Fatiha Sûresinin İslâm Dinindeki Yeri

Fatiha Sûresinin İslâm Dinindeki Yeri




Bizim kanaatimize göre Kur’an’ın anahtarını teşkil eden Fatiha sûresinin içerdiği muhteva bütün insanlar için vazgeçilmez bir konuma sahiptir. Çünkü bu muhtevada Allah’a yönelik övgü, şan ve şerefle nitelemenin yanında O’nun birliğinin dile getirilmesi, kendisinden yardım ve hidayet talep edilmesi vardır.

Bunların hepsi aklı yerinde olan insanlarının tamamı için gerekli şeylerdir. Şöyle  ki bu anlatılanların temel muhtevasında yaratıcının gerektiği şekilde tanınması ve lâyık olduğu biçimde övülmesi ilkeleri mevcuttur. Zira bütün mahlukata nimetlerini iptidaen veren O’dur, her kulun ihtiyacı ve her talep sahibinin arzı O’nun katına yöneliktir. İşte anlattığımız bu özellikleri bünye­sinde toplamış olması sebebiyledir ki Fatiha suresi Allah’ın kulları için vaz­geçilmez bir mertebeye sahip olmuştur.

Fatiha’nın namazda okunmasının konumu farz derecesinde değildir. Aslında Fatiha, zât-ı ilâhiyyeyi yaratılmışlık sıfatlarından tenzih etmeyi amaçlayan teşbihler ve O’nu yüceltmeyi hedefleyen tekbirler gibidir. Bunun yanında Fâtiha namaz ibadetine bağlı olmayarak herkese farzdır, çünkü hiçbir insan için rabbini yakışmayan sıfatlardan tenzih etmemesi ve O’nu yüceltmemesi mümkün değildir. Ne var ki bu husus Fâtiha’yı namazda oku­manın farziyetini gerektirmediği gibi mutlak farziyeti vurgulama konumunda bulunmamak şartıyla Fâtiha’nın içinde yer aldığı başka herhangi bir amelde de farz oluşunu gerektirmez. Ancak bütün bunlar sözü edilen sûrenin muhteva­sının bütün insanlar için gerekli olduğu yolunda bahis konusu ettiğim hususun dışında kalır.

Fâtiha’nın namazda okunmasının farz olmadığı konusuna gelince, bu hususu birkaç yolla ispat etmek mümkündür. Birincisi namazda kıraatin farziyetine “Kur’an’ın kolayınıza gelen bir kısmını okuyunuz” meâlindeki âyet-i kerîme ile vâkıf olmuş bulunmaktayız. Bu İlâhî beyanın konumuza delil teşkil etmesi de iki açıdandır.

Birincisi, Fâtiha’nın dışındaki sûre veya âyetlerin daha kolay olmasının imkân dahilinde bulunmasıdır. İkincisi sözü edilen âyet çerçevesinde kıraatin farziyeti bu görevin hafifletilip kolaylaştırıl­ması suretiyle bizlere yönelik bir lutf-ı İlâhî biçiminde olmasıdır. Namazda mutlak mânada Kur’an okumak farz olmasaydı, okumamamız da mümkün olacağından kıraatin bizim için kolaylaştırılmasıyla Allah’a yönelik şükür borcumuz gerçekleşmezdi. Şunun da belirtilmesi gerekir ki Fâtiha’nın zaruri olarak okunması halinde bizim için seçim hakkından söz edilemez, oysa ki sayesinde kıraatin farziyetini öğrendiğimiz âyet kolay olanın tercih edilmesi konusunda seçim imkânı getirmektedir. Sonuç olarak bahis mevzuu kıraat âyetinin Fâtiha’dan başkasına da şâmil olduğu sübut bulmuştur. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

İkincisi, Resûlullah kutsî hadisinde, Cenâb-ı Hakk’ın Fâtiha’yı hamd ve senâ statüsünde kıldığını haber vermiştir ki bu, namazın ikiye taksim ediliş hadisinde yer almıştı,böylelikle Fâtiha bu makamda kıraat edilir olmuştur,gerçekte sözü edilen sureye ille de namazda okunması konumu biçilmemiş, bunun yerine dua ve sena statüsü verilmiştir Dua ve senâ ise namazın farz­larından değildir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Üçüncüsü, Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Hazreti Peygamber bir geceyi Maide sûresinde “in tüezzibhüın” diye başlayan âyetle  ihya etmiştir; Resul-i Ekrem kıyamda iken sözü edilen âyeti okuyor, rükûda, secdede ve ka'dede de aynı âyeti tekrar ediyordu.

Şu halde namazda başka değil mutlaka Fâtiha'nın okunmasının belirginlik kazanmadığı ortaya çık­maktadır. Bir diğer husus da Resûlullah'tan nakledilen ve içinde “Geri dön ve yeniden namaz kıl. zira sen namaz kılmış sayılmazsın!” ifadesi geçen hadisin de bizim kanaatimizi desteklemesidir. Çünkü Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağını öğrettiği o kişiye “Kur’an'ın sana kolay gelen bir kısmını namazında oku!” demiştir. Demek ki farz olan bundan ibarettir.

Bir de Resûlullah sallâlahü aleyhi ve sellem “Fâtiha’sız namaz kılına­maz” buyurmuştur. Hz. Peygamber'den Fâtiha’nın namazdaki konumunun açıklanması da şu şekilde nakledilmeştir: İçinde Fâtiha’nın okunmadığı bir namaz eksik olup kemaline ermemiştir.” Fâsit olan bir ibadet eksik olmakla vasıflandırılamaz, hadiste zikredildiği şekilde nitelenen bir ibadet eksik olmakla beraber caiz olan ibadettir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Fatiha, sonunda “âmin!” denilmesiyle özellik kazanmış bir sûredir, zira Fâtiha (namazın) “Allah ile kul arasında ikiye taksim edildiğini beyan eden hadisin zikrettiğine göre dua sûresi diye isimlendirilmiştir. Diğer bazı sûre­lerde de dua cümleleri bulunmakla birlikte onlar bu özelliğe sahip kılınma­mıştır. Bu sebeple de Fâtiha’nın sonundaki âmin âşikâre söylenmemiştir.

Burada takip edilecek yol / besmelede zikrettiğimiz gibidir. Şu da var ki besmele dua konumuna Fâtiha’dan daha elverişlidir.

Aslında bütün dualarda sünnete uygun düşen onların gizli olmasıdır. Bu konu­daki kaide şundan ibarettir: İmamın ve cemaatin iştirak ettiği her türlü zikir ve duanın sünnete- uygun şekli gizli olmasıdır, bundan sadece ihtiyaç hissedil­diğinde duyurmaya vesile olanlar istisna edilir. Bu kural Fatiha'nın sonundaki “veleddâllîn’in ardından söylenecek âmin duasını da kapsar, çünkü burada duyurma ihtiyacı yoktur, böyle yerlerde izlenecek yol gizliliktir. Mamafih âminin gizli olduğu hakkında tevâtüre varan hadisler de mevcuttur. Aşikâre söylendiğine dair haberler ise Asr-ı saâdet’te cemaatle namaz kılınmaya başlandığının ilk dönemlerine ait olmalıdır.Nitekim Resûlullah hazan kıraati­ni gündüz namazında da cemaate duyuruyordu. Hz. Peygamber’in âmin dediğine dair haber onun -gizli âşikâr yönü kastedilmeksizin- bu kelimeyi okuduğunun haber verilmesinden ibaret de olabilir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

* * *

Fâtiha birçok iyilik özelliğini bünyesinde toplamış bir sûredir. Onun içerdiği her bir özellik de kendi türündeki bütün hayırları ihtiva etmektedir.

Sözü edilen özelliklerden biri şudur ki Fâtiha’nın “Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur” mânasına gelen “el-Hamdü lillâhi rabbilâlemîn” şek­lindeki ilk cümlesinde bütün nimetlere mukabil şükrün tevcihi ve bunların ortağı bulunmayan Allah’a nisbet edilişi vardır; ayrıca bu cümlede Cenâb-ı Hakk’a imkân dahiline giren en üst derecede övgü mevcuttur, bu da sözünü ettiğimiz gibi İlâhî nimet ve lütfün bütün yaratıklarına şâmil olmasıdır. Bundan başka Fâtiha sûresinde Allah Teâlâ’nın, mahlûkatın tamamını iptidaen yarat­ması ve onları yaşatıp geliştirmesine yönelik rübûbiyyetinde tek ve bir oluşu­nun ifadesi vardır, bu da “rabbilâlemîn” nazm-ı celîli ile sabittir. Aslında bu anlatılanların her biri dünya ve âhirete ait iyiliğin özelliklerini kendisinde barındırmakta ve içten gelen bir samimiyetle bu âyeti okuyan kimseye dünya ve âhiret selâmetini temin etmektedir.

Fâtiha’da azîz ve celîl olan Allah’ı öyle iki isimle niteleme özelliği var­dır ki, Cenâb-ı Hak, kendisinden başka herhangi birinin o isimlerin içerdiği mânalardan birine sahip bulunması veya buna kendi kendine hak kazanabil­miş olmasından münezzeh ve beridir. Bunlar da Allah ve rahman isimleri­dir. Bir de sözü edilen sûrede Allah Teâlâ’yı öyle bir rahmetle vasıflandırma mevcuttur ki kurtuluşa eren herkesin necatı ve mutluluğa kavuşanların saadeti bu rahmet sayesinde mümkün olmakta, ayrıca bütün tehlikelerden aynı rahmetin yetişmesiyle sakınılabilmektedir. Şunu da eklemek gerekir ki,Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetinin bir tecellisi de yaratıkların birbirlerine gösterdikleri şefkat ve merhameti yaratmış olması şeklindedir.

Fâtiha sûresinde ayrıca Allah’ı şan şeref ve güzel övgü ile niteleme çerçevesinde kıyamet gününe iman etme esası vardır, bu da “mâliki yevmiddin” âyetiyle sabittir.

Fâtiha’da bütün bunlardan başka, tevhid ilkesi, ibadeti O’na özgü kılmak ve bunda samimi davranmak türünden olmak üzere kullar için gerekli olan hususlar da mevcuttur. Bunun yanında her türlü yücelik ve şerefin ancak azız ve celîl olan O varlık sayesinde elde edilebileceği gerçeği, bütün ihtiyaçların O’na arzedilmesi, bunların yerine getirilmesi ve taleplerin elde edilebilmesi için O’ndan yardım istenmesinin ilkeleri vardır; hem de bütün bu dileklerin kalp huzuru ve gönül ferahlığıyla olması konumunda; çünkü İlâhî yardımın gerçekleşmesi halinde başarısızlık bahis konusu değildir, O’nun koruması durumunda haktan sapma ihtimali yoktur.

Sözü edilen sûrede bir de Allah’ın rızâsını sağlayacak yolun talep edilmesi ve tekrarlanan her zaman dilimi içinde azgınlık ve sapıklığa sebep olacak şeylerden korunmasının istenmesi vardır. Bu talep ve istekte bulunurken Allah’ın hidayet vermesi halinde kim senin yoldan sapmayacağı, ümit ve korkunun başkasından değil sadece O’ndan olacağı bilincinin de taşınması gerekmektedir. Zaten kullara ait bütün işler ve uğraşlar bu çizgi üzerinde seyreder: Tuttuğu yolu amacına ulaşması ve arzusunu gerçekleştirmesi için bir vasıta kılmasını Cenâb-ı Hak’tan ümit edip beklemek. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

İmam Maturidi,Tevilatu-l Kur'an (ensar yay.)
Devamını Oku »

“Yalnız sana kulluk ederiz” Anlamı

“Yalnız sana kulluk ederiz” Anlamı


“Yalnız sana kulluk ederiz” meâlindeki İlâhî beyan iki mânaya alınabilir. Birincisi tevhiddir. İbn Abbas’ın (r.a.) «Kur’an’da yer alan bütün ibadet kav­ramları tevhid mânasına gelir» dediği rivayet edilmiştir. Diğer mâna ise bu­radaki ibadetin Allah’a kulluk edilmesine vesile olan her türlü taatten ibaret olmasıdır. Sözü edilen iki mâna son tahlilde aynı noktada toplanır. Çünkü ku­lun bütün ibadetlerinde Allah’ı tek mâbud olarak tanıması ve hiçbir kimseyi O’na ortak koşmayıp kulluk görevini Allah’a has ve münhasır kılması gerek­mektedir. Böylece kul hem ibadette hem de diğer bütün dinî davranışlarında tevhid ilkesini uygulamış olur.

Yapılan bu yoruma bağlı olarak müminin ümidini, korkusunu ve yerine ge­tirilmesini istediği bütün ihtiyaçlarım yaratıklardan uzaklaştırıp Allah Teâlâ’ya arzetmesi gerekmektedir. Bunun bir delili de şudur: “Ey insanlar! Allah’a muh­taç olan sîzsiniz. Allah ise kimseye muhtaç değildir ve övülmeye lâyık olan yegâne varlık O’dur.” Bu açıdan bakıldığında mümin Allah’tan başkasına gerçek mânada ümit bağlamaz ve ihtiyaçlarını ona arzetmez. Yine mümin her­hangi bir yaratıktan, sadece Cenâb-ı Hakk’ın takdir ettiği belâlardan birinin kendisine gelmesine O’nun tarafından sebep kılınması açısından korkar: evet, bu durumda ondan endişe eder. Ya da mümin Allah'ın kendisine lütfedeceği bir nimetine kulunu vesile kılmasını umar, bundan ötürü beklenti içinde bulunur ama kul bu davranışıyla hak yoldan sapmış olmaz. Sonuç olarak tasvir edilenbhu davranışlar çerçevesinde günahın bütün çeşitlerinden Allah'a sığınına «e bütün iyilik türlerine ulaşmayı O’ndan isteme durumu ortaya çıkar.

“Ve yalnız senden yardım dileriz.“ Bu İlâhî beyan insanın din ve diaya ile ilgili bütün ihtiyaçlarını yerine getirmesi konusunda Allah Teâala'dan yar­dım dilemeyi ifade eder. Ayrıca bu İlâhi kelâmın “Yalnız sana kulluk ederiz’’ ifadesiyle oluşan Allah’a sığınmanın ardından, emrettiği kişinin yerine getirmesi ve yasakladığından korunabilmesi için O’ndan yardım dileme manasına gelmesi de mümkündür. Nitekim insanlar arasındaki yaygın uygulama da aynı çizgi üzerinde seyreder. Onlar Allah’tan başarıya ulaştırmasını, yardımın esirgememesini ve dinen yasaklanan davranışlardan korumasını niyaz ederler. İyi kulların uygulaması hep bu yolu takip edegelmiştir. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Burada bahis konusu edilen başarı ve yardımın Cenâb-ı Hak'tan talep edilmesi Mu’tezile anlayışına göre doğru değildir. Çünkü kulun mükellef kı­lındığı şeyleri yerine getirebilmesi için gerekli olan imkânlar kendisine veril­miştir. Mu‘tezile’ye göre yükümlü tutulduğu hususları yerine gerilmesi için gerekli olan imkânlardan bir tanesi bile Allah nezdinde kaldığı takdirde kulun mükellef olması caiz değildir. Dolayısıyla insanın zaten kendisine verilmiş bulunan bir şeyi istemesi İlâhî lutfü gizlemesi anlamına gelir, bu ise nimete karşı nankörlüktür. Sonuç olarak sanki Cenâb-ı Hak, nimetlerine karşı nankör davranmayı, onları gizlemeyi ve problem çıkarmak için istemeyi emretmiş gibi olur. Allah hakkında böyle bir zan taşımaksa küfürdür.

Bir de Mutezile anlayışına göre kulun talep ettiği şey Allah nezdinde bulunmuş olabilir, fakat O, tamamını kula vermemiştir; ya da bulunmaz. İkinci durumda onu istemek Cenâb-ı Hak’la alay etme anlamına gelir. Çünkü birinden kendisinde bulunmayan bir şeyi isteyen kimse yaygın telakkiye göre onunla alay etmiş sayılır. Şu da var ki insanın talep ettiği şey; a) Ya mükellef tutmakla birlikte onu kuluna vermemesi Allah için câiz olan bir şeydir; bu durumda Mu'tezile’nin telakkisi temelinden yıkılır, çünkü onlarca din açısından kul için yararlı olan bir şeye sahip olup da onu vermediği halde kişiyi mükellef tutması Allah için mümkün görülmez, b) Ya da nezdinde bulunan imkânı ku­luna vermemesi Allah için câiz olmaz. Bu durumda kulun talepte bulunması “Allahım, bana haksızlık etme!” mânasına gelir. Rabbi hakkında bilgisi bun­dan ibaret bulunan kişiye gereken şey yeniden müslüman olmaktır. Şunu da hatırlatmak gerekir ki Allah Teâlâ'dan yardım talep eden herkes O'nun nusreti geldiği takdirde başarısız duruma düşmeyeceği ve O'nun koruması gerçekleş­tiğinde doğru yoldan ayrılmayacağı konusunda kesin bir kanaat ve gönül hu­zuru içinde olur. Ne var ki Mu‘tezile'ye göre böyle bir imkân Allah'ın katında bulunmamaktadır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

Hz. Peygamberden (s.a.), Fâtiha’nın ikiye taksim edildiğini haber veren hadiste şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Allah, 'Bu benimle kulum arasında iki kısma ayrılmıştır' buyurur.” Bu kutsi hadis çerçevesinde Fâtiha’nın “iyyâke na'büdü” dışında kalan iki kısmından her birinin Allah'a sığınmayı hedeflemiş olması mümkündür, bu sığınma Cenâb-ı Hakk'a kulluk, O'ndan yardım isteme, ihtiyacını O'na arzetme ve o yüce varlığın ihtiyaçtan müstağni oluşunu ifade etme şeklinde gerçekleşebilir. Sözü edilen bu muhteva Allah’a yönelik senayı ve her çeşit meşrû ihtiyacı O’na sunmayı içerir.

İyyâke na'büdü âyetini teşkil eden iki kısımdan birincisinin, içerdiği ibadet ve tevhid ilkeleri sebebiyle Allah’a, “ve iyyâke neste'în” kısmının da kula ait olması da ihtimal dahilindedir, / çünkü bu ikinci kısımda kulun, Allah’ın yardımını talep etmesi ve arzusunu yerine getirmesinin temennisi vardır. Nitekim sûrenin devam eden kısmının dua üslûbuna büründürülmesi bu ihtimali güç­lendirmededir. Yukarıda söz konusu edilen kutsi hadiste de azız ve çelil olan Allah “Fâtiha’nın bu kısmı kuluma aittir; kulum ne isterse kendisine verile­cektir” buyurmuştur.

İmam Maturidi,Tevilatu'l Kur'andan Tercümeler,syf;16-19

Terc.Prof.Dr.Bekir Topaloğlu



Devamını Oku »

Fatiha Suresinde Geçen 'Hidayet'Anlamı

Fatiha Suresinde Geçen 'Hidayet'Anlamı

Hidayet kavramı üç mânada kullanılır. Birincisi açıklamaktır (beyan). Bi­lindiği üzere dinî konularda açıklama Allah tarafından yapılmıştır. Bu sebeple Kitap ve Sünnet’te açıklama fonksiyonunu yerine getiren çeşitli ifadelerin var­lığı karşısında kimse âyet-i kerîmedeki ihdinâ kelimesiyle açıklama mânasını kastetmez. Ancak Mu‘tezile mezhebinin mensupları bu mânayı benimsemiştir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın kulu doğru yola iletmesi ve hak yoldan sapmaktan korumasıdır. Bazılarının vitir namazında okudukları kunut duasının mânası da aynı şekildedir: “Allahım! Hidayete erdirdiklerinin içinde bize de daima yolu göster.”Cenâb-ı Hak bu âyetten itibaren sûrenin sonuna kadar kulların vasıflarını açıklamaktadır. Şayet âyetteki hidayet Mu‘tezile , gibi beyan mânasına gelseydi onu ifade eden kısımla “gayri’l-mağdûb» aleyhim...” kısmının aynı statüde olması gerekirdi. Şu halde Mu‘tezile’nin değil, bizim söylediğimizin isabetli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Üçüncüsü hidayeti bizim için yaratmasını isteme mânasında olmasıdır; çünkü hidayet, fiili olması açısından Allah’a nisbet edilmiştir, O’nun fiilinin eseri olan her şey bir yaratılmıştır. Bir bakıma kul şöyle demektedir. “Hidaye­timizi yarat!” Bu da hidayeti bizim kabul etmemizden ibarettir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

Allah Teâlâ’nın mümin olmayı nasip etmek suretiyle zaten hidayete erdir­diği kimsenin onu talep etmesinin iki yorumu vardır. Birincisi Allah’ın lütfet­tiği hidayetten ayrılmamayı istemektir. İmanın artmasının mânası da bu çizgi üzerinde seyreder: Daima iman hali üzere olmak.2 Bu aynı şeye bakan iki adama benzer, / bunlardan birinin bakışını başka tarafa çevirmesi halinde diğerinin bakışının artış kaydettiğini söylemek mümkündür. Diğer bir yorum ise şöyledir; Hayatın her kademesinde insanın hidayet karşıtı davranışlar sergilemesi en­dişe edilen bir husustur. Fâtiha’da yer alan bu niyaz vesilesiyle Cenâb-ı Halı kişiyi daima hidayet noktasına iletir. Bu onun için yeniden hidayeti benimsem konumu taşır, çünkü mümin her zaman dilimi içinde bir iman hamlesi yapmak suretiyle zıddı olan bir davranışı reddeder. Allah Teâlâ’nın “Ey iman edenleı Allah’a ... olan imanınızı yeni hamlelerle tazeleyin”meâlindeki beyanı ve benzeri diğer âyetler de aynı durumdadır. Bu ikinci yorum da ziyade manastı alınabilir. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

İmam Maturidi,Tevilatu'l Kuran
Devamını Oku »

Âyetü'l-Kürsi'nin Tefsiri


Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

Bakara,255:Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır. O, ebedî hayatla diridir, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare edendir. O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar. Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir. İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir? O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir, fakat insanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler. O’nun kudret ve hâkimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır, onları koruyup düzeninde tutmak ken­disine zor gelmez. Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.

Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Denildi ki Allah tapınılan varlığın (ma‘bûd) adıdır. Benzer bir şekilde Araplar her tapınılan şeye ilâh demiştir. Bu İlâhî beyanın mânası -nihaî gerçeği bilen Allah’tır- şöyle olmalıdır: ibadet edilmeye lâyık olan ve tapınılması gereklilik arzeden varlık, (ey müşrikler) sizin taptığınız putlar ve kutsiyet verdiğiniz nesneler değil, ken­disinden başka tanrı bulunmayan Allah’tır; putlarınız ki onlara tapınmanız size hiçbir fayda sağlamamakta, tapmamanız da hiçbir zarar getirmemektedir.

Âyet-i kerîmenin bu ilk kısmında “de ki” mânasına gelen bir kelimenin hükmen bulunduğu da söylenebilir: “De ki: Allah kendisinden başka tanrı bulunmayan varlıktır.” Çünkü Kur’an’ın ilk muhatapları olan Araplar yaratıcı­nın ve ilâhın mevcudiyetini kabul ediyorlardı, azîz ve celîl olan Allah’ın şu beyanından anlaşıldığı üzere: “Andolsun ki onlara, ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye soracak olsan mutlaka ‘Allah...’ diyecekler”(1); yine şu beyanı: “‘Yedi göğün ve azametli arşın sahibi ve yöneticisi kimdir?’ diye sor, mutlaka ‘Allah’ diyeceklerdir”;(2) yine O’nun beyanı: “‘Her şeyin yönetimini elinde tutan, koruyup kollayan fakat kendisinin korunmasına gerek bulunmayan kimdir, eğer biliyorsanız?’ diye sor, ‘Allah...’ diye cevap vereceklerdir.”(3)

Kur’an’ın ilk muhatapları Allah’ın varlığını kabul ettiklerine göre Âyetü-l kürsî’nin ilk kısmı, mevcudiyetini benimseyip Allah diye isimlendirdikleri varlığın, kendisinden başka ilâh bulunmayan, hay ve kayyûm niteliği taşıyan Allah olduğunu onlara haber veren bir konumdadır.

Âyetü’l-kürsî’nin bu ilk cümlesinin müslümanların bir grubunu amaçlama­sı da mümkündür, şöyle ki onlar Allah Teâlâ’yı tanımışlar, O’na iman etmişler,fakat O’nun nitelik ve sıfatını bilememişlerdir. Ayetin bu kısmı ve devamı Allah’ın hay ve kayyûm ... diye sıfatlarının bulunduğunu onlara bildirip öğretmiştir.

/“O, hay ve kayyûmdur.” Denildi ki: Allah kendinden (bizâtihî) hay ve diridir, yaratıklarda olduğu gibi zâtının dışındaki bir hayatla değil! Yaratıklar öz varlıklarının dışından gelen bir hayatla diridirler, bu sebeple de bu hayatın ardından ölüm mukadderdir. Azîz ve celîl olan Allah ise ölüme mâruz kalmak­tan münezzehtir, çünkü O, kendinden diridir, bütün yaratıklarsa kendilerinden ötürü olmayarak hayat sahibidirler. Azîz ve celîl olan Allah haktan sapanların, hakkındaki iddialardan pek yüce ve münezzehtir.

Bu meselede aslolan şudur ki duyulur âlemde hayatla nitelendirilen kimse kendisine yönelik azamet, saygınlık ve yücelik amacıyla nitelendirilmiş olur. Meselâ “filân hayat sahibidir” denilir. Bunun gibi Allah Teâlâ yeryüzünü, ilkbaharda kıpırdayıp bitki verince canlı diye vasıflandırmıştır, çünkü toprağın bu durumu insanların gözünde övgüye lâyık bir şeydir.(4) Allah Teâlâ da azamet ve yücelik mânasında, bir de her münasebetle çok fazla anılması sebebiyle hay diye nitelenmiştir,şehidlerin insan toplulukları içinde anılmaları sebebiyle canlı diye nitelendirilmesi gibi.(5)

Allah’ın, herhangi bir şeyden habersiz olmasının imkân dahilinde bulunma­ması, yanılgıya düşmemesi, ilminden ve ihtimamından hiçbir şeyin kaçmaması, gökte olsun yerde olsun zerre kadar bir nesnenin O’na gizli kalmaması gerçeğine bağlı olarak da ebedî hayatla diri diye vasıflandırılmış olması muhtemeldir. Hatadan korunma Allah sayesinde mümkündür.

“el-Kayyûm”, yani yaratıkların gerçekleştirecekleri işlerin düzenini ve rızıklarını sağlayan.

Denildi ki kayyûm her şeyin dirlik ve düzenini deruhte edip onu koruyan demektir; “Filân filânın işini üstlenmiştir” denilmesi gibi; bu ifade ile onun işlerini hiçbir kayba sebebiyet vermeden gözetip korumakta olduğu kastedilir. Denildi ki “O, hay ve kayyûmdur” demek yaratıkların hallerinden gafil ve habersiz olmaz demektir.

/“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar.” Denildi ki âyette geçen “sine” kelimesi uyku başlangıcı (ımızganma) mânasına gelir. Yine denildi ki “sine” uy­ku ile uyanıklık arası bir haldir, bu durumda bulunan kimseye “vesnân” denil­miştir. Bir başka görüşe göre “sine” insanın başından gelen bir esinti olup göz­leri bürür; kişi uyuyanla uyanık olan arasında bir konumda bulunur (vesnân).

“O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” meâlindeki İlâhî beyanın zât-ı ilâhiyyeden gaflet ve dalgınlığı nefyetme konumunda bulunması da muhtemel­dir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı gaflet ve dalgınlık saracak olsa yenilgiye mâruz kalır, dolayısıyla hay ve kayyûm niteliği ortadan kalkar. Bu, gafleti nefyetme konumun­daki “O’ndan, zerre kadar bir nesne gizli kalmaz”(Sebe,3) beyanına benzemektedir.

Şöyle bir manâ da ihtimal dahilindedir: Allah Teâla sözü edilen halleri kendi zâtından nefyetmiştir, çünkü insanlar dinlenip bedene düzen getirmek, bir üzün­tü, sıkıntı ve yalnızlığı gidermek amacıyla kısa veya uzun süreli uyurlar. Cenâb-ı Hak “O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku sarar” buyurmak suretiyle dinlenmeye, üzüntü ve yalnızlığı gidermeye muhtaç olmadığını haber vermiştir.

Şöyle de mâna verilmiştir: Ona bıkkınlık gelmez ve uyumaz, diye.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} Ayette yer alan “nevm” ve “sme” kelimeleri ârız oldukları kişinin dalgınlık ve dikkatsizliğini, dinlenmeye muhtaç bulunduğunu ve aczini gösteren iki halden ibarettir, çünkü bunlar başına üşüştükleri kimseyi baskı altında tutup yenilgiye uğratırlar. Kâinatı yaratan ve yöneten yüce var­lığın kendini, bu tür hallerden münezzeh oluşla nitelemesi çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Allah yaratılmışlara has bütün hallerden yüce olup onları hâki­miyet ve tasarrufu altında tutandır; O’na herhangi bir dalgınlık ve yalnızlık hali gelmez, acz ve ihtiyaç niteliği taşıyan hiçbir vasıf O’nda bulunmaz. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

“Göklerde ve yerde olan her şey O’na aittir.” Cenâb-ı Hak göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisine ait olduğunu haber vermiştir, kadın erkek herkes O’nun kuludur. Durum yahudi ve hıristiyanların iddia ettiği üzere “Fi­lân Allah’ın oğludur”(6) veya Mekke müşriklerinin ileri sürdüğü gibi “Melekler Allah’ın kızlandır”(7) şeklinde değildir. Aksine bunların hepsi Allah’ın erkek ve kadın kulları ve köleleridir. İnsanlar kölelerinden evlât edinmezler, Cenâb-ı Hak ise bunu yapmamaya elbette daha lâyıktır. Biz bu hususu daha önce açık­lamıştık.

“İzni olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ki?” Yani O’nun izni olmadan şefaate cüret edecek biri yoktur.

Şefaat hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mu‘tezile mezhebinin mensupları şöyle demiştir: Şefaat sadece günahı olmayan veya olup da tövbe eden iyilere yönelik olacaktır. / Onlar bu görüşe Allah Teâlâ’nın şu beyanın­dan hareketle varmışlardır: “Arşı taşıyan ve bir de onun çevresinde bulunan melekler rablerini övgü ile tenzih eder, O’na iman ederler ve öteki müminler için bağışlanma dilerler: Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tövbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve yakıcı ateşin azabından koru!”(Mü'min,7) Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede meleklerin iman eden, tövbe yolunu tutan ve Allah yoluna uyanlar için bağışlanma talebinde bulunduklarını haber vermiştir. Dünyadaki istiğfar iman eden ve tövbeyi ihmal etmeyenlere yönelik bulunduğuna göre âhiretteki şefaatin de bu nitelikleri taşıyanlar için olacağı anlaşılmaktadır.

Bize göre ise şefaat günahkârlar için olur, çünkü günahı olmayanın şefaate ihtiyacı yoktur. Âyette geçen “tövbe edenler ve senin yoluna uyanlar” ifadesine gelince, bunlar tövbe edilmesi gereken günahlara sahip olanlardır, böylelerinin günahları meleklerin istiğfarıyla bağışlanır. Böylece bağışlanma talebinin günahkârlara yönelik olduğu ortaya çıkmıştır, şefaat de aynı durumdadır.(9)

Denilirse: Adamın biri kölesine: “Şefaate hak kazanacağın bir iş görürsen hürsün” dese, senin kanaatine göre köle, şefaate hak kazanmasına ve sonuç olarak hürriyetine kavuşmasına vesile olacak hangi ameli işlemelidir: Taat mı yapmalı, yoksa mâsiyet mi işlemeli? Bu soruya mutlaka şöyle cevap verilir: Taat yapmalıdır. İşte buna bağlı olarak şefaat de günahkârlara değil taat ve iyilik yapanlara yönelik olur.

Cevap verilir: Günahkârlar lâyık oldukları şefaate, daha önce işleyip dün­yadan göçünceye kadar zayi etmedikleri taatleri sayesinde hak kazanmışlardır, çünkü müminler bazı günah ve mâsiyetler işleseler de onların gerçekleştirdik­leri taatleri de vardır. Onlar bu iyilikleri sayesinde şefaate lâyık bir durumda bulunurlar, Cenâb-ı Hakk’ın iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karış­tırdılar»(9) meâlindeki beyanında olduğu gibi. Dolayısıyla müminin günahı ko­nusunda şefaatte bulunmak onun kötü hal ve amelini düzeltmesine vesile olur.

/ Mu‘tezile mensupları şöyle bir itiraz ileri sürmüşlerdir: Duyulur âlemde [- birinin diğeri hakkında iddia ettiğiniz şekilde şefaatte bulunması söz konusu değildir, çünkü şefaat birinin yanında diğer bir insanın övgüye lâyık yönleri ve meziyetlerinin anılmasından ibarettir, sadece bu kadar. Durum âhirette de farklı değildir.

Mu‘tezile’ye iki şekilde cevap verilir. Birincisi dünyada şefaat edilen ki­şinin meziyetlerinin zikredilme sebebi şefaati kabul edecek kimsenin onun durumunu bilmemesidir. Bu yüzden kişinin iyi yönleri anlatılır ki onu tanısın ve hakkındaki şefaati kabul etsin. Allah Teâlâ ise herhangi bir tanıtıma ihtiyaç olmaksızın bilendir.
İkincisi kendisi için şefaat istenen kimseye ait meziyetlerin anılmasının bir sebebi de benzer bir ihtiyacın şefaati kabul edecek kimse için de bir gün söz ko­nusu olmasıdır. Böyle bir durum özellikle âhiret planında vârit değildir. Aslmda Allah Teâlâ kullarda bulunan ihtiyaçlardan münezzehtir. Bu sebeple de dünya­daki şefaatle âhiretteki şefaat birbirinden farklı konumlara sahip olmuşlardır.

Biri sorarsa: Ayetül-kürsî’de başından sonuna kadar söz konusu edilen tevhid ilkesine ait ifadelerin hepsi iddiadan ibarettir, bu iddianın delili nedir?

Cevap verilir: Bunun delili daha önce bahis mevzuu edilen şu âyetler ola­bilir: “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O’ndan başka Tanrı yoktur. O, rahmân ve rahimdir. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde... düşünen toplum için birçok delil vardır.”(10) İkincisi evre­nin yaratıcısını inkâr eden kimse ile önce evrenin yaratılmışlığı ve bir yaratıcıya ihtiyaç hissettirdiği hususu tartışılmalıdır. Evrenin yaratılmışlığı kanıtlanınca yaratıcının varlığı ve birliği konusunda fikir yürütülür. Başarıya ulaşmak ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür.

/ Biraz önce zikri geçen âyette “bir tek” mânasmda yer alan vâhidin muhte­vası sayı açısından “bir” demek değildir. Çünkü sayı dizisine giren her şeyin söylenenden daha çok veya daha az olması mümkün olduğu gibi uzun, enli, kısa, kesirli ve parçalı (hacimli) olması da muhtemeldir. Binaenaleyh Allah hakkında şöyle denmelidir: O ululuk, aşkınlık ve yücelik açısından birdir. Nitekim insanlar arasında “Filân zamanının ve içinde bulunduğu topluluğun tek adamıdır” denir ve bunu söyleyenler onun topluluk içindeki seçkinliğini, yüceliğini ve onlara yönelik hâkimiyetini kastederler, evet böyle bir söylem olağandır. Ama bu söylemi kullananlar o kişinin birey olarak tek olduğunu dile getirmiş olmazlar, çünkü bireyler sayı açısından çoktur. Nihal gerçeği bilen Allah’tır.

[ *“O, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir.” Ayette yer alan “mâ beyne eydîhim” şeklindeki İlâhî beyanın “yaratılmadan önce”, “ve mâ halfehünr ’ ise “yaratıldıktan ve fiilen var olduktan sonra” mânasına gelebilir. Ya da İlâhî beyanın birinci kısmı “işledikleri ameller”, ikinci kısmı da “sonraya bırakıp yapacakları işler” anlamına gelir. Bir başka yorumda “mâ beyne eydîhim" iyi davranışlardan kinayedir, yani Allah insanların yaptıkları iyilikleri bilir. “Ve mâ halfehüm” de kötülüklerden kinayedir, işleyip arkalarına attıkları kötülük­ler. Bunun yanında âyette geçen “beyn” ve “half ’ kavramlarıyla insanlara ait bütün hallerin kastedilmesi de ihtimal dahilindedir. Buna göre âyetin bu kısmı “Allah insanların bütün hallerini ve kendilerinden sâdır olacak her türlü dav­ranışa vâkıftır” mânasına gelir.

Bu yorum şu âyet-i kerîmenin dayandığı mâna zeminiyle uyum içinde bulunur: “Ona önünden de ardından da hiçbir tutarsızlık gelemez. O, hikmet sahibi ve övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”(11) Yani Kur’an’a hiçbir şekilde tutarsızlık (bâtıl) gelmez, çünkü Kur’an’ın önü ve arkası (beyn, half) yoktur, bunun için murâd-ı İlâhî kaydettiğimiz mâna olmalıdır. İşte bahis konusu ettiğimiz âyet de bu çizgi üzerinde seyreder. Tef­sirini yapmakta olduğumuz âyetle ön ve art diye bir şey kastedilmeyip, İlâhî ilmin insanları kuşattığını haber verme olgusunun hedeflenmiş olması da mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.]

“İnsanlar O’nun ilminden sadece kendisinin dilediklerini kavrayabilirler.” Bu İlâhî beyan Mu‘tezile’nin telakkisini reddetmektedir, çünkü Mu‘tezile mensupları Allah’ı “ilim”le nitelemezler. Halbuki O, Ayetü’l-kürsî’nin bu kısmında ilminin olduğunu haber vermektedir.(12)

/Buradaki ilim gayb ilmi mânasına gelebilir. Bazıları her şeyin bilgisi [ mânasına almıştır, çünkü insanlar nesne ve olaylar hakkında Allah’ın bildir­diğinden başka hiçbir şey bilemezler, tıpkı meleklerin “Senin öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur”(Bakara,32) deyişi gibi. Sözü edilen ilme gayb bilgisi anlamı veren ise Cenâb-ı Hakk’ın şu beyanına uyum sağlamaktadır: “Beşerin kavrayış sınırlarını aşan şeyleri O bilir ve O, dilediği Allah elçisi hariç gayb alanını kimseye bildirmez.”(Cin,25-26)

“O’nun kudret ve hakimiyeti hem gökleri hem de yeri kaplamıştır.” îbn Abbas (r.a.) gibi bazı müfessirler buradaki “kürsî” kelimesine “ilmi” mânası vermişlerdir.(13) Diğer bazıları da kürsüsü “kudret”i demektir demiştir. Bu da kudret ve azametle nitelemek anlamına gelir.

Denildi: “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır”; sözlükte kürsî bir , şeyin aslı demektir, nitekim Arap dilinde “kirs” kökü kullanılarak “şunu tesis edip kurdu” denir. Ayetteki kürsüden maksat Allah’ın herkesin güvencesi ve yaratılmışların sığınağı olmasıdır. Sonuç olarak bu da azamet ve kudretle nite­leme anlamına gelir. Yine buradaki kürsünün Allah’ın bir yaratığı olduğu da ileri sürülmüştür.

Yine denildi: Kürsî bilinen kürsü olup Allah Teâlâ onu yaratıklarından dilediğine lütfetmek için halketmiştir.

Şunun da belirtilmesi gerekir ki kürsünün Allah’a nisbet edilişinden insan­lara nisbet ediliş mânası anlaşılmamalıdır; tıpkı “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır”,(Bakara,229) Allah’ın nuru,(14) Allah’ın evi(Şûrâ,11) ve benzerlerinden yaratıklara izâfe edildiklerinde anlaşılan mânaların hedeflenmeyişi gibi. Buna bağlı olarak “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır” meâlindeki beyân-ı İlâhî ile benzeri âyetlerden yaratıklara ilişkin sonuçlar çıkarılamaz. Bunun delili “Hiçbir şey O’nun ben­zeri değildir” meâlindeki âyet-i kerîmedir.

/“Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine zor gelmez.” Yani O’na zor gelmez; bu îbn Abbas’ın (r.a.) görüşüdür denilmiştir. Yine ondan: “ona ağır gelmez” şeklindeki bir yorum da nakledilmiştir.(15) Bir görüşe göre bunun mânası “O’nu yormaz”, diğerine göre ise “Bir şeyi koruyup düzenlemek içjn insanlar gibi çaba sarfetmez” şeklindedir.

Gerçekten yüce, aşkın ve ulu olan yalnızca O’dur.” Yani zihinde can­landırılıp arşa veya kürsüye ihtiyaç hissettiren her şeyden yüce ve aşkın (alî), mahiyetinin bilinmesinden münezzeh ve ulu (azîm).

İbn Abbas (r.a.) “kürsüsü kuşatmıştır” demek “ilmi kuşatmıştır” demektir şeklinde yorum yapmış ve ilim esasını âyetin devamında da göz önünde bu­lundurmuştur: “Onları koruyup düzenlerinde tutmak kendisine ağır gelmez”, yani her şey O’nun ilmi dahilinde olup onu korumak kendisine ağır gelmez.(16) Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.h.) şöyle dedi:} “Yüce ve aşkın” (alî) demek insanların ve benzeri yaratıkların hallerinden münezzeh demektir. Yine “alî”: Yönetim ve tasarrufu altında bulunduran, yenilgiye uğramayan demektir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:27-34

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)- Lokman 31/25; ez-Zümer 39/38.

2)- el-Mü’minûn 23/ 86-87.

3)-el-Mü’minûn 23/88-89

4)- Müellif Mâtürîdî (r.h.) şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Sen yer yüzünü kupkuru ve ölü bir halde görürsün. Ama ona yağmur indirdiğimizde kıpırdanır, kabanr ve her türden iç açıcı bitkiler verir” (el-Hac 22/5).

5)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Allah yolunda öldürülenler için ölü demeyin. Bilâkis onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz” (el-Bakara 2/154; bk. Âl-i İmrân 3/169-171).

6)-Mâtürîdî şu âyete işaret etmektedir “Yahudiler ‘Üzeyir Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesih (Isa) Allah’ın oğludur’ demektedir. Bunlar dillerine doladıkları söylenti niteliğindeki ifa­delerdir. Onlar önceki inkârcıların sözlerine özeniyorlar. Allah kahretsin onlan! Nasıl da gerçekten saptırılıyorlar!” (et-Tevbe 9/30).

7)-Şimdi puta tapanlardan cevap vermelerini iste: Senin rabbinin kızları var da onların erkek ço­cukları mı var? Yoksa biz melekleri onların gözü önünde ve dişi olarak mı yarattık? Onlar sahte ve realiteye ters temayülleri sebebiyle ‘Allah çocuk doğurdu’ diyorlar, fakat kesinlikle yalan söy­lüyorlar. O, kızlan oğullara tercih mi etmiş?” (es-Sâffat 37/149-153).

8)-Alâeddin es-Semerkandî meseleyi şöyle şekillendirmektedir: “... ve müminler için bağışlanma dilerler”, melekler küfürden dönüş (tövbe) yapıp iman eden ve O’nun yoluna uyanlar için bağış­lanma dilerler. Böyleleri daha sonra bazı günahlara yönelmiş olabilirler. Küfürden dönüş yapmakla birlikte günah hali oluşabilir, ama günah işlemekle küfürden dönüş olgusu ortadan kalkmaz. Buna göre meleklerin bağışlanma talebi bu günahkârlar için olur, şefaat de aynı konumdadır (Şerhu ’t-Te vîlât, 88b).

9)- “Diğerleri ise günahlarım itiraf ettiler, iyi bir ameli kötü olan diğer bir amelle karıştırdılar. Umu­lur ki Allah tövbelerini kabul eder. Zaten Allah çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” (et-Tevbe 9/102).

10)- el-Bakara 2/163-164.

*)-Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmının tefsiri ulaşabildiğimiz Tevîlât nüshalarında ve şerhinde yer alma­mıştır. Bu durum başlangıçtan itibaren müstensihlerin bir zühûlü olabilir. Aynca imamın takriri yoluyla meydana geldiği bilinen eserde bu tür hataların müelliften kaynaklanması da mümkündür. Nitekim Te’vîlât’ta bazı takdim ve tehirlerle tekrarların mevcut olduğu mâlûmdur. Biz, Ayetü'l-kürsî tefsirinin eksiksiz olması gerektiği düşüncesiyle Tâhâ sûresinde bulunan (20/110) ve aynı kelime­lerden oluşan kısmın tefsirine burada yer vermeyi münasip gördük (Süleymaniye ktp., Mihrişah Sultan, nr. 8, vr. 478b).

11)-Fussılet 41/42.

12)-Müellif İmam Mâtürîdî (r.h.) Mu‘tezile ile Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında tartışma konusu olan “mâna sıfatları” meselesine temas etmektedir. Mu‘tezile kelâmcıları Allah’a -âyetteki örnekten hareket edilecek olursa- “alim” sıfatını nisbet ettikleri halde “ilim” sıfatını nisbet etmezler. Çünkü onlara göre “Allah alimdir” denildiğinde zihin sıfatla mevsuf arasında ayırım yapmadığı halde  “Allah’ın ilmi vardır” denildiğinde sıfat ile mevsuf ayrı kavramlar olarak zihne gelir, bu da kadîm­lerin çoğalması (taaddüd-i kudemâ) gibi bir sakınca doğurur (bk. Nûreddin es-Sâbûnî, Mâtürîdiyye Akaidi, s.71-74). Halbuki tefsiri yapılan Âyetü’l-kürsî’nin bu kısmında “ilim” kavramı Allah’a râci zamîre muzaf olmak suretiyle O’na nisbet edilmektedir.

13)- Taberî, Câmi ‘u ‘l-beyârı, III, 9; Vâhidî, Tefsîr, I, 183.

14)“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar” (et-Tevbe 9/32).
“İbrahim ve İsmail’e ‘Tavaf edenler, kendilerini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için Evimi temiz tutun’ diye emretmiştik” (el-Bakara 2/125).

15)- Taberî, a.g.e.III, 12.

16)- Taberî, a.g.e., III, 9; Vâhidî, a.g.e., I, 183.
Devamını Oku »

Felak Suresi Tefsiri

(1)

Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım sabah şafağının rabbine!

{Fakih (rahmetullahi aleyh) şöyle dedi:} Sabah şafağının rabbine sığın­manın emredilmesi üç ayrı yoruma açıktır. Birincisi emir öğretim amacına yönelik olup sûrenin nâzil olduğu dönemde vuku bulmuş herhangi bir olayı hedeflemiş değildir. Ne var ki Allah Teâlâ sûrede sözü edilen tiplerin yapabi­lecekleri kötülüğün büyüklüğünü ezelî ilmiyle bilmiş ve insanlara kendisine sığınmalarını emretmiştir. Aslında genellikle tahmin edileceği gibi sûrede zikredilen kötülükler yine orada bahis konusu edilen yollarla insanların başına gelebilir ve bu husus elbette ki İlâhî ilimin çerçevesinin içinde yer alır. Tıpkı Cenâb-ı Hakk’ın şeytanın insanlara düşman olduğunu ve onları farkedemeye- cekleri yönden gördüğünü haber vermesi gibi.(2)

Buradaki İlâhî hikmet insan­ların daima kendilerini hazır tutmaları, uyanık olmaları, Allah’a sığınmaları ve O’nun lutfu sayesinde kötülükten korunmalarıdır.

Felak sûresinde emir şekline bürünmüş bu öğretim Nâs sûresindekinden daha önemlidir, çünkü bu sûrede sözü edilen düşman Nâs sûresinde sözü edi­lenden daha zararlıdır. Şöyle ki orada haber verilen düşmanın zararı, şeytanın çağrı yaptığı hususları yerine getirdiği ve sinsi ayartıcının içine düşürdüğü vesveselere uyduğu takdirde kişi için zararlı olur. / Bu ise insanın kaçınabi­leceği kendi fiilidir. Felak’ta haber verilen zarar ise başkasının etkinliği ile meydana gelmiş olup kişi bunun ne yönden geleceğini bilememektedir, yani düğümlere üfürenlerin ve diğerlerinin şerri. Dolayısıyla bu tür kötülüğün kullara öğretilmesi ve o yüce varlığa sığınılmasının emredilmesi son derece önem taşımaktadır, o varlık ki bahis konusu ettiğimiz tiplerden sudûr eden bu şer filleri, lutuf ve keremiyle, karşı çıkılıp etki altında bırakılabilir katego­risinde tutmuştur.

İkincisi nakledilen şu husustur ki Cebrâil aleyhisselâm Rcsûlullah’a ge­lerek şöyle demiş: “Kurnaz bir cin sana tuzak kurmaya çalışıyor, bu sebeple yatağına gireceğin zaman iki eûzüyü okumak suretiyle onun şerrinden Allah’a sığın!“(3)

Üçüncüsü yahudilerden birinin Resûlullah sallâllahu aleyhi ve selleme büyü yapması üzerine nâzil olduğu rivayetidir.(4)

Ebû Bekir el-Asam şöyle dedi: Bu konuda bir hadis naklettilerse de doğru görülmeyen hususlar içerdiğinden onu terkettim.

{Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bize göre Resûlullah’a büyü yapıldığı yolundaki rivayet, onun nübüvvet ve risâletinin kanıtlanması açısından iki yoruma tâbi tutulabilir. Birincisi kendisine büyü yapıldığını vahiy yoluyla bilmiş olması­dır. Büyü kendisine duyurulmadan gerçekleştirilen bir fiildir, kimsenin vahiy dışındaki bir yolla gayba muttali olması da mümkün değildir. İkincisi sihir eylemini Kur’an okumak suretiyle iptal etmesidir. / Onun sihri iptal etmek amacıyla Kur’an okuyuşuna Hz. Mûsâ’nın asâsının konumunu biçmek gerekir; hatta beriki etkinlik ve mûcize olması açısından Mûsâ’nın gerçekleştirdiğinden daha büyüktür. Çünkü asânın etkinliği hem temel madde ve yapısı hem de gözle müşahade edilmesi açısından fiil işleyip fonksiyoner olabilen türden bir iştir, zira asâ artık bir yılan olup sihirbazların yaptıklarını yutmaktadır. Büyünün geçersiz hale getirilmesi ve bunun Kur’an okumak suretiyle ger­çekleştirilmesi ise ancak Allah’tan gelen lutufla mümkündür. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Bu meselede bize göre aslolan şudur ki Cenâb-ı Hakk’ın “Kul eûzü bi- rabbi’l-felak’’ (*) kavliyle sığınma emri sabit olmuştur. Yukanda bu emrin bir tek olayı yansıtması veya öğretim ilkesini içermesi halinde muh­tevasında oluşacak mâna açılımından bahsetmiştik. Buradaki İlâhî hitap zarar ve sıkıntı veren hususlardan korkutulup huzura kavuşmayı amaçlayan bir emir konumundadır. Yapılması gereken şey de kulun, nezdindeki lutuflara ümit bağlayarak Allah’a sığınmasıdır. Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin bilemeyeceği bir yönden ve lutuf ve keremiyle kişiyi zararlı şeylere egemen kılıp onları ortadan kaldırması daima mümkündür. Öyle ki zararı bertaraf etme işini gören kim­senin, yaptığı işin mahiyeti hakkında -zararın ortadan kalkmasını müşahede etmekten başka- hiçbir şey bilmemesi de ihtimal dahilindedir.

Allah Teâlâ’nın, lutuf ve keremi çerçevesinde, kendilerinden doğacak yarar ve zararlar sebebiyle bazı şeyleri emretmesi, diğer bir kısmını da yasaklaması tabii karşılanmalıdır; öyle ki bu hususların mahiyetine nüfuz etme konusun­da insanların herhangi bir etkisi bulunmayıp sadece İlâhî lutuf statüsünde gerçekleşirler. Meselâ Cenâb-ı Hak bazı şeylerin yenmesini yasaklamış, ba­zılarına da emredercesine özendirmiştir.

Bunun hikmeti onlardaki besleyici veya öldürücü özelliklerdir. / Ne var ki biz sözü edilen nesnelerin besleyici veya öldürücü mahiyetlerini bilmediğimiz gibi bu emir ve yasaktaki hikmet ve inceliğe de vâkıf değiliz. Kişinin çocuk sahibi olması amacıyla evlenmesi, Allah’ın yaratıp lütfettiği meyve ve ürünleri ele geçirmesi için sulama ve ekin ekme etkinlikleri göstermesi de buna benzemektedir. O bu etkinlikleri gösterirken yapması ve yapmaması gerekenlerin iç yüzünden ve faaliyetinin varacağı nihaî sonucun mahiyetinden (çoğu zaman) haberdar değildir. İnsanın işitme ve görme duyusuna arzedilen hususları dinleyip görmekle emredilme- sinin hikmetini de bu söylenenlere eklemek mümkündür; aslında algı olayının mahiyeti onun dinleme ve bakma eyleminden ibaret değildir.

Şimdiye kadar anlatılanlara bağlı olarak Allah Teâlâ’nın büyü ve üfürük­çülük gibi etkinlik türlerinin oluşturduğu esrarengiz bir eylemi (nefs fay­da veya zarar amaçlanan bazı fonksiyonlara sebep kılması imkân dahilindedir. Bu durumlarda kişi olup bitenin mahiyetini, anlamını ve kimden kaynaklanan bir fiil olduğunu bilemez, bununla birlikte gerçek bir etkisi bulunduğundan yerine göre yapması ve yapmaması gerekli olan işlerle karşı karşıyadır, her ne kadar gerçekleşen sonuç doğrudan kendi fiilinin eseri olmasa da!

Âyetteki felak kelimesinin mânası hakkında farklı görüşler ileri sürül­müştür. Bazıları felak “sabah” mânasına gelir demiştir. Felak bazı yaratık­larda görüldüğü üzere yarılıp açılan ve böylece içinde bulunanların neden ibaret olduğu anlaşılan her şeydir, diye de bir görüş ileri sürülmüştür, meselâ rahimler, tohum, çekirdek, bazı böcekler ve diğerleri gibi. Felak kelimesinin mânasında “sabah vakti” diye muhteva belirlemesini benimseyenlerin bakış açısı şudur ki sabah vakti gecenin sonu ve yeni bir günün başlangıç noktasıdır. Allah Teâlâ bu gece ile gündüzü inşa edişi çerçevesinde bütün kâinatı düzen­leyip yönetme kanununu koymuştur, öyle ki kimse O’nun gece ile gündüze tevdi ettiği düzenin dışına çıkmaya güç yetiremez. /

Sözü edilen iki faktör, Allah’ın gaybı bildiğine akıl erdirmemizin nihaî vasıtaları konumundadır. Çünkü O’nun gece ve gündüz içinde yer alan zaman birimleri hakkındaki yönetim ve tasarrufu her yıl aynı çizgi üzerinde seyretmiştir. Cenâb-ı Hak gece ile gündüze yaratıklar için rahmet vesileleri tevdi etmiş, imtihan sebep­leri yerleştirmiş, ardarda ve düzenli bir şekilde birbirlerini izlemeleri açısın­dan da onları kendi varlığı ve birliği için birer kılavuz olarak belirlemiştir. Bu açıdan bakıldığında “birabbi’l-felak” demek suretiyle -“birabbi’n-nâs” âyetinde beyan edeceğimiz üzere- bütün yaratıkları zikretmiş gibidir. Sanki O, “birabbi’l-felak” demek suretiyle her bir yaratıkta bulunan özelliği kastetmiş ve bütün kötülüklerden rabbe sığınmayı hedeflemiştir, çünkü hepsinin yara­tıcısı O’dur. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.Yarattığı şeylerin şerrinden!

Bu âyet iki yoruma açıktır. Birincisi “yarattığı şerden” şeklindedir, çünkü Allah şerri kendi fiiline (yaratmasına) nisbet etmiştir. Nitekim “filânın fiilinin şerrinden” denir ve “işlediği şerden” mânası kastedilir. İkinci olarak “yaratık­larından sâdır olan şerden” mânası da düşünülebilir. Şunu belirtmek gerekir şerrin Allah’a nisbet edilmesi O’nun her şeyin yaratıcısı olması açısındandır, yani hem yaratıkların fiilini hem de fiili olan ve olmayan (etken ve edilgen) varlıkların yaratıcısı. Bu iki yorumun birincisi daha münasip görünmektedir, çünkü sûrenin devamında yaratıkları sayesinde vâki olan ve onlarca iktisap edilen fakat biraz önce değindiğimiz açıdan Allah’a izâfe edilen hususlar yer almaktadır. Bir de yaratıkların meydana getirdiği her kötülük yaratılması açı­sından Allah’a nisbet edilir, ama o, aynı zamanda işleyeninin fiili ve kesbidir.

“Yarattığı şeylerin şerrinden” meâlindeki İlâhî beyandan murat biraz önce sözünü ettiğim mâna ise sûrenin devam eden kısmının zikredilmesi sanki bir tekrar konumunda bulunur. Bahis konusu birinci mâna kulların etkisi bulun- ] mayan şerler çerçevesinde mutlak bir yaratmaya yorumlanırsa, / Allah’ın yaratmasıyla vücut bulmakla birlikte insanların etkisi bulunan şerlerin zikre­dilmesi artık tekrarlama niteliği taşımaz; bu durumda yapılan yorum yerine oturmuş olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Allah Teâlâ bazan başkasının şer fiiline lutuf ve keremiyle veya onu acze düşürmek suretiyle engel olur. Acze düşürme halinde şer özelliği taşıyan bir fiili işlemeye güç yetiremeyen birinin şerrinden Allah’a sığınmak bahis konusu değildir.

Ne var ki bu durumda da kötülük yapma imkânına muktedir kılınma alternatifi bahis konusudur, bu se­beple de böylesinden Allah’a sığınmak tabii bir şeydir. Çünkü şerre muktedir kılınmakla mahlûktan kötülüğün sâdır olması daima mümkündür. Nitekim biz kendilerinden doğabilecek fayda ve zararlar sebebiyle bazı fiillerin emre- dilmesi veya yasaklanmasının mümkün olduğunu daha önce beyan etmiştik, aslında buradaki asıl etkinlik insanlara ait de değildir. Bunun gibi kötülük yapmaya muktedir kılınacaklarından yaratıkların şerrinden Allah’a sığınmak yerinde bir davranış olmuştur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Meselenin bu noktasında, kudretin fiilden önce bulunduğunu ileri sü­renlerin (Mu‘tezile) bir tutamağı bulunmaktadır: İnsanın kötülük işlemeye gücü yoksa muktedir olmayanın şerinden nasıl sığınılabilir diye. Bu itiraza iki şekilde cevap verilebilir. Birincisi sığınma, kulun ileride sahip olacağı kudretle yapabileceği şer sebebiyle olur; onun ileride sahip olacağı kudretin mevcudiyeti halinde fiil oluşabilecektir, sözü edilen kudret de eylemi gerçek­leştirecek organların sağlıklı olmasından ibarettir. Etkin kudret ise fiillerin oluşumuna ve kişinin seçimine (ihtiyar) bağlı olarak meydana gelir. Böyle­likle seçim çerçevesine giren kudret ihtiyarî fiillerin icrası sırasında hâsıl olan kudret konumunu almış bulunur, bu sebeple de ondan Allah’a sığınır, çünkü bu kudretin mevcut olduğu kimse müstakillen kendi kudretiyle tasarruf eder gibi bir konum kazanır.

İkincisi özenme ve sakınma (rağbet ve rehbet) alanına giren hususlarda, gelenek olarak vuku bulacağı bilinen bir şey vuku bulduğu tesbit edilmiş gibi telakki edilir. Görmez misin ki insan, aradaki mekân uzaklığı ve zaman geniş­liğine rağmen, zorba ve zalimlerin zulmünden Allah’a sığınır, / çünkü gelenek haline getirildiği üzere böylelerinin zulüm ve baskısı eninde sonunda gelip ulaşabilir, her ne kadar onların bu kişiye yönelik zulmü şu an için bulunmu­yor ve süreklilik arzetmiyorsa da. İşte yukarıda söz konusu edilen sığınma da bunun gibidir.

3.Karanlığı bastırdığı zaman gecenin şerrinden!

Gâsık kelimesi hakkında çeşitli yorumlar yapılmıştır. Denildi ki gâsık “karanlık gece”dir, gasak da “karanlık” demektir. Yine denildiğine göre gece­ye gâsık denmesi bu kelimenin soğuk mânasına gelmesi sebebiyledir. Allah şöyle buyurmuştur: “Orada ne bir serinlik tadacaklar ne de temiz bir içecek. Sadece kaynar su, bir de soğuk ve kokmuş bir sıvı!”(Nebe,24-25) Gece gündüzden soğuk olduğundan gâsık diye anılmıştır.

Bu meselede aslolan şudur ki biraz önce zikredilen gece karanlığı doğru­dan zaran dokunacak bir şey değildir ki kendisinden sığınılsın! Buna mukabil sığınma gece karanlığında veya ay ışığında bulunan ve kendisinden zarar gelen kimseye rucû edip ondan Allah’a sığınılır. Bilindiği üzere kötülüklerin öylesi vardır ki ancak gece karanlığında gerçekleşebilir, öylesi de var ki sadece ay ışığında uygulanır. Cenâb-ı Hak geceleyin olabilecek kötülüklerden sığınıl­masını emretmiştir, ondan gelecek kötülükten değil. Bu, “O, gündüzü görme­ye müsait nitelikte yaratmıştır”(Yunus,67) meâlindeki İlâhî beyana benzemektedir ki burada mâna “gündüzün kendisi görür” değil, görme fiilinin orada gerçekleş­mesi şeklindedir.

Nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya, Felak sûresinin bu âyeti geceyi şerre özgü kılmayı hedeflemiş değildir, zira gecenin doğrudan bir za­rarı yoktur, ne var ki gece münasebetiyle kötülük imkânı doğabilir, çünkü -bilindiği üzere- kötülüğün öylesi var ki ancak onun karanlığında, öylesi de var ki sadece ay ışığında işlenebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak gece gerçek­leşebilecek kötülüklerden kendisine sığınılmasını emretmiştir. Buna bağlı olarak gündüzün şerrinden de Allah’a sığınmayı mümkün görmek gerekir, çünkü gündüz de bazı kötülüklere imkân sağlamakta ve bazı şerler onda yu­valanmaktadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

/ “İzâ vekab” (*) Allah Teâlâ’nın bu kelâmında yer alan vekab keli­mesinin mânası üzerine farklı açıklamalar yapılmıştır. Bunun için “gece gelip bastırdığı zaman”, “sıyrılıp gittiği vakit” gibi mânalar belirtilmiştir. Âyetin anlamının “ay tutulduğu zaman” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu anlayışa göre Cenâb-ı Hak ayın tutulması halinde kendisine sığınılmasını emretmiştir, çünkü bu durum kıyamet alâmetlerinden biridir, bunun içindir ki “izâ vekab” yani “tutulduğu zaman” denilmiştir, bilindiği üzere ay geceleyin tutulur.

4.Düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden.

Bu İlâhî beyan düğümlere üfleyenlerin şerrinden, sebep olacağı sonuçlar açısından Allah’a sığınmayı içerir; buradaki şer realitede faillerinin bir eyle­midir. Bir önceki âyette söz konusu edilen şer ise insanların herhangi bir tesiri olmaksızın karanlık gece sebebiyle meydana gelir. Bir bakıma Cenâb-ı Hak görünürde kendisinden kötülüğün doğacağından endişe edilmediği bütün şer sebeplerinden ilke olarak Allah’a sığınılmasını emretmiştir, gerçekte şer 0 sebebe bağlı olsun veya olmasın! Cenâb-ı Hakk’ın “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!”(Lokman,33) meâlindeki beyanına bakmaz mısın? Aslında şeytanın gerçek anlamda fiilinin bulunmasına rağmen dünya hayatının böyle bir eylemi yoktur. Bununla birlik­te insanlar her ikisinden de aldanmaktan sakındırılmıştır.

İşte karanlığı basan geceden ve düğümlere üfleyenlerden sığınma olgusu da aynı çizgi üzerinde seyreder, halbuki gecenin kendisine ait bir fiili bulunmayıp sadece şerre za­man teşkil etmektedir.

Bu açıdan bakıldığında sözü edilen sığınma olgusunda meleklere de bir görev düştüğünü söylemek mümkündür, onların insana gelebilecek belâ ve âfetleri savdırıp kendisini koruma görevleri. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “İnsanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.”(Ra'd,11) Bu âyetin yorumunda “min emrillah: biemrillah” (*),yani “Allah’ın emriyle onun korunması gerçekleşir” denilmiştir.

Bu tür gizli  hususlar ve çeşitli zararlar konusunda Allah Teâlâ’nın melekleri görevlendir­mesi suretiyle korumanın vuku bulması mümkündür; bu nevi olgular ancak uzun gayretler sarfedilmek suretiyle bilinebilecek şeylerdir. Yorumunu yap­makta olduğumuz Felak âyetinde de insanlara ait yiyecek, içecek ve diğer ih­tiyaçların cinlerin ifsadından korunması için benzer mekanizmanın çalıştırıl­ması ihtimal dahilindedir. Bu durumda meleklere de görev düşmektedir; bu görevin şeytanın vesvese vermesi karşısında onların insanı uyarması ve ona yardımcı olması şeklinde gerçekleşmesi mümkündür. Bununla birlikte Allah’ın cinlere sözünü ettiğimiz beşerî gerekleri bozma imkânı vermeyip sadece ves­vese doğurmalarına müsaade etmesi de bahis konusudur, çünkü Allah lutuf ve keremiyle bilinmeyecek yollarla ifsada mâni olur.

Biraz önce zikredilen Ra‘d sûresi âyetinde yer alan “min emrillah” ifadesinin İlâhî azap ve çeşitli belâlar mânasına gelebileceği de söylenmiştir, melekler Allah’ın gerçekleş­mesini dilediği zamana kadar kişiyi bunlardan korurlar. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

5.Ve kıskançlık duyduğunda hasetçinin şerrinden!

Bu âyette yer alan haset iki yoruma müsaittir. Birincisi kıskanan kimse kıskandığı kişinin dûnundaki bir konuma sahip olursa ona kötülük yapmaya gücü yetmez. Böylesinden gelebilecek kötülük gözünün şerrinden kaynaklanır. Haset etkinliği kıskanılan kimsedeki nimetlerin yok olmasını ve mutluluğunun ortadan kalkmasını istemekten ibarettir.

Allah Teâlâ’nın, sezilmez kudretiyle bazı gözlerde esrarengiz bir etkinlik yaratması mümkündür, bu etkinlik göz­lerin bakıp da güzel telakki ettiği nimetlerin yok olmasını ve kişinin sahip bulunduğu mutluluğun ortadan kalkması sonucunu doğurabilir. İşte Cenâb-ı Hak bu elîm âkibetten kendisine sığınılmasını emretmiştir. Biz önceki açık­lamalarımızda bazı fiillerden doğabilecek sonuçları sana anlatmıştık; Allah bu tür fiillere insan bilgisinin ulaşamayacağı zarar ve yararlan yerleştirmiştir. Meselâ insanlar, yönelip baktığı takdirde kısa bir zaman içinde gökle yer arasında bulunan birçok şeyi algılayabilen göz organına yerleştirilmiş ilâhı hikmeti anlamak isteseler buna muktedir olamazlar.

İmrân b. Husayn’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) şöyle demiştir: “Okunmak suretiyle tedavi sadece göz değmesinden ve zehir­lenmeden olur.”(Ahmed,Müsned,IV,436..) İbn Abbas’ın da (r.a.) “Göz değmesi, olabilen bir şeydir. Eğer kaderin önüne geçen bir şey varsa göz değmesi onun önüne geçebilir”dediği nakledilir.(5) Başka bir haberde de şöyle denilmiştir. “Baykuşta etkile- yici bir durum yoktur, göz değmesi ise vuku bulabilecek bir şeydir.”(6) Bu söy­lediklerimize Hz. Yûsuf’un kardeşlerine ait kıssada yer alan ve Hz. Yâkub’un diliyle ifade edilen şu ilâhı beyan da delil teşkil etmektedir: “Oğullarım! (Göz değmesinden korunmak amacıyla) şehre hepiniz bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin.”(7) Bazıları nazar olayında gözün ne yönden ve nasıl fonksiyoner olduğunu açıklamaya çalışmıştır.

Denilebilir ki bu olgu güneşin bizzat göze olan etkisi gibidir, göz güneşe yönelip bakacağı zaman o kadar uzakta bulunmasına rağmen onu etkiler ve bakmaktan alıkor; bunun da sebebi Allah’ın güneşe yerleştirdiği sezilmez özellikler ve hikmetlerdir. Gözün nazar değmiş kimseye etkisi de buna benzemektedir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

İkincisi kıskananın kapıldığı haset olgusunun entrikalara ve fitnelere yol açacak çeşitli faaliyetlere sebep teşkil etmesidir ki bunlar aslında basit faktörler durumunda bulunmalarına rağmen sonuçta bozgunculuk meydana getiren hususlara başvurma şeklini alabilir. Alî ve münezzeh olan Allah mü­nafıkların niteliği hakkında şöyle buyurmuştur: “Her çığlığı kendi aleyh­lerine sanırlar. Asıl düşman onlardır, kendilerinden sakının.”(8) Cenâb-ı Hak yılgınlık ve zaaflarına rağmen münafıklara karşı dikkatli olmayı emretmiştir. Yine Allah “Şeytanın hile ve tuzağı kesinlikle zayıftır”(9)buyurduğu halde şerrinden sığınmayı da emretmiştir. Haset edenin durumu da bunun gibidir. Doğrusunu bilen Allah’tır, nihaî varış O’nadir.

Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,syf:103-110

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

1)-Kur’ân-ı Kerîm'in 113. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur. Medine’de nâzil olduğunu söyle­yenler de vardır.

2)-Müellif şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Ey Âdemoğullan! Şeytan ana ve babanızı, ayıp yer­lerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yardımcıları, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz, şeytanları inanmayanların dostlan kıldık” (el-A‘râf 7/27).

3)- krş. Ebü’l-Leys es-Semerkandî, Bahrü 'l-ulûm, XIII, 528; İbn Kesir, Tefsir, VIII, 550.

4)-“ bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 367; Buhârî, ‘Tıb’\ 47,

5)- Bu metin Hz. Peygamber’e nisbet edilmiştir: Mâlik, el-Muvatta“Ayn”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1254,347,360, VI, 438; Müslim, “Selâm”, 16; tbn Mâce, “Tıb”, 33; Tirmizî, “Tıb”, 17.

6)- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 67, V, 70, 379; Tirmizî, “Tıb”, 19.

7)- Yûsuf 12/67.

8)- el-Münâfikûn 63/14.

9)- en-Nisâ 4/76.
Devamını Oku »

Nâs Suresi Tefsiri



Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla

1.De ki: Sığınırım insanların rabbine.

Bu İlâhî beyanın ilk bakıştaki konumu, Resûlullah’a sözün devamında bahis konusu edilen hususu yerine getirmesine yönelik bir emirdir ki o hu­sus da Allah’a sığınmadan ibarettir. Böyle bir durumda verilen emre uyma­nın gereği “De ki: [İnsanların rabbine] sığınırım” şeklinde değil, doğrudan “sığınırım...” diye söze başlamaktır. Ne var ki -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- âyetin sahip olduğu ifade iki yoruma açıktır.

Birincisi âyetin bu üslûp içinde indirilmesinin hikmeti İlâhî beyanın ulaştığı herkese yönelik bir emir olması, Cenâb-ı Hakk’ın sûrede zikrettiği şeyin kötülüğünden O’na sığınıp yardım dilemesini öğretmesine bağlı bulunmasıdır, ta ki Allah böylesini himayesine alsın! Buradaki himaye de iki şekilde gerçekleşir. İlki kendisine gelebilecek nâhoş duygu ve düşünceleri bertaraf etmesi konusunda Allah Teâlâ’nın öğrettiği naklî ve aklî delilleri hatırlatmaktır. İkincisi de nezd-i İlâhîsinden gelecek bir lutufla olur. Öyle ki bu tür lutfa yaratıkların ne ilmi ulaşır ne de akılları onu idrak edebilir.

İşte bu İlâhî lutfun varlığı halinde haktan sapma tehlikesinden emin olunur; sözü edilen bu lutuf tamamen Allah vergisidir. Konumu bu anlatılanlardan ibaret olan bir hususu Cenâb-ı Hakk’ın kuluna iptidaen lütfetmesi mümkün olduğu gibi lutfun gerçekleş­mesi amacıyla ön şart olarak kendisine niyaz edip sığınmada bulunmakla yükümlü tutması da mümkündür. Artık Cenâb-ı Hakk’ın hatadan koruduğu ya da bir iyiliğe mazhar kıldığı kişinin O’na şükretmesi gerekli hale gelir, çünkü Allah ya iptidaen onu himayesine almış veya talep ve niyazı üzerine kendisini koruma lutfiında bulunmuştur.

Sûrenin başındaki hitaba ait ikinci yorum, hitabın başkasına ait olması­dır. Aslında buradaki emir ilk yöneltildiği kimseye ait ise de mâna ve muh­tevasına başkalarının da iştirak ettiği türden bir beyandır. Beyan sahibi emri­nin ulaşabileceği herkese hitap edici olmasını sağlayacak lafzı -ki o “kul" (de ki) kelimesidir- bulundurup sürdürmüştür, ta ki kıyamete kadar aynı hitap

1)-Kur'ân-ı Kerim’in 114. sûresi olup Mekke’de nâzil olmuştur, Medine’de nazil olduğunu söyle­yenler de vardır.

devam etmiş olsun. Mükellefiyet ve imtihanın, yani İlâhî emrin yer aldığı bütün vahiyler aynı üslûbu taşımaktadır. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Şimdi Nâs sûresinin tamamında iki nevi hikmet mevcut olup bunların muhtevasında İ‘tizâl mezhebinin çelişkisi ortaya konmaktadır. Birincisi İlâhî imtihan şeytana uymayı reddetmek ve ona karşı çıkmakla kazanılır. Şimdi azîz ve celîl olan Allah kişiye şeytana uymamayı sağlayan imkânların tamamını -kendi nezdinde hiçbir şey kalmayacak şekilde- ya verir ya da tamamını ver­meyip yanında bazı imkânlar kalmış olur. Şayet tamamını verdiği halde, kişi bu imkânları Allah’a sığınıp tutunma yoluyla talep ediyorsa O’nun verdiğini gizleyen ve Allah nezdinde bulunmayanı isteyen biri konumuna düşer.

Bu durumda Allah Teâlâ’nın sığınmayı emretmesi yersiz bir imtihan, zaten mev­cut olan imkânları gizlemeye varan bir buyruk statüsüne bürünür. Sözü edilen şeytandan korunma imkânları ya kulun tamı tamına aldığı bir haktır ki bunun inkâr edilmesi ileri derecede çirkin bir davranıştır veya Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği bir nimettir, bunun da gizlenmesi küfrân-i ni‘metten başka bir şey değildir, zira “küfür” kavramının aslî mânası Allah Teâlâ’nın nimetlerini örtmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak çirkin ve gayri meşrû şeyleri emretmekten zâtını tenzih etmiş ve bunun şeytan işi olduğunu bildirmiştir.(2) Bir de mükel­lefi söz konusu edildiği şekilde imtihana tâbi tutmak / Allah Teâlâ ile alay etme çerçevesine giren bir sınavdır, çünkü bu durumda Allah kişiden, elinde olmadığı ve yanında bulunmadığını bildiği şeyi talep etmektedir, bu ise akıl erbabınca alay çerçevesine giren işlerden biridir. Allah Teâlâ’nın kullarını bahis konusu ettiğimiz hususlardan biriyle imtihana tâbi tutup emir verdiğini zanneden kimse Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun hikmetini bilmeyen biridir.

İkincisi Allah Teâlâ’nın mükellefe şeytana karşı direnebileceği imkân­ların tamamını vermeyip bazılarının nezdinde kalmış olmasıdır. Hemen be­lirtmeliyiz ki İ‘tizâl mezhebinin prensiplerinden biri de Allah’ın insanları herhangi bir fiille yükümlü tutmasının, ancak o fiilin temel niteliğiyle birlikte mevcudiyetini sağlayan nezdindeki bütün imkânları vermesinden sonra imkân dahilinde olduğu yolundadır. Biraz önce sunduğumuz alternatifte ise, emrettiği hususu yerine getirmeyi sağlayan nezdindeki imkânların tamamını vermeden Cenâb-ı Hakk’ın imtihan ve mükellefiyetinin gerekli hale gelişinin kabulü söz konusudur. Bu ise onların kendi mezheplerini hiçe sayma anlamını taşır.

2)- Müellif İmam Mâtürîdî şu âyetlere işaret etmektedir: “Şüphe yok ki biz şeytanları inanmayan­ların dostları kıldık. Onlar bir kötülük yaptıkları zaman ‘Babalarımızı bu yolda bulduk’ derler. De ki: Allah kötü ve çirkin olan şeyi emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi ileri sürü­yorsunuz?” (el-Arâf 7/27-28).

Şu da var ki Mu‘tezile’ye göre Allah’ın yanında bir imkân bulunup da irade sahibi mükelleften sâdır olacak fiilin gerçekleşmemesi bu imkânı kendisine vermemesine bağlıysa Cenâb-ı Hakk’ın sözü edilen kişiyi imtihana tâbi tut­ması mümkün değildir, O’nun bu durumda kişiyi sorumlu tutması zalim oluşu sonucunu doğurur. Buna ek olarak insanların Allah’tan, kendisinin emrettiği fakat gerçekleşmesinin imkânlarını vermediği bir fiilin vukuunu talep etmeleri -ki aslında İ‘tizâl ehli Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir şeyle nitelemez- ya da emrinin hemen ardından yerine getirilmesi gerektiği halde gerçekleşme imkânlarını ancak emir vermesi sırasında (yani fiilden önce) verdiği bir fiilin tahakkuku­nu O’ndan istemeleri kişinin şöyle bir zanna kapılması sonucunu doğurur: Allah emrediyor fakat kendisinden talep edilmedikçe emrinin yerine getirilme imkânlarını vermiyor. Böyle bir telakki zulüm ifadesi niteliği taşır.

Şimdi Allah’ı bilenlerin kalp huzuruyla bağlandıkları temel ilke şudur ki [ kul ne zaman bir gerçeğe ulaştırılmasını talep eder, korunma altına alınma­sını ister, üstün bir mertebeye ve erdemliliğe yüceltilmesini ümit eder ya da korktuğu bir şeye karşı Allah’ın yardımına sığınırsa bütün bu dilekler mutlaka gerçekleşir, tereddüte mahal kalmadan yerine getirilir ve bu durumda insan aykırı davranış ve yanlış pozisyondan emin olur. İnsanlar bu inanç üzerine yaratılmıştır. Öyle ki Mu‘tezilî olmayan her müslümanın gönlü bu duyuş ve inanışla huzura kavuşmuş, gerçekleşen olumlu sonuçları daima Allah’tan bilmiş ve kuşaktan kuşağa aktarılan bu telakki fıtrî bir nitelik kazanmıştır. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.

2.İnsanların yegâne hâkimine.

3. İnsanların ilâhına.

Allah Teâlâ sûrenin başında “bi rabbi’n-nâs” yerine “bi rabbi’l-halk” (yaratıkların rabbi) buyurmamıştır, halbuki bu İkincisi birincisine göre daha geniş kapsamlıdır. Bu konudaki kural şudur ki nesnelerin genelinin O’na nisbet edilmesi veya zât-ı ilâhiyyenin rubûbiyyet çerçevesinde ilişkili kılın­ması Allah’a tâzim statüsü içinde mütalaa edilir. İfade ne kadar kapsamlı olursa yüceltmeye o kadar elverişli olur. Nâs sûresinde sözü edilen bu konum -nihaî gerçeği bilen Allah’tır ya- birkaç şekilde yorumlanmaya müsaittir. Birincisi Allah Teâlâ burada sadece bir tanıtımı murat etmiştir. Bu kadarlık bir tanıtım sayesinde O’na sığınacak kişi koruma kudretine sahip olan ve kendisine iltica edilen yüce varlığı yeterince tanımış olur. Şunu da belirtmek gerekir ki Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede “bi rabbi'l -felak” (sabahın rab- bine), birinde “bi’llah” (Allah’a), bir yerde de “bike” (sana) buyurmuştur; şu beyanlarında olduğu gibi: “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım!”(Mü'minun,97) “Eğer şeytanın fitlemesi seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten ve bilendir. ’(A'raf,200)

Bunun hikmeti, Allah’a sığın­manın ve O’na dönüş yapmanın kaçınılmaz bir ihtiyaç halini aldığı, evet kişinin başına kendi nefsinden endişe edeceği nitelikte bir iş geldiği ve iç âle­mini meşgul ettiği zaman mânevî dolaşım alanının ne kadar geniş olduğunu anlaması ve o anda Allah Teâlâ’nın isimlerinden hangisini hatırlıyorsa onu anmak suretiyle dileğini arzedebileceğini kavramasıdır. Çünkü her bir İlâhî isimde O’nun nimetlerine, / hükümranlığına, kudret ve azametine kılavuzluk etme niteliği mevcuttur; böylelikledir ki yetkin derecede egemenlik O’na yöneltilmiş, bunca nimetin kendisine aidiyetinin belirtilmesi suretiyle de hamd ve senânın zâtına has oluşu dile getirilmiş olur.

Sonuç olarak bu tutum Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve ihsanının zikredilmesi suretiyle zât-ı ilâhiyyesin- den şefaat dileme şekillerinden birini teşkil eder ve bunun en üst derecesini de “bi rabbi’n-nâs” demek suretiyle insanlarla O’nun arasında ilişki kurma yön­temi oluşturur.

İkincisi Allah’tan başkasını rab, hâkim ve mâlik bilip tapman canlı türü­nün insanlardan ibaret olduğu bilinmektedir. Bu gerçek çerçevesinde Cenâb-ı Hak yüce Allah’ı bilmek, başkasına kullukta bulunmaktan muhafaza etmek, O’nun hâkimiyet ve rubûbiyyetini benimsemekle lutuf ve ihsanda bulun­duğu kullarına, sûrede, sözü edilen hususlardan koruması için kendisine sığınmalarını emretmiş, bu gerçeği daima hatırlayıp dile getirmelerini iste­miş, kendilerinin rabbi, mâliki olup ibadete başkaları değil zât-ı ilâhiyyesinin layık bulunuşunu ifadelendirmelerini dilemiştir.

Burada şöyle bir yorum da yapmak mümkündür. Biraz önce sözünü ettiğimiz sebepler yüzünden bazı insanlar hak yoldan saparak Allah’tan başka rabler edinmiş, bir şeyi meşrû veya gayri meşrû kabul etme ayrıca harcama yapma veya yapmayıp elini sıkı tutma konularında kendi hükümdarlarının tâlimatına bağımlı kalmış, ya da ibadet ve ilticâlarını Allahtan başkasına yöneltmişlerdir. İşte bu realiteye bağlı olarak Cenâb-ı Hak yukarıda bahis konusu edilen hususlarla lutuf ve ihsanda bulunduğu kimselere üstün vasıflarla gerçek mânada nitelendirilen yüce varlığa sığınmalarını emretmiştir; bir bakıma hak yoldan sapanların, edindikleri rableri ve hükümdarlarının yanında zaman zaman tek ilâha sığın­maları gibi, çünkü kâfirler de putlarından ümit kestiklerinde yardım ve ko­rumasına nail olmak için tek Allah’a iltica ederler. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Üçüncüsü kâinatın yaratılmasından amaç Nâs sûresinin haklarında nâzil olduğu insan türüdür, tabiatın diğer üniteleri insanların emrine verilmiş bir durumdadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O, yerde olanların hepsini si­zin için yaratmıştır.”(Bakara,29) “Allah, emri ve izniyle içinde gemiler akıp gitsin ve lutfundan nasiplerinizi arayıp şükredesiniz diye denizi hizmetinize vermiştir.”(Casiye,12) “O rab yeri sizin için bir döşek, göğü de koruyucu bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla size besin olsun diye yerden çeşitli ürünler çıkardı. Artık siz gerçeği bile bile Allah’a şirk koşmayın.”(Bakara,22)

Artık “İnsanların rabbine, insanların yegâne hâkimine, insanların ilâhına” denildiğinde “her şeyin rabbine” denilmiş gibi olur, çünkü insanların dışında kalan tabiat üniteleri onlar için yaratılmıştır. Dolayısıyla Allah’a sığınıp yardım talep edilmesi sırasında insan türünün zikredilip hedef göste­rilmesi, O’ndan başka hiçbir varlığın koruyup yardımda bulunma imkânına sahip olmadığının kabul edilmesi anlamını taşır. Buna göre sığınma talebinde “bi rabbi’n-nâs” ile “bi rabbi’l-halk” ifadeleri arasında bir fark yoktur. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

“Bi rabbi’n-nâs”ın yorumunda “muslihu’n-nâs” (insanların dirlik ve dü­zenini sağlayan) açıklaması yapılmıştır. Bu anlayış onların gerek dinî gerek şahsî dirlik ve düzenlerinin O’na bağlı oluşu ilkesine dayanır.

“Meliki’n-nâs” (insanların yegâne hâkimi) âyetinin yorumunda bütün insanları hâkimiyeti çerçevesine alma hakkının Allah’a ait oluş faktörü­nün bulunduğu söylenmiştir, buna mukabil “rabbü’l-halk” yorumunda İlâhî hâkimiyet faktöründen bahsedilmemektedir. Şu halde Cenâb-ı Hak “meliki’n-nâs” buyurmak suretiyle insanlar üzerindeki egemenliğin ta­mamının gerçek mânasıyla kendisine ve hâkimiyet vasfına ait olduğunu beyan etmiştir. Başkalarına izâfe edilen hâkimiyetse ihtiyaçları mikta- rınca Allah’ın lutfedişi statüsündedir. “Meliki’n-nâs” için “seyyidihim” (insanların seyyidi [efendisi]) yorumu da yapılmıştır. Ne var ki “seyyid” kelimesi insanların dışındaki varlıkların mâliki için kullanılmaz. İnsan da “rab”, “melik”, “mâlik” kelimeleriyle nitelendirilebilir, ancak bu mutlak değil nisbî çerçevede kalır ve meselâ “evin rabbi (sahibi)”, “câriyenin mâ­liki”, “Mısır meliki” vb. ifadeler normal karşılanır. Buna göre âyetteki melik kelimesine “yegâne sâhibi” yolunda mâna verilmesi gerçeğe daha yakın görünmektedir.

4. Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden.

5. İnsanların kalbine vesvese veren.

6. Cinlerden ve insanlardan olabilen şeytan.

“Pusuda bekleyen sinsi şeytanın şerrinden” meâlindeki İlâhî beyanda ves­vese veren varlığa “vesvâs” ve “hannâs” denilmiştir. Bu beyanın te’vilinde iki görüş belirtilmiştir. Birincisi şeytan gaflet halinde vesvese verir, Allah’ın hatırlanıp anılması durumundaysa geri çekilip gider. “Hannâs”ın anlamı için “görülmez, duyu alanına girmez” de denilmiştir, şu âyette olduğu gibi: “Şey­tanın hem kendisi hem de yandaşlan, onları göremeyeceğiniz yerden sizi gö­rürler.”(A'raf,27) Bu içeriğe bağlı olarak Kur’an’da akıp giden yıldızlar için “el-hunnes”] denilmiştir,(3) yani onlar kendi ufuklarından doğarlar, / gündüzün ise gizlenir­ler (yahnesne).

Şöyle bir fikir de ileri sürülmüştür: “Ellezî yuvesvisü...” diye başlayan İlâhî beyan insanların kalbine vesvese veren varlığı cin ve insan tü­ründen kabul etmiştir demek mümkündür. Nâs sûresinin yorumunu yaparken âyetler arasında yer değişikliğine gitmek de mümkündür denilmiştir. Buna göre 5. âyet aradan çıkarılıp en son zikredilebilir.

Vesvese bilinen bir şey olup insanın kalbini meşgul eden ve dinî konu­larda şaşkınlık doğuran bazı fikirlerin telkin edilmesiyle oluşur, öyle ki kişi bu tür kuruntulardan kurtulmanın yolunu bilemez. Nefsanî arzularına uyan­larla inkârcı kesimlerin durumu da bunun gibidir; Cenâb-ı Hakk’ın şu beya­nında olduğu gibi: “Böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.”(En'am,112) “Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar.”(En'am,121)

Cin şeytanlarına gelince, bu husus bütün din mensupları ve peygamber­lere inanan kimselerce benimsenen bir şeydir. Ancak materyalistlerle peygam­berleri inkâr edenler şöyle bir tez ileri sürerler: Cinlerden oluşan şeytanlar yoktur; bu konudaki söylentiler peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin insanları korkutmak amacıyla kullandıkları bir kozdan ibarettir; onlar bununla toplulukların bilgisizliğinden yararlanarak kendilerini dinlemeye ve sahip olduklarını iddia ettikleri bilgi ve mârifetlerine ilgi göstermeye halkı mecbur etmek isterler.

Materyalistlerle nübüvvet inkârcılarının ileri sürdükleri bu tez onların akıl ve muhakemlerinin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Sözü edilen bu kimseler iyice düşünseler, akıllarının mutlaka araştırılmasını zaruri kıldığı şeyi terkettiklerini ve aslında incelenmesine ihtiyaç duydukları bir hususa ilgi göstermediklerini anlamış olurlardı. O da zaman zaman zihinlere gelen düşünceler (havâtır) ve gönüllerde doğan duyuşlardan (hayâlât) ibarettir. Bu düşünce ve duyuşlar şekillendirilip değerlendirilmeye alındığında bir kısmı­nın çirkin bir kısmının da güzel olduğu hükmüne varılır. Bir olgunun veya bir nesnenin yokken kendi kendine vuku bulması mümkün değildir, çünkü bir şeyin bir yönetici ve etkileyici olmaksızın kendi başına çirkin veya güzel olması muhaldir. Bütün insanlar sözünü ettiğim hususu pekâlâ bilmektedir, çünkü onlar bu duygu ve düşüncelere sahip olmakta ve bu olgunun kendile­rinden kaynaklanan bir faktörün etkisiyle meydana gelmediğini bilmektedir. Sonuç olarak bahis konusu olgunun araştırılmasının gerekliliği kanıtlanmış bulunmaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki burada tartışılan hususu bedenî yetenekle­rin doğurduğu veya onun aklî çıkarımla elde edildiği yolunda herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Şunu belirtmek gerekir ki bu mesele münasebetiyle iki önemli konu zaruri olarak gündeme gelmektedir; materyalistlerle nübüv­vet münkirlerinin bu iki konuya vâkıf olmasına bilgisizlikle yetinmeleri ve rahatlarına düşkün olmaları engel teşkil etmiştir. Konulardan biri bir yara­tıcının mevcudiyetine ve bütünüyle evrenin hakîm, alîm ve kadîr olan bu yaratıcının yönetimi altında bulunduğuna hükmetmek, diğeri de bilinmezlere vâkıf bulunan yüce yaratıcı nezdinden gelen nübüvvet müessesesini benim­semektir.

Şimdi mesele insan bilgisinin ulaşıp mahiyetini anlayacağı bir [ konumda bulunmadığından kişi iyiden iyiye araştırıp irdelediğinde iki önemli hususla karşı karşıya gelir. Birincisi mûcizeleriyle birlikte peygamberlerdir. Nebilerin muhatapları müşahede ettikleri onaylayıcı fevkalâdelikler sebebiyle hem peygamberleri hem de tevhid ilkesini benimserler, çünkü insanlar nebi­lerin sundukları mesajların içinde realite ile bağdaşan haberlerin yer aldığını müşahede etmektedir. Zaten durum böyle olmasaydı Allah elçileri iyilik diye bir şeyden söz edemezlerdi.

İkincisi yine insanlar söz ve davranışlarında isabet edemeyenlerin elinden çıkan işlerin uyumsuz ve dengesiz olduğunu müşahede etmelerinin yanında evrenin hikmet, düzen ve uyum içinde işle­diğini görünce bunun, bütün tabiat ünitelerinin ihtiyaç ve yararına vâkıf olan hakîm bir yönetici sayesinde vücut bulduğunun şuuruna ererler. Bu sebeple de kendileri için iki husus gerekli hale gelir: Allah’ın birliğini ve nübüvvet mües­sesesini benimsemek. Bütün güç ve kudret Allah Teâlâ*ya aittir.

Bize göre şeytanın sözü edilen işkillendirmeye yetenekli kılınmasında hareket noktası şudur ki şeytanla melek Allah Teâlâ’nın iki yaratığıdır.

Biz insanlar onların mevcudiyetini hem peygamberler vasıtasıyla hem de -daha önce değindiğimiz gibi- bizde doğrudan meydana gelen düşünce ve duyuş­ların (havâtır) çirkin veya güzel nitelik almalarını sağlayan varlığı bilmeye olan ihtiyacımız sebebiyle anlamış olduk. Bu iki yaratığın her biri Allah’ın muktedir kıldığı rolü yerine getirir. Meleklerin görevi hayır ve hikmettir, Allah Teâlâ’nın kolaylaştırması ve lütfetmesi sayesinde her melek kendi fonksiyonunu icra etmekte herhangi bir zorlukla karşılaşmaz. Şeytanın fonk­siyonu ise dalâlet ve kötülüktür, bu da kendisi için kolaylaştırılır.

Nihayet iyilik birinci varlığa fıtrî bir etkinlik gibi gelir, kötülük de ikinci varlık için aynı konumda bulunur. İki etkinlikten her birinin imkân çerçevesinde yer alışı gerçeğine bağlı olarak azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Ser­vetinden Allah yolunda harcayıp saygı hisleri içinde kötülüklerden sakınan ve en güzel ifade olan kelime-i tevhidi benimseyen kimseye muvaffaki­yet yolunu kolaylaştırırız. Cimri davranan, kendini kendine yeter gören ve kelime-i tevhidi yalan sayıp dışlayan kimseyi ise en güç yola sardırırız.”(Leyl,10) “Allah kimi doğru yola iletmek isterse kalbini İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbim iyice daraltır.”(En'am,125)

Şimdi, insan türü için vazedilen İlâhî kanun şudur ki bu şuurlu canlılar gerek kendileriyle Allah arasında gerekse hemcinsleri beyninde bazı hak ve vecîbelere tâbi olmakla yükümlü tutulmuş, ayrıca meleklerin desteğine mazhar kılındıklarının inancını taşımaları da onlardan istenmiştir. Nitekim azîz ve celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: “Hani rabbin meleklere ‘Ben si- zinle beraberim; haydi siz de müminlere destek olun!’ diye vahyediyordu.” (Enfal,12)İnsanlara ayrıca şeytanın vereceği vesveseyi reddetmeleri emredilmiştir, “(Ey insanlar!) Şeytan sizin düşmanmızdır, siz de onu düşman bilin. O, kendi ta­raftarlarını olsa olsa cehennemlik olmaya davet eder.”(Fatır,6) meâlindeki âyet ve benzerlerinde olduğu gibi.

İnsan türüne paralel olarak melekler de insanların söz ve davranışlarını kaydetmek göreviyle yükümlü tutularak varlık alanına çıkarılmıştır, Cenâb-ı Hakk’ın “Değerli yazıcılar”(İnfitar,11) meâlindeki beyanı bu gerçeği kanıtlamaktadır. Buna göre meleklerin bu yetenekle donatılmasının hikmeti, daha önce de değinildiği üzere, Allah’ın kendilerini imtihana tâbi tutup hem öz varlıklarıyla itaat etmeleri hem de insanlara yönelik olarak sözünü ettiğim görevlerinde emr-i İlâhîye uygun olarak hareket etmeleridir.

Meleklere ait bu konu­mun insanlara yönelik hikmeti ise onları dikkatli olmaya davet etmek ve kişinin psikolojik muhtevasında oluşan düşünce ve duyuşların, faydasına olanlarını zararına olanlarından ayırması için titizlik göstermesini sağlamak­tan ibarettir. Yine meleklerin mükellefin söz ve davranışlarını kaydetmekle yükümlü tutulmasının hikmetinin diğer bir örneği kişinin bütün fiil ve halle­rinde bilinçli ve dikkatli olmasıdır, tıpkı dostları ve düşmanlarından oluşup davranışlarına vâkıf bulunan zabıt kâtipleri karşısındaki bilinçli hareketi gibi. Şüphe yok ki bu konumda bulunan bir insan dostunu incitecek şeylerden elinden geldikçe korunur ve fayda umduğu her davranışı sergiler, düşmanın­dan da -farkına varamayacağı bir yönden eziyet verip ağır ithamına maruz kalmamak için- var gücüyle sakınır.

Şu da bilinmektedir ki duyulur âlemde olup bitenleri tesbit eden ya­zıcılar vak‘ayı elden geldikçe iyi anlayıp kavramadan kayda geçirmezler, / duyular ötesinde de durum aynıdır. Çünkü -bizim tasavvurumuza göre- ya­zıcı melekler mükelleflerin lehine ve aleyhine olacak davranışların tesbitinde gözlerine görünen kimselerin apaçık fillerini müşahede edenler gibi bir ko­numa sahiptirler. Başarıya ulaştıran sadece Allah’tır.

Bu esastan hareketle dostlarla düşmanların bir arada yaşamaları, dost­luğun ve düşmanlığın gerekleri çerçevesinde tasvip ettikleri ve etmedikleri konularda davranış biçimi sergilemeleri yolundaki İlâhî imtihan ve düzen hikmete uygun düşmüştür. Çünkü insanların derûnunda saklanan niyetler dostluk ve düşmanlık içermeleri açısından kalplerin ve akılların gözleri ta­rafından algılanmaktadır. Bu sebeple de onlardan sakınmak ve uygun düşen davranışı sergilemek imkân dahiline girmektedir.

Yine bu esasa bağlı olarak Allah Teâlâ gözle görülemeyen düşmanla­rına mükelleflerin bedenlerine ve mallarına yönelik alıp götürme, kirletme veya bozma şeklinde fiilî bir tecavüz imkânı vermemiş, buna mukabil insan türünden olan düşmanlarına bu imkânı sağlamıştır. Çünkü insanlar birbirle­rine yönelik hilelere vâkıf olduklarından bunları bertaraf edip zararlarından sakınma konumundadır. Bu, duyuların organlardan sâdır olacak fiilleri ve bunların alt yapısını oluşturan faktörleri idrak etmesine benzemektedir. İşte meleklerin durumu da bunun gibidir. Ne var ki zihnî kapasitesi, aklın ve her şeyin şehadetine rağmen kâinatın yaratıcısını ve O’nun birliğini idrak etmekten âciz kalan kimsenin şeytanı (ve melekleri) kavrayamaması ihti­malden uzak tutulup yadırganacak bir şey değildir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

{İmam (r.a.) şöyle dedi:} Şeytanın insana vesvese vermeye nasıl imkân bulduğu konusunda farklı yorumlar ileri sürülmüştür. / Bazı rivayetlerde ka­nın bedendeki dolaşımı gibi şeytanın da kişinin mânevi yapısına nüfuz ettiği söylenmiş, bir kısmı ise bunu tasvip etmemiştir.(Buhari,Ahkam,21..) Aslında bu, yadırganacak şeylerden birini teşkil etmemektedir, zira kanın insan bedeninde dolaştığı ayrıca yeme içmeden oluşan enerjinin, bedenle duyuların hayatiyetini sağ­layan unsurların fizikî yapıda rol oynadığı pekâlâ bilinmektedir; sözü edilen bu unsurlar sinir sisteminin tamamına ve bedenin bütün ünitelerine sezilmez yollarla sirayet etmektedir. Şeytanın durumu da bu esasa göredir. Bir de ya­zıcı melek hakkında nakledilenleri hatırlatmak gerekir, şöyle ki meleğin ne oturduğu yer tarafımızdan bilinmekte, ne kaleminin cızırtısı duyulmakta ne de hakkımızda yazdıkları görülebilmektedir. İşte şeytanın vesvese vermesi de bu kabilden bir şeydir.

Allah Teâlâ’nın, Peygamber’ine şeytanın vesvesesi, tahriki ve tasallu­tundan kendisine sığınmasını emrettiğinin bir gerçek olduğu şu beyanlarıyla sabit olmuştur: “Eğer şeytanın fitlemesi seni etkilerse Allah’a sığın. Şüphe yok ki O işiten ve bilendir.”(A'Raf,200) “De ki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından ve yanımda bulunmasından sana sığınırım.”(Mü'minun,97-98) “Takvâya erenlere şeytan tara­fından bir vesvese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201) “Faiz yiyenler şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi yerlerinden kalkarlar.”(Bakara,275) Görüldüğü üzere şeytanın tahrikine mâ­ruz kalan kimse Allah’ın dileyip beyan ettiği bir durumda bulunur.

Şeytanın kişiye vesvese vermesi, çarpması ve onu fitlemesinin hangi zaman veya mekânlarda vuku bulduğunun belirlenmesi ihtiyaç duyduğumuz bir husus değildir, çünkü Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmesiyle şeytanı göreme­yeceğimizi haber vermiştir: “Şeytan da yandaşlan da kendilerini göremeye­ceğiniz yerden sizi görürler.”(A'raf,27)

Şeytanın yükümlülük ve sorumluluğumuzu ilgilendiren yönü derunî hayatımızda etkiler bırakan fiileridir. / Biz insanlar Cenâb-ı Hakk’ın övgüye lâyık lutfuyla şeytandan gelen tahrikleri farketme imkânına sahip kılmmışızdır. Bize düşen görev ondan kaynaklanıp mânevî hayatımızı etkileyebilecek fiil ve vesveseler konusunda dikkatli olmaktır; böyle davrandığımız takdirde Allah Teâlâ’nın bahşettiği imkânlar, ayrıca yanlışı bertaraf edip hakka bağlanmayı sağlayacak mahiyette öğrettiği güçlü deliller sayesinde şeytanın etkilerini ortadan kaldırabiliriz; meselâ şu âyet-i kerîmede beyan edildiği gibi: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir ves­vese geldiğinde düşünüp kendilerini toparlar ve basiretlerine sahip olurlar.”(A'raf,201)

Böyle durumlarda bir alternatif de Allah’a dönüş yapıp saldırıları püskürt­meye tahsis ettiği lutfuna mazhar olmak için O’na sığınmamızdır, tıpkı Yû­suf aleyhisselâmın niyazında olduğu gibi: “Rabbim! Zindan bu kadınların benden istedikleri o işten daha hayırlıdır. Eğer onların fendini benden uzak­laştırmazsan kendilerine ram olup cahilce davrananlardan biri durumuna düşerim.”(Yusuf,33) Oysa Hz. Yûsuf kadınların hile ve tuzağını bozmaya yarayan çeşitli vasıtaların bilgisine sahip bulunuyordu. İslâmiyet’in temel ilkeleri­nin İlmî alanında ileri seviyeye ulaşanların şu niyazı da aynı mahiyettedir: “Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma! Tarafından rahmet ihsan et bize. Şüphesiz bağışı en bol olan sadece sensin!”(Al-i İmran,8)

Âlimlerin bir kısmı şeytanın, nefsin arzu ettiği şeyleri bildiğini ve onları nefse süslü gösterdiğini, aklın yönlendirdiği alandan da haberdar olduğunu ve onu bu alandan geri çevirmeye çalıştığını söylerken bir kısmı da şöyle der: Öyle değil; gerçek olan şudur ki sözü edilen olguda karanlık, aydınlık, temiz ve meşrû oluşla aksi oluş izleri bulunur, şeytan bu izleri tanır ve tahriklerini ona göre ayarlar, nihayet arzu ettiği eyleme ulaşır.

Bazan nefsin ve aklın bedendeki ve onun dışındaki fonksiyonu beraberce bulunur, özellikle amellere ait sonuçlar açısından.Bir kısım âlim de şeytan hiçbir hususta herhangi bir bilgiye sahip değildir demiştir, ne var ki aldatmak, kötü fiili güzel göstermek, hak ile bâtıl arasında yer değiştirtmek türünden olmak üzere sonuç alabileceğini umduğu her çareye başvurur, tıpkı şuna buna dokunmak suretiyle zararlıyı faydalıdan ayırmaya çalışan âmâ gibi.
Şunu belirtelim ki burada sözü edilen hususların tamamı şeytanın etkinlik gösterme yöntemleri, imkân ve taktiklerinin yollandır. Bütün bunlar bilmekle mükellef olmadığımız hususlardır. Bize düşen görev başarılı olmasını engel­leme yolunda gayret göstermektir. Bu da daima uyanık ve dikkatli olmak, âyetlerde zikredildiği üzere basiretli davranmak, ya da gelmesi halinde şey­tanı defedip tesirini engellemesi için yüce Allah’a sığınmak yoluyla gerçek­leşir, zira O’nun nezdinde öyle lutuflar vardır ki bunlar sayesinde yanlış yola düşmekten korunulur ve isabetli davranış elde edilir.

Birçok müfessir şeytanın insanlarda olduğu gibi cinlerin de duygu ve düşüncelerine vesvese karıştırdığını söylemiştir. Her tür mükellef içinde hak yoldan sapanlar ve azgınların yanında hayırlı ve itaakâr zümreler de bulun­duğuna göre bu görüşü onaylamak mümkündür. Ancak Nâs sûresinin kendi mecrasındaki te’vilinin gereği cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanların insanların gönlüne vesvese düşürdükleri yolundadır. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

* * *
Felak ve Nâs sûrelerinin (Muavvizeteyn) Kur’an’dan olup olmadığı me­selesine gelince, {Fakih (r.h.) şöyle dedi:} Bu iki sûre hakkmdaki kanaatimiz şundan ibarettir ki çağımızın âlimlerine nesilden nesile intikal eden bilgi ve görgü çerçevesinde “Kur’an muhtevası mushafın iki kapağı arasında yer alan metinden ibarettir” yolundaki hüküm dairesine bu iki sûre de dahil olmuştur. / Biz Muavvizeteyn’in İlâhî kelâma nitelik kazandıran erişilmez (mu‘ciz) oluş özelliği taşıyıp taşımadığını tesbit edecek deneme ve sınama bilgisine sahip bulunanlardan değiliz. Bu konunun gereği meseleyi ehlinden öğrendikten sonra metnin Kur’an’dan olduğu ve erişilmez niteliği taşıdığının sübut bul­duğuna tanıklık etmekten ibarettir. Sonuç olarak bizim gibilerin yapacağı şey ehline uymaktır.

Allah’tan geldiği ve hak niteliği taşıdığı yolunda kesin karar verdiğimiz bütün dinî hükümlerde ortak anlaşmayı sağlayan kriter artık vuzuh kazanmış­tır, Muavvizeteyn meselesi de aynı esasa bağlıdır. Ne var ki İbn Mes‘ûd’dan (r.a.) nakledildiğine göre kendisi Felak ve Nâs sûrelerini mushafına yaz­mamıştır. Kanaatimize göre bu husus iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi bu iki sûrenin Kur’an’dan olup olmadığı hakkında Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellemden hiçbir şey duymamış olma ihtimalidir; yine o, bu konu­yu sormayı da kendisi için bir görev telakki etmemiş olmalıdır, zira Kur'an ile Resûlullah’ın getirip tebliğ ettiği diğer hususlar bilinmesi ve kendileriyle amel edilmesi açısından aynıdır, şu sebeple ki bunların hepsiyle amaçlanan şey mükellefiyet açısından yerine getirilmesi gerekeni ifa etmekten ibaret olup isim ve konum belirlemek değildir.

İslâm’ı benmimseme konusunda üstün mertebeye ulaşmış kimseler erişilmez (mu‘ciz) niteliği taşıyan metinle­ri diğerlerinden ayırıp Kur’an mıdır, değil midir diye tesbit edebilmek için deneme ve sınama eylemine girişmeyi kendileri için hiç de gerekli görmü­yorlardı. Nefsini bir nevi imtihana tâbi tutma niteliği taşıyan böyle bir dav­ranış Resûlullah’tan gelen tebliğlerde tereddüt ve şüpheye düşenlere özgü

hareketlerden biridir, onlar bu yolla Hazreti Muhammed’in Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olup olmadığını belirlemek isterler. Buna muka­bil Hz. Muhammed’in risâleti kendince takarrür etmiş, kalbi itminana kavuş­muş ve getirdiği tebliğler hakkında hiçbir tereddütü kalmamış kimseler ken­dilerini böyle bir sınamadan vâreste görmüşlerdir. Tekrar hatırlatmalıyım ki bu hususu irdelemeyi terketmenin sebebi pekâlâ biraz önce bahsettiğim husus olabilir, Muavvizeteyn’in Kur’an’dan sayılmaması değil.

Ukbe el-Cühenî’nin naklettiği hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) asha­bına şöyle demiştir: “Bugün benzeri görülmemiş âyetler nâzil olmuştur.” “Hangileridir?” diye sorulduğunda Muavvizeteyn şeklinde cevap vermiştir.(3)

Bu hadis de Felak ve Nâs sûrelerinin Kur’an’dan olduğunu göstermektedir. İkincisi İbn Mes‘ûd’un Muavvizeteyn’i kendi mushafına yazmamasının bir sebebi de Übey b. Kâ‘b’den rivayet edilen husustur, onun nakline göre Hz. Peygamber Muavvizeteyn’den söz ederken “şöyle deyiniz...” buyurmuş­tur. Biz şöyle bir kanaat belirleriz: Muavvizeteyn’in Kur’an’dan olduğu ve­ya olmadığı yolunda kesin bir beyanda bulunmayız, çünkü Resûlullah (s.a.) bu iki sûre hakkında bir beyanda bulunmamıştır. Abdullah b. Mes‘ûd’un durumu da bunun gibidir.

Bu söylediklerimizi destekleyen bir husus da Kur’an okunacağı zaman eûzu çekmenin emredilmesidir,(4) istiâze ise okuma işine başlamadan önce­dir. Felak ve Nâs sûreleri Kur’an’dan olsaydı istiâze konumunda bulunmak üzere mushafın başında yer almaları gerekirdi. İşte bu husus da meselenin mahiyetini bilmeyi engelleyen noktalardan biridir. Zaten biz bu konunun kapalı kalmasının imkân dahilinde bulunduğunu (ve bunun pratikte önem taşımadığını) daha önce anlatmıştık. Şunu hatırlatalım ki vahyin gelişi insan­ların ihtiyacına bağlıydı. Resûlullah ve sahâbîlerin uygulaması da ihtiyaç çerçevesinde oluyordu. Dolayısıyla konu söylediğim açıdan bilgi eksikliğinin zarar vermeyeceği bir özellik taşır.

İbn Mes‘ûd’un (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Devemin beni gö­türebileceği herhangi bir yerde Kur’an T benden daha iyi bilen birinin bulun- duğunu bilsem mutlaka ona giderdim.”(5)

İbn Mes‘ûd’dan nakleden râviden rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.) [ Cebrâil aleyhisselâma her yıl Kur ’ an’ ı bir defa arzediyordu. Ancak vefat ettiği yıl arzayı iki defa yapmıştır. Abdullah son arzaların ikisinde de hazır bulunmuş­tur. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber son arzalarında Allah’ın dilediği metin­leri okumamıştır. Durum böyle olunca Abdullah b. Mes‘ûd Muavvizeteyn’e mushafta yer verilip verilmediğine dair semâın sabit olması için başkasına soru soracak bir konumda bulunmuyordu. Şu halde İbn Mes‘ûd’un bu mese­ledeki asıl fikrini bilme imkânımız kalmamıştır.

Bir başka yorum da şöyledir: Muhtemeldir ki Abdullah b. Mes‘ûd Felak ve Nâs sûrelerini Kur’an’dan addetmiş fakat iki sebepten ötürü bunları mushafına kaydetmemiştir. Birincisi Muavvizeteyn’in yazıldığı ve girdiği yer -yukarıda değindiğimiz üzere- herkesin elinde bulunan mushafların baş tarafı değildi. Bu sebeple İbn Mes‘ûd şahsî tertip ve tercihiyle bu iki sûre için farklı bir kayıt yeri belirlemeyi hoş karşılamamış, bu yüzden de hiç yazmamıştır.

İkincisi o, ezberleyip unutmamak için yazıyordu, halbuki Muavvizeteyn’i unutma tehlikesinden kendini emin görüyordu, çünkü bu iki sûre gündüz ve gece başlangıçlarında okunması gereken metinlerdir; ayrıca sıkıntılı durum­ların ortaya çıkması halinde sözü edilen iki sûre vasıtasıyla her türlü kötülük ve tuzaktan Allah’a sığınma eylemi faydalı olmaktadır, tıpkı istiâzede bulun­ma ve nakledilen çeşitli duaları tekrar edişte olduğu gibi, ibn Mes‘ûd Felak ve Nâs metinlerinin kendisince unutulmasından emin olunca yazmamıştır. Onun Fâtiha sûresini mushafına yazmamasının sebebi de bu kabildendir. Nihaî gerçeği bilen Allah’tır.

Kaynak:Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,Te'vilatül Kur'an'dan Tercümeler,

Tercüme:Prof.Dr.Bekir Topaloğlu

Dipnotlar:

3)- Müslim, “Salâtü’l-müsâfırîn”, 264-265; Dârimî, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 26.

4)-Müellif Mâtürîdî şu âyet-i kerîmeye işaret etmektedir: “Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş
şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98).

5)-bk. Taberî, Câmiu ’l-beyân, I, 42; îbn Kesîr, Tefsir, I, 6.

Devamını Oku »

Akıl-Nakil İlişkisi:el-Gazzâlî ve İmam Maturidi

 

el-Gazzâlî


Selçuklu Sultanı Alparslan (ö. 465/1072)’ın saltanatı ele geçirerek Mutezile taraftarı olan vezir Muhammed b. Mansur el-Kunderî (ö. 455/1063) yerine Nizâmu’l-Mülk’ü (ö. 485/1092) tayin etmesi Eş’ariyye’nin daha da canlanmasına ve süratle yayılmasına yol açmıştır. Nizâmu’l-Mülk kuvvetli bir Eş’arî taraftarı olduğu gibi, ilme ve ilim adamlarına da büyük değer veren bir kişiydi. Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi Eş’arî ekolüne mensup büyük âlimler, onun destek ve yardımlarına mahzar olup Bağdat ve Nişabur’da kurduğu Nizâmiye medreselerinin başına getirilmişlerdir. Böylece Eşarîlik devletin resmî mezhebi haline gelmiştir.

Ebû Hamid Muhammed el-Gazzâlî, 473 tarihinde Nisabur Nizâmiyye’sinde Cüveynî’nin öğrencisi oldu. Burada mantık, kelam ve felsefe okudu. 484’te vezir tarafından Bağdat Nizamiyye Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Çoğu eserlerini bu yıllarda kaleme almıştır. Daha sonra, Nizâmülmülk ve Melikşahın ölümü üzerine, yerini kardeşi Ahmed’e bıraktı; bundan sonra toplumsal ve ahlaki yozlaşma sebebiyle İhyau ’ulumi’d-din’i yazmaya koyuldu. En önemli eserleri şunlardır: el-İktisad fi’l-İ’tikad, Kavâidu’l-Akaid, İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, el-Munkız mine’d-Dalal, Faysalu’t-Tefrika, Fedaihu’l-Batınıyye.

Kelam İlmi, Gazzâlî ile muhteva ve metod bakımından bir gelişme kaydetmiştir. Mantık metodu, Cüveynî ile kelama girdi. Gazzâlî de, hocası gibi, Bakıllanî tarafından kabul edilen ’in’ikâs-ı edile’yi (=Delil geçersiz olursa delillendirilen şey de geçersiz olur) reddederek aynı yolu tuttu. Onun için mantık kurallarında reddedilecek bir husus yoktur. Gazzâlî felsefeyi tetkik ederek felsefî ilimlerin temeli olan mantık ilminin İslamî ilimler için de gerekli olduğu kanaatine varmıştır. Mantık ilmine dair Mi’yaru’l-İlm ve Mihakku’n-Nazar isimli iki eser yazmış ve “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” diyerek daha önce dikkate alınmayan bu ilmin vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuştur.

--------

İlk bakışta, zahiren akıl ile nakil arasında bir çelişki görülebilir. Bundan dolayı konu ile meşgul olanlardan bazıları, nazarlarını sadece nakil yönüne; diğer bazıları ise akıl tarafına çevirmişlerdir. Ayrıca akıl ile nakli cem’ ve uzlaştırmak isteyenler de vardır. Bu orta yolu tutanlar şu kısımlara ayrıldılar: Aklı asıl, nakli ona tabi kılanlar ve aksine nakli esas alıp aklı ona tabi kılanlar ve nihayet her ikisini esas alıp iki grup arasında telfik ve uzlaştırmaya çalışanlardır. Bu takdirde bunlar beş fırkaya ayrılır:

1. Nazarlarını sadece nakle hasredenler. Bunlar bu yolun birinci basamağında kalmış, mesmu’un (naklin) zahirinden ilk anladıklarıyla kani olmuşlar, nakli olduğu gibi tasdik etmişlerdir. Onlara naklin zahirindeki çelişki ileri sürülüp tevile zorlanacak olurlarsa, bu işten kaçınırlar ve şöyle derler: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela, “şeytanın şahsı, aynı zamanda iki ayrı mekânda farklı surette nasıl görülebilir?” dendiği vakit, bu Allah’ın kudretinde olmayacak bir iş değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. Bunlar nerede ise şöyle diyeceklerdir: Bir kişinin aynı halde iki mekânda bulunması Allah’ın gücü dâhilindedir.

2. Bunlar, birinci grubun karşısında, tamamiyle onlardan uzaklaşarak nakle ehemmiyet vermeden nazarlarını yalnız akla çevirmişlerdir. Dinde kendi (akıl)larına uygun olanı duyduklarında onu kabul ederler; akıllarına uygun gelmeyen konuda ise peygamberlerin böyle tasvir ettiğini iddia etmişlerdir; zira onların avam seviyesine inmeleri gerekiyordu…

3. Bunlar, aklı asıl kabul ederek ondan geniş anlamda söz etmişler; nakle iltifat etmemişlerdir.

4. Bunlar, nakli asıl kabul ederek mümareselerini ona yoğunlaştırmışlar.

5. Bunlar, mutavassıt bir fırka olup akıl ve nakil arasındaki konuları cem’eder; bunlardan her birini mühim asıl kabul eder ve nihayet akıl ile naklin çelişmesini de inkâr ederler.

İmdi, aklı yalanlayan, şüphesiz nakli de yalanlamış olur. Çünkü naklin doğruluğu ancak akılla bilinebilir. Şayet akli delilin doğruluğu olmasaydı, nebi ile mütenebbi (hak ile yalancı peygamber) ve doğru ile yalancı kişi arasındaki farkı bilemeyecektik. Akıl, dini nasıl yalanlayabilir; din ancak akılla sabit olabilir.

İşte (akıl ve nakle lâyık oldukları değeri veren) bu son fırka, en sağlam metodu benimsemiş hak ve hakikat ehlidir…

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid 1988. Kanunu’t-te’vil (Mecmu’ Resail el- İmam el-Gazzalî), Beyrut, s. 123–126.
Çeviren: Osman Karadeniz




Akıl - Nakil İlişkisi:

İmam Maturidi

Maturidilik, çok genel anlamda bahsedilecek olursa, Eşariliğe göre aklı biraz daha ön plana alan bir mezheb olarak kabul edilmiştir. Aklın prensiplerinin kullanılması konusunda Mutezile’ye yakındır. Allah’ı bilme, ilahi fiillerde hikmet-sebep arama ve eşyanın tabiatındaki iyi-kötüyü (hüsun-kubuh) tesbit etme gibi meselelerde akıl tam yetkilidir. Mâturîdî, akılla nakli anlama noktasında, aşırılığa kaçmadan orta yolu izler. Ona göre de akıl, kendisine son derece güvenebileceğimiz bir bilgi vasıtasıdır. Kendileriyle eşyanın hakikatlerine ulaşabildiğimiz yollar, ’ıyan (duyular), haber ve nazardır (tefekkür). Duyular ve haberle elde edilen bilgilerin sıhhatini tayinde akla şiddetle ihtiyaç vardır.

Mâturîdî, vahyi anlamada şu metodu izler: Muhkem ayetler, manaları açık ve kolayca anlaşılır ayetlerdir. Müteşahih ayetler ise, anlaşılması zor, bu sebeple de üzerinde ihtilaf edilen ayetlerdir. Burada yapılması gereken, manası açık olanlara kıyasla kapalı olanları anlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken de Kur’ân’ın ruhundan ayrılmamak esastır.

--------------

İnsanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendisinin tuttuğu yolun hak, diğerinin ise batıl olduğu noktasında ittifak ettiğini görmekteyiz…

Bütün insanların, üzerinde birleşecekleri dinlerinin ve sığınacakları temellerinin bulunması gerekli olduğuna göre, bilinmelidir ki dinin öğrenilmesinde başvurulacak vasıtalar iki olup biri nakil, diğeri de akıldır. Nakil ve haber, hiçbir topluluğun güvenle uygulamaktan ve başkalarına da tavsiye etmekten müstağni kalamayacağı yöntemlerden biridir. Öyle ki nesnelerin mevcudiyetini ve gerçekliğini benimseyen(ler) bir yana, bütün gruplarıyla sofistler bile diğerleriyle aynı kanaati paylaşmaktadır...

Dinin öğrenilmesinde başvurulacak akıl vasıtasının izahına gelince, evrenin sadece fena bulmak için vücut bulmuş olması hikmete uygun değildir; aklı yerinde olan herkesin, davranışlarıyla hikmet yolundan ayrılması da ona yakıştırılamayacak bir husustur. Şu halde aklın da bir parçasını oluşturduğu evrenin yaratılmış olma ihtimali söz konusu olamaz. Kanıtlanan bu gerçek, evrenin, fenaya maruz kalmak için değil, süreklilik arzetmek için yaratıldığını gösterir…

Yararlı olan şeylerin, ayrıca hakkın ve güzelliklerin zıtlarından ayrılarak bilinmesini sağlayan vasıtalar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları meşruiyeti zihninde sübut bulan şeyle kişinin amel etmesi gerekir derken bazıları da şöyle demiştir: İnsan bilginin kaynağını kavramaktan acizdir, o sadece kendisine ilham olunan şeyle amel etmelidir, çünkü bu, evrenin yönetimine sahip bulunan Allah’tan gelmektedir.

Bu iki husus bilgi vasıtası olmaktan uzaktır. Çünkü dinler arasında tezat ve tenakuz noktalarının mevcudiyeti açıktır; hem de her din salikinin kanaatine göre kendisi haklıdır. Doğru bilgi vasıtası olan bir şeyin bu fonksiyonu işlemesi imkânsızdır, çünkü bu durumda (kişi zihninde) yanlışa bizzat doğrunun şeklini giydirmektedir...

Nesne ve olayların gerçekliklerinin (hakaiku’l-eşya) bilinmesine götüren yollar idrak, haberler ve istidlalden ibarettir.

İdrak duyular yoluyla oluşur. Bu zıddı olan bilgisizliğin bahis konusu olamayacağı bilginin temel vasıtasını teşkil eder…

Haberler iki nevidir, bunların her ikisini de inkâr eden önceki gruba katılmış olur. Çünkü o, bir haberden ibaret bulunan kendi inkârını da benimsememiş olur, yani reddi sırasında kendi inkârını da reddetmiş durumuna düşer.

Akılların tek başına kavrayamadığı iyiliklerle kötülüklerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak algılayanların “konuşması” ve diğerlerinin de kulak verip “dinlemesi” ile mümkün olur…

Diğer bir haber de vardır ki ilim gerektirmede ve rahmet peygamberinden gelen bir hak olduğuna şehadet etmekte bu dereceye ulaşamaz. Onunla amel etmek veya hiç dikkate almamak gibi ki alternatif söz konusudur…

Akıl yürütme yoluyla bilgi edinmenin gerekliliği birkaç esasa dayanır. Onlardan biri gerek duyu gerek haber yoluyla bilgi edinirken istidlale olan zaruri ihtiyaçtır…

Belirtmeliyiz ki akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde, onu reddetmek için akıl yürütmekten başka bir kanıt yoktur. Bu da istidlalin gerekliliğinin bir delili olmuştur, demektir ki kendisini bertaraf etmenin yolu yine kendisidir…

el-Mâturîdî, Ebû Mansûr 2002. Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara: İSAM, s. 3–4, 9-14.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »