Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Elfaz-ı Küfür Listesi” Neyin Göstergesi?

Soru:

Elfaz-ı küfr bahsi ile ilgili olarak çeşitli kaynakları tetkik ettim. Bazı kitaplarda uzun listeler veriliyor. Verilen misaller arasında günümüzde halkın diline yerleşmiş ve hiç düşünmeden kullanılan bir takım cümleler de var. Hatta beş vakit namazlı, mütedeyyin insanlardan dahi bu tarz sözler sadır olabiliyor. (Meselâ; “yüzünü gören cennetlik” demek, “yürü Allah yürü, git Allah git” vs. demek “bu adam Allahlık” demek, “yukarıda Allah var” demek gibi.)

Gerçekten böylesine ciddi sonuçlar doğuran; insanı küfre düşüren, nikâhını bozan, amelini iptal eden bir fiil, düşünmeden söylenen bir kelime ya da cümleyle gerçekleşmiş olur mu?

“Bu tür sözleri bilmeden kullanmak da aynı sonucu doğurur, çünkü bilmemek mazeret değildir” deniyor. (Ehl-i Sünnet Akâidi, M.Zahid Kotku) Gerçekten öyle mi?

Ben şahsen belki bilmeden yanlış bir söz sarf etmiş olabilirim diye her gün tecdid-i iman dualarını (Allahümme inni üridü en üceddidel imane ven nikaha tecdiden bi kavli La ilahe illallah Muhammedurrasulullah) okuyorum. Ama nikâh için ne yapılabilir, bilmiyorum. Bu duayı okumakla nikâh da tazelenmiş olur mu?

Bu konuda Millî Gazete yazarı Mevlüt Özcan Hocanın dört ciltlik (beşinci cildi de çıkmış olabilir) “Sorumsuzca Söylenen Sözler” kitabı var. Mümkün olduğunca çok örnek görmek açısından bu tür kitapları okumak faydalı mıdır?

Cevap:

Önce “elfaz-ı küfür” meselesinin bu derece önemsenmesinin arka planıyla ilgili bazı temel tesbitler yapalım.

Sadece İslâm’la ilişkisi “inkâr” üzerinde şekillenmiş kimi çevrelerden değil, “Müslüman” olduğunu söyleyen bir kısım kimselerden de zaman zaman bu konuda istismara varan eleştiriler sadır olduğunu biliyoruz. Bu eleştirilerin gerekçesini şöyle özetleyebiliriz: İnsanların iç dünyasıyla ilgili olması gereken bir alanda “şu sözü söylersen kâfir olursun” tarzında sınırlamalar, ulema sınıfının insanların inançlarına ipotek koyma gayretlerinin sonucudur. Din’in bu türlü şeklî/biçimsel göstergelerden çok, vicdânî/kalbî bir bağlılık, samimi bir inanç olması gerekir…

Bu gerekçe bir bakış açısına göre ilk anda doğru görünebilir; insanı küfre götürücü sözlerin listesinin verilmesi, çetelesinin tutulması, Din’in şekle/biçime kurban edilmesi olarak algılanabilir. Ancak meseleye asıl bakılması gereken zaviyeden baktığımızda meselenin veçhesi değişmektedir. Şöyle ki;

“Mü’min olma hali”, salt “vicdânî bir kabulleniş”in ifadesi değildir. Onun, insanın kişiliğini inşa edici bir boyutu da olmalıdır ki, böylece bireyden başlayarak çevre ve toplum da mü’min olabilsin. Düşünme ve algılama biçiminden davranışlara, yani kalp ve beyinden, zahirî organlardan sadır olan fiillere kadar insanla ilgili ne varsa hepsinin mü’min olmasından bahsediyoruz.

Bunları “zahir-batın” şeklinde kategorize etmek doğruysa, batını yeterince mü’min olmamış bir kimseden sadır olan fiillerin de fillere aksetmemiş soyut kabul/redlerin de birer “arıza” durumunu işaret ettiğini söylemek durumundayız.

“Mü’min olma hali”nin kemal seviyesindeki tezahürü, “öz”le “söz”ün, imanla amelin, zahirle batının birbirini bütünlemesi, tasdik etmesi ve beslemesi ile mümkündür. “En büyük ve temel değer” iman olduğuna göre, onun muhafazası ve kemale doğru yükseltilmesi de en büyük ve temel hassasiyet olmalıdır.

Bir kimseden, bunun hilafına sadır olan herhangi bir söz veya eylem, sadece hassasiyet azlığını değil, imandaki önemli bir zaafı da işaret ettiği için ulema, bu noktaya önemle dikkat çekmiş, hatta bununla da yetinmeyerek halk arasında yaygın olarak kullandığı görülen bazı “kalıp ifadeler”i zikrederek “iman muhafazası” hassasiyetinin teminine çalışmıştır.

Avam farkında olmasa da, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan her bir sözün mefhum ve/veya mantukunda sahih iman için tehlike arz eden bir arka plan mevcuttur. Kelam kitaplarında “bid’at fırkalar”ın görüşleri tartışılırken söz konusu listede yer alan sözlerin birçoğunun ne türlü sakıncalara yol açtığını gösteren izahat bulunduğuna dikkat edilmelidir. Güncellenmiş bir İlm-i Kelâm’dan mahrum bulunmasaydık, “elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan maddelerin her biri tafsil edildiğinde ne türlü imanî tehlikelerin söz konusu olduğunu -en azından ulemanın zikrettiklerinin dışında kalan maddeler için- görebilirdik. Bu konudaki eksikliği kapatmak için soruda adı verilen türden kitaplardan incelenmesinde elbette fayda var.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: “Elfaz-ı küfür listesi”nde yer alan hususlardan herhangi birini inkâr, tahfif (hafife alma) veya benzeri bir kasıt olmaksızın ve itikadî olarak neye müncer olacağını düşünmeksizin/bilmeksizin telaffuz eden bir kimseyi hemen tekfir edip bütün amellerini ve nikâhını boşa çıkarmak doğru değildir. “Tekfir”den önce, insanları bu konuda bilinçlendirmek ve meselenin hassasiyetini vurgulamak gerekir.

“Bilgiye ulaşma”nın değil, ama “doğru bilgiye ulaşma”nın hayli zor olduğu, hatta bizatihi doğruyu yanlıştan ayıracak kriterlerin tartışma konusu yapıldığı günümüzde, “tekfir”den önce “tebliğ” üzerinde durulmalıdır.

Ebubekir Sifil - OCAK 6, 2005

Devamını Oku »

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

...Efendimiz bu durumu şöyle beyan ediyor: “Mü’min kul bir günah işlediği zaman kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe ederse o nokta silinir ve kalbi cilalanır (eski haline gelir).Eğer günah işlemeye devam ederse o noktalar da artar ve nihayet bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, bn-i Mace, Ahmed b. Hanbel)

Her Günah Fıtrata Bir Darbe

Bu çok net açıklama şunu anlatıyor: Fıtratı kirleten, bozan her türlü davranış yanlıştır ve bu anlamdaki her yanlış dinimiz tarafından günah olarak isimlendirilmiştir. Bir diğer şekilde söylersek, her günah, fıtrat kirleten, zedeleyen ve bozan bir “müdahale”dir.

Fıtrat kirliliği son aşamaya geldiği zaman insanın kalbi mühürlenir. Kalbi mühürlenen insan da artık hakikatleri kavramaktan uzaklaşmış bir varlık olarak, hem kendisine hem de çevresine her türlü zararı verebilecek bir varlığa dönüşmüştür.

Şu halde en başta söylediklerimizi de hatırlayarak şu noktanın altnı bir temel tesbit olarak çizmeliyiz: İnsan denen varlığın, yaradılışından ve özünden getirdiği değerlere (yani fıtrata) uygun davranışın tek adresi vardr: İslâm.

İslâm, aslî olandır, tabii olandır, yaratlış cevherinin muhafaza edilmesinin tek yoludur. İslâm, varlığın ve hayatın dinidir.

Bunun karşısında günahlar ve küfür ise arzî, yani sonradan olmadır. Aldatcıdır, kirleticidir, sahte değerleri temsil eder ve fıtratı yozlaştırır.

“İnsan” kelimesindeki “unutmak” anlamı, insanın, varlığın temeli olan İslâm’a yaradılıştan meyilli, kabiliyetli ve uygun yaratıldığına bir hatırlatmadır. Tekrar belirtelim, burada İslâm’dan kastımız sadece dar anlamda “inanç, ibadet ve ahlâk” ilkeleri ile sınırlı somut emir ve yasaklar bütünü değildir. Varlığa hakiki anlamını veren, bütün alemlere hakim olan varlık yasalarıyla uyum içinde bulunmamızı sağlayan temel ve yegâne doğru tavırdır. Bu tavrı benimseyen insanın, iç içe halkaların en dışta olanından içeriye girdiğini kabul edersek, sonraki halka, bu kabulün insana yüklediği “doğru biçimde iman etme” yükümlülüğü olduğunu görürüz. Ondan sonraki halka ise amel. En içteki halkayı da tasavvuftaki prensipler oluşturuyor.

İşte bu halkalar bir bütün olarak “fıtrat”ı oluşturuyor. Bu kelimeye eş anlamlı olarak bu çerçevede “ahlâk” kelimesini önerebiliriz. Zira hulk ve halk, yani yaradılış kelimelerinin aynı kökten türemiş olması anlamsız değildir. Şu halde ahlâklı insan, yaratılışın mayasını oluşturan “öz”e; tebdile ve bozulmaya uğramamış aslına uygun düşünen ve yaşayan insan demektir. Ahirette yüce huzura kalb-i selim ile varanların kurtulduğunu bildiren Kur’an ayetini de bu doğrultuda anlayabiliriz. Zira selim olmak, bulanıklıktan, karışıklıktan, aykırı unsurlar içermekten ve arızadan uzak olmak demektir.

Bu geniş anlamıyla İslâm’a aykırı düşen insan ise, yaratılış suyunu bulandırmış, asıl yapısını bozmuş ve dolayısıyla yaratılışından gelen doğal-ilahî-doğru varlığına, yapay-gayri ilahî-yanlış unsurlar eklemek suretiyle saf varlığını kirletmiş insandır. “Küfr” kelimesinin, örtmek ve karanlık gibi anlamlar ihtiva ettiği de hesaba katılırsa, “kâfir” kelimesinin, gerçeğin üzerini örten ve varlığın aydınlık gerçeğini yanlış telakkilerin ve değer yargılarının karanlığına maruz bırakan kişiyi anlattığı sonucunu çkarabiliriz.

Keza “nifak” kelimesi de geçmek ve nüfuz etmek anlamı taşıdığından, münafıkın kalbindekiyle dilindekinin birbirini yalanlayan şeyler olması dolayısıyla hakikatin içine yanlışı, sahteyi sokan kimse olduğunu söylemek mümkün.

Netice şudur: İman, fıtrata uygun, onun gerektirdiği doğal durumdur. Küfür ise bu doğal, temiz ve saf yapıya sonradan arz olan yabancı ve aykırı bir durumdur ki, imanın saflığını bozan harici bir müdahaledir. Yani iman fıtrîdir, küfür ise arzîdir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i kudside “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. (Ancak) onlar(ın kâfir olanlarnı) şeytanlar dinlerinden çevirdi” buyurulmuş olması bu hakikatin dile gelişidir.

Fıtrat Ne Demek?

“Fıtrat”, Arap dilinde “ilk defa yarattı, yaptı, yardı” anlamındaki “fatara” kelimesinden gelen bir isim. Bu anlam, bünyesinde orijinaliteyi, tazeliği ve saflığı da barındırır.

“Fatara” kelimesinin anlamını daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim: Hiçbir ışığın olmadı zifiri karanlık bir gecede etrafa göz gezdirdiğimizi düşünelim. Hiçbir noktada karanlığı yaran bir ışık, bir delik göremeyiz. Sanki herşey karanlıkta ve yoklukta kapanık vaziyettedir. Sonra bir yerden ani bir ışık çaktığını tasavvur edelim. İşte bu ışığın aniden belirerek karanlığı yarması “fatara” kelimesi ile ifade edilir ve bu ani beliriş “fıtrat” halidir.

Bir şeyden başka birşeyin, bir tohumdan bir tanenin ve tomurcuktan çiçeğin çıkması olaylarında, ilk maddenin bozulmasından ikincinin vücut bulması söz konusu iken, yokluktan varlığa çıkarmada (fatr) böyle bir bozulma durumu yoktur. Bunun için fıtrat kelimesinin bünyesinde, eskilerin “mahz-ı salâh” dedikleri “katkısız saflık, sıhhat ve pürüzsüzlük” vardır. (Elmalılı, Hak Dini, 3/1889-1890)

Fıtrat kelimesinin bu dikkat çekici anlamı dolayısıyla Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurmuştur:

“O halde sen yüzünü dine, Allah fıtratına bir hanif olarak tut ki, insanları onun üzerine yaratmıştır” (Rûm suresi, 30)

İslâm Fıtrat Dinidir

Din, yani İslâm fıtrattır. Bir başka deyişle yaradılışın ilk tarzı ve tavrı ne ise, İslâm da insanları o bozulmamış ve dejenere olmamış berraklığa çağırmaktadr. Bu incelik sebebiyle “İslâm fıtrat dinidir” denmiştir.

Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafndan bulandırılmasna izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Yaradılışından getirdiği “güzele, iyiye, doğruya yatkınlık, ünsiyet” sebebiyle “insan” ismini almış olan varlık, ancak bütün benliğiyle “din”e, yani İslâm’a, yani “fıtrat”a yöneldiği zaman, evren içindeki ahenk sağlanmış, büyük alem ile küçük alem arasındaki uyum temin edilmiş olur.

Ebubekir Sifil - semerkanddergisi

yazının tamamı için bk

:http://hisar-bab.com/index.php?option=com_content&view=article&id=6629:yaradl-mayamza-doenue&catid=121:secme-makaleler&Itemid=586

Devamını Oku »

İnsan,iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar...

Bismillahirrahmanirrahim


Yirmi Üçüncü Söz


Şu Sözün iki Mebhası vardır.


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
لَقَدْ خَلَقْناَ اْلاِنْسَانَ فِىۤ اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ - ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ - اِلاَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ



Birinci Mebhas



İmanın binler mehâsininden yalnız beşini, Beş Nokta içinde beyan ederiz.


BİRİNCİ NOKTA



İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar, Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer, Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, iman, insanı Sâni-i Zülcelâline nisbet ediyor. İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder. O kat’dan, san’at-ı Rabbâniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.


Bu sırrı bir temsille beyan edeceğiz. Meselâ, insanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san’at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san’at antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san’atkârına nisbet ederek, o san’atkârı yad etmekle ve o san’atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir.


İşte, insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.


Eğer nur-u iman, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, şuurla okur ve o intisapla okutur. Yani, “Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım” gibi mânâlarla, insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek, Sâniine intisaptan ibaret olan iman, insandaki bütün âsâr-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti, o san’at-ı Rabbâniyeye göre olur; ve âyine-i Samedâniye itibarıyladır. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.


Eğer kat’-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san’atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder.

Ayet Meali:

1)
“And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna.” Tîn Sûresi, 95:4-6.


Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-Yirmiüçüncü Söz)
Devamını Oku »

Şuur Sahibi İnsan Olmak

Tabiatı Koruma İdeolojisiŞuur sahibi bir insan her şeyden önce " niçin yaşıyorum" sorusuna tatminkar bir cevap bulmak , bu konuda açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, maddi temas kurduğu her şeyle, düşüncesi aracılığıyla ilintide veya alışverişte bulunduğu unsurlarla münasebetini hayata verdiği anlam açısından ayarlayacak,ne için yaşadığını bilmekle de hayatına mana veren ne ise onun dışında kalanlarla bağlarını koparacaktır. Bu çerçeve dahilinde , Müslümanın küfr ile içli dışlı olması imkansız olduğu gibi küfrün özünü öğrenme faaliyetinin dışında bulunması da tabiidir. Müslüman için küfrün küfr olduğunu bilmek yeterlidir. Ayrıca onu özünden kavrama çabası göstermeye yeltenmesi boşunadır. Çünkü küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur ve hiçliktir. Müslüman hiçten hiç bir şey anlamaz.

İtikad ettiği hususları iman bölgesine alabilmiş, daha doğrusu iman lutfuna erişmiş bir müslüman, bu seviyeye varmakla her şeyden önce insan olarak kendinin kainattaki, alemlerdeki yerini tesbit etmiş, hayatına hangi mananın hakim olduğunu kavramış yaşamasının sebebleri üzerindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır.

Müslümanın anladığı, benimsediği , kendinin saydığı şeyler varsa onun anlamadığı,reddettiği, kendinin gayrısı sandığı şeyler de var demektir. Şehadet kelimesi bir kazanç külliyesi olduğu kadar nelerin feda edilmiş olduğunun , nelerden vazgeçildiğinin de belgesidir. Bir şey alınırsa karşılıpğında bir şey verilir.

Demek ki içinde yaşadığımız medeniyetin bize sunduğu yaşama tarzından da , bu medeniyetin düşünme kalıplarından da hiçbir şey anlamamak mümkün ve belki de gereklidir. Müslüman olaya şöyle yaklaşabilir: Yaşadığım bu hayat, sahibi olduğum bu bilgiler, beni Müslüman kılan "mana" bakımından nasıl bir yere sahiptir ? Hayatım kul olarak mevcudiyetimin bir gereği , kulluk vazifelerimi yerine getirmekte kullanabildiğim bir vasıtamıdır? Bu sorulara cevabım" evet" ise, yapacağım şey hayatımı daha etkin bir tarzda devam ettirmek, bilgilerimi paylaşabileceğim ortam veya ortamlar bulmaya çalışmaktan ibarettir.

Ama eğer, hayatım ve yaşama tarzım kulluğumun gereği değil de bana isteklerim hilafına kabul ettirilmiş bir yapıda ise kendi hayatımdan hiçbir şey anlamamak benim hakkımdır. Bilgilerim helal ve haram arasındaki çizgiyi çekmeme yardımcı oluyorsa , bu bilgilere sıkıca sarılırım, yok eğer bu bilgiler benim kul olarak mevcudiyetime bir katkıda bulunmuyor, hayatımın seyrinde zikzaklar çizmeme sebeb oluyor, kul olduğumu kavramada önüme engeller koyuyorsa, bu bilginin "hiç" olduğunu düşünme hakkına sahibim.

Herşeyin başında varla yok arasında bir ayrım bulunduğunu, insan hayatının bu ikisinden birini şuurla seçmek suretiyle anlam sahibi olabileceğini kavramak gerek. Eğer insanin gerçekten sarahatle anladığı, manalandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri manasız bulmakta hak sahibi olabilir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »