Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

9.Mektub


Ey Azîz
Şehvete çeken şeyleri terk et. “Heva-yı nefsânîye uyma; sonra seni Âllâhın yolundan saptırır.”“Kalbini zikrimizden gâfil kimseye itaat etme” diyârı gafletinden çık”
“Allâh'ı zikretmeye karşı kalpleri katılaşanlara yazıklar olsun}” kasveti (kalp katılığı) sâhiplerinın sohbetinden uzak dur.

“O geri çevrilmesi mümkün olmayan gün Allâh’tan gelmeden önce,Rabbinizin çağrışma cevap verin” münâdîsinin “Mü’minlerin kalplerinin Allâh’ın zikrine karşı haşyet duyma zamanı gelmedi mi?” nidâsına kulak ver. "Şeytan sizi Allâh ile (Allâhin rahmetiyle ümitlendirip) aldatmasın” uykusundan, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?!” uyanıklığı ile uyan.

“Öyle erleri/yiğitler vardır ki, ne bir ticâret, ne de bir alışveriş onları Allah’ı zikretmekten alıkoyar” huzûru ehlinin makamlarının haberlerini sor, soruştur.

Maksat Kâ‘be’sine baş ayağınla yürüyerek, “Tam bir tebeddül/yöneliş ile O’na yönel” inkıtâı/kesintisi içinde, “Allâh, de, sonra da onları bırak” tecrîd azığıyla, her şeyden alâkayı kesmiş bir sûrette, “Ben işlerimi Allâh’a havâle ediyorum” anlayışındaki bir yolculukla, “Sâdıklarla berâber olun” sıdkına sâhip kimselerin kâfilesi içinde sefer et. “Üzerindeki her şeyi yeryüzüne süs yaptık” dünyâsının gösterişli şehirlerini aş.

Mallarımız ve çoluk-çocuğunuz ancak birer fitnedir/imtihandır” fitnesinin tehlikeli yolundan selâmette ol. “Şüphesiz ki bu bir öğüttür; artık dileyen Rabbine bir yol tutar” hidâyet yollarına sülük et/gir.
“Darda kalan duâ ettiği zaman, onun duâsına yetişip de icâbet eden kim-dir? !” derdiyle, acziyet ve teslimiyetle “Bizi dosdoğru yola ilet” diyerek,“İyi biliniz ki, Allâh’ın evliyâsi/velîleri üzerine korku yoktur, onlar mahzun dahi olmayacaklardır” ezelî inâyetinin müjdecisi, ‘’Rahîm olan Rab'den selâm vardır” müjdesiyle senin karşına gelinceye kadar tazarru ve niyâza devam et.

O zaman o müjdeci seni “Allâh’tan bir yardım/zafer ve yalan bir fetih vardır” bineği üzerinde götürür. “Allâhtan nimet ve ihsanlarla döndüler” nimetleriyle dolu cennetlere (Naîm cennetlerine) davet eder. Vuslat kokusunu getiren rüzgârlar her taraftan esmeye başlar. Muhabbet şarâbıyla dolu kadehler gayb sakilerinin ellerinde “Bu sizin mükâfatınız;sizin yapaklarınız doğrusu şükrâna değer.’’ müşahedenin bolluğuyla dağıtılır. Ünsiyet münâdîsi “Muhakkak ki Allah Mûsâ ile konuşmuştur”hikâyesini anlatır. “Rabbi dağa tecellî edince, onu unufak etti”nin şerhini abartır da abartır. Basiretli gözlerin bakışları “Mûsâ baygın dûştû”nünzevkini yaşar.

Ama o gözler “O gün Rablerine bakan pırıl pırıl yüzler vardır” müşâhedenin izlerini görünce, acziyetlerini itiraf ederler ve lisân-ı hâl ile "Gözler O’nu idrâk edemez (göremez, ulaşamaz, kavrayamaz), halbuki O gözleri idrâk eder"derler.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

12.Mektub

“Mal-mülk, çoluk-çocuk dünyâ hayâtının süsüdür.’’mühletinden, bunun gibi geçici şeylerden çık. "Bizi mallarımız alıkoydu” meşgalesinden uzaklaş. Himmetinin gücünü, “Onlar Allâh’ı unuttular, O da onları unuttu!” gaflet çölünde yoldan kesilip kalmış kimselerle arkadaşlık çukurunda harcama.

Talep atını aşk meydanında şahlandır. “Allahtan yardım isteyin” değ'neğiyle “Sâbikun/birinciler var ya, sâbikûn, işte onlar mukarreblerdir" topuna vur ve onu “ İşte bunlar Rablerinden gelen bir hidâyet üzeredirler” hedefine bırak.

O zaman “îmân edenlere, kendileri için Rableri katında kadem-i sıdk (sadâkat makâmı) olduğunu müjdele” devletinin postacısı “Muhakkak ki  Allâh, kullarına kargı çok merhametli ve şefkatlidir” müjdesi ile gelir ve “Muhakkak ki size Rabbinizden basiretler erişti" fermanını sana takdim eder.

Basiretin, o gizli remizlere muttali olup onları çözdüğünde baş ayağın ile hemen “İşte bu Rabbinin dosdoğru yoludur”’’Kurtuluş yolları’’na revân olursun. “Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır" tenzih mertebesine yönelirsin. “Onlar için Rableri katında yüce dereceler, mağfiret ve bol ve güzel rızık vardır” nimetleriyle dolu cennetlerdeki ebedîliğin haberini sorarsın. İşte o zaman “Tarafımızdan kendilerine ezelde güzellik yazılmış olanlar” inâyetinin müjdesi yetişir ve “Allâh onlardan râzı oldu, onlar da O’ndan râzı oldular” “Selâmet yurdu” memleketleri' nin haberlerini sana bir bir anlatır. Seni “Kim ki, Allâh’a verdiği ahde gösterirse, Allâh da ona büyük bir mükâfât verir” tahtına dâvet eder. “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe güzelliğe/iyiliğe erişemezsiniz’’ güzelliğine nâil olursun.



Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

11.Mektub



Tevhîd nûru sabâhının ilk ışıkları “başladığı zaman sabâha yemin olsun” ufuğundan kalpler üzerine parlamaya başlayıp, ayne’l- yakîn güneşleri “Güneş de kendi yörüngesinde akıp gider” feleklerinin burcu üzerini kapladığında, beşerî varlık karanlıkları “Nûrları önlerinde gider”in ışıltılarının aydınlığı içinde kaybolup gider. “Geceyi gündüze katar”ın sırrı zuhûr eder. “Allâh îmân edenlerin velisidir/sahibidir;onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır.’’ ezelî inâyetinin üzerinden perde kaldırılır.

İşte o zaman, "Kadınlara ve oğullara karşı olan nefsânî sevgi, insanlara güzel gösterildi” ordusunun yardımını da alan "Şeytan sizin apaçık bir düşmandır” şeytanının askerleri, “O şeytanı düşman belleyin"
muhârebesinde, sadâkatle ve tâ gönülden gelerek, tazarru ve acziyet içinde “Göğsüm daralıyor, dilim dolaşıyor” ve “Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et; Sensin bizim Mevlâ'mız; kâfirlere karşı bize yardım et (zafer ver)”in diye yalvaran kalp askerleriyle savaşa tutuşur.

“Gaybın anahtarları O'nun katindadır” hâtifi/sesi “Gevşemeyin, üzül-meyin; siz üstünsünüz?ün diye nidâ eder. “Bizim ordumuz: Muhakkak ki onlar hep gâliptir” sırrının imdâdı “Allâh'ın yardımı/zaferi ve fetih gelince.. ” karârı ve “Muhakkak ki biz sana apaçık bir fetih nasip ettik”in öncü birlikleriyle birlikte kalp askerlerinin yardımına yetişir. “Muhakkak ki biz peygamberlerimize ve îmân edenlere yardım ederiz" kılıçları kınlarından çıkarılır. Düşman üzerine hücûma geçilir. “Allâh'ın izniyle onları bozguna uğrattılar”ın izleri ve ‘’(Size) Allâh'tan bir yardım/zafer ve yakın bir fetih vardır’’ın haberleri ortaya çıkar.
Hâl münâdîsi şöyle seslenir:

“De ki: Allâh'ım! Mülkün mâliki Sensin. Mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden alırsın. Dilediğini şerefli ve üstün kılarsın. Dilediğini zelil ve hakir edersin. Hayır Senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.



Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları
10.Mektub

Sıkıntı ve darlık yüzünü acziyet toprağına sürmediğin ve göz bulutların hasret gözyaşlarını yağdırmadığı müddetçe, rahat yaşayış bostanında sevinç bitkilerin yeşermez. Recâ/ümit bahçeleri senin murâdın üzere aşı vermez. Sabır dalları rızâ yapraklarıyla yapraklanmaz. Üns reyhanları “Muhakkak ki bizim katımızda onun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş vardır" kurbiyet meyvelerini vermez. Kemâl sınırına ulaşamazsın.

Kalp bülbülün iştiyâk nağmeleriyle ötmez. Kalp kumruların “İnsanın her temennisi gerçekleşir mi!” kafesinden, “Ben Rabbime gidiyorum; O, bana doğru yolu gösterecektir” kanatlarıyla uçamaz. “Sakın, insanlardan bir kısmım imtihan etmek için faydalandırdığımız dünyâ hayâtının süslerine gölünü atma” fezâsını geçemez.

Böyle olduğun müddetçe “Muktedir Melik’in sıdk/sâdıklar meclisi”ne erişemezsin. “Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır” meyvelerini toplayamazsın. Kalp burnuna “Asıl varılacak güzel yer Allâh katindadır” bostanından bir hoş koku ulaşmaz. “Onların mükâfâtları Rableri katindadır” ve “Yapakları ameller sebebiyle onların velîsi/ sâhibi O’dur" arklarından sana su gelmez.

 Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

4.Mektub

Ey Aziz

Dünyâ hayâtına aldanmak ve onunla gâfil olmak, saâdet alâmetlerinden değildir. “Ahiret dururken, dünyâ hayâtına mı razı oldunuz?’’ hitâbını kalp kulağınla duymuyor musun?! “ Burada (bu dünyâ hayâtında) kör olan, orada (o âhiret hayâtında) da kördür ve yolu saplanıştır" tehdidinden korkmuyor musun?!İnsanların hesap günleri yaklaştı, oysa onlar hâlâ gaflet içinde yüz çeviriyorlar” tehdidini tefekkür etmiyor musun?! “Kim ki ahiret ekimini isterse, onun ekimini artırırız; kim de dünyâ ekimini isterse onun da ekimini artırırız, fakat onun âhiretten bir nasibi olmaz" azarını düşünmüyor musun? “Kim ki, azgınlaşır ve dünyâ hayâtını tercih ederse, varacağı yer cehennemdir” uyarısıyla uyanmıyor musun?! Daha ne zamana kadar gaflet çöllerinde şaşkın şaşkın duracak ve şehvet bağlarıyla bağlı kalacaksın?!

“Allâh’a tevbe edin (Allâh’a dönün)”ibâdethânesine gir. O hazrette/makamda “Rabbinize yönelin" mihrâbında Rabbine teveccüh et. Samimiyet ve sadâkat lisânıyla artık ben yüzümü, tertemiz bir şekilde, gökleri ve yeri Yaratan’a çevirdim; ben müşriklerden değdim”de.

Kim bilir, belki de “Allâh gafur ve rahimdir (affedici ve merhametlidir)” hazînelerinden biri olan “O, kullarının kabul eder ve hatâlarını affeder’in sırlarının nefislikleri sana keşfolunur! Dahası, “Allâh tevbe edenleri sever; temizlenerleri sever”inayeti ve yardımı ile müjdelenirsin. “Sen dilediğini izzetli kılarsın,şereflendirirsin” merdiveniyle yükselirsin. İkbâl/saâdet hal dili ile “ Muhakkak ki ‘Rabbimiz Allâhtır deyip de dosdoğru olanlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir’’diye seni çağırır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

images

3.Mektub



Ey azîz!
"O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından ve eşinden kaçar” gününden kork. “İçinizden geçeni ister açığa vurun, ister gizleyin; Allâh hepsinden sizi hesaba çekecek” gününün muhâsebesi üzerinde düşün. “Bunlar hayvanlar gibidir”in zevkleriyle meşgul olma.

“Beni zikredin ki, Ben de sizi zikredeyim’’ murâkabesi için başını eğ. “O gün Rablerine bakan pırıl pırıl yüzler vardır” müşahede içinde kalp gözünü aç. “Orada, nefislerinizin çektiği her şey sizin içindir, istediğiniz her şey size verilecektir’’ nimetlerini hatırla.

Böyle yaparsan, kalp kulağınla “Bana duâ edin ki, duânıza icâbet edeyim” “Allâh [kullarını] selâmet yurduna çağırır” nidasını duyar, böylece “Dünyâ hayâtı bir oyun ve eğlenceden ibârettir” gafletinden uyanırsın. “Sâbikûn/birinciler var ya, sâbikûn, işte onlar mukarreblerdir; onlar (nimetlerle dolu) Naim cennederindedir.’’ derecelerinin talebi için “baş ayağınla” yürürsün “Onlara müjdeler olsun“ hediyelerinin tepsileriyle» “Allâh kulları-na karşı çok çok lütûfkârdır“ lütûflarının müjdecisinin seni karşılayacağı umûdunun kırbacı ile himmet atın şahlanır.’’

“Yeryüzü ve gökyüzünün orduları Allâhındir“ askerlerinin yardımıyla, “Muhakkak ki şeytan insanın apaçık düşmanıdır“ düşmanlarına karşı zafer kazanırsın. “Muhakkak ki nefis (nefs~i emmâre) kötülüğü çok çok emredicidir“ he vâsinin ağından kurtulursun.

“Takvâ sâhibi olursanız, Allâh da size ilim öğretir“in sırlarının letâifinin işaretleri kalp levhan üzerinde belirir. Ruh kuşun ezel hâtıralarını anar da, “Rabbınin yolunda boyun eğerek yürü“ fezâsında şevk kanatlarıyla uçar. “Her meyveden ye ! “ bostanlarında ünsiyet meyvesini toplarsın.

Sır aynan tecellî nârlarının lâmialarıyla/ışıltılarıyla apaydınlık olur. “Geceyi gündüze katar’’ın sırrı sana keşfolunur. Kalp bahçen “Gökten mübârek bereketli bir su indirdik ve onunla bahçeler ve çeşitli sebzeler yetiştirdik“ rahmet yağmurlarıyla yeşerir. Hepsi de “İrem bağları ve bahçeleri“ gibi oluverir ve sen “Onunla (gökten indirdiğimiz bereketli yağmur suyuyla) ölü bir beldeyi/toprağı dirilttik“in remizlerini anlarsın.

“Biz senin gözünden perdeyi kaldırdık, bugün gözün artık keskindir.’’perdeleri senin gözünden kaldırılır. Müşâhedenin kemâlinde öyle bir müstağrak olursun ki; bir zaman olur "Muhakkak ki,Allah bütün âlemlerden zengindir/müstağnîdir”zenginliğinin denizine gark olursun; başka bir zaman “Allâh’ın tuzağından emin mi oldular?!”ın heybet oklarının ortasında şaşırıp kalırsın; başka bir zaman da şevk yüzünden, “Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz’’ latîf nesîminin gelmesiyle birlikte, güzellikler bahçesindeki bülbül gibi şakırsın. Varlığın galebesi sebebiyle, “Ben gerçekten de Yûsuf un kokusunu alıyorum!” nağmeleriyle avazın yükselir. Kıskançlar kınama diliyle “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın!” derler. “Onu (Yûsuf un gömleğini Ya'kûb’un) yüzüne koyunca, hemen gözleri açılıverdi”nin tesirini gördüklerinde ise “ Bizim günâhımız için de istiğfar et,zira biz hata ettik.’’ Diye acz ve tazarru ile yalvarırlar. Sıdk ve ihlâsla ki ‘’Muhakkak ki Allâh seni bize karşı tercih etmiştir” derler.

O zaman sen de şöyle münâcât edersin:
“Rabbim! Bana mülk verdin, bana rüyâların tabirini öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı Sensin. Dünyâda da, âhirette de benim velîm (yakınım,sahibim) sensin. Sana teslim olmuş bir şekilde (Müslüman olarak) benim canım al ve beni sâlihler arasına kat. ”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Abdulkadir Geylani (k.s) Mektupları

Amele ve Cihada Teşvik

2.Mektub

Ey AZİZ !

Talep ağını “Bizim uğrumuzda mücâhade potası içerisine at ve onu “Allâh sizi kendisinden sakındırır” ateşi ile sürekli erit. Kirlerden ancak bu şekilde temizlenebilirsin. İşte o zaman “Onları doğru yollarımıza (hidâyete) eriştiririz.”tâcına lâyık olursun. “Alllâh, cennet mukâbilinde, mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı” pazarında tâcının kıymeti artar. Bunu sermâye edin ki, böylece “ ki, hâlis (tertemiz ve gerçek) din Allâh içindir” mülküne nâil olursun. “İhlas sahipleri büyük bir tehlike üzerindedir” sırlarından bir işâret ve remzi keşfedersin. “Allâhı’ın göğsünü Islâm’a açtığı kimse var ya, işte o, Rabbinden bir nûr üzerinedir” nûrlarının ışıltıları senin üzerine parlar.

İşte o zaman kalbinde “Bana duâ edin ki, sizin edeyim (karşılık vereyim)" müşterisi harekete geçer. “Deki:Dünya mal ve mülkü azdır /önemsizdir" çukurundan, “Ahiret daha hayırlı ve bâkidir” zirvesine doğru yükselirsin. “Biz ona şahdamarından daha yakınız” yakınlığı nesîminin kokusunu koklarsın. Kalp ağacının dalları sallanır. “Allâh ile berâber başka bir ilâha duâ etmeye kalkma” tecrîd bostanında “Allâh, de; sonra da onları bırak!” boranlarıyla ağyârdan soyunur, uzaklaşırsın. “Tarafımızdan kendilerine ezelde güzellik yazılmış olanlar” baharının rüzgârları sana doğru eser. Fazilet sağanakları ve “Allâh dilediğini kendisi için seçer" bulutlarının feyiz damlaları senin üzerine yağar.

İşte o zaman, kalp bahçesinin toprağı “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” bitkileriyle yeşerir. Ruh bostanları “Muhakkak ki Allâh’ın rahmeti ihsân sâhiplerine çok yakındır’’ meyveleriyle donanır. Sır vâdîlerindeki vuslat pınarları “ Bir pınar ki, ondan mukarrebler içer” menbaından akmaya başlar. “Bu,Allâh’ın fazlıdır;onu dilediğine ihsân eder" ikbâlinin müjdecin,“Artık korkmayın, üzülmeyin; vaat olunduğunuz Cennetle sevinin” müjdesiyle müjdeler. “Allâh onlardan, onlar da O’ndan râzı oldu” Naîm cennetlerinin rıdvanları “Güzel amellerinizin mükâfâtı olarak âfiyetle yeyiniz,içiniz’’ diye nidâ ederler.

Dilaver Gürer - Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İsm-i Azam




Allâhu Teâlâ’nın en yüce ismi (İsm-i A‘zâm) Allâh”tır.
Eğer sen “Allâh” dersen ve kalbinde de O’ndan başkası yoksa, o zaman senin duâna icâbet olunur.
Arifin “bismillâh” demesi, Allâhu Teâlâ’nın “ol” demesi mesabesin- dedir.

Bu kelime sıkıntıyı defeder.

Bu kelime tasayı kaldırır.
Bu kelime zehiri tesirsiz hâle getirir.
Bu kelimenin nûru herkesedir...
Allâh: Her gâlibe üstün gelendir.
Allâh: Acâiplikleri/güzellikleri ortaya çıkarandır.
Allâh: Saltanatı yücedir.
Allâh: Cânibi ulaşılmazdır.
Allâh: Kullara muttalîdir (onların her şeyini bilir).
Allâh: Kalbi ve fuâdı (kalp ve gönül gözünü) gözetleyendir.
Allâh: Cabbarları kahredendir.
Allâh: Kisrâları zebûn/esir edendir.
Allâh: Gizliyi de açığı da bilendir.
Allâh: Kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.
Allâh için olan, Allah’ın muhâfazası/koruması altında olur.
Allâh için seven, Allâh’tan başka bir şey görmez.
Allah’ın yoluna sülük eden, Allah’a vâsıl olur. Allâh’a vâsıl olan ise, Allâh’m himâyesinde yaşar.
Allâh’ a müştâk olan, Allâh ile ünsiyet eder. Ağyârı terk edenin vakti, Allâh ile sâf olur.

Allâh’ın kapısını çal. Allâh’a ilticâ et (sığın). Allâh’a tevekkül et (güven).
(Ey yüz çevirmiş!) Allâh’a dön: Şakâvet yurdunda O’nun isminin vasıfları böyledir; ya lika3 ânında nasıl olur! Mihnet yurdunda böyledir; ya nîmet yurdunda nasıl olur!
“Bu Benim ismimdir ve sen de kapı arkasındasın; ya perde kalkınca nasıl olur! Nidâ ettiğimde böyledir; ya tecellî ettiğimde nasıl olur!..”
Arifler müşâhedede... Vuslat denizleri ise onlara gelmektedir.
Muhibler ağaçlarda uyumayıp, seherlerde habîbine münâcât eden kuşlar gibidir. Kurbiyet kokusunun esintileri kalplerine doğru eser de, onların Rablerine iştiyakları daha da artar.
“Siz Beni teslimiyet ve tevfîz(Allaha havele etme) ile anın, Ben de sizi en güzel tercih ile anayım.”
Bu ifâde aynı zamanda Allâhu Teâlâ’nın şu sözünün de beyanıdır: “Allâh’a tevekkül edene O kâfidir.”

“Siz Beni şevk ve muhabbet ile anın, Ben de sizi vuslat ve kurbiyet ile anayım.
Siz Beni hamd ü senâ ile anın, Ben de sizi ihsân ve atâ ile anayım.
Siz Beni tevbe ile anın, Ben de sizi günahlarınızı bağışlamakla anayım.
Siz Beni isteyerek anın, Ben de sizi nâiliyet ve bağış ile anayım.
Siz Beni gafletsiz anın, Ben de sizi mühletsiz anayım.
Siz Beni pişmanlık ile anın, Ben de sizi iyilik ile anayım.
Siz Beni mazeret ile anın, Ben de sizi mağfiret ile anayım.
Siz Beni irâde ile anın, Ben de sizi ifâde ile anayım.
Siz Beni şeyden sıyrılmış bir şekilde anın, Ben de sizi her şeye üstün tutma ile anayım.
Siz Beni ihlâs ile anın, Ben de sizi halâs/kurtuluş ile anayım.
Siz Beni kalpten anın, Ben de sizi sıkıntıdan kurtulma ile anayım.
Siz Beni lisân ile anın, Ben de sizi emân/emniyet ile anayım.
Siz Beni iftikâr (eziklik içinde) ile anın, Ben de sizi iktidâr/kudret ile anayım.
Siz Beni itizâr/mâzeret ve istiğfar (bağışlanma dilemek) ile anın, Ben de sizi rahmet ve mağfiret ile anayım.
Siz Beni îmân ile anın, Ben de sizi cennetler ile anayım.
Siz Beni islâm/teslîmiyet ile anın, Ben de sizi ikrâm ile anayım.
Siz Beni kalp ile anın, Ben de sizi perdeyi kaldırmakla anayım.
Siz Beni zikr-i fânî ile (her şeyden sıyrılmış olarak) anın, Ben de sizi zikr-i bâkî ile anayım.
Siz Beni derinden yakarış ile anın, Ben de sizi vuslat ile anayım.
Siz Beni tezellül (alçakgönüllülük) ile anın, Ben de sizi hatâlarınızı affetme ile anayım.
Siz Beni günahlarınızı îtirâf ile anın, Ben de sizi mahv-ı iktirâf (günahlarınızı silme) ile anayım.
Siz Beni sırrınızın/özünüzün safâsı/temizliği ile anın, Ben de sizi hâlis iyilik ile anayım.

Siz Beni sadâkat ile anın, Ben de sizi şefkat ile anayım.
Siz Beni safvet (iç temizliği) ile anın, Ben de sizi affetme ile anayım.
Siz Beni ta’zîm/yüceltme ile anın, Ben de sizi tekrîm (iyilik, cömertlik) ile anayım.
Siz Beni teksîr ile (çokça) anın, Ben de sizi cehennemden kurtuluş ile anayım.
Siz Beni cefâ (dünyâyı terk) ile anın, Ben de sizi vefâ ile anayım.
Siz Beni terk-i hatâ ile anın, Ben de sizi envâ-ı ata ile anayım.
Siz Beni hizmette gayret ile anın, Ben de sizi itmam-nîmet (nimetin tamâmı) ile anayım.
Siz Beni siz/kul olarak anın, Ben de sizi Ben/Allah olarak anayım.”
“Allâh’ın zikri/Allâh’ı zikretmek en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl şimşeği inâyet ufuğundan, fikir gâyelerinin hudûdunun ötelerin'den çakan bir nûrdur. Onun ışıklar hidâyet aynasının cilâlı yüzüne  vurunca, sâhibi maddiyât karanlıklarında onun ışığıyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde felâh/kurtuluş sabâhı sökmeye başlar.

Akıl ancak ezelî inâyet ağı ile avlanan bir gayb kuşudur. Nimetlerin bahşedildiği taraftan gelen bir vâriddir. Onun sıfatları mücevher gibidir. Nûrânî bir özü vardır. Semâvî bir melektir.

O senin rûhun için “Kutsal Rûh/Cebrâîl” mesâbesindedir. Senin kah binin, sırrının peygamberlerine yüce semâlarından vahiy indiren ve Rab- binden sana gayb hediyeleri getiren bir Cibrîldir. Sıfatının kesafeti onunla letafet bulur. Amel sedefin onunla cevherleşir. Adaletin ölçüsü ve hükmün dili odur. O cömertlik yolu ve hikmetler mâdenidir. Nimetlerin merkezi ve fikrin direğidir. Anlayışın rehberi ve sırrın tercümânıdır.

Şerîat; takdirin kesin hükmüdür. Risâletin hâkimi onun şâhididir. Onun izzet sultânı kemâl ve beka devletinde tektir. Hikmet melikleri onun celâlinin heybetine itaat ederek boyun eğmişlerdir. Hüküm memleketleri
onun iclâlinin azameti karşısında korkuyla eğilmişlerdir. Belâğat kuşları onun korusunda uçmuşlardır. İlim çocukları onun hidâyet ve irşâd sütüyle beslenmişlerdir. Onun kahredici gücünün kılıcı kendisine muhâlefet ve düşmanlık edenleri helâk eder. İslâm’ın sağlam delilleri onun himâye ipine sarılmışlardır. Her iki âlemin işleri onun etrâfında döner. İki dünyânın menzillerine ona sarılmak sûretiyle ulaşılır.

Nübüvvet; izzet/şeref nârlarından bir nûrdur. Kutsal Rûh’un/Cebrâîlin mührüyle mühürlenmiştir. Kuvveti kudret ile faaldir. Mânâsı güzellik bahçesidir. Zâhiri, Allâhu Teâlâ’nın âdetleri yırtan (hârikulâde) fiilleri ile desteklenmiştir. Bâtınında vahiy bulunur. O, Kutsal Rûh’un gözüdür. Ezel sırrının mânâsıdır. Kıdemin hükmünün neticesidir. Kaderin mânâsının dayanaklarının müşâhededir. Hayat sırlarının idrâk edildiği yerdir. Kıdem ile hâdisin birbirinden ayrıldığı mevkidir.

Vahiy; nübüvvet ufuğunda, risâlet feleğinden doğan taptâze bir dolunaydır. Risâlet onu Allâhu Teâlâ’nın kelâmından alır. Beraberinde Kutsal Rûh vardır. İlim tomarları onun önünde açılır. Sır defineleri onun önünde ortaya çıkarılır. Ebedî ilim hazînelerinin anahtarları ondan zuhur eder. Kâinât işlerinin haberleri ondan alınır. İlim, akıl, âlem, bilgi, şevâhid/ilham, rüsûm (zâhitî bilgi), îtilaf/ülfet, ihtilaf, mürekkeb/terkipli ve müsennâ/ i ikili uzaklıkların mesâfeleri onda katedilir. Onun hakikatinden vicdânî/derûnî bir mânâ ve sâdece açık bir vahiy yoluyla öğrenilebilen rabbânî bir sır keşfedilir.

O, kıdem hazîneleriyle gayb fezâlarını delen bir ezel posacısıdır. Memleket emininin eli altında olan ebed haberlerinin definesidir. O, ezel meclisinde kader kâtibi kimi yazdıysa ona peygamberlik fermânını getiren melek ordularınm kumandanıdır. Onun nûru (sâhibinin) kalbinin berrak aynasında parlar ve orada dünyâ ve âhiret ahvâli tafsilatlıca, hükümleri birer birer ve haberleri inceden inceye belli olur. Sonra vahyin ışıklarının parıltıları sâhibinin sır cevherinin parlak aynasına yansır ve onun inâyet gözü Rabbinin en büyük âyetlerini görür. “Refik-i A’lâ”ya (Cebrâîl) arkadaş olur. İşte o zaman Nebî, kalbinin nûru için bir kandilliktir. Kandillikte nübüvvet fânusu vardır; fânusta risâlet lambası... Risâlet lambası vahiy fitiline asılmış olan bir nûrdur. Vahiy, vahyedenin gayb sırrıdır.

Peygamberler ezel gaybı memesinin çocuklarıdır. Vahiy sırrına muhâtab olmuş kişinin (Cebrâîl’in) nedîmleridir/arkadaşlarıdır. Huzûr-ı kudsînin mukîmidir onlar. Hakk’ın elçileridir. Ufuk-ı a’lâ’da (en yüce ufukta) dikilen izzet revakları/direkleri ancak onların yücelikleri uğruna dikilir. En yüce makamda serilen şan yaygısı ancak onların şerefi ve heybetleri ile dokunmuştur. En şerefli kutsal savmaalarda/ibâdethânelerde oturan hiçbir nûrânî şahıs yoktur ki, peygamberlerin yüceliklerinden onun yanında bir celîs/arkadaş olmasın.En yüce tesbîhin gölgesine sığınmış hiç-bir mânevî lütûf yoktur ki, onların güzelliğinden onun yanında bir enîs olmasın! Kurbiyet makamlarına yükselmiş hiçbir sıddık yoktur ki, onun yükselişi onların kuvvetleriyle olmasın! Yolu Mevlâ’ya giden hiçbir velî yoktur ki, onların yolu onun yolu olmasın! Beşerin mükerremliğine işâret eden hiçbir ulu bayrak yoktur ki, onların şerefi o bayrağın direği olmasın. Kullar için inşâ edilmiş olan hiçbir yüce saray yoktur ki, binâsı Ibrâhîm (s.a.v.)’in binâsı (Kâ‘be) üzere olmasın!

[B]

“Seyr ilallâh” (Allâh’a seyr) ma‘rifet nûru nisbetinde gerçekleşir. Ma‘rifet ise aklın kuvveti nisbetinde olur. Akıl da “Biz taksim ettik defterindeki kişinin nasîbi kadardır.

Akıl ve şeiat, mü’minin kalp pencerelerine ışıklarıyla girmiş iki nûrdur. Onlar kalpte, suyun şarapla ve letâfetin rüzgârla karıştığı gibi bir- birleriyle karışmışlardır. Tıpkı rûh nûrunun ceset karanlığı üzerine mühürlendiği gibi, nebilerin şahsiyetleri de akıl aynasının parlak yüzeyine mühürlenmiştir. Akıl, fikir avcısıyla gayb göğünden gelen hikmet/hüküm kuşlarını avlamak için, kalp sırlarının bahçelerinde akan ruh sularının mecrâlarına yerleştirilmiş bir ağdır.

Nübüvvet, yakîne bitişik olan akıl gözü üzerinde mânevî olarak parlayan bir nûrdur. Bütün aydınlanma kabiliyetleri, ışıklarım ve ışıklarının parlaklıklarını ondan alır. Karanlığın sabâha ve bedenin rûha ulaşmak için gösterdiği infiâl ondan kaynaklanır. Bu nûr İlâhî cömertliğin, sırf lütfundan ve rahmetinin genişliğinden dolayı sûretlerin bâtınlarına ve bedenlerin sırlarına koymuş olduğu bir nûrdur. Akla, bir varlığın iki mahalle dönüşmesi ile oluşan zarûrî bir ilim giydirilmiştir; onda iki cevherin bir arazı bulunur; öyle iki cevher ki, birisi güzellerin en güzeli, diğeri çirkinlerin en çirkini.

Nübüvvet güneşi, nârlarım ve sırlarının feyezânını/taşkınlığını sâdece İlâhî emirler ile bunun için hazırlanmış akıl şehirleri üzerine gönderir.

Nübüvvet, Âdemoğullarından bazılarını ezelî irâde yollarında “Rab- bin dilediğini yaratır ve seçer” fermânı üzere yürüten gaybî bir hidâyettir.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Fatiha Suresinin Tefsiri

Fatiha Suresinin Tefsiri




Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla.

" “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm, din gününün sâhibi olan Allâh’a mahsustur. Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazâba uğramışların ve saplanışların yoluna değil.” (Âmîn)

Hz. Peygamberden rivâyet edilmiştir ki:

“Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: Fâtiha Sûresi’ni üçe ayırdım: [Üçte biri Benim için], üçte biri kulum içindir; üçte biri de kulumla Benim aramdadır. Kulumun istediği kendisine verilecektir.”Fâtiha Sûresi’nin Allâhu \ Teâlâ için olan kısmı başlangıçtan “Din gönünün sâhibi” kısmına kadardır. Kul için olan kısım “Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz’’ âyetidir. Allâhu Teâlâ ile kul arasında olan kısım ise “Bizi dosdoğru yola ilet” ten sonuna kadar olan kısımdır.

İyi bilin ki, Fâtiha bütün sûrelerin sultânıdır. Bunun içindir ki, hepsinden öncedir, hepsinden önce olmasına rağmen, hepsinden sonra da gelmiştir. Allâhu Teâlâ’nın kitâbının hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Güneş gibi ki, güneş de göze önce küçük görünür.

Fâtiha Sûresi’nin bir tarafı da “Elif-Lam-Mîm”e (Bakara Sûresi’ne) dayanır; işte sultanların/yöneticilerin de böyle olmaları, yâni faydalarının herkese şâmil olması için bir taraflarını halka yaslamaları gerekir. Fâtiha, namazın bütün rekatlerinde okunur ve bütün duâlar onunla tamamlanır. Dolayısıyla her sultanın/idârecinin de Fâtiha’yı ya nefsinde gerçekleştirmiş (tahakkuk), ya onunla ahlâklanmış (tahalluk), ya da onunla sürekli alâkadar (taalluk) olması lâzımdır; dördüncüsü olmamalıdır. Tahakkukta (Fâtiha Sûresi’ni özümsemede, nefsinde gerçekleştirmede) Suheyb (r.a.) gibi olmalıdır.

Zîrâ Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Suheyb ne güzel adamdır! O, Allâhu Teâlâ’dan korkmasaydı, yine de O’na isyân etmezdi.” Yâni eğer Allâhu Teâlâ’dan korksaydı kimbilir nasıl olurdu?! Tahalluk, verâ sâhibi bir âlim ve âmil (bildikleriyle amel eden) olmaktır. Taalluk ise, verâ sâhibi âlim ve âmillerin peşine yapışmak için ümmî î (bilgisine güvenmeyen ve değer vermeyen) olmaktır. İşte bu, adâletin ta kendisidir. Bu üçün dördüncüsü zulümdür. Sultan, adâleti nisbetinde dini ve dünyâyı mâmur ettiği gibi, zulmü nisbetinde de dini ve dünyâyı harap eder.

Adâlet sâhibi olan herkes zamanının mehdisidir. Her zorba da zamanının deccâlidir. “Zulüm kelimesinin anlamı, bir şeyi uygunsuz bir yerde kullanmaktır. Bunun için ‘Babasına benzeyen zulmetmiş olmaz’ ve ‘Kur-da çobanlık veren, zulmetmiştir’ denir.” Muhtâru’s-Sıhah’ta böyle târif edilmiştir.( 1) Allâhu Teâlâ ve insanlar indinde sevilen biri olmak isteyen bir sultânın âdil ve insaflı olması şarttır.

Fâtiha Sûresi’ne göre Allâhu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak dört şekilde gerçekleşir:

1- Allâhu Teâlâ âlemlerin Rabbidir; sultanların da idâresi altındaki herkesi sâhiplenmesi gerekir. Yâni açları doyurmalı, susuzlara su vermeli, çıplakları giydirmeli ve gariplere barınacak yer bulmalıdır. Tıpkı hilâfeti esnâsında Hz. Ömer’in, halktan dilenen yaşlı bir Mecûsîye/ateşpereste davrandığı gibi davranmalıdır: Hz. Ömer o Mecûsî ihtiyara “Senin gençlik zamanlarında biz senden haraç/ vergi almıştık, şimdi ise sen geçimini temin edememektesin; o halde bizim sana beytülmaldan (devlet kasası) bir maaş belirlememiz gerekir” demiş ve ona maaş bağlamıştı.

2- Nasıl ki, Allâhu Teâlâ bütün kullarına karşı “Rahmân” ise, sultânın da idâresi altındaki herkese karşı merhametli olması, onların canlarını, mallarını ve ırzlarını koruyucu olması gerekir.

3-Âhiret işlerinde mü’minlere karşı “Rahîm” olmak; yâni okul, üniversite ve cami gibi âhirete yönelik faaliyet gösteren binâlar yaptırmak.

4- Sultânın “Din gününün sâhibi” olması demek, onun halkın iyi veya kötü amellerini karşılıksız bırakmamasıdır. “Din günü” demek, iki taraf arasındaki dâvâ ânı demektir; sultan bu durumda iki taraf ara-sında adâlet ve hukûk ölçüsünde hüküm vermelidir. Halk, böyle bir sultânın kendisine itâatle kulluk eden kulları mesâbesindedir. Böyle olursa o, ismen/zâhiren değil, gerçekten “mahmûd” (kendisine teşekkür edilen) olur. Hani derler ya: “İnsan, ihsânın/iyiliğin kölesidir.”

“Bizi dosdoğru yola ilet”e gelince; bu âyet, mü’minlere Hak’tan isteyecekleri en güzel dileği bildirmektedir ki, o da sirât-ı müstakime (düpdüz- gün yola), peygamberlere, velîlere ve sâlihlere bahşettiği yola iletmesidir (hidâyet). Zîrâ ilk yola (sırât-ı müstakim) ihlâslı mü’minler, riyâkârlar, münâfıklar, gazaba uğrayanlar ve sapmışlar hep birlikte girerler. Meselâ namaz bir sırât-ı müstakimdir; ona riyâ ve nifak karışırsa istikâmeti (düzgünlüğü) kalmaz. Diğer ibâdetler de böyledir. Hattâ gazâ (harbe çıkmak) dahi bir doğru yoldur. Savaşa katılan biri, eğer savaştaki bölüğünden kaçar k ve elinde olduğu halde kâfirlere/düşmana karşı savaşanlara yardım etmez- ise, onun bu davranışı doğru yol değildir. Muhâripler savaşta iken onların mallarını yağmalamak nasıl olur? Orasını da artık sen düşün! Böyle bir asker, olsa olsa şeytanın veya Deccâlin askeri olur.

İkinci yola gelince; o, ancak ve ancak peygamberler, velîler ve ihlâslı sâlihler gibi Cenâb-ı Hakk’in hâs/özel kullarının girdiği yoldur ki, işte her mü’minin Allâhu Teâlâ’dan dilemesi gereken düpdüzgün, dosdoğru yol (sırât-ı müstakim) bu yoldur. Zîrâ Allâhu Teâlâ onlara bu yolu “Kulumun istediği verilecektir” sözüyle vaat etmiştir.

Bir kimsenin Fâtiha’yı bu niyet ve şuurla ömründe bir kere okuması, dil ile günde bin kere okumasından çok daha hayırlıdır. Zîrâ insan böyle bir okuyuşla ömrü boyunca ulaşabileceği hayırlara bir defâda ulaşabilir.
Allâhu Teâlâ bizlere ve bütün mü’minlere bu hayra ulaşmayı kolaylaş'tırsın ve nasip etsin. Âmîn (kabul eyle), ey kabul edicisi dileklerin ve en merhametlisi merhametlilerin!

-----------------

(1)-Tırnak içinde tercüme ettiğimiz ibârelerin Muhtâru’s-Sıhâh’tan aynen alınmış olması ve bu eserin müellifi olan Muhammed b. Ebî Bekr. b. Abdülkâdir’in de 666/1268’den sonra vefat ettiği gözönüne alındığında, bu durum bu tefsirin Hz. Geylâni ye âidiyetini şüpheye düşürmektedir. Ne var ki, bu ibârelerin metne son­radan başkaları tarafından ilâve edilmiş olması da muhtemel görünmektedir. Zîrâ metinde bir kopukluk göze çarpmaktadır. Ayrıca, kaynak gösterilmek sûretiyle Muhtâru's'Sıhâh’tan alıntı yapılmaktadır. Oysa genellikle kadîm ulemânın, -tabiî ki Gavsı A'zam’ın da- kaynak gösterme aklinde bir üslûbu yoktur. Dolayısıyla yukarıdaki üslûb burada metne bir müdâhalenin olduğu ihtimâlini kuvvetlendirmektedır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)

Devamını Oku »

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin kalbinde parlayan ilk yıldız "hüküm yıldızı"dır; sonra "ilim ayı", sonra "ma'rifet güneşi" gelir. Mü'min, hüküm yıldızının ışığıyla dünyâya bakar. İlim ayının ışığıyla âhirete bakar. Ma'rifet güneşinin ışığıyla Mevlâ'sına bakar.. Nefsi mutmainne bir yıldızdır. Kalb-i selîm bir aydır, saf/tertemiz sır, bir güneştir. Nefsin makâmı kapıdadır. Kalbin makâmı huzurdadır. Sırrın makâmı ise özel odada, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundadır.
Kalbe Cenâb-ı Hak telkinde bulunur. Kalp nefs-i mutmainneye telkinde bulunur. Nefis dile imlâ eder/yazdırır. Dil de halka aktarır. Nefsin varlığı töhmet mahallidir. Kalbin varlığı şüphe makâmıdır. Sır saflaştığında acâiplikler/muhteşemlikler gelir.

(Rızkını) nefis ile aldığın sürece haram yemektesin demektir. Değişken bir kalp ile aldığın sürece yiyeceğin şüphelidir. Sırrın sâf olduğu zaman ise gerçekten helâl yiyorsun demektir.

Kadere rızâ; kalbin kurbiyet bulmasına, fazilet evine girmesine, (ilâihi) fetih yemeğinden yemesine ve ünsiyet şarâbından içmesine vesîle olur. 

Sufilerin sırları yeryüzünün dağları ve varlığın direkleridir. Ünsiyet münâdîsi onlara, nefse yapılan iltifattan daha tatlı sözler fısıldar. Onlara der ki:

“Sıkıntıdan sonra rahatlık gelecek. Bu dağınıklıktan sonra cem (bir araya gelme, toparlanma) olacak. Bu acılığın yerini tatlılık alacak. Bu zilletin ardından izzet ve şeref yer alacak. Bu fenâdan/yokluktan sonra varlık bulacaksın.”

İşte o zaman kurbiyet yüzü bu makâmın sâhibini karşılar. Onu önüne alır. Halk ile onun arasına bir set koyar. Cenâb-ı Hak hüküm, ilim ve kurbiyeti, san’atının nûrunu ve nûru ile mâsivâya nazar eden sûfîlerin kalplerinin âdetlerini yırtan hârikulâdelikleri onun kalbinde bir araya getirir. Onları “İlâhî cemâle nazar cenneti”ne sokar. Kâinâta nazar ettikleri vakit şöyle yalvarırlar:

“Ey şaşkınların rehberi! Sana götüren en kısa yolu bize göster!”

Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemezler. Kâinâtın tesbîhâtına dahi meyletmezler. Âlemlere iltifat etmezler. Bunun üzerine re’fet/merhamet ve muhabbet eli onlara uzanır. Onların kalp ellerinden tutar, lütûf odalarına koyar, ünsiyet kanatları altına ve kurbiyet lezzetine götürür. Üzerlerindeki sefer elbiselerini çıkarır, menzillerinde konuk eder, huzur-ı İlâhîye onları yerleştirir. Onların her birinin kalbine kapılar açar da böylece onlar her kapıdan O’nun mülkünü, saltanatını, celâlini ve cemâlini görürler.

Onların kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinin icrâ mahalli, ilminin hazîneleri ve sırrının sûretleri olur. Sırları/iç âlemleri her ne zaman kalp evinin etrâfını dolaşsa, ilim ve sırlarla karşılaşır. Bu evin sâkini olurlar. Oradaki hazîne ve defîne odalarını görürler. Her taraftan onlara bast/ferahlık gelir. Kanatları kuvvetlenir. O tarafın otağlarına doğru uçarlar. Rab- leriyle berâber olurlar. Eğer düşecek olsalar yine bu evin avlusuna düşerler. Mülkün Rabbinin önünde istedikleri gibi hareket ederler. Onlar duâları makbul, mahbûb ve meczûb (Hak tarafına çekilmiş) kimselerdir. Kalp, Rab ile berâberdir. Sır, sır ile berâberdir. Kalb, kapısı ne zaman açılacak olsa, sır gözüyle Rabb’in cemâlini görür; perde kalkar...

Ey insanoğlu! Sıddıkların göğüsleri âlemlerin Rabbinin sır mahzenidir. İlim yıldızları ve ma'rifet güneşleri oradadır. Melekler bunların ışığıyla aydınlanır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında


Nûrânî savmaa/ibâdethâne sâkinlerinin burunları “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” ıtırını kokladıklarında ve en yüce melekût “Ben yeryüzünde bir hatife yaratacağım” nârlarıyla aydınlandığında, kudsiyet savmaalarının azizlerine “ Sürelini tamamlayıp, rûhumdan üfledikten sonra onun için hemen secdeye kapanın” dendi.

Toprak “ Teşbih ederler” dilinin burunlarında bir misk oldu. Âdem dâmâdı/gelini “Muhakkak ki Allâh [Âdem’i] seçmiştir” elbiseleri ile süslendi. Melekler “Ona kendi rûhumdan üfledim” nûrunun yüceliğine secde ettiler.

Mûsâ (a.s.) “Muhakkak ki ben AJlâh'ım” lezîz nağmesini şakıyan bir bülbül dinledi. Kıdem/ezel şarabını “Seni Ben seçtim” kadehleri içinde da-ğıtan bir sâkî ile tanıştı. Mûsâ (a.s.)’m sevinciyle Tûr’un her tarafı deprendi. Dağ eteklerini onun [ayakları] altına serdi. Mûsâ (a.s.) “Kutsal Vâdi’de” ağacının altında durdu. İçine, sâkîyi görme iştiyâkı düştü. Sarhoşluk neşesi gövdesini coşturdu. Aşk defterine, hasretinin şiddetiyle ve kendi elleriyle “Bana görün!” diye yazdı. Elinde kalem değişti/hareket etti; “Beni göremezsin!” diye yazıverdi. “Tecellî etti” şimşeğinin ışığı akıl gözüne parlayıverdi. “Baygın düştü” ateşi olmasaydı, dağ bir cennet olmuştu.

Ayıldıktan sonra “Seni tenzîh ederim; tevbe ettim” dedi. Devleti sona ererken ona dendi ki:

“Ey Mûsâl Risâlet kalemini ‘Beşikte iken insanlara konuşur’un sahibine teslim et. Benim tevhîd kitabıma ‘Ben Allâh’ın kuluyum! diye yazması ve risâlet defterine ‘Benden sonra ismi Ahmed olan bir rasûlü müjdeleyici olarak’’ satırını nakşetmesi için diviti/hokkayı ona ver...”

“Her türlü eksiklikten münezzehtir O ki, kulunu bir gece götürdü (isrâ)” Rasûlullâh (s.a.v.)’ın şerefinin tâcı oldu. Rabbi onu semâvât ehline gösterdi.

“Kuluna Kitâb'ı indirdi” izzetiyle onu zînetlendirdiğinde onun risâletinin güzelliği daha da parladı.

Ahmed (s.a.v.) damâdının göründüğü gece en yüce melekûtun nûrları zayıf kaldı. Onun güzelliğinin ihtişâmmdan dolayı nûrânî şahısların göz bebekleri kamaştı. Meleklerin gözleri onun nûrunun aydınlığına bakamadı. Onlara dendi ki:

“Ey en yüce, en parlak ve kutsal semânın sâkinleri! Nûr saçan bir kandil olarak gönderilmiş olan peygamberin ışığından istifâde edin. Siz enbiyânın imâmının himâyesi altındasınız.”

Bu yeryüzü güneşi zuhur edince, gökyüzü güneşi gizlendi. Yesrib yıldızının doğmasından dolayı gök yıldızları utançlarından saklandılar. Nûrlar, Ahmed (s.a.v.)’in nûru içinde kaybolup gitti... En şerefli ve kutsal savmaa- ların/ibâdethânelerin azizleri “O hevâ-yı nefsânîden konuşmaz”ın sâhibine bakmak için ortaya çıktılar.

Ona dendi ki:

“Ey vücûdun/mahlûkatm efendisi! Senin Tûr’un “Isrâ” gecesidir. Senin için nûr, Reffeftir; Kutsal Vâdi ise “Kâb-ı kavseyn (O’nunla arasındaki mesâfe bitişik iki yay kadar kaldı)”dır. Senin için en güzel nağmelerle şakıyan bülbül, “Sonra da kuluna vahy ettiğini vahyetti”dit. Mûsâ’nın matlûbu, senin için “Göz ne kaydı, ne de aştı” sicillinde/defterinde tecellî etmişti. Sen nebiler dîvânına kaydedilmiş en son harfsin. Sen “İşte bunlar üstün kıldığımız rasûllerdir” fermânına yazılmış en büyük satırsın. Senin düğünün “ufuk-ı a’lâ”da yapılmıştır. Bu düğünün hikmetlerinden birisi de “[O gece] Rabbinin âyetlerinden!delillerinden en büyüğünü görmüştür” âyetidir. Vücûdun alnına takmak için senin şerefinden öyle bir taç yapıldı ki, daha önce böyle bir taç hiç yapılmamıştı.”

Peygamberlerden hiçbirisi “Kulunu gece yürüttü” izzetine ulaşamadı. “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi)” bahçesinin kokularından bir koku koklayamadılar. Onlardan hiçbirisinin bizâtihî yüzüne “Ey Nebi! Selâm senin üzerine olsun”diye hitâb edilmedi. Onlar “Ev ednâ (ya da daha yakın oldu)” perdesinin gerisinde durdular da, “Yaklaştı ve sarktı”nın sâhibi öne geçti. Kevn/mevcûdat gelinleri süslü elbiseleri içinde ona (s.a.v.) göründü. O, onlara meşgûliyet nazarıyla iltifat dahi etmedi; aksine “Göklerini uzatma/bakma” edebiyle edeptendi.

İşte Kutsal Vâdi; nerede Mûsâ?!
İşte Kustal Ruh; nerede Isâ?!
İşte “Yıkanacak ve içilecek soğuk su!”; nerede Eyyûb?!

Akıllar gayb meydanlarında ne kadar çok sefere çıktı?! Fikirler o güzelim yuvalarını bırakarak, bu en yüce şereften bir nebze esinti alabilmek, bu en azîz/değerli bahçeden bir nefis koku koklayabilmek ve o denizin dalgalarına dalıp eğlenmek için o yücelik bahçelerine doğru ne kadar çok uçtular?! Ama isteklerine ulaşabilmek için yol bulamadılar. O tarafın marifet lisanları hâl-i itiraf ile şöyle seslendiler:

“Ey peygamberlerin hâtemi/mührü! Kutsal Rûh sensin! Varlık bedeninin rûhu sensin! Kâinat bahçesinin gülü sensin! İki âlemin hayat kaynağı sensin. Vahiy incileri, ruh gerdanlığın üzerinde senin için dizildi! Kıdem/ ezel bahşişinin esintileri senin için esti. Kader “Rabbm sam ihsanda bulunacak ve sen de râzı olacaksın”sancağını senin için dikti. En yüce melekût âlemleri seni övme kokusuyla misk gibi koktu. Şerîat lambaları senin ilim nârlarınla aydınlandı. Hüküm semâları senin kelime lambalarınla ışıdı.”

Peygamberler, şâhitlikleri esnâsında, o kendilerinden önde olduğu halde ve onun yüceliğine uymak için saf saf oldular. Kader münâdîsi onlara şöyle seslendi:

“Ey saâdet yuvasının ve halk üzerindeki hüccetin sâkinleri!
Bu, yücelik kameridir!
Bu, aydınlık güneşidir!
Bu, nebiler tâcının incisidir!
Onun güzelliğine karşı gözbebeklerinizi dört açın.
Onun aydınlığına karşı gözleriniz üzerindeki perdeleri kaldırın.
Onu, risâlet gerdanlığı incilerinin güzelliğinin şerefi ve eşi bulunma- I yan bir inci olarak bulacaksınız.

Vahiy elbisesi nakış nakış onunla süslenmiştir.
İtiraf lisânıyla “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” ı okuyun...”

[B]

Muhammedi şahıs ve Ahmedî şekil, Hâşimî nesebden geldi. Onun [ menkıbeleri eşsiz oldu. Onun âyetleri/delilleri melekûtî (Melekût âlemine mahsus bir güzellikte) idi. Onun işâretleri gayba âitti. O, özel keremlerle şereflendi. “Cevâmiu’l-kelîm” ona tahsis edildi. Kevn-i külli (kâinat) çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî/yüksek ve süflî/alçak âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O “Mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manâsıdır. Mevcûdat binâsı kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının hâmilidir/taşıyıcısı- dır. Kıdem/ezel lisânının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin mâlikidir/sâhibidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risâlet tâcının incisidir. Enbiyâ alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret (ilâhî huzur) erbâbının imamıdır. Sebepte ilk, nesebde sondur.

O, her türlü bozulmadan sâlim kalmış olan “fıtratı/Islâm’ı” desteklemek için, sıkıntı perdelerini yırtıp parçalamak için, zor işleri kolaylaştırmak için, sinelerindeki vesveseleri silmek için, ruhlardaki kederi gidermek için,
gönül aynalarını parlatmak için, bâtın (iç âlem) karanlıklarını aydınlatmak için, kalp fukarâlarını zenginleştirmek için, nefis esirlerini kurtarmak için, kabz/darlık vahşetini gidermek için, bast/ferahlık ünsiyetini celbetmek için, gaflet topluluğunu dağıtmak için, sevinç gruplarını bir araya getirmek için, şakâvet dirisini öldürmek için, saâdet ölüsünü diriltmek için, azgınlık zincirlerini kırmak için, hidâyet sancağını yükseltmek için, gönül sâhiplerini visâle erdirmek için, hasret definesini güzel yüzün üzerine saçmak için, dostların birbiriyle buluşmasını sağlamak için, muhabbet ateşini tutuşturmak için, ruhların daha önce verdikleri ahdi hatırlamaları için, özlerin kerem yurdunda verdiği andlarını yenilemeleri için... Nâmûs-ı Ekber (Kur’ân-ı Kerîm) ile gönderilmiştir.

Şerîat ağacının hikmet çiçekleri onun suyuyla açmıştır. İlim bahçesindeki hüküm meyveleri onu görmekle yeşermiştir. Ayet/delil şahısları onun kalkmasıyla birlikte ayağa kalkmıştır. Mûcize defineleri onun zuhûruyla ortaya çıkmıştır. O, fasih konuşanlar arasına gönderildi; ama onun fasâhati karşısında o belâgat sâhiplerinin dili tutulmuştur. Bütün diller onun vecizliği etrâfında toplanmıştır. Onun işâretinin şerefi önünde onların ma‘rifet akılları başlarını secdeye koymuştur. Hepsi de topluca onun kafilesine katılmıştır. Fasâhat onun “İnsanlar ve cinler bir araya gelse dahi (Kur’ân’ın bir benzerini meydâna getiremezler)” sancağı altına girmiştir. Onun “cevâmiu,l-kelîm”liği karşısında diğerlerinin fehim/anlayış güneşleri tutulmuştur. Onun hikmet güneşleri karşısında onların fikir ayları görünmez olur.

Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) ona âlemlerin Rabbi katından geldi de, onu Burak’a bindirdi ve ezelî celâlin cemâliyle müşerref kılmak ve ebedî izzetin kemâlinin huzûruna erdirmek için yedi kat göğü delip geçti. O gece sanki revaklarla süslenmişti; sanki ufuklar üzerine otağlar kurulmuştu. Zaman, çiçekli bahçenin kokusunu etrâfa yayıyordu...

Seherden sonra fecr/şafağın ışıklarıyla ortalık aydınlandı. “Bir gece kulunu yürüttü” kudretiyle sevinç âlemi onun önüne dürüldü. Hüküm erbabı “Onu bana getirin; onu kendime yakın edeceğim” sebebiyle ona il- tifatlar yağdırdı. Gökyüzünün ve melekût âlemlerinin hepsi “Âyetlerimizi ona göstermek için” elbisesi içinde ona arz edildi. Her iki âlemin gelinleri, sırları, işleri, insan ve cin ilimleri “Muhakkak ki o, Rabbinin en büyük âyetlerini görmüştür” meclisinde onun için süslenip hazırlandı. Peygamberlerin başları “O en yüce ufukta olduğu halde” ona selam verdiler. Gök sâkinlerinin emirleri göklerin kapısında oturup onun kendi taraflarına gelişini gözetlemekle emrolundu. Mülk melikleri Sidre-i Müntehâ’ya kadar ona eşlik ettiler. Onların eşrâfı onun doğuşunu müşâhede etmek ve onun güzelliğini seyretmek sûretiyle gözlerini sevindirmek istediler. Onların akıl ‘Sidre-i Müntehâ’ları ve ilimlerinin zirveleri onun güzelliğinin nûruna boğuldu; tıpkı gök kapılarının onun ışığının aydınlığına boğulduğu gibi.

Nûrânî şahsiyetlerin gözbebekleri onun celâli karşısında afalladı. En yüce âlemin sâkinlerinin gözleri onun cemâli karşısında dehşete düştü. Onun heybeti karşısında en yüce otağ ehlinin boyunları büküldü. Nûrânî ibâdethâne erbâbınm başları onun izzeti karşısında eğildi. Onun şânının kemâli karşısında rûhânîlerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Mukarrebûn melekleri saf saf oldular. Teşbih edenlerin tesbîhatları ile kudsiyet âlemi mensuplarının yüzleri güldü. Tenzîh yurtları vecde gelenlerin nefesleri ile güzel güzel koktu. Kürsü ve arş, onu görme sevinciyle coştular, raks ettiler. Onun gelişinin verdiği ferahlık ile güzellik cennetleri süslendi. Kevn/varlık onun varlığıyla coştu. Yüce mekânlar alçak yerlere karşı onu görmekle iftihar etti. Semâ eyvanları onun ışığıyla aydınlandı. Yüce Keyvân (Satürn) ışıltılarla yüceldi. Sırlar, seçilmiş göz için ortaya döküldü. Nûrların sâhibi için perdeler kaldırıldı. Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” dâiresine kadar ona eşlik etti ve orada ona dedi ki:

“Ey karîb/yakın olan habîb! Bundan sonra Allâhu Teâlâ ile kendi başına buluşmak için hazır ol!”

Ve onu nûrun içine gönderdi. Kendisi geride kaldı. “Kutlama esnâsında uzunlar kısalır (sevinç ânında merâsim kalkar)!”

Peygamberler mahremiyet salonunda hizmet ayağı üzerinde beklediler. Meleklerin rûhâniyetleri celâl/yücelik mi‘râtlarında övgüler dizmek için ayağa kalktılar. Âşıkların ruhları, “belki dönüşü esnâsında onun hayat bahşeden kokusundan bir koku alabiliriz” diye şevk mertebelerinde heyecanla beklediler.

Bu yolculuk Levh-i A‘zâm (Levh-i Mahfuz) sayfaları üzerinde yazı yazan vahiy kâtiplerinin kalemlerinin çıkardığı seslerin duyulduğu yere kadar sürdü. Nûr Refref i üzerinde Ufuk-ı Âlâ’ya (en yüce ve en son ufuk) kadar gitti. Oradan şevk kanatlarıyla “Yaklaştı ve sarktı” makâmına uçtu. Kerem teşrifâtçısı onu “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi yakınlığı)” bahçesinde ağırladı. “Ev ednâ (yâhut daha da yakın oldu)” döşeğini onun için hazırladı.

O, en yüce taraftan “Sana selâm olsun, ey Nebî!” nidâsını işitti. Sevgili onu ikramla karşılıyordu. O Celîl, onun karşısına selâm ile çıkıyordu. Ürkeklik sıkıntısının yerini ferahlık aldı. Vahşet/soğukluk gitti, ünsiyet/ sıcaklık geldi. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti” hitâblarıyla kendine geldi. “Gerçekten de O’nu önceden bir kere daha görmüştü” ile ona mükâşefeler bahşedildi. Ağzını açtı; oraya ezelî ilim denizinden damlalar düştü. Onunla geçmişin ve geleceğin her şeyini öğrendi.

O yüce ve ihsânı herkese şâmil olan Yaratıcı’nm lisânı (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“Burası kerem/iyilik makâmıdır. Nîmet arsasıdır. Rahmet madenidir. Fazilet cennetleridir. Fütüvvet/yiğitlik yurdudur. Hayır kaynağıdır. Cömertlik kurallarına göre ihvânı ikramdan mahrum etmek hoş olmaz. Vefâ hükümlerine göre dostları ayrı tutmak hoş değildir.”

Kendisine bağışlananları merhamet duygulan içinde dostlarına da dağıttı. Orada nâil olduğu iyilikleri onların üzerine de saçtı. Mertebesinin şerefinden ve bereketinden dostlarını da nasipdâr etti. Tıpkı kendisini andığı gibi onları da andı. O tek başına geldiği bu makamda ve Rabbine olan münâcâtında onları unutmadı ve şöyle dedi:

“Selâm bizim üzerimize ve Allâh’ın sâlih kulları üzerine olsun.”

Sevgili ona şöyle seslendi:

“Ey efendilerin efendisi! Ey cömertlik erbâbının imamı! Yüceliğin evveli de, sonu da şenindir. Açık ve gizli övünç sana âittir. Mürüvvet, vefâ, fütüvvet ve safa sana mahsustur. “Biz senin göğsünü açmadık mı/ferahlatmadık mı?! Belini büken yükünü üzerinden alıp atmadık mı?! Senin zikrini/ şânını yükseltmedik mi?!” Biz ezelde senin şerefini peygamberler arasında en yüce yere koymadık mı?! Kırmızıya da (cinler) siyaha da (insanlar) seni peygamber olarak göndermedik mi?! O en yüce şeref defterinde (Illiyyûn) senin ismini kazımadık mı?! “Ben sizlere benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberin müjdecisiyim” diyen îsâ’yı senin müjdecin yapmadık mı?!

Hani O (Hz. Mûsâ) diyordu ki: ‘’Rabbim! Göğsümü aç/ferahlat.” Sana da deniyor ki: ‘’Biz senin göğsünü açmadık mı/lferahlatmadık mı? ” O diyordu ki: ‘’Rabbim! Bana görün!” Sana da deniyor ki: ‘’Rabbini görmedin mi!” Sen dünyâda ümmetine şâhitsin; âhirette ise istediğine şâhit olacaksın. Şerîat hazırlığını ‘’Bitirince hemen yeni bir işe koyul” Ümmetin hakkında ‘’Rabbine yönel.”

Âşıklar ile sevgilileri arasındaki mektuplar yerlerine ulaştı... Onlar arasında vuslat rüzgârları esti. O İlâhî hitâbın murâdı olan, İlâhî cezbe ile çekilmiş olan (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“İlâhî! Nimetini umuyoruz. Bizleri korumanı diliyoruz. Bizler senin ahit beşiğinin çocuklarıyız. Lütûf sütünün bebekleriyiz. Cömertlik göğsünün yavrularıyız. Senin ihsânlarının çokluğu karşısında diller âcizdir.
Nimetlerinin bolluğu ve güzelliği karşısında gözler hayrandır/şaşkındır. O dilleri çöz! Beyân/açıklama perdelerini aç. Mâneviyâtımıza kuvvet ver!..”

O Celîl ona şöyle seslendi:

“Biz senin üzerinden celâl/yücelik (şiddet) perdelerini kaldırmadık mı.’’ Kibriyâ (büyüklük) perdesinin arkasında ve azamet mertebesinin yukarısında olan şeyleri görmek için seni kemâl sıfatlarıyla kuvvetlendirmedik mi?!

Bütün bunlarla birlikte senin kalbini hikmet yuvası yaptık. Dilini fasâhat mahalli yaptık. Bedenini belâğat mâdeni yaptık. Zikrini îcaz (münkirleri âciz bırakma) kaynağı yaptık.

İsrâ/Mi‘râc seferinden döndüğün zaman kullarıma haber ver ki, “Ben gerçekten de Gafûr ve Rahîm’im ”m Mahlûkatıma ulaştır ki, “Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin duâsına icâbet ederim.”

O risâlet ve celâletin sâhibi, bütün hamdleri, şükürleri, övgüleri, me-dihleri ve senâları kendinde toplayan bir lisan ile şöyle dedi:
“Ben Seni övecek söz bulmaktan âcizim; Sen kendini övdüğün gibisin.’’
Sonra yaşadığı bu âleme geri dönmeye başladı. Meleklerin büyükleri, yüzlerini onun ayaklan için yere seriyorlardı. Rûh-ı Emîn onun önünde övünç örtüsünü taşıyor ve meleklerin safları arasından ta’zîmle ona yol açıyordu. Hz. Adem onun celâl tuğlarını yükseltiyor, Hz. İbrâhîm onun heybet bayraklarını dalgalandırıyordu.

Hz. Mûsâ da, âdetâ batı tarafından habtbine münâcât ediyordu. Hani gözleri habîbine bakmıştı da, tekrar tekrar O’na bakmak istemişti. Kader ona Tûr tarafından “Emrimizi vahyettik” diye seslenmişti.

Bu sırada Hz. Isâ, yeryüzüne ineceğine ve Kâb-ı Kavseyn sâhibi ile ilgili gökyüzünde olup bitenleri yeryüzündekilere haber vereceğine dâir Mevlâ’sı adına yeminler ediyordu!

İşte böyle... Onun (s.a.v.) önünde “îşte bu bizim atamızdır.’’ askeri “Kendisine nimetler bahsettiğimiz bir kul" marşını okuyordu. Onun şerefinin tâcı “Muhammedün Rasûlullâh (Muhammed Allâh’ın peygamberidir) ” idi. Elbisesinin süsü “Göz kaymadı ve aşmadı” idi. Onun izzet ve şerefinin münâdîsi, varlığın bütün katmanlarında ve bütün safhalarında şereflenmeyi emretmek sûretiyle şöyle seslendi:

“ Muhakkak ki Allâh ve melekleri nebî (Muhammed) üzerine salât ve selâm
ederler. Ey îmân edenler! Sîzler de ona bol bol salavat getirin ve selam edin.”

Hz. Peygamberin Cesedi

Hz. Peygamberin cesedi onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. Onun kendisine inen vahyi tebliğ etmesi bir lambadır. Nübüvvet nûru kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman nûr üstüne nûr olur. O’nun gönül aynası tertemizdir; gaybın gaybını onunla görür. Ona belîğ/edebî bir lisan ile hitâb edilir. Onunla akıl gözünün mele-i a’lâ’yı (yüce topluluk) görmesi için bir pencere açılmıştır. Ezelin latif defineleri ona sunulmuştur. Hâdis/mahlûkât ile Kadîm/Cenâb-ı Hak arasındaki tercümandır o.

Dilaver Gürer , Abdlkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.İbrahim (a.s) Hakkında

Hz.İbrahim Hakkında

İbrahım yavrusu, kıdemin lütûf ve ihsan beşiğinde, kerem ağacının gölgesinde büyüdü. Fazilet yelpâzesi “Biz İbrahim’e rüşdünü (doğru yolu bulma kâbiliyetini) önceden vermiştik” nesimi ile onu serinletti.

Kader; zerrelerin zerrelerini ve canların ruhlarını “Rabbin (onlardan ahit) aldığı zaman” toplayıp, “Ben sizin. Rabbiniz değil rmyim?”in kölelerine hitâb ettiğinde, İbrâhîm (a.s.)’ın fasîh ve saâdet lisânı o yakınlık ve muhabbet minberi üzerinden “Belâ/Evet Rabbimsin” diye hitâb edenlerin ilklerinden idi. Onun sır kulaklarında “İbrâhîm’e selâm olsun” nağmeleri çınlıyordu. Ezel sâkîleri “Allâh İbrâhîm’i halîl (candan dost) edinmiştir" hâlis şarabının kadehleriyle onun etrâfinda dönüyorlardı.

İbrâhîm aşkının verdiği divânelik ve sarhoşluk ile cûşa geldi de coştukça coştu. Şevk, bütün şiddet ve ihtişâmıyla onun kalbini istilâ etti. Kara sevdânın sultânı gönlüne taht kurdu. “Onları şâhit tuttu da hazır olanlar içerisinde öylece kaldı. Tâ ki, zaman otağı içinde Nemrûd b. Ken’ân devletinde onun zuhûr etme vakti geldi. Aklını başından alan o âşıklık çöllerinde bu nesimin kokusunu koklayarak, “Belâ/Evet, Rabbimizin” yalnızlığının tâlibi olarak büyüdü. Muhabbet uğrunda leke sürülmek ona zevk verdi, hoş geldi. Şevk onun zihninin meşgûliyetini sürekli yeniledi. Aşk ise onun içindeki defineyi dürtükledi durdu.

O celîl/yüce olan Halîl, mağaradan çıktı. Vecd onun kalbindeki ateşi tutuşturmuştu. Fikrinin nazarı dehşete düştü. Sırrını felek gelinlerinin yüzüne doğrulttu. Hâlinin münâdîsi güzelliğinin sohbet arkadaşına dedi ki:

“İşte, senin için de benim için de bir göz aydınlığı!’’ Gözlerinin ışıkları itibar arasatlarını aydınlattı. Küçük bir şimşek çaktı; “İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik” bulutu onun üzerine ağdı. Fikrinin nazarım, kendisini müjdeleyen gözbebekleriyle, şevk aceleciliğinin kınasıyla ve aşk sarhoşluğunun coşkunluğuyla âlem meydanlarında ve yüce bahçelerde gezdirdi. Kalp gözüne matlûbunun alâmetinden başka bir yansıma ve sır nazarına da mahbûbunun zannından başka bir parıltı belirmedi. Her ne zaman kendisine bir şey gözükse, sâkînin ellerinde kadehler ile kendisine hitâb ederek belirdiğini zannetti. Halbuki gece kevn/varlık elbisesini karanlığına boyamış ve onu çadırının eteklerinin üzerine yaymıştı.

Felek bostanı çiçeklendi. Gökyüzü aydınlandı. Kazânın/kaderin dişleri gülümsedi. Vücûdun/varlığın yüzü o nesîmi dehşete uğrattı. Nûrların güzelliği bulut perdelerini onun üzerine çekti. Gözlerin gezebildiği her yer hicâp/perde kesildi. Gökçadır bütün kemâli ve nazı ile gelinler gibi süslendi. Yüce kubbe sağdan soldan çalım satan sarhoşlar gibi bezendi. Gökbahçe gezegen çiçekleriyle donandı. Yüce deniz göktaşı/yıldız incileriyle kabardı.
Yıldızların menzilleri doğularda ve batılarda farklı farklı sıfatlarla göründüler.

Müşteri, çakırkeyifliğe garkolmuş meftun âşık gibi; ya da sarhoşluk derdindeki sevdâlı gibi... Merih, divâne âşığın kalbindeki sevdâ ateşinin lazerine konmuş bir cezve gibi... Süreyyâ, hicrandan eriyip bitmiş âşık gibi; sevdânın şiddeti onda baş ve gözden başka bir şey bırakmamış. Cevzâ, sevgilinin ruh memleketine girip, onun kalbini ele geçiren muhabbet sultânının otağı gibi...

Sabâ rüzgârı dostların canlarına “Duâ eden var mi? Tevbe eden var mı? Kapıya buyurun” dâvetini yapan sevgilinin elçisi gibi...

İşte böyle... Kara sevdâ âşığın kalbini harap eder. Vecd, tâlibin rûhunu yakıp kül eder. Şevk dâimâ sevgiliden bahsettirir. Divânelik mahzun kalbi istilâ eder... İbrahim’in üzerinde aşk-ı kadîm zuhur ediverdi. İşte tam bu makamda iken Zühre yıldızının yüzünün güzelliği, sanki bir sâkî gibi,
“pâdişâh” ordusunun alayları arasında uzun eteklerini sürüye sürüye edâlı bir şekilde yürüyerek ona göründü. Her yer onun ışıklarıyla aydınlanıyordu. Sanki O’nun kemâl ayının bir hâlesi gibiydi. Nazar lisânı fikir anlayışına dedi ki:

“Eğer bu, muktedirlerin tasarrufu gibi kendi irâdesi gereğince yürüyebiliyor ve seçilmişlerin gezmesi gibi gök menzilleri arasında dilediği şekilde dolaşabiliyor ise ben de kalbimden gelen muhabbetin lisânı ile ona: İşte benim rabbim!” derim.

Fakat eğer hallerindeki sıkıntıları gideremiyor ise, başındaki hâli ile sonundaki hâli birbirini tutmuyor ve bu sebeple kaderin taht-ı tasarrufunda kalıyor ise, çeşitli hâdiseler onu da istediği yöne çeviriyor, kendine zarar veren hasmına karşı kendini savunmaktan âciz ise, o halde matlûb ondan başkasıdır; duâ edenin duâsına icâbet edendir, karşılık verendir.”

İbrâhîm, sanki ufûl/kayboluş atları iki saf olmuş da o, onların arasına sıkışmıştı. Ya da, birbirine hücûm eden iki ordunun arasında kalıvermişti!

(Yıldızlar) bir müddet göründükten sonra zulmet denizinde garkoldu. Ufuk mânâlarında sessizce kayboldu ve gizlendi.

Onun (Zöhre yıldızının) durumunun hakikati ibrâhîm (a.s.)’ın fikrinin nazarında açıklığa kavuştu. Bunun üzerine yakîn safâsının diliyle “Ben batardan sevmem” dedi.

Sonra ay, kemâl burcundan doğarak, güzelliğinin bütün parlaklığıyla yükseldi. Parlak ışıklarının ortalığı kaplamasıyla birlikte gökyüzü eyvanı aydınlandı. O ihtişâmlı devletinin gücüyle ışık ordularını etrâfa gönderdi. İbrâhîm (a.s.) dedi ki:

“Bu daha yüce bir sultan, bunun derecesi daha yüksek; eğer gidişâtı düzensizlik ve bozukluk gibi şeyler göstermezse, bir batıp bir doğmazsa... o zaman anlayış lisânımla bunun için ben de ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.

Onun o göz kamaştıran güzelliği de gizlilik ve görünmezlik perdesiyle ortadan kayboldu. Ufuk kudreti, onun aydınlığını kaptı ve güzelliğinin üzerine kapandı. Kader onun varlık belirtisini adem/yokluk kılıcıyla kesti attı. Engin denizin diplerine doğru perişanca boğulan biri gibi batıp git' ti. Onun varlığına delil sâdece geride bıraktıkları kaldı da bunun üzerine İbrâhîm nebilerin tahkik lisânıyla şöyle dedi:

“Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse, ben gerçekten şaşkınlardan olacağım.”

Sonra ortaya aydınlık ordularının bütün heybetiyle birlikte güneş sultânı çıktı. Soğuk nefesleri ısıttı. Sıkıntılı göğüsleri ferahlattı. Uzayan bakışları rahatlattı. Aydınlık alaylarının otağlarını gök eyvanına kurdu. Parıltı taburlarının revaklarını fezâ ufuklarına yerleştirdi. Yüceliğinin süvârilerini de masmâvi bir elbise üzerindeki yaldızlı bir işleme gibi gök' yüzüne saldı. Gezegenlerin ışıklan utançlarından dolayı onun izzet ve şe' refi önünde secde etti. Doğuş ve batışın bütün yönleri onun heybetinin kemâline boyun eğdiler. Parlak yıldızların askerleri onun ihtişâmlı salvosu karşısında hezîmete uğradı. Akıp giden parlak aylar onun eşsiz güzelliği i yanında görünmez oldu. Îbrâhîm dedi ki:

“Bu en büyükleri, en azametlileri, en parlakları, en aydınlıkları, en yüceleri, en ihtişâmlıları... Eğer seyrinde, akıp gidişinde kahrın cezbelerinden i sağlam kalabilirse, gidişâtında değişim darbelerinden etkilenmezse, o zaman r ben de onun için sırrımda fikir lisânımla ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.”

Onun devleti de nakil ve taşınma karşısında hafif kaldı. Batıp kaybolma örtüsüyle o da gizlendi. Tagayyür/değişim kudreti onu da çekip götürdü.
Kader süvârîleri ona da saldırdı. Ufuk eyvanı onun kayboluşuyla birlikte karanlığa gömüldü. Şafak kuşağı semânın dört bir yanını dolanmaya başladı. îbrâhîm (a.s.)’ın itibârının hâkimi, ihtiyârının/seçiminin şâhidine şöyle dedi:

“Vasıfları sürekli değişen bir devlet gördüm; bu devletin kendinden hâriç bir ‘pâdişâh’ı olmalı. Sapasağlam işleyen bir memleketin, onu çekip çeviren, idâre eden bir Mevlâ’sının da olması gerekir.”

Zümrütten bir eyvan... Lâcivert bir renk... Kudret masmâvi düzlüğün üzerine yıldız cevherlerini döşeyiverdi. Hikmet eli o düzlüğün aşağı taraflarını bulut örtüsüyle örtüverdi. Ve karanlık bir gece... Dalgaları birbirine vuran denizin kabarması gibi... Dolunayın yüzü gibi aydınlık bir gündüz... Üzerine hikmet yorganı örtülmüş ve sağlam yapısıyla kıdemin/ ezelin sübûtuna işâret eden bir yatak... Ezel, hâtırların çözebileceği şeylerden değildir ki!... Araz ve cevherin niceliğine de girmez. Tevhîd lisânı, anlayış insafıyla İbrâhîm’e dedi ki:

“Ey halîl! Hareket ve sükûn; görünürlük ve gizlilik, renkler ve varlıklar, asıllar ve teferruatlar, tavâlî/doğuşlar ve levâmî/parıldamalar... Bunların hepsi ademden/yokluktan sonra, ezel irâdesinin kudreti ile inşâ edilmiş olan şeylerin vasıflarıdır. Ezelî fiilleri kendi fiillerinle mukâyese etmeye kalkışma. Akıl gözüne görünen şeyleri ehadiyetin vasıflarına örnek gösterme!”

Sonra ezel münâdısi, kerem ve lütûf lisânıyla ona şöyle seslendi:

“Ey Îbrâhîm! İzzet cânibine doğru yürü. Kudret perdelerine yapışmaya bak. Ehadıyet celâlinin himâyesine teveccüh et. Ezelî kemâlin kapısında bekle. Memleketini yönetmede Ferd/Bir olan Hâlık’ı maksat edin. Vâhid olan ve mahlûka benzerlikten münezzeh olan Rabb’e ibâdet et. O’na olan yolculuğunda ve itimâdında ilk ayağını O’nun şirkten berî olması tepesine, ikinci ayağını ise ‘Ben yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm’ zirvesine bas.”

Ibrâhîm (a.s.) arzusuna nâil olmanın sevinciyle dedi ki:

“Kendisine itiraz yolu olmayandan yüz çevirme daha ne kadar sürecek?! Nâfile ve farzlarda kesin ve yeryüzü boyunca apaçık hüccet/delil sâhibi olan için bu kadar geri durmalar niye?! Ben yüzümü, gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'...Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler..' Maide/54

Gözbebeklerini dört açtılar... Sırların yüzündeki gaflet peçelerini kaldırdılar... Gayb âlemlerinin adamlarına cilâlı kalp aynalarını tuttular... Saçılıp dağıtılan vahiy kelâmlarından mânâ cevherlerini topladılar... Kıdem/ezel bahçelerindeki sırları fehim/anlayış pınarlarından içerek, it gezip tozdular... Ezel gelinlerini fikir taraklarıyla süslediler. Kalıba iltifat etmeyen kalplerle (vuslata) hazırlandılar. Bu kalıp/beden evleriyle ülfet etmiş kutsal ruhlara şâhit tutuldular. Kurumuş çamur heykelleri durumundan, akıllan sebebiyle kudsiyet mertebelerine yükseltildiler. Şanlı himmetleriyle vahdâniyet celâlinin cennetlerine tâlip oldular. Ruhlarının koku alma duyularıyla Kur’ân bahçesinin güzel kokularını koklamaya meylettiler...

Ruhların ma‘şûku, kalplerin mahbûbu ve tâliplerin emellerinin son noktası safvetine (saflığına, tertemizliğine) işâret olarak buyurdu ki: öyle bir kavim getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu.”

Oysa onlar adem/yokluk yataklarında ve gayb beşiklerinde uykuda idiler. Kerem mağarasının gençleri idiler. Kader, onların özlerinin zerrelerini çamur parçalarından ortaya çıkardı. Kusurlarını ıstıfâ/temizleme ateşinde giderdi. Mevhibe/bağış kalıpçısı ezel darphânesinde onların üzerine “Onları sever” satırını nakşetti. Onlar adem bohçasında oldukları halde onlardan “Onlar da O'nu sever” diye bahsetti.

Öyle bir kuş dili kelâmı ki, onu vaktin Süleymân’ından başkası anlayamaz. Öyle bir âşığın göz kırpmaları ki, Leylâ’nın Mecnûn’undan başkası onlardan bir işâret anlamaz.

Ezel kâtibi kıdem dîvânında/defterinde ruh levhalarının cilâlı berraklığı üzerine velâyet/yakınlık hokkasından çekilen ictibâ/seçkinlik kalemiyle “O onları sever, onlar da O’nu” satırlarını yazdığı zaman, onların şahsiyet ibâdethânelerinin ruhbanları henüz ademde/yoklukta idi; zâtlarının incileri gayb örtüsü sedefleri içinde idi; onların nefislerinin arkadaşları “Kün/Ol” sırrı ağacının gölgesi altında uyumakta idi. Kader müezzini “Fe/fekûn/Hemen oluverir” nesîminin esintisi ile onları uyandırıverdi. Onların vücûd/ varlık mumlarıyla dünyâ karanlığı aydınlanıverdi. Canları sûret köşkleri' ne yerleşti. Berraklıkları bulanıklık ile ve nûrları maddiyat karanlıklarıyla karıştı gitti. Ruhlar, bu uzak beldede garipler mahallesine yerleşti. Kıdem/;ezel tarafından kendilerine doğan şeylere hep iştiyâk duydular, kudsiyet yurdunda alışık oldukları şeyler için çok ağlayıp sızladılar. Aşağı ile yukarı arasında uzun müddet gidip geldiler. Onların zâtlarının zerreleri bu aşk ve iştiyâk fezâsında toz toprak oldu.

Kurbiyet meydanının genişliğine çıktıklarında, inâyet eli onların her birine, kader sâhibinin “muhabbet elbiselerinden kendileri için takdir ettiği elbiseleri giydirdi. Ünsiyet meclisi halvetinde onların havâsları/ özelleri için “O onları sever, onlar da O’nu” sancakları diktirdi. Onların gelişi şerefine “Koşuşun” denizinin sâhilinde şeref tahtları kurdurdu. Ezel dîvânı kâtibine, onlan “saâdet-i kübrâ (en büyük saâdet) defteri”ne kaydetmelerini emretti. Kitabının sonunu “Allâh selâmet yurduna eder.’’ ile bitirdi. Hitâbının başlığını “ Bana tâbi olun ki, Allâh da sizi sevsin” koydu. ‘’Muhakkak ki size Allâh'tan bir nûr gelmiştir.’’atının üzerinde onu bir elçi olarak gönderdi.

Ey insanoğlu! Sır tahtları toprak duvarlar içerisinde kurulur ve tevhîd çizgisinin bir noktası yakîn gözüne, “O ilktir (Evvel), sondur (Âhir), açıktır (Zâhir) ve gizlidir (Bâtın)” vücut/varlık binâsının temeli olarak görünür.

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Mükaşefe ve Müşahede

Mükaşefe ve Müşahede

Allahu Teâlâ’nın fiillerinden, akla üstün gelen, şekli ve kalıbı kıran bazı keşifler evliyâya vâki olur. Bu da iki türlü gerçekleşir: 1-Celâlî müşâhede. 2-Cemâlî müşâhede.

Celâl ve azamet müşâhedesi kalbe havf/korku, endişe, ürperti, darlık ve büyük bir sıkıntı bırakır. Bunların uzuvlarda da belirtileri görülür. Hz. Peygamberin namaz esnâsmda sadr-ı şeriflerinden (şerefli göğüslerinden) havfin şiddetinden dolayı, kaynayan tencerenin çıkardığı sese benzer bir ses duyulur ve kendilerine Allâhu Teâlâ’nın azametinden ve celâlinden keşifler vâki olurdu. Buna benzer şeyler İbrâhîm Halîlu’r-Rahmân (a.s.)’dan ve Emîrü’l-Mü’minîn Ömerül-Fârûk (r.a.)’tan da nakledilir.

Cemâl müşâhede ise, insanların kendi durumlarına uygun olarak, kalplerine vâki olan nûrlar, sevinçler, lütûflar, hoş kelâmlar, tatlı sözler, mevhibe müjdeleri, yüce menziller ve Allâhu Teâlâ’ya kurbiyet gibi şeylerdir.

İnsanların kısmetleri husûsunda, Cenâb-ı Hakk’tan bir fazilet ve rahmet olarak, kalem kaldırılmış ve dünyâ hayâtı boyunca, mukadder olan ölüm zamanı gelinceye kadar insanlarla ilgili şeyler O’nun tarafından takdir edilmiştir. Bu, insanların Cenâb«ı Hakk’a olan şevklerinin şiddeti sebebiyle muhabbette ifrâta düşmemeleri içindir. Böyle olacak olsaydı onlar kuraklıktan çatlayan topraklara dönerler, helâk olurlar ve kendilerine yakîn, yâni ölüm gelinceye kadar yerine getirmeleri gereken kulluk vazifelerinde zayıf düşerlerdi.

O, insanlara lütfundan ve hilminden dolayı, kalplerini terbiye etmek için ve onlara şefkat olsun diye böyle davranmaktadır. Zîrâ O insanlara karşı Hakîm’dir, Alîm’dir, Latiftir ve Raûftur. Bundan dolayıdır İri, Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl’e şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir.

“Kalk, ey Bilâl! Bizi rahatlat!”

Yâni, bizi namaza kaldır ki, bu cemâl müşahedenden anlattığımız şeyleri görelim, demektir. İşte bu sebepledir ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Benim göz aydınlığım namaz içindedir.”

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Ezelî irâde, Muhammedi gayreti bazı seferlere çıkma husûsunda harekete geçirdi. Hz. Peygamber o eşsiz,inciyi de bu yolculuğunda kendisine hemdem yapmıştı. Hizmetini görmesi, sabah akşam çadırını kurması için kölesi Misteh’ı onun (Hz. Âişe) emrine vermişti.

Kâfile dinlenmek için bir yerde konakladı. Uyku onların rahatsızlıklarını dindirdi. “Kul”u (Mistah) geceleyin uyku bastı ve uyuyakaldı.

Ehadiyet irâdesi, Âişe safiyye ve stddîkasım ihtiyâcını gidermek için yuvasından dışarı çıkmak üzere harekete geçirdi. O, bunun için mahfilinden dışarı çıktı.

Kudret eli, gerdanlığının düğümünü çözdü. Cevherler boynundan yere dağıldı. Onları tekrar boynuna dizmek için uğraştı durdu.

Kader şöyle nidâ etti:

“Ey Cebrâîl! O gerdanlığının birkaç tânesini kaybetti. Sen onların yerine yenilerini koy!”
Mistah uyandı. Develerini yürüttü. Olup bitenden haberi yoktu.(İfk Hadisesi) Medine’ye ulaştığında onu (Hz. Aişe) göremeyince aramaya koyuldu. Bu sırada kader, sırların definesini kazıyor ve şerlilerin ifk/iftirâ kıvılcımları da çakmaya başlıyordu.

Bu durum vahiy memesinin çocuğu, ezel sırrının hâmili, gayb emânetlerinin muhâfızı ve hamd sancağının sancaktarına ulaşınca, onların iftirâ gözlerindeki remzi anladı. Ona onların müşrikliklerinin işâretleri göründü. Kalbi elem duydu. Keder okunun delmesiyle gönlü yaralandı. Sır kristali kırıldı. İşleri dağıldı. Hz. Peygamber, sevgisinin remizlerini gizli bir tarzda göstererek ve şefkatinin lütfü ile Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Babanın evine dön! Bana senin hakkında haber gelecektir!”

Bunun üzerine o, inci gibi gözyaşları döktü. Hıçkırıklara boğuldu. Düğün günü yasa döndü. Gecesi hüzünlerle zifiri karanlık oldu. Isttrâbının nefesleri göklere yükseldi. Sabır onun yanından kayboldu. Dedi ki:

“Suçsuz olduğum ve haksızlık etmediğim halde neden dolayı oraya I buraya sürülüyorum, uzaklaştırılıyorum! Yoksa bu, hicranlı sevgilinin iç ] âleminin şikâyeti yüzünden midir?!”

Ona şöyle seslenildi:

“Ey sıddîka ve hakîkaten seyyide/hanımefendi! Belâ, velâyet kadar olur. Zafer sabra bağlıdır.”

Ne var ki, kıssa/olay duyulup gussa/sıkıntı ortaya çıkınca, onun sabır ayı helâk oldu. Yükselen nefeslerinden dolayı his yıldızları batıp kayboldu. Yüreğinin yangınından dolayı inci gibi gözyaşları döktü. Dümdüz olan elifinin beli gönül kırıklığı yüzünden bükülüverdi.

Mahbûbundan ayrılığının müddeti uzadı. Matlûbundan aldığı hayat enerjisi yok oldu. Dedi ki:

“Yâ İlâhîl Zeliller Senden yardım diler. Mazlumlar Senin iletine sığınır. Mahzunların hüznünü Senden başka kim nefeslendirir?! Mustariplerin duâsına Senden başka kim icâbet eder?! Benim suçsuzluğumdan en haberdar olan ve benim durumumu en iyi bilen Şensin!”

Ya‘kûbiyye evine çekildi. Firkati Hz. Yûsuf un hâlinin bir benzeri oldu. Odasının karanlığı hüzün Yûsuf unun hapsine döndü.

Habîbin cânibinden gelen “keyfe tiküm (nasılsınız/hastanız nasıl)?’’ nesîminin esintisi ona uğradı da bunun üzerine şöyle dedi:

“Ben ki, fasâhat evinde büyümüşüm, zıtlarla fasîh konuşanın en yakın arkadaşıyım: (Tîkünfdeki) “te” (tâ harfi) yakındaki muhâtap içindir, “ke” (kâf harfi) uzaktaki gâip içindir. “Enti”nin (bayan için ‘sen’ zamiri) te’sinin bu kelimenin kâfındaki yeri nerede? “Hâzihî”nin (bayanlar için ‘bu* zamîri) he’sinin (hâ harfi) “tîküm”daki yeri neresi? Çoğul mîmi (mîm harfi) zikredilen kişilerden birisi için tahsis de gerektirmez. Uzun zaman
oldu ki, ben hicran çekenin gözüyüm; gâibin/uzaktakinin kalbinin siyah noktasıyım; sevgilisinin cemâlinden uzak kalmış kimsenin ünsiyetinin reyhanıyım. Fakat zamanın değişen halleri ve (insanın üzerine) saldıran anları var. Yâ Rab! Üzüntüden boğuldum. Hüznümün harâreti beni yakıp kül etti. Bu dert benim belimi büktü. Fikrimin karışıklığı beni darmadağın etti!..”

En yüce âlemin melekleri daha fazla dayanamayıp feryâd ü figân ettiler. kudsiyet yurdunun sâkinleri çeşit çeşit teşbihlerde bulundular. Nûrânî savmaaların ruhbanları sızlandılar. Nûrânî cisimler ve rûhânî ruhlar dediler ki:

“Ey İlâhımız! Nübüvvetin tertemiz örtüsünün kalbinin safâsına keder çöktü. Şeref denizinin bir incisinin gönül cevheri parça parça oldu. Risâlet bahçesinin reyhanı fâsıkların iftirâsıyla solup kurudu. Vahiy memesinin çocuğu münâfıkların yalanı yüzünden sütten kesildi.”

İlâhî memleketin postacısına ve melekler ordusunun kumandanına dendi ki:

“Yâ Cibrîl! Ezel gaybının levhalarından, aybı gayb lisânıyla temizleyen on yedi âyet al. Ben o âyetleri ezelde ve kaderden önce söylemiştim. Onları kıyâmete kadar Âişe’nin elbisesinin yeni için bir süs yaptım.”

Ezel postacısı “fazilet efendisi”ne Nûr Sûresi’ndeki sürûr/sevinç âyetlerini indirdi.

Sıddîka, âyetlerin haykırışını duyup müjde işâretlerini görünce dedi ki:

“Zayıfa güç veren, hakîre izzet bahşeden, mazlûma acıyan ve kederi gideren (Allâhu Teâlâ) sübhândır. Vallâhi, Rabbimin benim hakkımda Kur’ân/âyet indireceğini ve vahyinde Nebisine (s.a.v.) benden bahsedeceğini zannetmiyordum. Fakat O’nun Rasûlullâh’a benim suçsuzluğumu ve masumluğumu rüyâsında göstermesini umuyordum.”

O halde mazlûm, İlâhî yardımdan hiçbir zaman ümit kesmesin. Ezilen- lerin feryadına ancak sabırdan sonra yetişilir.
Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İnsan




Âdemoğlunun yaratılışı ne acâiptir! Yaratıcı onda ne enteresan defineler saklamıştır. Hevâsına tâbi olmazsa, bir melektir. Kesâfet onu kaplamazsa latîf bir mânâdır. Gaybın ilginç sırlarını saklayan ve bütün ilimleri kendinde toplayan bir hazînedir. Nûr ve zulmet dolu bir kaptır. İçinde, ruh gelininin ağyârın gözlerinden sûret örtüleri ile gizlendiği bir kalıptır. Kader, onun güzelliğini “Biz onları üstün kıldık”meclisinde, “Biz Âdemoğlunu şereflendirdik" elbiseleri içinde meleklere gösterir. Ondaki akıl, onun yaratılışının Şehâdet âleminden olduğuna bir işârettir. Sûret sedefleri, vücûd/varlık denizinde, ilim gemileriyle yakın nûrunun kemâle ermesi için ruh incileri taşır. Böylece o, rûh rüzgârı sâyesinde müşâhede “Cezâyiri”ne/adasına ulaşır.

Onun içindeki akıl sultânı ile hevâ sultânı, birbiriyle savaşmak ve dövüşmek için göğüs fezâsı meydanında karşı karşıya gelir. Nefis, hevâ sultânının en has askerlerinden iken, rûh, akıl sultânının en şerefli asker- lerindendir. İşte o esnâda hüküm müezzini onlar arasında şöyle nida eder:

“Ey Allâhu Teâlâ’nın süvârîleri! Atlarınıza binin! Ey Allâh’m askerleri! Hazır olun!”
“Ve siz, ey hevânm askerleri! Öne çıkın!”

Onlardan her biri kendi tarafının zafer kazanmasını arzu eder. Hasırlına gâlip gelmek için var gücüyle savaşır.

Tevfîk gayb lisânıyla şöyle der:

“Gâlibiyet benim yardım ettiğim tarafın sancağına bağlı olacaktır. Benim yardım ettiğim kimse dünyâda da âhirette de saîd/mutlu olacaktır. Ben kiminle berâber olursam, onu “Sadâkat makâmına/Sâdıklar meclisine” ulaştırıncaya kadar ondan ayrılmam.”

Tevfîk, Hakk’m velîsine koruyup gözetme gözüyle baktığı bir hüsn-i nazarıdır.

Ey oğul! Akla tâbi ol; o seni en büyük saâdet yolundan götürür. Nefsinden ve hevândan ayrıl. O zaman “aceb”i (Hakk’ın muhteşem işlerini) görürsün.

Ruh gaybî ve semâvîdir. Nefis yeryüzü toprağına âittir.

Latîf kuş, kesâfet yuvasından inâyet kanatlarıyla yücelik ağacına uçar. Kurbiyet dalında yuva yapar. Şevk dilinin nağmeleriyle şakımaya başlar. Ünsiyet nedîmi/arkadaşı ona kur yapar. Hakikat mücevherlerini marifetin kucakları arasından toplar. Kesîf kuş, vücûdunun karanlık kafesinde mahsur kalır. Kalıplar fenâya erince, geriye kalplerdeki sırlar kalır.

Cenâb-ı Hak eğer senin kalbine bir kere nazar edecek olsa, orayı kendi makâm-ı arşı derecesine yükseltir. Oraya ilmin hakikatlerini hediye eder. Orayı ma‘rifet sırlarının hazînesi yapar. İşte o zaman akıl gözüne ezelî cemâl görünür. Hudûs (sonradan olma) özelliği taşıyan her şeyden yüz çevirirsin. Sır gözün, kalp aynanda melekût âlemlerinin adamlarıyla karşılaşır. Ayetlerin hakikatlerini keşfetme/öğrenme meclisinde, fetih gelinleri sır/ gönül gözüne tecellî eder. İşte o zaman himmet levhanda mevcûdat yansımalarının izleri yok olur gider.

Ey insanoğlu! Aydınlık akıl, üstadların her türlü karanlıkta kullandığı bir fenerdir. Sâf/tertemiz fikirler ma'rifet erbâbının delilidir. Zanlar birbirine karıştığı zaman kadîm inâyet, yakîn yüzünün üzerindeki şüphe perdesini aralar. Deliller yetersiz kaldığında yetişen irâde, bâtıl fikirleri ortadan kaldırır.



Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »