü de maya itibariyle söylersek asli doğuştur, kelamdan doğmaktır yani insan olmaktır. Kelamdan doğmayan Anadolu anlamında insan olamaz. Yani eli vardır, ayağı vardır, kaşı gözü vardır ama bu öz itibariyle insan olmak demek değildir.

Öz itibariyle insan olmak demek, özünü kelama bağlamak demektir. Kelamdan doğmak demektir. Batıda bu anlamda ne öz vardır, (Batıdan kastettiğimi tekrar söyleyeyim: Greko-Latin-Kilise diyarında) ne de Anadolu’daki anlamında insan vardır. İnsan Anadolu’ya mahsustur. İnsan olmanın esası kelam ile mayalanmaktır. Bu Anadolu’dadır. Benzeri başka hiçbir diyarda bulunmaz. Anadolu’ya mahsus bir iştir.

Nasreddin Hoca’nın göle maya çalmasının anlamı nedir?

Nasreddin Hoca kelam ile Anadolu’yu mayalayanlardandır ama anlayabilene, ama mayalanabilene. Hem güleriz hem mayalanırız. Yani Nasreddin Hoca’nın sözünü gönlüne maya edebilen elbette ki Anadolu’da mayalanır. Hoca’nın işi de budur.

Nasreddin Hoca düşünce ile gönül arasındaki ayrımı ortaya koymaktadır. Anadolu gönül üzerinden yürür. Nasreddin Hoca’nın yaptığı, gündelik hayatın içinden gelen manzaralar yoluyla kelama mahsus hakikati anlatmaktadır. Güldürmek tarafından. Ağlatmak yoluyla da olur. Merkebe niye ters biner? Gösterir. Görün bakın der. Merkep sizin düşüncenize benzer. Siz düşündüğünüzde aynen merkebe ters binmiş biri gibi gidersiniz, önünüzü görmezsiniz, sadece katettiğiniz yolu görürsünüz, etrafı göremezsiniz. Düşünce böyle çalışır ama gönül başka türlü çalışır. Gönlün esası farklıdır. Düşüncenin esası farklıdır.

Gönül söze gelmez. Düşünceye kapalıdır. Yani düşünmek yoluyla, dil yoluyla analitik olarak gönlü açamazsınız. Eğer bunu açmak mümkün olsaydı, Greko-Latin-Kilise diyarının düşünürleri, mütefekkirleri Anadolu’ya gönül ehli olurlardı. Oysa bu manada hiçbir mütefekkir Anadolu’ya gönül ehli değildir. Çünkü düşünmek yoluyla, analiz yoluyla, rasyonalite yoluyla hakikati çerçeveleyemezsiniz. Kelamı kuşatamazsınız, zaptedemezsiniz o anlamda.

.

Dil nedir?

Teologyanın Esasları kitabımda anlattım dilin ne olduğunu. Dilin ne olduğunu dile bakarak açamazsınız. Dilin ne olduğunu anlayabilmek için nazariyata bakmak gerekir. Nazariyat nedir sorusunun cevabını aramak gerekir. Dil, bu itibarla bakacak olursak nazariyattan düşenin seyretmek aracıdır. Dil bir seyretme işidir, manzara seyretme işidir.

Türkçe şunun için önemlidir. Türkçe kimliğimizin omurgasıdır. Sebebi, Türkistan’dan gelen kelam Türkçe gelmiştir. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kadim demde hatem olan kelamın Türkçe’ye tercümesi, tefsiri, meali olarak düşünülemez. Türkistan’dan Türkçe gelen kelam, kelamın gönlünde açıldığı yüce insana mahsustur. Kadim demde hatem olan kelamdır ve Türkçe olarak açılmıştır. Bu tefsir değildir, tercüme değildir, meal değildir. Ve bu açıdan da Anadolu kimliğinin esasıdır. Anadolu kimliğinin omurgasının Türkçe olması, etnografik bir düşünce şekli olarak düşünülemez. Kelamın etnografyayla hiçbir alakası yoktur. Irkla, cinsle hiçbir alakası yoktur. Kelam geneldir. Umuma mahsustur. Herhangi bir ayrım gözeterek kelam inmemiştir. Ancak açılışı Türkçe’dir. Bu kelamı Anadolu’da Türkçe ifade edenler doğup yaşamışlardır. Bu kelamın Türkçe olarak açılmış olması, tercüme yoluyla asla ve esasa bağlanabilecek bir husus da değildir. Bunu rasyonel olarak, analitik olarak, bir dil analizi yaparak, çözümleme yaparak aslına geri götüremezsiniz.

Bir yapı nasıl esere dönüşür?

Yapıyla kastettiğimiz herhangi bir manada malzemenin birbirine bağlanmasıdır. Bir bireşim içerisinde ürüne dönüştürülmesidir. Bu manada; bir evden, bir besteden, bir edebi metinden, bir matematik teoreminden, bir mantık teorisinden birer yapı olarak söz edebiliriz. Kastettiğimiz ise insandan gelen izdir. Dolayısıyla soru şunu sormaktadır. Bağlanmış malzeme ile insandan gelen arasındaki fark nedir? İnsandan gelen iz ile kastedilen gönüle mahsus olandır. Yani kelam ile, maya ile, öz ile alakalı olandır.

Siz bir malzemeyi, diyelim taşı, tuğlayı, demiri statik hesaplar yaparak doğru bir şekilde yapıya dönüştürebilirsiniz. Bu yapının kendi parçaları itibariyle tanımlanan içi vardır, dışı vardır. Kendi parçaları itibariyle zemini vardır. Duvarları vardır ancak yapının doğru, kurallara uygun şekilde yapılmış olması bunun eser olması anlamına gelmez.

Mesela gotik mimariyi düşünelim. Gotik mimaride unsurlar malzeme olarak ustaca birbirine bağlanmıştır ve bir bütünlük tesis edilmiştir. Ortaya çıkan bir yapıdır ama ortaya çıkanın bir eser olabilmesi için- demin söylediğimiz- iç-dış ayrımının giderilmiş olması gerekir. Esere dönüşebilmesi için yapının aşılması gerekir.

Yapının aşılması demek, yapı üzerinden yapıyı kuranın gönlüne temas edilmesi demektir. Mimar Sinan’ın bir eserini seyrederken siz Mimar Sinan ile birlikte olduğunuzu hissederseniz o yapının ne içi, ne dışı kalır, ortada taş da kalmaz, ortaya bir eser çıkar. Yani ustanın gönlünden gelen iz çıkar.

Bu tarzda bir ayrımı Greko-Latin-Kilise diyarına mahsus estetik kuramlarında bulamayız. Çünkü o diyara mahsus estetik kuramlarının esası özetle söylersek subjektif hissiyattır. Yani sizde uyandırdığı beğeni duygusudur. Sizde ne ölçüde duygulara yol açtığıdır. Halbuki eserin bu manada duyguyla bir alakası yoktur. Eser bir görüştür. O izin görüşüdür.

Kelamın olmadığı yerde eser olmaz. Eser, insanın olduğu yerde vardır. İnsan kelamın olduğu yerde vardır. Her ne yerdir ki orada kelam yoktur, orada insan da yoktur. İnsanın olmadığı yerde usta da yoktur, ustanın olmadığı yerde gönülden gelen iz olarak düşündüğümüz eser de bulunmaz. O sebeple Batıda yani Greko-Latin-Kilise diyarında seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz bu manada eser değildir.

Yani şu vardır: Batıdaki yapı kurallarına uygun yapılmıştır. Yani müzikolojinin kurallarına, harmoninin kurallarına, mimarinin, estetik anlayışın, simetri kurallarına uygun bir şekilde inşa yapılır. Ancak bunların hiçbirisi yapıyı esere dönüştürmez. Yapının düzgün, doğru, sağlam bir yapı olmasını temin eder. Ama bunların hiçbirisi eser için yeter şart değildir. Bir yapının eser olabilmesi demin dediğim şartlara bağlıdır.

Kelamın olmadığı yerde insan olmaz, insanın olmadığı yerde usta olmaz, ustanın olmadığı yerde de eser olmaz. Eser Anadolu’ya mahsustur. Greko-Latin-Kilise diyarında eser yoktur. Düzgün yapılar vardır ama o düzgün yapılar kastettiğimiz manada eser değildir.

Mimar Sinan’ın bu kadar muhteşem eserler yapmasının sebebi nedir? Mimar Sinan Anadolu’da mayalanmıştır. Mimar Sinan bir insandır. Mayası olan, kelamdan gelen bir insandır. Ve büyük bir ustadır. Bu iki özellik yoluyla eser ortaya koymuştur.

Eser ortaya kaymak, bir yapıyı kurallara uygun şekilde inşa etmek demek değildir. Siz bir yapı inşa edebilirsiniz. Düzgün bir yapı olarak ortaya koyarsınız. Bu, matematikte bir teorem olabilir, mantıkta bir teori olabilir. Bir ikametgah, bir ibadethane, bir şiir olabilir. Bağlamak birlik vermek değildir. Esere dönüşenin birliği vardır. Birliğin kaynağı da kelamdır. Kelam olmadan yapıya, yani bağlanmış malzemeye birlik vermek mümkün değildir. Birliğin kaynağı o yapıyı kuran ustanın kelam ile olan alakasıdır. Burada subjektif duyguların falan hiçbir etkisi yoktur. Ne zaman ki o birliği verir ve o çokluk tekliğe indirgenir ve siz o teklik içinde farkları kaldırırsınız, ortada ne iç kalır, ne dış kalır.

Mesela Mimar Sinan’ın Şemsi Paşa Camii'nde ne iç vardır ne dış vardır. Ne deniz vardır, ne kara vardır. Hepsiyle bir bütündür. Bir birliktir. Baktığınızda her şeyiyle bir tek görürsünüz. Şemsi Paşa’yı çeker ordan alırsanız Üsküdar’ı bitirirsiniz. Yani sanki yaratılıştan o orda imiştir. Eser odur. Ama yapı, yapı öyle değildir.

Tefsir nedir?

8., 9. yüzyıldan itibaren başlayan bir fikri faaliyet alanı değildir. En az birkaç bin yıllık geçmişi vardır. Bu itibarla bir diyara mahsusen tefsiri düşünemeyiz. İkincisi belli bir zamana mahsus olarak düşünemeyiz. Ama tefsirden bahsettiğimizde kastedilen düşünceye bağlı bir açma faaliyetidir.

Anadolu Mayası'nda anlattığım şekliyle, özetle birkaç cümleyle söyleyecek olursam tefsir, yerden mahalle giden yolu düşünce esasında arama faaliyetidir. Yani sözün mekanından kelamın mekanına düşünmek yoluyla bir geçiş aramaktır. Böyle bir geçiş imkanı maalesef bulunmaz. Eğer bulunsaydı o zaman kelama gerek kalmazdı. O zaman Greko-Latin-Kilise diyarının mütefekkirleri Anadolu’ya kelam ehli olurdu. Böyle bir şey mümkün değildir. Bu ilahiyatçılara çok kötü dokunuyor ama ne yapayım. Yani tefsirin esası özü budur. Yer ile mahal arasındaki farkı düşünce yoluyla gidermek faaliyetidir. Bu çok genel bir ifade şeklidir. Yani hem Greko-Latin-Kilise diyarındaki felsefe fikriyatı kuşatır, hem kabalayı kuşatır, hem daha sonraki dini metinleri ve teolojiyi kuşatır. Özü budur tefsirin.

Anadolu'nun mayalanması Anadolu’da yaşamış kavimlere ait kültürlerin antropolojik sentezi olamaz.

Kelam ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelam. Ve her daim bizatihi kendisidir. Her daim bizatihi kendisi olan ve zamanın kaydı altına girmeyen hiç bir şekilde bir başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur. O doğduğu şekliyledir. O doğduğu ahvalindedir ve hep öyle kalır. Yani, sabittir, tek bir şeydir. Kendisiyle hep aynıdır. Bu itibarla Anadolu’dan birçok kavimler geçmiştir binlerce yıl boyunca. Bu binlerce yılın geriye bıraktıkları vardır. Bu geriye bırakılanlar sentezlenmiştir. Terkibe girmiştir. Genişlemesine yol açmıştır Anadolu’daki kavimlerin. Sonra gelen önce gelenden bazı şeyleri miras olarak almıştır. Ama bu miras olarak alınanların hiçbiri kelam değildir. Senteze tâbi olan, zamana tâbi olan, değişmeye, dönüşmeye tâbi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır. Kelam kültür değildir. Aksi takdirde kelamın inmesinden önceye mahsusen kelamın izini bulabilmemiz gerekirdi. Böyle bir izin bulunmasından bahsedemeyiz. Dolayısıyla bir an vardır. O iniş anıdır. O geliş anıdır. Doğuş anıdır ve onun ne öncesi o anda kayıtlıdır ve mevcuttur ne de o an doğan önceden bir şey almıştır. Farklı bir yerden gelmiştir. Böyle söyleyelim, teşbih olsun diye.

Endülüs mayasının uğradığı kırımla, Anadolu mayasının karşılaştığı yok olma, yok edilme tehlikesi aynı mıdır?

Aynıdır tabi. Endülüs’te bir maya var idi. Ve modernitenin başlatılması, Endülüs mayasının o topraklardan çıkartılmasına bağlanmıştır. Ve o mayayı ayakta tutanlara bir kırım uygulanmıştır. Ve o kırımı uygulayanlar Greko-Latin-Kilise diyarıdır. Aynı kırımı Anadolu’ya da uygulamak istiyorlar. Çünkü Greko-Latin-Kilise diyarının bekası, Anadolu’nun, Anadolu mayasının yok edilmesine bağlıdır. Endülüs yok edildikten sonra Avrupa yeşermiştir. Kendi haliyle kendi ahvaline göre. Anadolu mayası yok edilirse Greko-Latin-Kilise diyarı sökülüp atılmış olduğu bu coğrafyaya yeniden gelecektir. Papa bunun için gelmiştir. Burası benim diyarım demek için gelmiştir Anadolu’ya. Ve ne yazık ki, Papa'nın yanında konuşanlar ve Anadolu’yu temsil etmek durumunda olanlar gereken şeylerin asgarisini dahi söyleyememişlerdir. Papa sadece onun için gelmiştir. Anadolu, kilisenin yeşertildiği coğrafyadır. Türklerin öncesinde. Onun için söylemiş, ima etmiştir kendisi de. Burası benim ikinci vatanım demiştir. İnşallah bunları muhakkak idrak edenler, görenler vardır ve buna göre davranacaklardır.

Arabistan’daki Vahabiler Anadolu’da da damar sürmüştür. Vahabiliğin esasıyla kilisenin esası aynıdır. Esas iktidardır. Başka hiçbir esas yoktur. Ve bu iktidar esasında ele geçirmektir. Hükümran olmaktır. Tabi Vahabiyle kastettiğimizle teoloji açısından söyleyecek olursak geniş anlamda Sodom ve Gomore’yi kastederiz.

Kadim demde hatem olan kelamın söze döküldüğü ki, o zamanın kaydı altındadır. Tarih öncesinde Arabistan’da yaşamış olup da dökülen sözün şartlarına dış kabuk esasında uyup, ama sözü dökülüş öncesi itibariyle kendi esaslarını muhafaza edenlerdir Vahabiler. Dolayısıyla davranış ve kabuk bakımından siz zannedersiniz ki söze dökülen kelamın gereğini, esasını yerine getirirler. Bu böyle değildir.

Modernleşme mayayı ne ölçüde etkilemiştir?

Batılılaşma, modernleşme mayayı hiçbir şekilde etkilememiştir. Nasıl etkilesin ki. Batılılaşma, modernleşme zemini, esası fikriyat olan, söz olan, kültür olan bir faaliyetten ibarettir. Değişkendir. Kılık değiştirir. Ancak, kelam öyle değildir. Kelam etkilenmez. Ama terk eder gider. Onun için dikkat etmek gerekiyor, Anadolu’yu terk etmesin diye. Kitabın sonunda bundan kısmen bahsettim.

Eğer sözü ağırlıklı hale getirirsek, fikriyatı ağırlıklı hale getirirsek kendi öz kimliğimizi, kendi esasımızı, kendi öz mayamızı açamaz isek, bilemez isek, birliğimizi bozar isek, o zaman kelam bu coğrafyada durmaz, buradan gider. Ama kelamın etkilenmesini düşünemeyiz.

Mesela Batı yani Grek-Latin-Kilise diyarına mahsusdüşünürlerden Kant diyelim Schopenhauer’i etkilemiştir. Schpenhauer Kant’ı okuyarak, Kant’ı hareket noktası alarak yeni bir fikriyat geliştirmiştir. Bu fikriyatın bir kısmı Kant’ın söylediklerine uygundur, bir kısmı ise Kant’ın fikriyatının reddedilmesine dayanır. Dolayısıyla Schaupenhauer üzerinde Kant’ın etkisinden bahsedebiliriz. Benzer olarak Schopenhauer’ın daha sonraki yıllarda, günümüze daha yakın dönemlerdeki düşünürler üzerindeki etkilerden de sözedebiliriz. Fikriyat ve kültür etkileşme içerisinde ilerler ve devam eder.



Ancak kelamın etkilenmesi demek, kelamın değiştirilmesi ve dönüştürülmesi demektir. Böyle bir şey mümkün değildir. Esas itibariyle mümkün değildir. Kelama temas edemezsiniz ki onu değiştirebilesiniz. Etkilediğiniz ve değiştirdiğinizi zannedebileceğiniz şey ancak kelamın belli bir kültür içerisindeki tezahürüne mahsus unsurlardır. Bizatihi kelamın kendisi değildir. Kelamdan hiçbir şey çıkartamazsınız, nokta dahi ekleyemezsiniz. Öyledir, o kadardır, sabittir, zamanın kaydı altında değildir. Ve sadece inene mahsustur. Fikir konuşanlara mahsustur. Aktarabilirsiniz. Ama bu manada kelamı bir fikir olarak aktaramazsınız. Düşünerek fikir oluştururusunuz. O fikri savunursunuz. Bazıları kabul eder, bazıları etmez, bazıları kısmen kabul eder ama düşünerek kelam oluşturamazsınız. Düşünmek yoluyla, dolayısıyla dil esasında kelam tesis edemezsiniz. Kelamın sözü vardır. Kelamın sözünü sadece kelamın sahibi söyler. Ve sadece ve sadece o sözü dinleriz veya okuruz. Ama ona ne bir şey katabiliriz ne ondan bir şey eksiltebiliriz. Ne de onun üzerinde bir muhakemede bulunabiliriz. Çünkü kelamın sözü üzerinde muhakemede bulunmak demek bir şekilde o söze katmak, eklemek demektir. Halbuki kelamın sözüne katma, ekleme yapabilecek olan kelamın sahibidir. Dolayısıyla neresinden bakarsak bakalım kelam etkilenmez. Kelam etkiye tâbi bir şey değildir. Fikir etkilenir. Düşünce etkilenir. Ama kelam mahiyeti itibariyle etkilenecek bir şey değildir.

Kelamın olmadığı yerde insan da olmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Dolayısıyla bir Batı medeniyetinden söz edemeyiz. Bunlar hep afaki, hayali fikirlerdir Batı medeniyeti diye. Medeniyet insana mahsustur. İnsanın olduğu coğrafyaya mahsustur. Bu manada Batıda insandan bahsetme imkanımız bulunmaz. Kimin insanından bahsedeceğiz. Kilisenin insanından mı? Kilisenin insanı mı vardır? Dante’nin insanı mı vardır? Niçe’nin insanı mı vardır? Batı insansızdır. Bizim anladığımız manada insan teşkil olunamamıştır. Yığın vardır. Batının bireyi yığınsaldır. Yığının bir unsurudur. Halbuki Anadolu’nun bireyi ferttir. Ferdi bireydir. Sebep, Grek-Latin-Kilise diyarındaki bireyin dayanağı yığının esaslarıdır. Yani kilisedir. Anadolu’daki ferdi bireyin dayanağı Türkistan’dan gelen kelamdır. Yani bizatihi kendi özüdür, kendi esasıdır. Yığına dayanılarak ferdi birey olunmaz. Ferdi birey olunmadan insan olunmaz. İnsanın olmadığı yerde medeniyet olmaz. Medeniyet Anadolu’ya mahsustur. Teknoloji ile medeniyeti karıştırmamak gerekir.

İnsanın kendine ve ötekine acı vermeden yaşayabilmesinin yolu nedir?

Kelamdan doğan insan ne kendisine acı verir ne de başkasına. İnsan olan için cümle yaratılmış birdir. Kurdun, kuşun, böceğin, otun, çöpün ötekileri bir, ayrı gayrı söz konusu değildir ama insan olan için. Biyolojik olarak doğarak insan olunmaz. İnsan olmak için Anadolu’da Türkistan’dan gelen kelamdan doğmak gerekir. Türkistan’dan gelen kelamdan doğarsanız Anadolu’ya insan olursunuz, Anadolu’da mayalanırsınız, o vakit cümle varlığın birliği nedir o yolla anlarsınız. Ama bu düşünerek, analiz yapılarak, muhakemeye tâbi kılınarak anlaşılacak bir şey değildir. Olsaydı Batıda görürdük, Greg-Latin-Kilise diyarında görürdük. Böyle bir şey söz konusu değildir.

Medeniyet içindeki kriz nedir? Bundan çıkmanın yolları nelerdir?

Anadolu mayası bir krizle karşı karşıya değildir. Kelamın krizi olmaz. Kriz topluma mahsustur. Bireye mahsustur. Bu krizin esası da kimliğin doğru şekilde açılamamasıdır. Anadolu Türk Kimliğinin esaslarının ortaya konamamasıdır ve Anadolu'daki bireyin Grek-Latin-Kilise diyarına tebaa yapılmak istenmesidir. Toplumun krizi buradan kaynaklanmaktadır. Bu krizi aşmanın yolu da okumaktır, çalışmaktır, dil öğrenmektir. Esaretten kurtulmaktır. Bireysel özgürlüğü kazanmaktır. Doğru düzgün düşünmeyi öğrenmektir. Alınteri dökmektir. Ama teba olmak değildir. Grek-Latin Kilise diyarının tebası değiliz. Eğer o yöne saparsak kelam Anadolu’dan gider, o zaman Anadolu yok olur. Anadolu'yu Anadolu yapan, Türkistan’dan gelen kelamdır. Bu kelamın burada kalması da mayalanmaya bağlıdır. Kim ki mayalanır, o kelamı sağlam tutar. Mayalanma düşünme, öğrenme, konuşma değildir. Mayadan doğmaktır.

Sadece Batı değil, Arabistan kimliğine dönerseniz de kendi kimliğinizi yok edersiniz. Bu tek taraflı değildir. Anadolu Türk Kimliğinin esası ne Arabistan kültürüdür ne de Grek-Latin-Kilise diyarıdır. Kendi özümüzü, kendi mayamızı açabildiğimiz takdirde bunu görürüz. Bunu gördüğümüzde anlarız ki, ne Arap kültüründe ne Grek-Latin-Kilise diyarında bizim esasımıza dair herhangi bir şey bulunmaz. Kadim demde hatem olan kelam, Arap kültürüne mahsus değildir. Aksi takdirde kelamın belli bir döneme ait olduğunu söylemiş oluruz. Bunu söylersek kelamı göndereni inkar etmiş oluruz. Çünkü kelam kainattadır. Ne belli bir zamana ne belli bir zümreyedir. Sözdeki açılış itibariyle öyleymiş gibi görünür, cevher olması cihetinden durum farklıdır. Zamanın kaydı altına girer, o zaman da cevher olmaktan çıkar yani kelam olamaz. Dolayısıyla kelam olabilmenin şartı, geneldir, umumadır. Hiç bir ayrım gözetmeden. Aksi halde kelam olmaz.

Arap kültürüyle alakalı değildir Anadolu’daki Türk kimliği, yani Anadolu Mayası (bu herhangi bir düşmanlık değildir). Çünkü Türkistan’dan gelen kelamın esası birliktir. Varlığın birliğidir dolayısıyla ayrı gayrı yoktur. Arap dünyasını da Grek-Latin-Kilise diyarını da ayrı gayrı tutmaz. Grek-Latin-Kilise diyarı kendi varlığının devam edebilmesi için düşmanlık eder. Kelam ile mayalananın kelamın indiğiyle bir düşmanlığı olabilir mi? Olamaz. Esası birliktir. Ama Grek-Latin-kilise diyarında kelam bulunmaz. Esası fikriyattır. Kilisedir. Bu itibarla da kendini dönüştürebilecek olan şeye can düşmanlığı eder. Bu bakımdan bizim Arap kültürüyle de alakamız bulunmaz. Özümüz, esasımız, aslımız Türkistan’dan gelen kelamdır.

Anadolu’da neye baksak o kelamın izini görürüz. Otunda, çöpünde, kuşun ötüşünde, yağmurunda, karların eriyişinde bu kelamın izi vardır. Batılı gibi olmak komikliktir. Kayboluş, ayağa kalkmayış söz konusudur. Batının esası esarettir. Anadolu mayasının esası özgürlüktür. Bu özgürlük parlamentoda kanun çıkartılarak tesis edilen bir özgürlük değildir. Birey olmanın şartıdır ve hakikati, özü bulmakla alakalıdır. Bu ayrım son derece önemlidir. Anadolu Mayasının esası özgürlüktür, hürriyettir. Anadolu ferdi, bireyi hürdür. Grek-Latin-Kilise diyarının en derin mütefekkiri daha esarettedir.

Aşk olsun Anadolu’daki mayaya...
Aşk olsun Anadolu’yu mayalayanlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu’da mayalananlara...
Aşk olsun ve de selam olsun Anadolu için can pazarına çıkanlara...
Ve can verenlere ve vereceklere…



Mehmet Erken alıntıladı




Devamını Oku »