Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu


Hz.Peygamber: ''Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde geçimleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”

Müslüman toplumlarda oluşan geleneksel aile modelinde erkeğin evin geçiminden sorumlu olduğu ve kadının da evin tertip-düzenine baktığı bir paylaşım modeli öngörülmüştür. Ev idaresiyle ilgili bu iş bölümünün örfe bağlı yerel ya da tarihsel bir uygulama olduğunu söylemek güçtür. Kadın-erkek rollerinin yaratılış gerçekliğine (fıtrat) bağlı olmadığını aksine bunların yeniden inşa edilebileceğini yani erkeğin rolünü kadının, kadının rolünü erkeğin üstlenebileceğini öngören toplumsal cinsiyet ideolojisinin aksine bu rollerin yaratılış gerçekliğinin sonucu olduğunu belirleyen ayet ve hadisler vardır.

Evin geçiminin kocaya ait olduğunu belirleyen ve yukarıda bahsedilen Nisâ’ suresinin 34. âyetinde yer alan hükmü: “An­neler, emzirmenin son sınırına kadar olmasını isteyen baba için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak babaya ait bir yükümlülük­tür.” şeklindeki Bakara suresinin 233. âyeti de teyit eder.

Bu iki ayet dışında Hz. Peygamber de açık bir şekilde veda haccında binlerce insana yaptığı konuşmada mali durumuna ve örft göre (ma‘rûf) kadınların geçiminin kocanın görevi olduğu­nu belirtmiştir: “Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasakla­rına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde yiyecek ve giyecekleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”(Buhari,Nafakat,1,4...)

Evin geçiminin kocanın yükümlülüğünde bulunduğunu ifa­de eden daha açık bir örnek şudur: Ebû Süfyân’ın karısı Hind Hz. Peygambere gelerek: Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân cimri bir adamdır. Kendime ve aileme yetecek ölçüde onun malından almamda bir günah var mı? diye sorduğunda Hz. Peygamber: “Ailenin toplumdaki standardına uygun olan ölçüye (ma‘rûf) bağlı kalman kaydıyla almanda bir sakınca yok.” buyurdu. Ha­disin farklı rivayetlerinde Hind, kocası Ebû Süfyan’dan habersiz kendisine ve çocuklarına yetecek miktarla sınırlı olmak kaydıyla onun malından aldığını da belirtmektedir.(Buhari,Nafakat,14;Büyü,95..)

Tarihî süreçte Müslüman toplumlarda uygulama bu yönde gelişmiştir. Günümüzde kadının günlük hayatta genişleyen ak- tivitesi sebebiyle ailelere göre farklılık arz etse de bu paylaşımda belli ölçüde değişim gözükmektedir. Kocanın çalışmasında ve ai­lenin geçimini üstlenmesinde bir farklılık göze çarpmasa bile ka­dın üzerinden üretilen projeler sonucu kadın gerek sosyal hayatta gerekse iş yaşamında genişleyen aktivitesi sebebiyle erkeğin rolle­rinden bir kısmını almış, bir kısmını kocaya devretmiş, bir kısmı­nı da profesyonel meslek icra eden kurum ve kişilere bırakmıştır. Çocuk bakımı-terbiyesi, kreşlere ve anaokullarına bırakılırken ev işleri de hizmetçilere emanet edilmiştir. Hizmetçiler de yine ka­dınlardan seçilmektedir. Yani kadın dışarıda çalışırken tutulan bir başka kadın onun evinin işini ücretli olarak yapmaktadır.

Modern dünyanın, popüler kültürün etkili araçlarını çok iyi kullanarak gelenek karşıtlığı üzerinden kadının egemenlik alanını genişleten projelerini bir kısım ilahiyatçıların anakronik bir yaklaşımla basil benzerliklerden yola çıkıp arkadaki zihniyet dünyasın ıskalayarak kabul görmüş figürler üzerinden meşrulaştırma çabalarıda ayrı bir tartışma konusudur. Mesela 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde Hz. Hatice’nin (r.a.) zengin bir iş kadını olarak öne çıkarıl­ması, İslam da da kadının çalışabileceğine dair örneklerin zihniyet dünyasına bakılmaksızın anlatılması, Anneler Günü dolayısıyla İs­lam’ın temel metinlerinden hareketle anneye ne kadar önem veril­diğinin gündemde tutulması, bugünlerde gündeme uygun hutbeler okunması tuhaf bir yaklaşımdır. Modern dünyanın unutturduğu anneyi bir gün hatırlatması üstelik bunu da tüketim kültürünün bir aracı olarak kullanması yadırganacak bir durumdur.

Burada tartışılması gereken husus kadının çalışıp çalışma­ması değil zihniyet dünyasındaki değişimin görülmemesidir. Günümüz iş dünyasında kadının çalışmasının arka planında ko­canın ekonomik gücüyle kadını ezdiği ve kadın üzerinde daha kolay hegemonya kurduğu, dolayısıyla kadının ekonomik olarak özgürlüğüne kavuşmasının, kendi ayakları üzerinde durabilme­sinin kocaya karşı daha güçlü olabilmesini sağlayacağı yönünde­ki feminist ideolojinin tezleri vardır. Dolayısıyla araçların amaçsallaştırılması, gün geçtikçe kadının zihinsel olarak evden uzak­laşması, evine göre işini öncelemesi, dindar kesimin de farkında olmadan bu değirmene su taşıması bir zihniyet sorunudur.

Hz. Peygamber ve İslam tarihinin birçok yönden örneklik arz eden Hulefa-i Râşidîn dönemlerinde kadının çalıştığına dair örnekler elbette mevcuttur. İslam âlimleri temel kaynaklardaki delillerden yola çıkarak tesettüre riayet, ihtilat ve halvete dikkat etmek, ibadetleri eda etmeye engel bir hâlle karşılaşmamak ve işin bünyeye uygunluğu kaydıyla kadının çalışabileceğine itiraz etmiş değillerdir. Tarihî süreçte kadınların erkekten daha az çalıştığını söylemek de ne kadar mümkündür, bu da tartışılabilir bir durumdur. Ama burada önemli olan işin amaç hâline dönüşme­mesi, işin, evin kadına olan ihtiyacına bağlı bir düzenleme şeklinde belirlenmesidir. Gelenek içinde “ezilmiş kadın” safsatasının etkisiyle muhafazakâr kesim de dâhil birçok baba kızını “işinin kölesi, kocasının efendisi” konumuna getirebileceğini hesaba kat­madan “Kızım okumalısın, elinde işin olmalı, kocana karşı güçlü olmalısın, gerektiğinde rest çekebilmeksin.” sözleriyle okuluna yönlendirebilmektedir. Bu şekilde biçimlenen zihinle çalışan ka­dının iş yerinde haksızlığa uğradığı hâllerde bile sırf kocasından bağımsız olabilmek için buna katlandığını ama kocasından bir olumsuzluk gördüğünde işine sığındığını görmek sürpriz olma­malıdır. İş hayatında aktif bir şekilde bulunan, hatta işine tapar­casına bağlı olan kadınların kocasının küçük bir talebine “Benim işim, maaşım var.” deyip ona rest çekebilen ama işvereninin ya da idarecisinin her türlü kapris ve eziyetine “İşin senin olsun, benim eşim var.” diyemeyip ona katlanan kadınların çalışması sağlıklı bir yol değildir. Kadının işine, evin geçimine katkı yerine, koca­sından bağımsızlık için sarılması, kendi kendisine yetebilen bir birey olma hayali, aile hayatını olumsuz etkileyen bir durumdur.

Bu ifadelerden hareketle kadının çalışmasına karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Burada itiraz, işin araç olmaktan çıkarılıp ama­ca dönüşmesi ve kadının zihinsel anlamda evden kaçışına zemin hazırlamasıdır. Bunun da en önemli olumsuzluğu, doğumdan ve annelik rolünden uzaklaşmaktır. Zihinsel anlamda evini işine önceleyen, işini evden, doğumdan, annelikten kaçış için kullanma­yan, kocaya karşı güç gösterisine dönüştürmeyen, kısaca araçları amaçsallaştırmayan bir kadının, bünyesine uygun ve diğer genel şartları taşıyan her türlü işi yapmasında dinî bir sakınca yoktur.

Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?


Bazı olaylar üzerinden ailede şiddet meselesi, yazılı ve gör­sel medyada çok sık şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Özellikle vahşice katledilen kadınların hüzün bırakan hatıraları sebebiy­le hassasiyet arz eden bir konunun tartışılması, buna bir çözüm bulunması acil bir konudur. Sırf 2014 Nisan ayının ilk on günü içinde her gün bir kadın öldürülmüştür. Bunu insanlıkla bağ­daştırmaya imkân yoktur. Dolayısıyla ailede şiddet konusunun gündemde tutulması, sorunun topluma mal edilmesi açısından olumlu olmakla birlikte bunun aileyi şiddetle özdeşleştirecek biçimde sunulması bilinçli ya da bilinçsiz olarak aileden kaçışı teşvik etmekte, evlenecek genç kız ve erkekleri korku ve endişeye sevk etmektedir. Bunun dışında şiddet olgusunun daha çok aile ile sınırlandırılarak yansıtılması, toplum katmanlarındaki diğer şiddet hadiselerini perdelemektedir. Bu tutum şiddetle kapsamlı biçimde mücadelede ciddi bir engel oluşturmaktadır. Oysa ülke­mizde cahiliye toplumunu hatırlatan şiddet olaylarının çok ko­lay şekilde işlenebildiği dikkate alınırsa konuyu toplumsal sorun olarak ele almak ve ona göre tutum belirlemek bir zorunluluk olarak görülebilir.

Son zamanlarda bireysel silahlanmada, dövüş sporlarına ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Hatta gençlerin dinlediği müzik parçalarında bile bir hayli şiddet vurgusu bulunmakta­dır. Bunun yanında basit sebeplere bağlı olarak son derece ağır ve telafi edilemez sonuçları olan şiddet olayları yazılı ve görsel medyada haber olarak yer almaktadır. Mesela tarla veya bahçe­de sınır kavgalarında, su nöbeti ile ilgili ihtilaflarda, trafikte yol verme ya da vermeme kavgasında, bir ağacın kime ait olduğu­nun belirlenmesinde, hayvan otlatma tartışmalarında, park yeri ve pazar yerini paylaşamamada, seçimlerde, öğrenci-öğretmen, hasta-hekim, memur-âmir vs. arasındaki tartışmalarda birçok insanımızı kaybettiğimiz vakalar yaşıyoruz.

Örnek kabilinden zikredilen bu tür olayları çoğaltmak müm­kündür. Bunların tekrarlanması da son derece kolay gözükmek­tedir. O zaman şiddeti sadece aile ile sınırlı tutmak yerine, onu toplumsal bir sorun olarak ele alıp sebep ve sonuçlarını tespit ederek uygun çözümler üretilebilirse sağlıklı bir sonuca varma imkânı olur. Şiddet “öğrenilen bir tepki ve saldırganlık” olduğu­na göre kaynağına inmeden, dinamiklerini analiz etmeden, onu oluşturan kültürel ortamı ele almadan çözülmesinin mümkün olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü şiddet, bir rahatsızlık ve engellenme durumuna verilen sertliği ifade eder. Şiddete sebep olan faktörleri izah etmeden, sonuçlar üzerinden onu anlamaya çalışmak temel bir yanılgıdır. Dolayısıyla bir sonuç olarak şidde­ti gündeme almak yerine sebeplerini ele almak daha sağlıklı bir yoldur. Ancak bu sayede kalıcı ve kapsamlı bir sonuç üretilebilir.

Bugün sadece ekonomide değil bütün ilişkilere rekabetin hâkim olmasıyla şiddetin yaygınlaşmadığı ya da yürümediği alan kalmamıştır. Niçin?

“Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, yaratıklarına şefkati” ahlakın tanımı olarak belirleyen merhamet merkezli medeni­yetin göz kamaştıran Müslüman toplumuna ne oldu da bütün ilişkilerine şiddet yön vermeye başladı?

Kış günü yiyecek bulamayan yırtıcı hayvanlara yiyecek vermek, yuvasız kuşlara yuva yapmak, yaralı hayvanları tedavi etmek, yerdeki balgamı közlü küle alıp mikrop yaymasını en­gellemek, genç kızlara çeyiz hazırlamak, yolcuya kervansaray yapmak, yolda kalmışa hakkını vermek, bardağı kıran hizmetçi kızın ev sahibesinden azar işitmemesi için onu ödemek üzere va­kıflar kuran şefkat medeniyetinin insanlarına ne oldu da şiddeti yaygınlaştırmaktadır?

Haksız şekilde kendisine savaş açan düşman askerinin esir olarak eline düştüğü hâllerde bile kendi yiyeceğini-içeceğini ve­ren, elbisesi yoksa elbise bulan, barınak sağlayan, bunları bula­mamışsa kendininkilerini veren ve bunun için bir teşekkür bile beklemeyen(İnsân (76), 8-12.) insanlar ne oldu da dünyaya sığamaz hâle geldi ve kendi kardeşlerine amansız bir düşman kesildi?

Ticari ve ekonomik hayatta neden insanlarımız vahşi bir re­kabet içine girdi? “Ben siftahımı yaptım, alacağını komşumdan satın al.” diyerek ahilik kültürünü yücelten kanaatkârlar, ne oldu da hastane karşısındaki üç dükkânı da kiralayıp birisinde ecza­cılık yapıp diğer ikisini başkası gelip kendisine rakip olmasın diye boş tutan insanlara dönüştü?

Spor müsabakaları bile neden savaş havasında cereyan et­mektedir?

Neden bütün hayatımız artık kameraların kontrolü altına girdi?

Neden kendi güvenliği için gecesini gündüzüne katan ve insanların huzuru için kendi hayatını tehlikeye atan güvenlik güçleri bile şiddete maruz kalmakta hatta kendisini koruyamaz hâle gelmekte ve daha da kötüsü bunun bir hak olduğu iddia edi­lebilmektedir?

Topluma hizmet veren araçlar, neden yakılmakta ve par­çalanmaktadır? Ya da topluma hizmet veren kamu araçlarının mesela bir belediye otobüsünün koltuğuna yazılan yazılar ya da jiletlenen koltuklar neyi ifade etmektedir? Umuma hizmet veren tuvaletlerin kapılan ve duvarları neyi anlatmaktadır?

Neden karıncayı incitmeyen bu insanlar, artık şiddeti bir ya­şam biçimi olarak benimsemektedir?

Bu sorulan çoğaltmak mümkündür. Bütün bu şiddet görün­tüleri ortada iken sadece kadına şiddet konusunu de almak so­runun çözümü için ciddi engeldir.

Toplumsal şiddetin bütün yükünü aile üzerinden tartışmak ve özellikle şiddet haberlerinin getirdiği telaşla aileyi, birbirine düş­man ve her an çatışmaya hazır kadın-erkek portresiyle tanımlanır noktaya getirmek, bütün suçu kocaya yıkmak, çözüm olarak da hukuk yoluyla ya da polisiye önlemlerle kocanın hizaya getirilme­sinin tedbirlerinin alınması gerektiğine dair bir beklenti oluştur­mak, en basit ifadesiyle insafla bağdaşır bir durum değildir.

Bu zihinsel savrulma sebebiyle nerdeyse Kur ân-ı Kerîm şid­detin kaynağı olarak suçlanır hâle geldiğinden Nisâ’ suresinin 34. ayetinde aile içi uyuşmazlıklarda tedbirlerden birisi olarak i öngörülen “darb” kelimesini anlamlandırmada zorluklar ya da zorlanmalar yaşanmakta, halk arasında son derece anlamlı olan sözler bile şiddetin referansı sayılıp eleştirilmektedir. Mesela “Kızını dövmeyen dizini döver.” sözü, “Kızım iyi yetiştiremeyen sonunda âh-vâh eder, üzülür, ona iyi terbiye vermede titiz olmak gerekir.” şeklinde anlaşılması gerekirken şiddetin referansı ola­rak görülmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 08.01.2010 tarih ve 01 saydı kararıyla yayınlanan ve binlerce adet basılıp (Ankara 2010) din görevlderine dağıtılan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması El Kitabı adlı çalışmayı hazırlayan DİB uzmanlarının görüşlerinde az yukarıda tasvir edilmeye çalışılan zihinsel arka plan görül­mektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bugüne kadar dinî yorum ve tu­tum bağlamında tutarlı yönteme sadâkatini, doğru istikameti­ni ve güven veren duruşunu devam ettirmektedir. O açıdan bu kurumun kadına şiddet konusundaki etkinliklerini -biri genel diğeri özel olmak üzere- iki açıdan önemsediğimizi özellikle be­lirtmemiz gerekir. Birincisi, ülkemizde toplumsal sorunlara din ile bağlantısı kurulamayan çözümlerin özelliğine göre ya işlev­selliği yoktur ya da zayıftır. İkincisi kadına şiddet, din, ahlak ve hukuk bakımından asla kabul görmemiş bir eylemdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin kadını yücelten, ona özel bir değer atfeden duruşunun şiddeti engelleyici bir etki yapabileceğinde asla şüphe yoktur. Bunun tek şartı, muhatabın imanının şekil­lendirdiği vicdanının devre dışı kalmamış olmasıdır. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığının konuya aktif olarak eğilmesi her türlü takdirin üzerindedir.

Ancak az önce bahse konu kitapçıkta şiddet tiplerinin Batı­lı formlara bağlı kalınarak kategorize edilip doku uyuşmazlığı dikkate alınmaksızın bunlarla mücadele için din görevlilerine bir yol haritası çizilmeye çalışılması isabetli gözükmemektedir. Avrupa Birliğinin kadını korumaya yönelik projelerinin ana fikrini oluşturan bu ifadeler yerine, toplumdaki sorunu içeriden tespit edip onlara yer vermek ve yine içeriden bir bakışla çözüm önerilerinde bulunmak daha isabetli olurdu. Eğer toplumdaki şiddetin kodlan çözülememiş ise Batılı sorunları satırlara diz­mek yerine en azından bu metinde Hz. Peygamberin “müjde­leyin”(Buhari,İlim,11..)hitabına uygun biçimde İslam’ın temel kaynaklarının kadın-erkek ya da aile ilişkileri için öngördüğü ölçüler gösterilip teşvik edici nitelikteki esaslar belirlenebilseydi hayırlı bir iş ya­pılmış olurdu. Batılı toplumlarda ortaya çıkan şiddet tiplerinin Müslüman erkeklerce de yapıldığı ön yargısıyla kadını bundan kurtarma çabasına dönük bir kampanya havasında din görevli­lerinden katkı istemek tutarlı bir yöntem değildir. Bu ifadelerden Müslüman karı-kocanın tam anlamıyla birbirlerine düşman olduğu ve ahlak dışı yollarla eşini ezen kocaya karşı dışarıdan bir güç ile onu koruma telaşı sezilmektedir.

Batı dünyasındaki standartlara göre belirlenmiş ve dört kate­goride ele alman şiddet ifadelerinin bizim toplumumuzla ne kadar uyum arz ettiğini ve bunların hangi oranda bulunduğunu okuyu­cuya bırakarak kadına şiddeti kategorize eden Diyanet işleri Baş­kanlığının bayan uzmanlarının ifadelerini aynen alıyoruz:

“Fiziksel Şiddet: İtip kakmak, tokatlamak, tartaklamak, tek­melemek, kesici ve vurucu aletlerle ya da yakıcı maddelerle bede­nine zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya zorlamak, sağ­lık hizmetlerinden yararlanmasına engel olarak bedensel zarara uğratmak, saçını çekmek, yumruklamak, kol kıvırmak, odaya-eve kilitlemek” (s. 26).

“Psikolojik/Duygusal/Sözlü Şiddet: Kadına bağırmak, haka­ret etmek, aşağılamak, başka kadınlarla kıyaslamak, korkutmak, aşırı kıskanmak, ihmal etmek, yok saymak, çirkin olduğunu söy­lemek, kadının nasıl giyineceğine, nereye gideceğine, kimlerle gö­rüşeceğine karar vermek, kadına ve çocuklarına zarar vermekle, öldürmekle tehdit etmek, diğer insanlarla ilişkilerini sınırlamak, kendini geliştirmesine engel olmak, kadını maruz kaldığı şidde­tin sorumlusu olarak görmek, kadının kültürel farklılıklarını yok ' saymak, bastırmaya çalışmak veya bu gerekçeyle kötü muamelede bulunmak” (s. 26-27).

“Cinsel Şiddet: Kadını istemediği yerde, istemediği zamanda ve istemediği biçimde cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), ensest, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorla­mak, fuhuşa zorlamak, cinsel organlarına zarar vermek, fiziksel özelliklerini başka kadınlarla / erkeklerle kıyaslamak” (s. 27).

“Ekonomik Şiddet: Kadının çalışmasına izin vermemek, iste­mediği bir işte zorla çalıştırmak, az para vererek çok şey beklemek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda kadının fikrini sormadan tek başına karar almak, kadının parasını, kişisel mallarını elinden almak, kadının kariyerini engelleyen kısıtlamalar getirmek (iş gezilerine, toplantılara, kurslara katılmasına engel olmak), kadı­nın iş bulmasını kolaylaştırıcı becerilerini geliştirecek etkinliklere katılmasını engellemek, iş yerinde olay yaratarak kadının işten atılmasına neden olmak” (s. 27).

Bu şiddet kategorilerini toplumumuzla ilişkilendiren uz­manlara bazı sorular sormak gerekir.

Müslüman Türkiye’de, gerçekten dinî açıdan günah, ahlaki açıdan ayıp ve hukuki açıdan suç kabul edilebilecek durumda olan fiziksel şiddetin oranı nedir?

Kocanın eşinin giyimi ile ilgili teklifinin; çevresi ile ilişkile­rinde dikkatli olmasını istemesinin; evini, çocuğunu, kocasını bırakıp iş gezilerine katılmasına razı olmamasının; kariyer için evini ihmal etmemesini talep etmesinin eşe yönelik bir şiddet olduğunun delili nedir?

Batılı bir kısım köktenci feministlerin aile içi şiddet, tecavüz ve cinsel taciz iddialarını(Giddens,519) alıp bizim toplumumuzun sorunu hâline getirmek ne anlam ifade eder?

Evliliğin temelinde cinsellik büyük önem arz etmesine rağ­men “eşe tecavüz” diye bir kavram geliştirmek, ailenin en mah­rem ve en özel alanına dışarıdan müdahale etmenin naslardaki dayanağı nedir?

Batılı feministlerin “evlilik içi tecavüz”(Giddens,Sosyoloji,s.281,519) tanımlaması kendi sorunları ile ilgili bir tanımlama olduğu gibi, koca eşinden red cevabı aldığında önünde birçok seçenek vardır. Giddens’in plas­tik cinsellik dediği modern seks hayatında üreme ile cinselliğin bağı koparılmıştır ve bu açıdan modern toplum bireyleri daha önce hiç olmadığı kadar cinsel seçeneğe sahiptir.(age,282-283-283)

Karı-koca arasındaki cinsel hayatı dışarıdan düzenlemeye kalkmak, ona kurallarla sınır çizmeye çalışmak ne derece müm­kündür?

Cinselliğin daha serbest yaşandığı Batı dünyasındaki insa­nın sorunu olarak gözüken bir hususu eşi dışında bir başkasıyla cinsel ilişkinin haram olduğuna inanan Müslüman kocaya uy­gulamak hangi sosyolojik gerçekliğe dayanır?

Cinsellik her zaman son derece mahrem bir konu olarak görülegelmiştir.(age,483) Bu mahrem alanı hiçbir araştırmaya bağlama­dan doğrudan şiddet iddiasıyla dışarıdan düzenlemeye kalkmak ne derece isabetlidir?

Feminist ideolojinin, cinsellik, üreme, annelik, tecavüz şek­linde şiddete başvurma gibi yöntemlerle kadın bedeninin erkek tarafından denetin altına alındığı(1) iddiasını Müslüman zihni­yeti açısından şiddetle ilişkilendirmenin delili var mıdır?

Kadına kocanın cinsel ilişki talebine direnme hakkı tanınır­ken erkeğin cinsel ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir çözüm önerisinde bulunmamak erkeği yok saymak ya da sadece sorunun ondan kaynaklandığı anlamına gelmez mi? Bu durum, meseleye sadece bir taraftan bakıp ayrımcılık yapmak anlamına gelmez mi? Böyle bir direnç kocaya uygulanan pasif şiddet değil midir?

Hz. Peygamber’in şehvetin etkisine giren kocanın hemen eşine dönmesini talep eden hadisine (Müslim, “Nikâh”, 9) dayanarak evine gelen bir kocaya eşi hazır olmadığını söylediğinde önerilen çözüm nedir?

Cinsel hayatı bile hukuk üzerinden inşa edip müzakerelere bağlamanın aile hayatı ile bağlantısını nasıl kuracağız?

Kocanın eşini fuhşa zorlamasının şiddet olarak ifade edil­mesindeki tuhaflık bir yana boşadığı eşinin bir başka erkekle evlenmesine bile tahammül edemeyen insanların bulunduğu bir toplumda böyle bir ahlaksızlığı kaç Müslüman koca eşine reva görmüştür? Bu konuda istatistiksel bilgi var mıdır? Şiddetle izah edilen bu ahlaksızlığın toplumumuzdaki varlığı ne ölçüde bu­lunmaktadır?

“Sizin eşiniz üzerindeki hakkınız hoşlanmadığınız kişilere evinizi açmamasıdır.”(Müslim,Hacc,147..) hadisi dikkate alındığında bu ve benzer naslara uygun davranan koca, eşine şiddet mi uygulamaktadır?

“Doğumdan kaçınmayan ve yüksünmeyen kadınlarla evle­nin.”(Ebu Davud,Nikah,3..) hadisi Müslüman aileye yol göstermişken eşinden doğum talebinde bulunan koca, bu isteğiyle ona nasıl bir kötülük yap­maktadır ve bu talebin şiddetle bağlantısının kurulmasının anla­mı nedir? Bizim toplumumuzda böyle bir şiddet var mıdır? Varsa ne kadardır? özellikle Batı dünyasında doğumu teşvik eden poli­tikalar da psikolojik şiddet olarak değerlendirilebilir mi?

Aile tipleri ve aileden beklentiler toplumlara ve kültürlere göre değişiklik arz etse de hiç bir zaman değişmeyen işlevleri vardır. Topluma yeni üyeler kazandırmak ve cinsel hazzı belli bir düzene sokmak bunlardandır.(Erol Güngör, Müslim, “Nikâh”, 9Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, s. 207-208.) Kur’ân-ı Kerîm kadınları “çocuk yetiştiren tarlalar”(Bakara,223) olarak nitelerken insan neslinin de­vamında kadının rolüne ve ona verilen değere işaret etmektedir. Bu ayette modern Batının cinsel hayatla doğumun bağlantısını koparan(Giddens,443) zihniyet dünyasına da bir cevap vardır. Buna rağmen doğum şiddet bağlantısının kurulması anlamsızdır.

Bugün aile yapısının çöküşünde ve doğum oranlarının düş­mesinde bu tepkisel tutumun bozduğu dengelerin bulunduğunu göz ardı ederek Türk toplumuna bunu bir sorun olarak dayat­manın ve şiddetle ilişkilendirmenin anlamı olabilir mi? Şayet kadının doğuma direnme hakkı varsa erkeğin çocuk talebini karşılayabilecek imkânları nelerdir?

Şayet kadının doğuma ya da kocasının cinsel ilişki talebine direnme hakkı varsa kocanın çocuk talebini veya cinsel ihtiyacı­nı karşılayabileceği imkânları nelerdir? Mesela burada karı-kocanın birer de sevgili edinebildikleri Amerikan patentli “açık uçlu evlilik” önerilebilir mi?

Görüldüğü üzere aileyi ve cinsel hayatı tamamen Batılı gö­züyle algılayıp, sorunu buna göre tasvir edip kadın gözünden öngörülen direnci ifade ettikten sonra aynı problemin çözümü­nü Batılı erkek açısından göstermemek sorunu gizlemek anla­mına gelmez mi? Bu durumda mesela bir Batılı erkeğin istediği kadınla anlaşıp ya da onu kiralayıp ondan özgürce çocuk sahibi olması, çocuğu olduktan sonra da o kadınla ilişkisini koparması bir çözüm olarak Müslüman erkelere de önerilebilir mi veya ev­latlık müessesesi bir çözüm olarak sunulabilir mi? Yahut taşıyıcı annelik Müslümanlar için de bir çözüm müdür? Ya da Müslü­man erkekler için çok evlilik bir çözüm olarak görülebilir mi?

Sadece bir fikir vermesi açısından bahsedilen bu şiddet tiple­rinden sonuncusunu örnek kabilinden analiz etmemiz tamamı­na bir zemin hazırlayacaktır.

Doğumla bağlantısı kurulan cinsel şiddet sorunu, aslında erkeğin kadın bedeni üzerinde kurduğu tahakkümden ve erkek denetiminden kurtarılmasını amaçlayan Batılı feminist ideolo­jinin iddiasıdır. Bu söyleme göre modern kadının özgürce kendi bedeni üzerinde tasarrufta bulunabilmesinin, bedeni üzerinde her türlü kararı özgürce kendisinin verebilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bunun test edildiği en önemli gösterge doğum ve eşcinsel evliliklerdir. Şayet koca, eşinin hamile kalma­sında ısrar ediyor ve bunu dayatıyorsa bununla şiddet uyguluyor demektir. Bu durumda kadının doğuma direnme hakkı vardır. Çünkü o doğurmama özgürlüğüne sahiptir. Bu hakka bağlı ola­rak feminist ideoloji doğum kontrol hapları ve diğer tıbbi ope­rasyonları bu açıdan bir çözüm olarak görmektedir. Kadın, iste­mediği hâlde hamile kalmış ise kürtaj bir kadın hakkıdır. İnsan, bedeni üzerinde mutlak özgürlüğe sahipse Müslüman ilahiyatçı­lar olarak eşcinsel evliliklere ne demek gerekir?

Erkeğin kadını sömürmesine, onun üzerinde hegemonya kurmasına bir tepki olarak doğan ve erkeğe boyun eğdirmeyi hedefleyen feminist ideolojinin tezlerini alıp Müslüman toplu­ma dayatmak yerine, içeriden bir bakışla birbirlerini tamamla­yıcı rolleriyle ve birbirlerinin eşdeğeri olarak kadın-erkeği konu alan, yol gösteren, gerektiğinde bu ilkelere aykırı hatalara işaret eden bir üslup kullanmak gerekirdi.

İlgili ayetin değerlendirilmesine geçmeden önce son söz ola­rak şunu söylemeliyiz: Geleneksel aile yapısı içinde dinin özün­den değil farklı yorumundan oluşan kültürel formların oluştur­duğu bazı olumsuzlukların bulunduğunu kabul etmekle birlikte karı-kocanın kendi aralarında halledebilecekleri basit meseleleri daha büyük soruna dönüştüren ve çatıştıran, karı-koca dengesini alt üst eden modem zihnin aile huzuruna katkı sağlamada daha sorunlu olduğunu belirtmeliyiz. Ancak elimizde otantik yapısını muhafaza eden Kur’ân-ı Kerîm gibi dinamik bir metin ve sahih sünnet mevcut olduğuna göre bu kaynaklarla tutarlı bir yöntem doğrultusunda bağlantısını kurduğumuzda sorunlarımıza yaratı­lış gerçekliğine uygun çözümler bulmamız her zaman mümkün­dür. Dolayısıyla kendi geleneğimiz ve medeniyetimizin imkânla­rını görmeden doğrudan doğruya konservatif fikirleri almak daha büyük bir soruna ve çözümsüzlüğe sebep olmaktadır.

Ailenin kuruluş ve işleyişi(Rum,31) hatta sonlanması hâlinde bile(Bakara,229) Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği en temel ilke, eşlerin birbirlerine karşı sevgi (meveddet), nezaket (rahmet) ve iyilik (ihsân) göstermeleridir. Kur’ân-ı Kerîm başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “Kadınlarınıza iyi davranın.”(Nisa,19) emriyle özellikle er­kekleri uyarırken Hz. Peygamber de her alanda olduğu gibi (Ahzâb (33), 21.) bu konuda da en güzel model olmuş, eşlerine şiddet uygulamak bir yana kötü bir söz bile söylememiştir. Bir hadisinde: “Allah ka­tında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananmızdır. Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 472.) Eşi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek onun, eşlerine ve hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51) Nitekim, onun kendisi­ne karşı olumsuz bir davranışı sebebiyle babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) cezalandırma teşebbüsüne rıza göstermeyerek bizzat engel olmuştur.(Ebu Davud,Edeb,84)

Veda hutbesinde (vefat etmeden önce, bütün insanlığa yap­tığı son konuşma) kadınların Allah’ın emaneti olduğunu belirt­miş, onlara karşı sorumluluğa dikkat çekmiştir.(Ebu Davud,Menasik,56..) Şiddetin güç kullanarak haksız şekilde tahakküm kurmak anlamına geldiği düşünülürse “kadının emanet oluşu” onun erkeğin mülkiyetin­deki bir eşya gibi değerlendirilemeyeceğini göstermesi ve şiddet­le kontrol altına alınan bir varlık olmadığını, iradesinin ipotek altına alınamayacağını, bunun, sahibi olan Allah’a karşı bir say­gısızlık olduğunu göstermesi açsından önemlidir.

“Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber. “Öncelikle kendi statüsü ve imkânına göre kocanın eşin yeme-içme, giyim, mesken ihtiyacını karşıla­ması ve bu konuda kendinden farklı davranmamasıdır. Şiddet uygulamaması, aşağılama gibi onur kırıcı davranışta bulunma­ması, evi terk edip gitmemesidir.”(Ebu Davud,Nikah,41..) cevabını vermiştir.

Eşlerini dövme alışkanlığından vazgeçmeyenleri uyarmış ve şiddetin Müslümana yakışmayan bir davranış olduğunu,(bk.Müslim,Cennet,49) eşle­rine şiddet uygulayanların iyi insan olmadıklarını, kötüler (şerr) olduğunu beyan etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51..) “Eşlerinizi döveceksiniz, sonra da utanmadan onunla aynı yatağa girecek yüzsüzlüğü gösterecek­siniz, öyle mi?” diyen bizzat Hz. Peygamberdir.(Müslim,Cennet,49)

Hz. Peygamber (s.a.s.) pasif şiddet olarak nitelenen, eşin ko­cası tarafından ihmal edilmesine, terk edilmesine de asla rıza göstermemiş ve bunu yasaklamıştır.(İbn Mace,Nikah,3) Hatta kendisini ibadete verip eşini ihmal eden bazı sahâbîlerin birbirlerini uyardığını, Hz. Peygamberin de bu hususta titiz’ davrandığını birçok kay­naktan öğreniyoruz.(msl. bk. İbn Balaban, el-İhsân bi-tertibi Sahihi Hibbân(nsr SuaybArnaût), Beyrut 1414/1993. n. 23.)

Kur’ân-ı Kerîm, eşini yüz kızartıcı bir suç olan zina hâlin­de yakaladığını ve bunu hukuken geçerli olacak bir ispat vası­tasıyla destekleyememiş bir kocaya bile şiddet kullanma izni vermemiş, uygulanacak prosedürü belirlemiştir. “Li‘ân” veya “mülâ'ane” denilen bu uygulama, karısını zina hâlinde yaka­ladığını ya da doğan çocuğun kendine ait olmadığını savunan kocanın iddiasını ispat edememesi durumunda karısıyla bir­likte hâkim huzunda lanetleşip ayrılmalarını ifade eder, ilgili ayetler şunlardır:

“Kendi hanımlarına zina isnadında bulunup bu iddialarım ispatlamak için kendilerinden başka şahitleri olmayan kimseler­den her birinin şahitliği, dört defa Allah’a yemin edip doğrulardan olduğuna Onu şahit tutmalarından ibarettir. Beşinci defa, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olma­sını istemeleridir. Kadının dört defa Allaha yemin edip kocasının iddiasında yalan söylediğine Allah’ı şahit getirmesi kendisinden cezayı kaldırır. Beşincisinde de, kocası iddiasında doğru olduğu takdirde, Allah’ın lanetinin kendisi üzerine olmasını ister.’(Nur-5-9)

Böyle bir uygulamadan sonra İslam hukukçularının çoğun­luğuna göre karı-koca birbirinden ayrılır ve ebediyyen birleşemezler. Mâlikıler, Şâfı‘îler ve Hanbelîler bu görüştedir. Koca ya­lan söylediğini itiraf etse bile karı-kocanın evliliklerine dönme­lerine imkân yoktur. Ebû Hanîfe ve talebesi îmâm Muhammed’e göre bu bir bâin talâk gibidir. Ebedî haramlılık meydana getir­mez. Eğer koca yalan söylediğini ve karısına iftirada bulunduğu­nu itiraf ederse kendisine kazf suçuna uygulanan seksen değnek vurulur ve tekrar evlenebilirler.

Görüldüğü gibi son derece ağır ve yüz kızartıcı namus suçu oian zina hâlinde yakalanan eşe dahi şiddet ve cinayete geçit vermeyen Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in daha basit an­laşmazlıklarda buna kapı araladığını söylemeye imkân yoktur. Kaldı ki İslam hukukuna göre ric‘î talâkta boşanan kadın iddet suresi içinde kocasının evinde kalmaktadır. Bu ortamda şiddet­ten nasıl bahsedilebilir ki! Çok ilginç olan şu diyalogda bu husus berrak bir şekilde gözükmektedir

Ebû Hureyrenin rivayet ettiğine göre: Sa‘d b. Ubâde ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir diyalog geçer:

Sa‘d b. Ubâde: "Yâ Rasûlallah! Eşimle birlikte olan bir adamı bulduğumda dört tanık getirinceye kadar ona bir şey yapamaya­cağım, öyle mi?"

Rasûlulllah (s.a.s.): “Evet, tabii ki!”

Sa‘d: “Asla olamaz! Seni hak din ile gönderen Allaha yemin ederim ki, ben hiç beklemeden kesinlikle onu kılıçla tepelerim!”

Rasûlullah yanındaki arkadaşlarına dönerek: “Efendinize bakın, neler söylüyor! O gerçekten çok kıskanç ama ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden de kıskanç."(Müslim,Li'an,16)

Burada Hz. Peygamber sen kıskançlığın sebebiyle eşinle zina hâlinde yakaladığın adamı öldürmek istiyorsun ama senin kıs­kanç olduğunu bilen Allah ve Peygamberi bunu yasaklıyor de­mek istemektedir.

Kur ân-ı Kerîm, cahiliye döneminde kocanın kötüye kulla­narak eşine zulmettiği îlâ\ zıhâr, talâk gibi tasarrufları ıslah edip rahmete dönüştürerek kadım zulümden kurtarmıştır.(2)

Hz. Peygamber, kız çocuklarının diri diri toprağa gömül­düğü bir ortamda(Tekvîr (81), 8-9.)iyi yetiştirilen ve kendilerine iyi davranılan kızların cennete vesile olan Allah’ın lütfettiği varlıklar okluğu­nu belirtmiştir.(Ebu Davud,Edeb,121..) Kızıyla olan ilişkileri de bu konuda en güzel örnektir. Kızı Fatıma’yı (r.a.) görünce sevinçle dolar, kendisini ayakta karşılar ve onu yanına veya kendi yerine oturturdu. Fat­ıma da kendi evine geldiğinde babasını aynı şekilde karşılayıp ağırlardı;(Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 98..) Hz. Peygamber’in sefere giderken aile fertlerinden en son vedalaştığı, seferden dönünce de ilk görüştüğü hep kızı Fâtıma olmuştur.(Ebû Dâvûd, “Teraccül”, 21.)Buna göre hiçbir koca kendi kızına yapılmasını uygun görmediği bir davranışı başkasının kızı olan eşine -ki o Allah’ın emanetidir- yapmamalıdır.

Bütün bunların yanı sıra hayvanlara bile nezaketli davranıl- masmı isteyen bir dinin(Müslim, “Sayd”, 57) kadınlara karşı şiddeti tavsiye etmiş olması asla düşünülemez. Hz. Peygamber’in hayvanların yav­ruları için yeterince süt bırakmayanları uyarması, sağmal hay­vanların memelerinin incitilmemesi için sağanların tırnaklarını kesmelerini istemesi(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 484) sadece insana değil bütün canlılara veri­len değeri ve acıya karşı duruşu ifade eder. Üzerinde bulundu­ğu devenin hırçınlığı üzerine ona kırbaç vuran eşi Hz. Âişe’yi yumuşak, nazik ve zarif olması konusunda uyarmış ve bu tutu­mun şeyi süsleyeceğini, kibarlığın gözetilmemesinin ise ona leke düşüreceğini anlatmıştır.(Buhâri, “De'avât”, 63;..)

Açık bir örnek olması kabilinden şu örneği zikredebiliriz. Abdullah b. Cafer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ensardan bir adamın bahçesine girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Rasûlullah’ı (s.a.s.) görünce deve inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) onun yanına gelip başını okşadı ve hayvan sakinleşti. Peygamber (s.a.s.); “Bu devenin ta­bibi kimdir, kimindir bu deve?” diye sordu. Ensardan bir genç gelip “Ey Allah’ın Rasûlü o benimdir.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Allah’ın senin emrine verdiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti ” buyurdu.(Ebu Davud,Cihad,44)

Zaman içinde bazı Müslümanların, Hz. Peygamberin sade­ce kadınlara değil genel anlamda canlıya bakışındaki nezaket ve zarafetinin aksi yönündeki davranışlarının bireysel hataları ol­duğunu ve dini bağlamayacağını belirtmek gerekir. Bize döşen, onların uygulamalarıyla dini ölçmek yerine, yukarıdaki verilere göre onların davranışlarını değerlendirmektir.

Şiddet, bir bencillik, bir sindirme, otoritesini güçle kurma, şiddet uyguladığı kişinin duruşunu tehdit olarak görme sonucu ortaya çıkan haksız eylem anlamına gelir. Kadınlara uygulanan şiddet ise âcizliğin ve vicdansızlığın zirve noktasıdır. Kurân-ı Kerîm’de kadınlara vurma anlamındaki ayeti nasıl anlamak ve az önce bahsedilen hadislerle nasıl uzlaştırmak gerektiğine bak­mamız lazımdır.

Kur’ân-ı Kerîm aile içinde kadından kaynaklanan haksız bir uygulamaya tedbir olmak üzere öğüt vermeyi, bu etki etmemişse yatağı ayırmayı bu da sonuç vermemişse üçüncü bir yol olarak vurmayı (darb) bir tedbir olarak öngörmüştür. Ayetin iniş se­bebi ve bizzat Hz. Peygamber’in açıklamasıyla bu anlam netlik kazanmıştır.

Hz. Peygamber’in, kocaların eşlerini dövmelerini kaldırmak istemesi ve kocasının kendisini dövdüğünden şikâyet eden bir kadın için kısasa hükmetmesi üzerine Allah Te‘âlâ: “Bir dakika, bu lazım olabilir!” anlamında bir üslupla vurmayı da kapsayan Nisâ’ suresinin 34. ayeti gelmiştir.(Taberî, Câmıul-beyân (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1420/2000, VIII, 291...)

Ancak Hz. Peygamber bu ayette geçen vurmayı sınırlan­dırmıştır. Az ileride kısaca izah edilecektir. Burada şu kadarı­na işaret edelim ki bu ayet, ne saik olarak ne de sonuç, hedef ve uygulama açısından şiddetle yorumlanamaz, kadına zulme alet edilemez. Çünkü Allah’ın hiçbir emri ya da yasağı kullara zulüm için meşru kılınmamıştır: "Allah, kullarına zulmedici de­ğildir.”(Âl-i İmrân (3), 182; Enfâl (8), 51; Hacc (22), 10; Fussılet (41), 46; Kâf (50), 29.) İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) şu sözlerinde vurgulandığı üzere:

“Şeriat, özü ve muhtevası itibariyle hikmetler üzerine kuru­ludur. Kulların dünya ve ahiret maslahatlarını hedefler. O, bütü­nüyle adalet, bütünüyle rahmet, bütünüyle maslahat ve bütünüy­le hikmettir. Ne zaman bir hüküm / düşünce / yorum; adaletten zulme, rahmetten gaddarlığa, maslahattan mefsedete, hikmetten saçmalığa dönerse -te’vil yoluyla Şeriate dâhil edilse bile- asla on­dan olamaz. Buna göre İslâm Şeriati, Allah’ın kulları arasındaki adaleti, yaratıkları arasındaki rahmeti, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, kendisinin varlığına ve Rasûlünün sıdkına en güçlü ve en tutarlı şekilde delalet eden hikmetidir.”(İbn Kayyım el-Cevziyye, ilâmü’l-muvakkı'în (nşr. Abdurrauf Sad), Beyrut, ts. (Dâru’l-Cîl), III, 3.)

Öncelikle burada bahsedilen vurmanın maksadının / ama­cının, ölçüsünün / dozunun, hangi sorun için çözüm olarak ön­görüldüğünün iyi belirlenmesine ihtiyaç vardır.

Bir defa vurma durup dururken ortaya çıkan bir eylem de­ğildir. Bir şeyin karşılığıdır. Bu da kadının az yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan nüşûz hâlinin aile birliğinin devamını tehdit eder hâle gelmesi, önceki iki tedbirin yetersiz kalması ve kocası­na karşı psikolojik şiddete devam etmesidir. Ailenin yıkılması, sadece karı-kocaya dokunan bir zarar değil, diğer aile bireylerini ve tüm toplumu ilgilendiren ciddi bir sorundur. Aslında boşan­mak topluma uygulanan bir şiddettir.

Vurmanın amacı, ıslah ve aile birliğini kurtarmaya yönelik bir tedbir oluşudur.

Ölçüsü ise şok etkisi yapan sembolik bir vuruştan ibarettir ve onda aranan maddi değil manevi etkisidir.

Ulaşılmak istenen hedef ise kadının kibrini kırma, kocasını ezmeye çalışmasına bir tepki veya kocasını kıskandıran tutumu­nu fark ettirme, onu çizilmiş sınırların içine çekmedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği çerçeveye bakıldığında, kadın, haddi aşan tutumlarını fark ettikten sonra böyle bir cezayı hak ettiğini kabullenecek, böylece aile ilişkileri normalleşecektir.

Kadın, nüşûzu sonucu onur kırıcı davranışlarıyla kocaya ol­duğu kadar aileye de zarar vermektedir. Bütün bunlarla birlikte kadının kocası ile irtibatını koparmadığı, sevgisinin bulunduğu ve yaptığı davranışın ne tür ciddi sonuçlar doğuracağının çok fazla farkında olmadığı anlaşılmaktadır. İşte bu noktada Abdul­lah b. Abbas’ın açıklamasıyla diş fırçası türünden basit bir mal­zeme ya da fiske kabilinden sembolik bir vuruş(Taberî, VIII, 314-315.) evlilik önünde engel oluşturan kapalı damarları açmak amacıyla atılan neşter kabilinden bir eylemdir. İşte bu, gurur ve kibiri kıran, kadının kendisine gelmesini sağlayan bir tedbirdir. Kadının dövülmesini ifade eden bu ayette anlam Hz. Eyyûb Peygamber’in (a.s.) eşini dövmeye yemin etmesinden sonra Allah’ın bir çıkış yolu olarak gösterdiği “yüz buğday sapından oluşan bir demetle sembolik vuruşu’na(Sâd (38), 44.) benzer ölçüde bir psikolojik tedavi yöntemi olarak öne çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in vurmayı sınırlandıran hadisinden (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 41..)/hare­ketle İslam âlimleri bu tür bir tedbiri uygulamak zorunda kalan kocanın yüze vuramayacağı, vurmanın acıtıcı ve iz bırakıcı sert­likte olamayacağı görüşündedirler. Şiddet boyutuna varan vur­ma ise hem olumlu sonuç vermeyeceğinden hem de yetkiyi aşan özellik arz edeceğinden suç teşkil eder ve koca ta'zır kapsamına giren bir müeyyide ile karşılık görür.

Eğer bütün damarlar kapanmışsa evlilik ölmüştür. Bu du­rumda tarafların birbirlerini işkenceden kurtarmaları için Ku 'ân-ı Kerîm’in talep ettiği şekilde ihsan üzere yani güzellikle yrılma yoluna gidilecektir.(Bakara,229)

(1)-J. Pilcher, Cinsiyet ve Cinsiyet Eşitsizlikleri Üzerine Açıklamalar”, Sosyoloji: Başlangıç Okumaları (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s.112.

(2)-Bu konuda bak. Saffet Köse, “Cahiliye Arap Toplumunda Kocaların Hanımlarına Yaptıkları Bazı Haksızlıklar ve İslâm’ın Getirdiği Hukuki Düzenlemeler”, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku içinde, İstanbul, Rağbet Yayınlan, s. 383 vd.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk

Baba Olarak Erkek-Anne Olarak Kadın: Mutlu Ailede Mutlu Çocuk


Çocuk, annenin transfer ettiği şefkat ve babanın verdiği güven ile gelen mutluluktur.

Bir toplum, değerleri doğrultusunda kültür üretir. Şiir, ede­biyat, sanat, günlük dilde klişe cümleler bu kültürün oluşma­sında ve taşınmasında etkili araçlardandır. Temel kaynaklardan beslenen bu kültürel formlar toplumsal ilişkilere derinlik ka­zandırır ve ait olduğu kaynağa gitmeden dilden dile dolaşarak değerler doğrultusunda ilişkiler ağını örer. Anadolu kültüründe aile alanında bu türden değerli sözler mevcuttur. Mesela Ana­dolu'da “intizar almak” deyimi anne-baba sorumluluğunu ifade eden âdeta birçok ayet ve hadisin hulasası olan bir sözdür. Hem sorumluluğu hem de bu sorumluluğa özen gösterilememesi hâlinde çekilecek cezayı ve başa gelecek belayı beraberce ifade eder. Bu ifade anne-babasının hoşnutluğunu almayanın dünya ve ahirette bedbaht olacağını ifade eden Türkçedeki en etkili sözlerdendir. Keza “âh almak” aynı yönde anne-baba ile sınırlı olmaksızın zulmedenin aldığı bedduanın kötü sonucunu ifade eder.

Bu gibi sözler ya da tutumlar temel kaynaklardaki veri­lerden beslenmeleri yanında tecrübeye, insanların zihninde yer bulan canlı olaylara ve yaşanan hatıralara işaret ettiği için çok güçlü bir etkiye sahiptirler. Hem olumlu davranış geliştirme de hem de olumsuzluğu engellemede eğitici bir güce sahiptirler.İşte bu bağlamda Anadolu kültüründe dilden dile dolaşan “hayırlı evlat , hayırsız evlat” ifadeleri aynı derinliğe sahip sözlerdendir Anadolu lisanında, “Hayırsız evlat ömür törpüsüdür.” sözü anne-babayı mutsuz kılan çok güçlü bir vurgudur. Tersinden bakıldığında “başarılı ve ahlaklı” çocuklar da anne-babalarının mutluluk kaynağıdır. Bu tecrübî olarak bilinen bir husus olsa da Kur’ân-ı Kerîm iyi çocukları anne-babaların mutluluğunu tamamlayan unsur olarak zikreder. Zira cennet ehlinin baba­ları, dedeleri, çocukları, hanımları ve hanımlarından sâlih amel işlemiş olanların topluca cennete girecekleri anlatılır.(Ra‘d (13), 23; Mü’min / Gâfir (40), 8.) Şayet iman bakımından atalarının izinden giden çocuklar amel ba­kımından onlardan daha geride ve bu sebeple makamları düşük ise anne-babalarından ayrı olmaları bu mutluluğa gölge düşüre­ceğinden çocukların dereceleri yükseltilerek onlara katılacak ve mutsuzlukları giderilecektir.(Tur,21) Bu da çocukların mutluluğunun aile saadetinde etkili olduğunu göstermektedir.

Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekir ki o da an­ne-babaların çocuklarından beklentilerini elde etmeleri ve on­larla mutlu olabilmeleri için üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeleri gerekir. Şimdi bu hususu ele alabiliriz.

a- Çocuğa Din ve Dünya için Zarurî Bilgilerin Kazandırılması

''Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ahlaktan daha değerli bir şey bağışlamamışttr” (Tirmizi, "Birr”, 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, M, 412; IV, 77,78).

Çocuklar anne-babaları için birer imtihandır,(Enfâl (8), 28; Tegâbün (64), 15.) sonucu da ya başarı ya da hüsrandır. İmtihanın konusu çocuğun dünya ve ahiret hayatına hazırlanmasıdır. Dünyevi olarak geçimini temin edeceği, kabiliyetine uygun bir eğitimle mesleğe hazırlamak ve hayatını ilgilendiren konularda temel bilgilerle donatmak, kül­türel mirası aktarmak, toplumdaki görgü kuralları ve adaba ri­ayet hususunda bilinçlendirmek; manevi olarak da dinî vecibe­lerini öğretmek, hassasiyetle ve sürekli olarak yerine getirecek bir duyarlılık kazandırmak, yüksek İslam ahlakı ile yetiştirmek en önemli görevdir. Kısaca söylemek gerekirse Hz. Peygamber’in Allah’m özel konuk olarak ağırlayacağını ve kıyamet sıkıntıları­nı yaşatmayacağını müjdelediği yedi bahtiyar sınıftan birisi olan “Allah’a kullukla büyüyen genç” (Buhârî, “Ezân”, 36, “Rikâk”, 24, “Zekât”, 16, “Hudûd”, 19..)olabilecek şekilde biçimlen­dirmektir. Bu, çocuk için en değerli sermaye, anne-baba için de en büyük saadettir.

Din ve dünya için zaruri bilginin kesiştiği önemli bir nokta vardır o da şudur: Kişisel beceri, yeti ve bu doğrultuda elde edilen maharet ahlak ile bütünleştiğinde olumlu sonuç verir. Bu da hem çocuğun hem de anne-babasının dünya ve ahiret mutluluğudur.

Çocukların hayata hazırlanması baba ve annenin müşterek görevleri olsa da özellikle erkek çocukların bir meslek ve meslek ahlakı edinmeleri için babanın, kızlara da ev işlerinin öğretil­mesi hususunda annenin sorumluluğu vardır. Geleneksel eğitim modeli bu yönde oluşmuştur. Dolayısıyla erkeğin daha çok ev geçiminden sorumlu tutulması sebebiyle meslek eğitimini baba üstlenmiş, kız da evin tertip-düzeninden mesul olduğu için an­nesi tarafından bu yönde eğitilmiştir. Bu iki hususu biraz açmak gerekirse şunlar söylenebilir:

Allah, her insanı farklı kabiliyet ve özelliklerle donatm tır.(Enam,165;İsra,21,Zuhruf,32)Her bir yeteneğe toplumun ihtiyacı vardır. Anne-babaya düşen, çocuğunu popüler meslekler doğrultusunda yönlendir­mek değil potansiyelini keşfedip işlemek, yeteneklerini geliştir mek ve o yönde hayata hazırlamaktır. Çünkü Nasîruddîn et-Tûsî (0.672/1274) gibi İslam düşünürlerinin isabetle belirttiği gibi bireysel farklılıklar ve toplumsal ihtiyaçlar açısından çocuğun eğitiminde kabiliyetlerinin merkeze alınması ve o doğrultuda eğitime tâbi tutulması esastır.(Tusi,Exlag-ı Nasıri(trc.Rahim Sultanov).Bakı 1989,s.160)Bu çaba hem nimetin takdiri ve fiilî şükrü anlamına gelir hem de çocuğa ve aynı zamanda toplu­ma yapılabilecek en büyük katkı ve iyiliği ifade eder.

Kabiliyet bakımından insan, yaratıldığı toprağa benzer. Bu açıdan her toprak farklıdır ve kendi özelliğine uygun bitkiler yetiştirir. Buğdaya uygun toprağa mısır ekmek anlamsız oldu­ğu gibi mesela sosyal bilimlere yatkın bir çocuğu fen bilimlerine yönlendirmek de o derece manasız ve sonuç olarak da verimsiz­dir. Bu, çocuğa eziyet olduğu gibi yetenek nimetinin kadr-u kıy­metini bilmeyerek nankörlük yapmak daha da önemlisi insanı taşıyamayacağı bir yükle sorumlu tutmak, toplumu da Allah’ın lütfettiği bir kabiliyetten mahrum bırakmak demektir. Bu yön­deki hatalı tercih, çocuğun başarısını olumsuz yönde etkileyece­ğinden ileride aile huzuruna olumsuz yansıyacak ilk kıvılcımdır.

Çocukları dindar ve ahlaklı yetiştirmek, anne-babanın be­raberce sorumlu oldukları alanı oluşturur. Hz. Peygamber’in bu konuda: “Bir anne-baba çocuğuna güzel terbiyeden / güzel ah­laktan daha değerli bir şey bağışlamamıştır.”,(Tırmızî, “Birr”, 33..) “Çocuklarınıza ikramda bulunun ve terbiyelerini güzel verin.”(İbn Mace,Edeb,3) şeklindeki ha­disleriyle ümmetine mesajı nettir.

İkramdan maksat helal dairesinde ve şımartmayacak ölçü­de çocukların ihtiyaçlarını gidermek, imkânlar ölçüsünde baş­kasına muhtaç etmemek, manevi anlamda da Allah’ın emir ve yasaklarına saygı bilinciyle donatmak, çevreleriyle ilişkilerinde yüksek İslam ahlakını ilke edinmelerini, Allah ve kul hakkına karrşı duyarlılıklarını temin edecek bir eğitim vermeleri anla­mına gelir. Bunun yanında çocuklara ikram anne-baba sevgisi kazandıracağı için(Bk. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, Kahire 1356, II, 90-91;..) aileye olan bağlılıklarını da güçlendirecek etki yapar.

Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in özel olarak anne-ba­balara yüklediği en önemli görev çocuklara namaz bilincinin kazandırılmasıdır. Namaz eğitimine küçük yaşta başlanarak temyiz döneminde bu işin halledilmiş olması gerekir. Çocuklu­ğun bu devri, genellikle hayatın yedi yaş ile bülûğ çağı arasın­daki kısmını kapsar. Temel özelliği çocuğun iyiyi-kötüyü, faydalıyı-zararlıyı belli ölçüde ayırabilecek akli olgunluğa ulaşmış, bu yönde meleke kazanmaya başlamış olmasıdır. Bu çağda ka­zanılan namaz bilinciyle çocuk, tam mükellef olduğu âkıl-bâliğ dönemine hazır olarak adım atacak ve küçük yaşta kazandığı bu bilinç, hayatı boyunca kalıcılık arz edecektir. Bir anne-baba için çocuklarına dinî vecibelerini öğretip içselleştirmelerini, bir yaşam biçimine dönüştürmelerini, Allah’ın rızasını her şeyden daha önemli görmelerini sağlamaktan daha değerli bir şey ola­maz. Bu ise küçük yaşlarda kazandırılabilir. “Ağaç yaş iken eği­lir.” sözünün anlatmak istediği budur. İşte bunun için Hz. Pey­gamber çocuklara namaz öğretimine yedi yaşında başlanmasını istemiş ve on yaşına kadar bu sorunun halledilmesi gerektiğini bildirmiştir.(Ebû Dâvûd, “Salât”, 26.) Aile reisinin hane halkına dinî vecibelerini öğ­retmek ve hatırlatmakla, kendisi de bunları yaşayarak örnek ol­makla yükümlü olduğuna dair açık ayetler vardır:

Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...”(Tahrim (66), 6.) şeklindeki ayetiyle genel nitelikli bir sorumluluktan bahsettikten sonra namaz özelinde konuyu ay­dınlatır:

“Aile fertlerine namaz kılmalarını emret Sen de sabırla devam et,biz senden rızık istemiyoruz, rızıklandıracak olan biziz. Güzel sonuç, Allah'ın emir ve yasaklarına içtenlikle bağlılık veren ve saygıda titiz davrananların (takva sahipleri) olacaktır.(Taha 132)

b- Anne-Babanın Çocuklara örnekliği

Aile ile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et" (Tahâ, 20/132) ayeti geldikten sonra, Hz. Peygamber da­madı Hz, Ali ve kızı Hz, Fatıma'ya sabah namazlarına kaldırmıştır.

Başkasından talep edilen ortak bir davranışın ya da yapılması istenen bir eylemin öncelikle o kişi tarafından yerine getiril­mesi tutarlılık açısından çok önemlidir. Kur’ân-ı Kerîm:

“Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Böyle yapma­nız Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır. (Saff,2-3)

*İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?(Bakara,44)şeklindeki ayetlerinde bu hususu özellikle vurgular. Do­layısıyla ortak sorumluluklarda birisinden bir şeyi talep eden kişinin istediği şeyi öncelikle kendisi uygulayarak örnek olma­sı önemli bir ahlak ilkesidir. Bu, inandırıcılık, güvenilirlik ve tutarlılık açısından olduğu kadar eğitim bakımından da hayati önemi haizdir. Bu sebeple "aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti emredenin emrettiğini yapmaması hâ­linde tutarsız davranması sebebiyle talebinin karşılık görmeye­ceğine, inandırıcılığını ve güvenilirliğini kaybedeceğine, pratik olarak da sonuç alamayacağına işaret eder. Böyle bir durumda çocuk anne-babasının denetiminde bulunduğu sıralarda isteni­leni korku ya da bir başka saikle yapar, kendi başına kaldığında yapmaz, neticede istenilen yönde bir davranış ya da alışkanlık kazanmaz. En önemlisi ikiyüzlülük gibi bir şahsiyet bozukluğu geliştirmiş ve yalan söylemeyi öğrenmiş olur,.(Bk. Ebû Zehre, Zehretü 't-tefâsir, IX, 4814.)

Konunun dikkate değer bir başka boyutu daha vardır. O da çocuğun belli bir yaşa kadar anne-babasını taklit ederek bilgi kazandığı ve şahsiyetinin şekillendiği dikkate alınırsa aile bü­yüklerinin söz-davranış bütünlüğü sergilemesinin ve bu yolla küçüklere örnek olmasının ne kadar önemli olduğu kendiliğin­den ortaya çıkar.

Aile reisi çevresindekileri iyiye yönlendirmek, görevlerin ifa­sını sağlamakla yükümlüdür. Bu ise bizzat kendisinin en kâmil manada ve sürekli biçimde söylediklerine önderlik etmesi ve gü­zel örnek olmasıyla mümkündür.

Bunun içindir ki Hz. Peygamber’in cennetle müjdelenmiş olmasına rağmen “Aile efradına namazı emret, sen de sabırla devam et.” ayeti geldikten sonra, damadı Hz. Ali ve kızı Hz. Fa- tıma’ya sabah namazları için seslendiği nakledilmekte,(Kurtubî, e-Câmi' li-ahkâmi’l-Kur'ân, Kahire 1384/1964, XI, 263..) bizzat Hz. Ali de bu bilgiyi teyit etmektedir.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1,91.)Bundan başka Hz. Pey­gamber’in sadece onları değil sabah namazına giderken yolu üstündekileri namaz için uyandırdığı bilinmektedir.(Ebû DAvûd, “Tatavvû*”, 4.)

Aile bireylerine karşı aile reisinin sorumluluklarını açıkça ifade eden ayetlerde özellikle namazın vurgulanması onun bü­tün ibadetleri bünyesinde bulundurması sebebiyle dinin dire­ği(Beyhakî, Şu'abü'l-imân, IV, 300;..) ve cennetin anahtarı(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III 330.)olarak nitelenmesinden olmalıdır. Kötülük ve çirkinliklerden alıkoyan özelliğiyle namaz(Ankebût (29). 45.) ahlakın teminatı ve dindarlığın ölçüsünü veren bir ibadettir. Bu nokta sadece Kur’ân-ı Kerim'de değil Hz Peygamber'in hadislerinde de teyit edilir. Mesela Hz, Peygamberin: “Kimi kıldığı namaz kötülük ve çirkinliklerden alıkoymuyorsa onun ancak Allah'ta,uzaklığı artmıştır.”(..Muttaki el-Hindî, Kenzü’l-ummâL, nr. 20083.) hadisi ayetle tam paralellik göstermekte­dir. Aynı yöndeki: “Nice oruç tutanlar vardır ki onun yanına kalan açlık, nice gece namazı kılanlar vardır ki onun yanına kalan uykusuzluktur.”(İbn Mace,Sıyam,21)hadisi davranışa yansımayan ibadetin içi boş, anlamsız, kuru bir şekilden ibaret olduğunu bildirmektedir. Kıyamet günü kulun ilk hesaba çekileceği amelinin namazı oluşu, namazından hesabı kolay olanın diğer amellerinin muhase­besinin de kolay geçeceği(Tirmizî, “Salât”, 188)yönündeki Nebevi bilginin verdiği me­saj namazın hemen öğretilmesi ve süreklilik kazanması için takip edilmesi yönünde aile reisinin gerekli hassasiyeti göstermesidir.

Ayetlerde, öncelikle kişinin dinî vecibeleri kendisinin öğrenip yaşaması ve bu yönüyle örnek olması, sonra ailesini eğitip-öğretmesi, “önce en yakın akrabanı uyar.(Şuara,214) düsturundan anlaşıldığı kada­rıyla da yakınlarını doğru yola ulaştırmak için çabalaması,(Cessâs, III, 466.) iyiliği emir ve kötülüğü önleme prensibi(Al-i İmrân (3), 104,110,114; A‘râf(7), 157;Tevbe(9),71,112...)gereğince de gücüyle orantılı biçimde bütün toplumla ilgilenmesi (Müslim, “İmân”, 78;..) şeklinde gittikçe genişleyen bir sorumluluk alanının bulunduğu dikkati çekmektedir.

Bütün bu anlatılanlar dikkate alındığında dünyevi ve uhrevi işlevi nedeniyle çocuğa namaz bilincinin küçük yaşlardan itibaren kazandırılması ailenin en önemli görevidir denilebilir.

Bunun anne-babaya dönen tarafı da vardır. Kendileri öldü­ğünde hayatta kalan çocukları namaz kıldığı sürece amel defterleri kapanmayacaktır. Çünkü Hz. Peygamber, öldükten sonra geride kendilerine dua eden sâlih çocuk bırakan anne-babanın amel defterinin kapanmayacağını ve sevap yazılmaya devam edileceğini haber vermiştir.(Müslim, “ Vasıyyet”, 14;..) Namaz, salih ve muttaki insan­ların ameli(Bakara (2), 2-3,177.) olduğu gibi içinde de ana-babaya hayır-dua vardır. Son oturuşta Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve dua olarak okunan şu ayette bu görülmektedir: “Rabbim! Bana, ana-babama ve bü­tün mu minlere mağfiretinle muamele et!” (ibrahim (14), 41.)

Konuyla bağlantısı bulunan Hz. Peygamber’in amcasının oğlu, tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite kabul edilen ve çok hadis rivayet edenler arasında sayılan büyük sahâbî Abdullah b. Abbâs’ın (Ö.68/688) bir tespitine burada yer vermemiz uygun olur. O, Kur’ân-ı Kerîm’de üç ayette üç şeyin birbirine bağlı olarak nazil olduğunu ve peşindekinin eksik bırakılması hâlinde Al­lah’ın diğerini kabul etmeyeceğini söyler:

Birincisi “Allah’a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin” ayeti.(Nisa 59) Kim Allah’a itaat edip de Rasûlüne itaat etmezse bu ameli mak­bul değildir.

İkincisi: “Namazı kılın, zekâtı verin.” ayeti.(Bakara (2), 43,83,110; Nûr (24), 56.) Kim namazı kılar, zekâtını vermezse namazı kabul edilmez.

Üçüncüsü de “(önce) bana ve (sonra da) ana-babana şükret. ayeti.(Lokman 14) Kim Allah’a şükreder de ana-babasına teşekkür etmezse şükrünü Allah kabul etmez.(Zehebî, Kitâbü’l-Kebâir, Kahire 1355,s. 43;...)

Son kısımla ilgili olarak Süfyân b. Uyeyne (Ö.198/814) beş va­kit namazı kılan Allah’a şükretmiş, namazın sonunda da onlara dua eden onlara teşekkür etmiş olur şeklinde bir değerlendirmede bulunur.(Âlûsî, Rûhu’l-me'ânî, Beyrut, ts, (Dâru İhyâi’t- türâsi’l-Arabî), XXI, 87.)Aslında namazın sonunda teşehhüdden sonra okunan duada ana-babaya mağfiret dileği yer aldığı için (rab. benâ’ğfir lî veli-vâlideyye...)(İbrahim 41)namazını kılıp bu duayı okuyan Müslüman bu emri yerine getirmiş olmaktadır.(Âlûsî, XV, 57.)

c- Çocuk için Annenin özel Görevi: Şefkat ve Merhamet Transferi

Son dönemde yapılan araştırmalara göre doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne ilgisi, sevgisi ve şefkatindeki eksiklik ömür boyu telafi edilemez.

Kadının annelik rolü üzerinde özel olarak durmak gerekir. Çünkü Kur’ân ve Sünnette ona özel önem verilmiş, günümüzde yapılan bazı araştırmalarda da annenin çocuk için özel konu­muna vurgu yapan tespitlere yer verilmiştir. Çünkü anneliği öne çıkaran temel bir kavram vardır ki bu şefkattir. Şefkat sevginin en ileri boyutudur, ruhsal bir enerjidir ve çocuklar açısından en değerli kaynaktır, annenin çocuğa en değerli hediyesidir. (Nevzat Tarhan, Makul Çözüm, İstanbul 2007, s. 26...)Dolayısıyla anne sevgisi çocuğun gelişiminde hissettiği en temel ihtiyaçtır.(bk. Nevzat Tarhan, Evlilik Psikolojisi, İstanbul 2010, s. 147-148)

Babanın aile içinde oluşturduğu güven duygusunun çok önemli olduğunu, bunun getirdiği eksikliğin son derece olum­suz birtakım sonuçlar doğuracağını belirtmek gerekir. Ancak özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi onun yerinin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

“Biz insandan anne-babasının üstüne titremesini istedik. Hele annesi, onca sıkıntılar sonucu güçten düşmesine aldırmayarak onu rahminde taşımıştır. Süt emme için belirlenen süre iki yıldır. İşte biz insana bana şükret, anne-babana teşekkür et diye tavsiyede bu­lunduk Dikkat edin! Dönüp-dolaşıp bana geleceksiniz.”(Lokman 34) ayetinde anne-baba beraberce zikredildikten sonra bir de ayrıca anneye yer verilmiştir. Hz. Peygamber de üç defa peş peşe "İyilik etmeme en layık kimdir?” sorusuna “Annendir” şeklinde aynı cevabı vermiş, dördüncü defa tekrar sorulduğunda “Babandır” demiştir.(Buhârî, “Edeb”, 2;..)

Babadan bir adım önde oluşunun sebebi çocuk açısından annenin alternatifinin bulunmamasıdır. Onu vazgeçilmez kılan, baba ve diğerlerinde bulunmayan annelik sevgisi ve şefkatidir ki bu bakımından onun yerini bir başkası alamaz.

İslam âlimleri, Kur’ân ve Sünnetin verileri ışığında kulluğun özünü ve ahlakın temelini “Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, varlığa şefkat”(Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, X, 209;...) olarak belirlemişlerdir. Allah’ın kullarına, (En'âm (6), 12; Araf(7), 151; Yusuf (12), 64,92; Enbiyâ’ (21), 83; Mü’minûn (23), 109,118... )Hz. Peygamber’in ümmetine olan yaklaşımı hep şefkat ve mer­hamet kavramlarıyla ifade edilmiştir.(Tevbe (9), 128.) O zaman, “Şefkat ne­dir?” sorusuna cevap arayabiliriz.

Derinliği ve zenginliği olan kavramlar için tanım yapmak, onu sınırlandırmak ve anlamını kısırlaştırmak gibi olumsuz so­nuca yol açabileceğinden imkânlar ölçüsünde onu tasvir etmek daha sağlıklı bir yol olarak öne çıkmaktadır.

Şefkat, annenin önce rahminde sonra kollarında taşınmış, kucağında büyümüş, sütünü emmiş, ayaklarında uyumuş, ninnisini dinlemiş, salıncakta sallanmış, nefesini ve sıcaklığım his setmiş herkesin tanımlayamasa bile yaşayarak öğrendiği derin bir duygudur. O hâlde hem şefkat gören hem de şefkat gösteren açısından tasvir etmek gerekirse şefkat, Allah’ın ruhundan üfle­diği can, evreni kucaklayan, feleklere coşku veren hayat enerjisi­dir; incitmeksizin varlığa sevgiyle dokunuş, içten gelen bir tebes­sümle gönül tahtına kuruluştur, nezakettir, zarafettir, imtiyaz ve hiyerarşinin aşıldığı ilişkidir; kalbin sarmaladığı hayat iksiridir; tevazu ile yücelmenin sevincidir; vahşete meydan okuyan sığı­naktır, vahşice kükreyen güce gemdir; susuz köpeği sulamanın adıdır; Hakkın rızasına vuslat, cenneti bulmanın yoludur. Şef­kat, diğerini hissediş, onunla hâllenme, dertlenme, derdi olma, derde derman olurken derman bulmadır; zorluğu omuzlayış, acziyete meydan okuyuş, çaresizliğe çare oluş, karşılık beklemeden tutup kaldırış, sahibine mutluluk, karşısındakine hayat, güvenli sığınak, sağlam kalede ikamet, canavarları kovuş, yürekte yer kaçıştır. Şefkat, sevgi ile yoğrulanların, kalbi aklının önüne geçmiş olanların sahip olabileceği bir enerjidir.

Bu sebeple annenin çocuğuna transfer edeceği, ona üfleyeceği en değerli güçtür. Şefkat, Allah’ın anneye çocukları için lütfet­tiği çok değerli bir kaynak ve ayrıcalıktır. En vahşi hayvanların bile bu sevgi ve şefkatin etkisiyle yavrusunu korumak için ken­dini tehlikeye atması, hatta feda etmesi bu gerçekliği teyit eden bir husustur. Dolayısıyla anne-çocuk ilişkisinin zeminini oluş­turması gereken temel değer şefkattir.

İşte bütün bu tasvir edilen duyguları, tutumları kuşatan şefkatin makamı anneliktir, şefkat hissi onunla özdeştir. Yara­tılanlar içinde bu muhteşem özü taşıyan ve nakledebilen eşsiz varlık odur. Bu yüzden onun hakkı ödenemez ve cennet onların ayakları altındadır.(Kudâî, Müsneduş-şihâb, Beyrut 1407/1986, s. 102.)

Psikiyatr Sefa Saygılı ve Pedagog Ali Çankırılı, müşterek araştırmalarında doğumu takip eden özellikle ilk yılda çocuğun ruh sağlığının temelinin atılması sebebiyle bu dönemde çocukta anne sevgisi ve şefkatindeki eksikliğin ömür boyu dolduralamayağını, hiçbir zaman yeniden kazanılamayacağını ve telafi edilemeyeceğini, bu mahrumiyetin ilerleyen yıllarda birçok ruhsal hastalığı beraberinde getireceğini tespit etmişler­dir. (Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 24-26,29-31.)Modern psikiyatrinin çocuğun ana kucağından ve sevgi­sinden mahrumiyetini en temel depression sebeplerinden birisi olarak tespiti bu gerçekliğin teyididir.

Anneliğin bir kadın rolü olduğu tezini savunan John Bovvlby (1953) de şu tespitlerde bulunur:

“Eğer anne yoksa ya da çocuk annesinden küçük yaşta ayrılırsa -ki bu duruma anneden yoksunluk denir- çocuk büyük bir yeter­siz toplumsallaşma riski ile karşı karşıya kalır. Bu durum çocuğun hayatının ilerleyen dönemlerinde toplum karşıtı olması ya da psikopatik eğilimler göstermesi gibi ciddi toplumsal ve ruhsal sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Bir çocuğun refahı ve ruhsal sağlığı en iyi şekilde annesiyle kuracağı yakın ve sürekli bir kişisel ilişki yo­luyla güvence altına alınabilir. Şayet anne yerine bir başkası ikame edilecekse anne gibi olmasa da bu da bir kadın olmalıdır.”(Giddens, 515-516.)

İslam âlimlerinin varlıkla ilişkide şefkati merkeze almalarını ve İslam ahlakının özü saymalarını haklı çıkaran sebep budur.

Bütün bu açılardan Hz. Peygamberin şefkati anne ile ta­nımlaması açıklayıcı olduğu kadar da anlamlıdır. Zikredilecek şu örnekler meramı ifadeye kâfidir.

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre kendisine getirilen bir grup esir arasında bir kadının panikle kaybettiği çocuğu­nu araması ve bulduktan sonra da onu şefkatle bağrına basıp emzirmeye başlaması Rasûlullah’ın (s.a.s.) dikkatini çekmiş ve yanındakilere: “Şu kadın hiç çocuğunu ateşe atabilir mi?” diye sormuş, onların: “Elbette atamaz yâ Rasûlallah!” cevabı üzerine: “İşte Allah, bu kadının çocuğuna olan şefkatinden kullarına çok daha şefkatli / merhametlidir.” buyurmuştur.”(Buhârî, “Edeb", 19; Müslim, “Tevbe”, 22.)

Bir kadın tandırı yakar ve ateş alevlenince de oradaki ço­cuğunu zarar görmesin diye ateşten uzaklaştırır. Sonra da ya­kınındaki Hz. Peygambere gelir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah merhametli olanların en merhametlisi değil mi?” diye sorar. Hz. Peygamber “evet” cevabını verince kadın: “Allah, kullarına bir annenin çocuğuna olan şefkatinden daha da şefkatli değil mi” diye ekler. Hz. Peygamber: “Evet” deyince bu sefer de kadın: “Bir anne çocuğunu asla ateşe atamaz, O zaman merhametli olan­ların en merhametlisi olan Allah kullarından bir kısmını nasıl ateşe atacak?” diye sorar. Bunun üzerine Hz. Peygamber başını önüne eğip gözleri yaşlı biçimde: Allah ancak yaratıcısını red­deden, azgın, inatçı, zorbayı ateşe atar, buyurur.(İbn Mace,Zühd,35)

Hz. Peygamber, Allah’ın rahmet ve şefkatini yüz parçaya böldüğünü doksan dokuzunu yanında tuttuğunu, bir parçasmı dünyaya indirdiğini, o bir parçayı yeryüzünün tamamına dağıt­tığını anlattıktan sonra bunun açılımını anne üzerinden yapar. Annenin çocuğuna, hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkat ve merhamet o yüzde birden aldığı payın etkisiyledir. Allah ahiret yurdunda bütün mü’minlere yanında tuttuğu doksan dokuz ile muamele edecektir.(Buhari,Edeb,19..)

Sahabeden bir zat, ormanda seslerini işittiği kuş yavrularını alıp elbisesinin içine koyar. Anne kuş, yavrularını alan bu ada­mın başının üstünde dolaşmaya başlar. Adam tuzak olmak üze­re anneye yavrularını gösterir ve şefkatle onların üzerine kon­duğunda onu da yakalar ve elbisesine sararak bir ağacın altında arkadaşlarıyla sohbet eden Hz. Peygamber’in huzuruna gelir. Olayı anlatır. Hz. Peygamber de “Onları yere bırak!” buyurur ve bıraktığında annesinin yavrularının başından ayrılamadığını görürler. Hz. Peygamber oradaki arkadaşlarına: “Şurada gördü­ğünüz, annenin şu olağanüstü esirgeyici çabası hayranlık uyan­dıran bir tutum değil mi?” diye sorar. Onlar hep bir ağızdan: Evet Yâ Rasûlallah! Gerçekten öyle” diye cevap verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Beni hakkın temsilcisi olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki Allah’ın kullarına olan şefkati bu annenin yavrularına olan şefkatinden kat be kat fazladır. Şimdi 0 yavruları annesiyle birlikte götür, yuvalarına bırak.” buyurur ve adam da emri yerine getirir.(Buhari,Cenaiz,1)

Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ile bir seferde idik, bir ihtiyacından dolayı yanımızdan ayrılmıştı. O sı­rada iki kuş yavrusu gördük ve aldık, anneleri de gelip onların üzerine kanatlarını germeye çalışıyordu. Derken Hz. Peygamber geldi. Bir başka rivayete göre onun gelişiyle anne Hz. Peygamber’in başının üstünde dolaşıyor ve sanki ona yavrularının alın­dığını şikâyet ediyordu. Hz. Peygamber: “Yavrularından ayıra­rak bu kuşa azap çektiren kim ise hemen onları annesine versin.” buyurdu ve emri yerine getirildi.(Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 112,..)

Bir gün yoksul bir kadın Hz. Âişe’nin evine geldi. Sırtında iki çocuğu vardı. Hz. Âişe ona üç hurma verdi. O da çocukla­rına birer tane verip ötekini yemek için tam ağzına götürür­ken çocuklar onu da istedi. Kadın o hurmayı da ikiye bölüp çocukları arasında paylaştırdı. Bu yoksul kadının şefkatine hayran kalan Hz. Âişe, gördüklerini Hz. Peygamber’e anlattı. Hz. Peygamber: “Bu şefkati sebebiyle, Allah Teâlâ o kadına mutlaka ya cenneti vermiş ya da onu cehennemden âzâd et­miştir.” buyurdu.(Müslim,Birr,148..)

Şefkat, İslam kültürünün en merkezî kavramlarındandır. Geleneğimizde anne ile birlikte anılmıştır. Büyük âlim, zahid Abdullah b. Mübârek’ten az önceki hadislere paralel olarak nak­ledilen şu söz başka bir şeye hacet bırakmayacak derinliktedir: “İnsanları övgü ve yergide acele etme! Zira bugün hoşuna giden bir adam yarın hiç hoşlanmadığın birisi hâline gelebilir. İnsan­lar tonlarca günah işler, kıyamet günü geldiğinde Allah günah­ları affeder. Allah kullarına, çocuğu için bir yatak serip de eliyle yatağın üzerinde çocuğunu sokacak bir yılan var mı ya da ona batacak bir diken var mı, varsa çocuğum yerine bana gelsin diye araştıran anneden daha şefkatlidir.” (Abdullah b. Mübârek, ez-Zühd ve’r-rekâik (nşr. Habîburrahman el-A‘zamî), Beyrut, ts. (Dâru’l-Kütübi’l-îlmiyye), s. 314;..)

Sünnet ve sahabe uygulamaları doğrultusunda İslam huku­kunda şefkatin hayati önemi dikkate alınarak belirlenmiş hü­kümler mevcuttur. Bu konuda karı-kocanın herhangi bir sebeple ayrılmaları ya da boşanmaları hâlinde çocuğun yedi yaşına kadar mutlaka anneye verilmesi gerektiği konusunda İslam hukukçula­rının görüş birliği içinde olmaları (icma)(Bk. Ali Bardakoğlu, “Hidâne”, DİA, XVII, 467-468.) örnek olarak zikredile­bilir. Temelinde de az önce bahsedilen gerçeklik vardır. Bu sebeple olmalı ki ayrıldığı kocasıyla çocuk hakkında anlaşmazlığa düşen ve Hz. Peygamber e gelerek: “Ey Allah ın elçisi! Şu oğluma rahmim yuva, göğsüm pınar, kucağım kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istemektedir, şeklinde müra­caatta bulunan kadına Rasûlullah, Sen evlenmedikçe çocuğunda daha fazla hak sahibisin.” cevabını vermiştir.(..Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 182;)

Buna benzer bir olay da Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döne­minde meydana gelmiş, Hz. Ömer ile boşadığı karısı Ümmü Âsim arasında çocukları Âsım’m kimde kalacağı hususunda anlaşmazlık çıkmış, nihayet Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber’in uygulaması istikametinde çocuğun annesiyle birlikte kalmasına karar vermiş ve bu vesileyle Hz. Ömer’e şunu söylemiştir: 'Anne­nin kokusu, nefesi, okşaması ve şefkati çocuk için büyüyüp kendi tercihini kullanıncaya kadar senin yanındaki petekli baldan daha hayırlıdır.”(Abdürrezzâk, el-Musannef (nşr. Habîburrahmân el-A‘zamî), Beyrut 1403/1983, VII, 154, nr. 12601; Zeyla‘1, Nasbu’r-râye, III, 266;..)

Yedi yaşına kadar anne şefkatini, merhametini içselleştiren ço­cuk, bu aşamadan sonra hayata hazırlanması için babasına verilir.

Bütün bunlar göstermektedir ki bir annenin en önemli göre­vi ve kendisine biçilen rol çocuğuna şefkat ve merhamet trans­feridir. Kur’ân-ı Kerîm’in özellikle kadınlan çocuk yetiştiren tarlalar olarak tavsif etmesi(Bakara,223) kadın için annelik rolünün fıtrî ol­duğuna, şefkatin de bunun merkezinde bulunduğuna işaret eder.

Bir annenin topluma kazandıracağı en temel değer, şefkatli ellerinde yetiştirdiği ahlaklı, şefkatli çocuktur. Mısırlı şair Hafız İbrahim annenin çocuk yetiştirmedeki rolünü ve bunun top­lumsal hayattaki önemini çok güzel şekilde resmeder:

Anne okuldur. Onu iyi yetiştirdiğinde, temiz (ahlaklı) bir top­lum yetiştirmiş olursun.(1)

Anne bahçedir. Onun suyu hayâdan verilmişse yemyeşil bitki­leriyle coştukça coştuğunu temaşa edersin

Anne, başarıda /yiğitlikte şöhreti ufukları aşan büyük hoca­ların ilk hocasıdır.(İbrahim el-Hâşimî, Cevâhiru’l-edeb, Beyrut, ts. (Müessesetü’l- Me ârıf), II, 249.196)

Bütün bunlar anne-çocuk ilişkisinin çok derinlikli bir özel­lik taşıdığının göstergesidir. Bu sebeple annenin babaya göre daha önde olması, yerinin doldurulamayışı ve hakkının öde- nemeyişi İslam’ın temel kaynaklarında ifadesini bulan bir hu­sustur. Bunun sebepleri arasında baba ile mukayese edildiğinde annenin hem şefkat ve sevgisinin hem de çocuğuna olan bağlılığının ona göre daha çok olması ve çocuğun da buna ihtiyacının bulunması sayılmıştır.(2)

Günümüzün iş hayatında kadının aktif olarak yer almasıyla birlikte çocukla olan ilişkisinin azalması sebebiyle annenin şef­kat ve merhamet elinin çocuğun üzerinden kalkması, bir başka ifadeyle çocuğu yoğuran annenin şefkat elinin aktivitesini kay­betmesi halkın öfke toplumuna dönüşmesinde belli ölçüde et­kisinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Bu sebeple işten gelen ebeveynin, hususiyle annenin, çocuklarına olan sevgisini gös­termeleri, onlarla yeterince ilgilenmeleri ruh sağlığı açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü ihmalin pasif şiddet anla­mına geldiğini ve bunun insan psikolojisi üzerinde olumsuz etki bıraktığını modern psikiyatri de kabul etmektedir.

d- Modern İş Hayatında Kadın: Doğumdan ve Evden Kaçış

Hz. Peygamber buyurur ki: “Sevecen ve doğumdan kaçınmayan, yüksünmeyen kadınlarla evleniniz. Çünkü kıyamet günü ben sizin çokluğunuzla övüneceğim. (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 3; Nesâî, “Nikâh”, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 158,245). “Kadınların en hayırlı namazgahı evleri­nin köşesidir.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müs- ned, VI, 297, 301).

1980’li yılarda İslam ülkeleri ve Türkiye’de “aile planlaması” politikalarıyla doğum oranlarının düşürülmesi ve nüfus artış hızının aşağıya çekilmesi yönünde birtakım çalışmalar yapıldığını o dönemde yaşayan insanlardan hatırlamayan yoktur. Maalesef o donemde ülkemizde bazı ilahiyatçıların da Hz. Peygamber- doğurgan ve sevecen kadınlarla evlenip çoğalmayı tavsiye (den ve bu sayede kıyamet günü diğer ümmetlere karşı Muhammed ümmetinin çokluğuyla övüneceğini beyan eden hadisini(Nesai,Nikah,11..) farklı şekillerde yorumlayarak modern dünyanın İslam Alemini öğütmek için İnşa ettiği değirmene su taşıdıkları bilinen bir husustur. Bu hadisi “Hz. Peygamber'in kalitesiz, yoksul, geri kalmış insanların çokluğuyla övünemeyeceği, kastedilenin ekonomik durumu iyi, ilerlemiş, kültürlü Müslümanların çokluğuyla övü­neceği, dolayısıyla çok olup geri kalmış insanlardansa az olup ileri seviyedeki insanlara sahip olmanın daha iyi” olacağı şeklin­de yorumlayanlar olmuştu. Sosyal bir politika olarak aile plan­lamasının beklenen neticeyi vermediği söylenebilirse de gelinen noktada kariyer ve iş planlaması ya da işin araç olmaktan çıkıp amaca, bir varoluş mücadelesine dönüştürülmesinin de etkisiy­le kadınların doğumdan ve çocuktan kaçışı yönünde bir sonuç doğmuştur. Neticede ülkemizde de Batının yaşadığı sorunlara paralel biçimde nüfus yaşlanması probleminin işaretleri alınmış durumdadır. Kısa süre öncesinde % 3’lerden bugün % 13’lere gelmiş bulunan dünyadaki yaşlılık oranlarının 2050’li yıllarda dünya nüfusunun yarısına ulaşacağı dikkate alınırsa tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir.

Hz. Peygamber’in “Doğurgan kadınlarla evlenin.”(Ebu Davud,Nikah,3) hadisi­nin gerçekten mucizevi karakter arz ettiği bugün daha iyi anla­şılabilmededir. Trend bu şekilde devam ederse belli bir zaman sonra insan neslinin tehlikeye düşeceğini söylemek çok da güç değildir. Bugün, özellikle yaşlı nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Avrupa ülkelerinde doğumun teşvik edilmesi ve doğum ücreti ödenmesi nüfusun önemine vurgu yapan uygulamalardan birisidir. Ancak ne kadar maddi imkân tanınırsa tanınsın zihinsel anlamda kadının evini işine önceleyebileceği, işini amaç değil araç olarak göreceği bir zihniyet oluşturulamadığı sürece bu so­run kolay çözülemeyecektir.

Modern iş hayatının bir varoluş mücadelesine dönüşmesi, işin araç olmaktan çıkıp amaç hâlini alması, kadınların kariyer önceli­ği, sadece doğumu sınırlandıran, geciktiren bir olgu değil doğum sonrasında da anne-çocuk ilişkisini kısırlaştırmış, çocuğa ayrılan zamanı daraltmıştır. Bencilliğin egemenliği ve fedakârlığın kay­bolması sebebiyle çocuğun ekonomik açıdan yük, iş ile kariyer önünde engel, özgürlüğü kısıtlayan ayak bağı olarak görülmesinin de bunda etkisi vardır. Yoğun iş hayatı ve değişen zihniyetin doğal sonucu olarak çocuklar, ev dışında kreş ve anaokullarında belli bir yaştan sonra da eğitim sürecinin gerektirdiği diğer resmî kurumlarda çocukluğunu tüketmekte; anneden, babadan, yuvadan mahrum büyüyen çocukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu da çocuğun şefkat ve merhamet duygularıyla yoğrulması, ço­cukların sosyalleşmesinin temini, manevi değerlerin, kültürel bi­rikimlerin kuşaklar arasında geçişinin sağlanması ve yaşatılması gibi ailenin en temel fonksiyonlarını olumsuz yönde etkilemekte­dir. Bu, hemen her ailede gözlenebilen bir durumdur.

Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanın­da olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuğun ileride ebeveynine sıcak davranması ya da çevresiyle zarafet ve nezakete dayalı bir ilişki içinde olması oldukça güçtür. Bugün ailenin ço­cukla buluşma süresini en aza indirmiş olan bir hayat tarzının dayatıldığı dünyada aile dışı kurumlar sadece dışarıda değil eve geldiğinde de çocukların zamanını çalmakta ve onları ailesine bırakmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde aile içi ilişkiler çocuk açısından olumsuz bir seyir takip etmektedir. Burada esas sorun bu yaşantının aileler nezdinde normalleşmiş olmasıdır. Çocuğu­nun ve kendilerinin mutluluğunu isteyen aileler bunun farkında olmalılar ve ona göre tedbirlerini almalıdırlar.

Aile içi ilişkiler sıcaktır, samimidir ve derinliğe sahiptir. Bu onun mutluluğuna ortak olmak yapılması gereken işlerdendir Bazı psikiyatri uzmanlarının isabetle belirttiği gibi oyun çocu­ğun işidir, oyun ise seyirci ile oynanır. (msl. bk. Mücahit öztürk, Çocuk Sorunları ve İslam Sempozyumu (İstanbul 2010)’ndaki bir tebliğin müzakeresi, s. 519.) Bu sebeple çocuklara özel odalar tahsis edip istediği bütün oyuncakları alıp onunla baş başa bırakmak çözüm değildir. Ebeveynler modern döne­min yorucu iş trafiğine rağmen çocuklarını kazanmak için ge­rekli fedakârlığı göstermek, aile içinde yalnız olarak kalmasına ve yalnızlık içinde kendisine, ailesine ve hayata küsen bir birey olarak yetişmesine fırsat vermemek, yalnızlığına çare bulmak zorundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşa­dığı topluma da büyük sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek, gerekti­ğinde onunla oynamak Hz. Peygamberin ifadesiyle çocukla ço­cuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözükmektedir.

Bugün eskiden olduğu şekliyle büyük ve geniş ailenin ye­niden oluşturulması oldukça güç gözükmektedir. Bunun âhını çekmek yerine kendi değerlerimiz doğrultusunda yeni duruma adaptasyonun nasıl sağlanabileceğinin yollarını aramak gerekir. Bugün aile, ev içinde “çekirdek aile” konumuna gelse de evin dı­şına taşan yönüyle en azından ülkemiz açısından yine de geniş aile özelliğini korumaktadır. Bu yönüyle hâlâ Batıdan farklılığı­nı korumaktadır.

O hâlde yapılması gereken şey kadınların iş hayatının çocu­ğu ile ilgilenebilecek şekilde düzenlenmesi, aile bağlarının güç­lendirilmesine dair bir bilinç oluşturulması, geniş aile üyeleriyle ilişkilerin literatürümüzdeki ifadesiyle “sıla-i rahim” kültürünün diriltilmesiyle kurulması, bu yolla özellikle çocuk açısından iş ha­yatının eksik bırakacağı boşlukların doldurulması sağlanabilir.

Babanın aileye sağladığı güven duygusunun ya da ilgisinin yeterince oluşturulamaması da diğer bir ciddi sorundur. Burada hiçbir işin aileden daha önemli olmadığı bilinciyle baba, istis­nalar dışında işini evine taşımamalıdır. Ancak burada özellikle annelerin üzerinde durulmasının sebebi çocuk açısından mo­dern hayatın getirdiği eksikliğin bir başkası tarafından doldurulamaması, bunun doğurduğu olumsuzluğun çok daha etkili olduğu gerçeğidir.

Çalışan kadınların çocuklarına yeterli zamanı ayıramadık­ları bilinen bir gerçektir. Günün büyük bir bölümünü işinde ge­çiren ve evine yorgun hatta ortamına göre psikolojik yıpranmış- lıkla dönen kadın bir de geldiğinde ev işleriyle meşgul olmakta, şayet ev işlerini gören bir hizmetçi varsa yorgunluğunu gidermek için dinlenmeye ayırdığı zaman sebebiyle eşine ve çocuklarına yeterli ve kaliteli zamanı ayırma konusunda zorlanmaktadır.

Annesiyle yeterli zamanı geçiremeyen çocuk sıkıntı içinde büyümektedir. Çocuk ana kucağında merhamet-şefkat etkileşi­mi içindedir ve bununla yoğrulur. Daha ana kucağının tadını çı­karmadan, annesine doymadan, orada yoğrulmadan kreş, ana­okulu gibi kurumlara gönderilmesi, hem çocuk hem de toplum için sorunlu bireyin büyüyor oluşunu ifade eder. Çünkü çocuk okulda düzeni sağlamak için otoriteyi temsil eden öğretmeniyle karşılaşmakta, onu görerek yetiştiğinden belli ölçüde otoriter bir yapı kazanmaktadır. Çünkü belli dönemlerde çocuk gözleyerek, izleyerek, hayranlık duyduğu büyüklerini taklit ederek öğrenir. Bu çağdan sonra şefkatin telafisi var mıdır? Psikiyatr Sefa Saygı­lı ve Pedagog Ali Çankırılı kendilerine başvuran iş hayatındaki birçok kadının bunun ezikliğini yaşadığını ve bu sebeple de suç­luluk duygusu taşıdıklarını, sosyal hayata intibak sorunu çeken çocukların önemli bir bölümünün de çalışan annelerin çocukla­rı olduğunu tespit etmişlerdir.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 12*13.)Bu iki uzman, konu ile ilgili şu önemli tespitlerde bulunmaktadırlar:

Çalışan annelerin en önemli sorunu çocuk eğitimidir. An­neler, kendilerine ayıracak yeterli zamana sahip olamadığından ister istemez çocuklar yabancılar elinde büyümekte, bu da ço­cukla anne arasında sevgi ve şefkat ilişkisini kurmaya yetme­mekte, sonuçta da anne çocuğuyla sıcak bağ kuramamaktadır.

Bunu anlayamayan çocuk annesinin kendisini sevmediği gibi bir duyguya kapılabilmekte ve bu da çocukta güven duygusunun yerleşmesine mâni olmaktadır. Sevgi ve güven duygusu ise an­cak yaşanarak kazanılabilmektedir. Bu durum çocukların ruh sağlığını olumsuz olarak etkilemektedir. Bir çocuğun bakıcı eli­ne veya kreşe ne kadar erken yaşta verilirse ruh sağlığının da o kadar tehlike altında olacağı, anne kucağından, aile ocağından uzakta büyüyen çocukların ruh sağlığının ağır yaralar almış olacağı, şahsiyet kazanamayacağı da bilimsel olarak ispat edil­miş durumdadır.(Annemi İstiyorum, İstanbul 1998, s. 14*15.)

Ebeveynler modern dönemin yorucu iş trafiğine rağmen çocukları kazanmak için gerekli fedâkârlık için uygun şartla­rı oluşturmak durumundadırlar. İlgisiz çocuklar sadece aileye değil içinde yaşadığı topluma da bir sıkıntıdır. Çocukla çocuk olmak, onunla çocukluğu paylaşmak, oyununu fark etmek, seyretmek gerektiğinde onunla oynamak Hz. Peygamber’in ifade­siyle çocukla çocuklaşmak en ideal çözüm yolu olarak gözük­mektedir. Gündüzleri kreşe giden ve akşamları da anne-babası yanında olmasına rağmen onların yalnızlığını çeken çocuktan ebeveyni kendisine muhtaç hâle geldiğinde, yani yaşlandıkların­da merhametli davranmasını beklemek safdillik olur.

Çocukların merhametli oluşunun önündeki en önemli en­gellerden birisi de rekabet ortamı içinde yetişmeleridir. Bu du­rum, onların hayatları boyunca herkesi devre dışı bırakılması gereken birer rakip olarak görmelerine yol açmaktadır. Özel­likle imtihan hazırlıklarında diğer arkadaşlarını önünü kesen ve daha iyi okullarda okuyabilmesinin engeli olarak görmesine sebep olabilecek tutumlardan uzak durmak bir zorunluluktur.

(1)-Merhum Prof. Dr. Salim öğüt aile hakkında verdiği konferanslarda bu şiirin ilk mısraını sürekli okur ve anneyi bunun üzerinden anlatırdı. Kendisini rahmetle anıyorum.

(2)-İbn Atıyye, el-Muharrarul-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfı Muhammed), Beyrut 1413/1993, IV, 348-349; Zehebî, s. 45; İbn Hacer el- Heytemî, II, 130-131; Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1983, X, 481. Bu konuda bk. Saffet Köse, “İslam Açısından Ebeveynin Çocukları Üzerindeki Hakları veya Çocukların Ebeveynine Karşı Vazifeleri”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 12, Konya 2008, s. 345-368.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası


Modernliğin Kadın Figürü Üzerinden İnşası



 







 

Özellikle Kilise Babalarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve davranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili olmuştur.

' Modernliğin, kadın özgürlüğü, kadın giyimi ve kadının top­lumsal hayatta aldığı role göre belirlenmesi dine tepkinin bir so­nucudur. Şöyle ki, Yahudilik ile Hristiyanlık gibi aslı itibariyle semavi olan büyük dinlerin bozulmasından sonra oluşturdukları olumsuz kadın imajı tepkiye sebep olmuştur. Özellikle Kilise Ba­balarının kadına dair marjinal görüşleri, fıtrata ters tutum ve dav­ranışları, cinsel alandaki yaratılış gerçekliğine aykırı kısıtlamaları ve bundan doğan kültürel yapı, kadını bir başka uca savurarak feminizmin ve kadın haklarının ortaya çıktığı mücadele sürecini tetiklemiş, modernliğin kadın üzerinden okunmasında etkili ol­muştur. İşte yaratılış gerçekliğine aykırı (fıtrat dışı) bu tür tutum­lara karşı gelişen tepkisel tavır, “modern kadın” figürünün doğ­masına zemin hazırlamıştır. Ancak kadınlar, haklarının peşinden koşarken bir başka aşırılığın kurbanı olmuş ve ev dışındaki bütün etkili güçlerin sömürdüğü bir varlığa dönüşmüştür.

Sonuç olarak denilebilir ki tarihî süreçte Yahudilik ve Hris- tiyanlığın ezdiği kadın, bugün modernliğin öğüten gücü karşı­sında bir başka kayboluşu yaşamaktadır. Aradaki fark ise önceki konumuna isyan eden kadının modern görüntüsünü benimse­miş olmasıdır. Ailenin iki kurucu unsurundan birisi hatta birin­cisi olan kadının bu yeni hâli sadece ailedeki konumunu değil bütünüyle sosyal dokuyu etkilemiştir.

Bu tespitten sonra konunun daha açıklığa kavuşması için iki dinin kadına bakışma göz atabiliriz.

Yahudilikte sabah ibadetinde, “Rabbim, beni kadın yaratma­dığın için sana şükürler olsun.” şeklindeki dua kadına yaklaşımı göstermesi açısından yeterlidir.(Ö. Faruk Harman, “Kadın”, XXIV, İstanbul 2001, s. 84.)

Hristiyanlıkta ise kadın, yasak meyveyi Hz. Âdem’e yedi­rip insanın cennetten kovulmasına ve insan neslinin günahkâr olmasına sebep olan, bu ilk işlenen günahla sadece şehveti değil günahı da dünyaya sokan, erkeği mahveden, baştan çıkaran bir varlık olarak kabul edilmiştir.(Harman, 85.)

Evliliğin zorunlu bir kötülük olarak görülmesi, kadının me­lekleri baştan çıkarmak ve insan soyunu kötülüğe itmekle öz­deşleştirilmesi de bu savrulmada önemli rol oynamıştır. St. Augustin’in (ö. 430) kadınları kötülük dolu, kıskanç, kararsız ve tu­tarsız, bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağı olarak takdim etmesi ve karı-koca arasındaki cinsel ilişkiyi bile günah olarak görmesi zamanla cinsel patlamaya dönüşmüştür. Katolik kilisesinin nikâh töreninde okunan duada, ‘Günahla düşmüşüm annemin karnına, günah işlemiş annem bana gebe kalırken” denilmesi bu anlayışın ürünüdür.(Harman, 85-86)

Evlilikte bile cinsel birleşmenin günah sayılması evlilikten uzaklaşmaya sebep olmuş, II. yüzyıldan itibaren kendilerini baki­re olarak yaşamaya ve kiliseye hizmete adayan kutsal bakireler ku­rumu ortaya çıkmış, bunları, kadın münzeviler izlemiş ve böylece kadın manastırları oluşmuştur. Manastıra kapanan rahibeler te­mizlik sembolü olan Hz. îsâ’nın eşleri olmayı arzulamaktadırlar.(Harman, 86.)

Ortaçağ Hristiyan dünyasında kadın ve evlilik kötülenmiş, Macön Konsili’nde (585) kadının ruhunun olup olmadığı tartı­şılmış, XII. asırdan itibaren Batıda büyücü ve cadı avı başlamış, pek çok kadın cinlerle ilişkisi olduğu iddiasıyla yakılmış veya suda boğulmuştur. Ortaçağ boyunca Hristiyan dünyada, özel­likle de kilise muhitinde yaratılış hikâyesinin temel alınarak bü­tün kadınların insanoğlunun düşüşüne sebebiyet verdiği kabul edilmiş ve kadın düşmanlığı perçinlenmiştir.(Harman, 86.)

Din içinde oluşan bu kadın karşıtlığı, feminist hareketleri tetiklemiş ve büyük mücadeleler sonucunda devre dışı bırakılan di­nin ardından günümüzde kadınların sosyal hayatta erkeklerle eşit şekilde yer alabildikleri bir sonuca ulaşılmıştır. Evlilikte bile cinsel ilişkinin günah sayıldığı, bakire kalmanın yüceltildiği, Hz. İsa’nın eşi olabilmek için cinsellikten uzak duran kızların kutsandığı yapı, büyük ölçüde cinselliğin serbestçe yaşanabildiği yeni bir dünyaya doğru savrulmaya sebep olmuş, bir aşırılık diğerini doğurmuştur. Bugün Batı dünyasında bastırılmış arzuların isyan ettiği cinsel pat­lamanın arka planında bahsi geçen inanç ve tutumların bulundu­ğu çok kuvvetle muhtemeldir. İnsanın en zayıf olduğu dürtünün şehvet olduğu ve bu alandaki disiplinsizliğin her türlü fesadın kay­nağını oluşturduğu, kadın-erkek arasındaki mesafenin neredeyse tamamen kaldırıldığı bir dünyanın inşa edildiği dikkate alınırsa yaşanan problemin kaynağı ve ciddiyeti daha iyi anlaşılabilir.

Geldiğimiz noktada kadın-erkek eşitliğine yapılan vurgu, hayatın her alanında kadın istihdamı, kadın özgürlüğü ve çağ­daş görüntüsü modern kültürün öne çıkardığı ve başardığı ko­nulardan birisidir.

Bütün dinlerin kadın-erkek beraberliğini meşru kılan tek yol olarak nikâhı belirlemiş olmalarına rağmen insanın kendi bedeni üzerinde özgürce karar verebilmesi ve seksin (seks hizmeti, seks işçiliği) ekonomik faaliyet alanına çekilmesi, bu bağlamda yargı ifade eden zina vb. gibi dinî engellere takılmadan kadın bedeni üzerinden serbest bir cinsellik düzeni kurulması modern dünya­nın öne çıkan özellikleri arasındadır. Bunun aile üzerinde etkile­rinin olumsuz şekilde devam ettiğini söylemek bile söz israfıdır.

Ülkemizde modernleşmenin kadın figürü üzerinden nasıl okunduğu aşağıda ele alınacaktır.

III- MODERNLEŞMENİN TÜRKİYE'DEKİ SONUÇLARI

Modernleşme, çok boyutlu bir arka plana sahip olsa da ül­kemizde daha çok son dönem Osmanlı aydınlarıyla Cumhuriyet elitlerinin öne çıkardığı ileri teknolojiye ulaşma hedefli Batılı­laşma / Çağdaşlaşma projelerinin genel adı olarak kabul edilir. Bu bağlamda modernleşmenin teknolojik ilerlemeyi ifade ettiği aşikârdır. Sebep-sonuç ilişkisi bakımından Türkiye modernleş­mesini şu başlıklar altında ele almak mümkündür:

A- İSLAM'IN KİLİSE KÜLTÜRÜ ÜZERİNDEN OKUNMASI

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi,özellikle Hristiyan geleneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir.

Değişim sürecinin hızlandığı ve radikal adımların atıldığı dönemlerde Türk modernleşmesi ya da çağdaşlaşmayı çalıştığı alan itibariyle siyasi, hukuki, iktisadi, askerî, teknolojik, dinî vs. açılardan değerlendiren araştırmacılar vardır. Bu onun çok boyutluluğunu gösterir. Ancak modernleşme ya da çağdaşlaşma ideolojisinin temel tezi, “din terakkiye mânidir” şeklinde ifade edilen klişe cümlede saklıdır. Bu ifade genel anlamda dinin, ge­lişmenin önünde engel oluşturduğu dolayısıyla onun yön verdiği gelenek içinde kalarak çağdaşlaşmanın, muasır medeniyet sevi­yesine ulaşmanın teknolojik gelişmeleri yakalamanın imkânsız­lığı üzerine kuruludur. Bu da etkili çevrelerde dine ve dinî olana karşı negatif bir tavrın gelişmesine sebep olmuştur.

Bunda son dönem Batıcı Osmanlı aydınlarının faaliyetleri, Cumhuriyet Türkiye’si üzerinde Batılı güçlerin modernleşme yönündeki operasyonlarının ve etkili araçlarla zihinler üzerinde kurduğu egemenliğin etkisi olsa da Müslümanların da kendileleri doğrultusunda oluşturabildikleri örnekliklerinin olmayışı ve etkin bir aktör olarak dünya sahnesinde yer alamayışlarını tesirinin bulunduğunu belirtmek gerekir.

Modernleşme projesi olarak Batının bilim ve tekniğine sa­hip olmak gerektiği yönünde iki tutum öne çıkmıştır. Bunlardan birincisi özellikle Osmanlının son döneminde çok etkili olan Batıcı aydınların tutumudur. Onlar, İslam âleminin teknolojik bakımdan Hristiyan Batı dünyasından geri kalışım indirgemeci bir yaklaşımla dine bağlamışlar ve dinin hayatla irtibatının ke­silmesi amacıyla ciddi çalışmalar yaparak Batılılaşmanın zorun­luluğu üzerinde durmuşlar, bu sürecin de önünü açmışlardır. Bu tez Cumhuriyet Türkiye’sinin resmî ideolojisi olarak benim­senmiş, bu doğrultuda bir zihniyet inşası hedeflenmiş, devletin temel kurumlan bunu sağlayacak ve koruyacak biçimde yapılan­dırılmıştır.

Doğal olarak bu tezin oluşmasında, teknolojinin, Batı toplumlarında kilisenin bilim karşıtı duruşuna rağmen gelişebilmiş olmasının etkisi vardır. Batıcıların İslam’a karşı geliştirdikleri benzer yaklaşım İlahi dinin de bu açıdan suçlanmasına sebep olmuştur.

İkincisi, Osmanlının son dönemindeki İslamcıların Batı­lılaşma yanlılarına karşı savundukları “Batının tekniğini alıp dinî değerlerin korunması” yönündeki tezlerinin çok fazla tu­tarlı olmadığı, teknolojinin kendi kültürünü de transfer eden ve yepyeni bir yaşam biçimi dayatan özelliğe sahip bulunduğunun görülmesiyle anlaşılmıştır. Hatta teknolojinin dine doğrudan etkisine bakılırsa Arnold J. Toynbeenin isabetle belirttiği gibi bilim ve onun ürettiği teknoloji modern dünyada dinin yerini almış, putlaştırılmış, oluşan zenginlik ve güç dinden soğuma sonucunu doğurmuştur. (Arnold J. Toynbee, Tarihçi Açisından Din (trc. İbrahim Canan), İstanbul 1978,syf;251-254-267)

Bu iki açıdan bakıldığında teknolojinin din ile bir ilgisinin var olduğu hatta aralarında bir gerilimin yaşandığı, diğer bütün sonuçların değerlendirilmesine buradan başlanması gerektiği söylenmelidir. Ancak dinin bilime ve dolayısıyla teknolojik gelişmelere engel olduğu yönündeki Batıcı aydınların iddiası kilise-bilim ilişkisi açısından tarihî bir gerçeklik olsa da İslam açısından sanaldır ve bir geçerliliği yoktur. Çünkü modern teknoloji evren­deki sebep-sonuç ilişkilerini belirleyen İlahi kanunların maddeye uygulanmasından doğmuştur ve bu kanunları koyan da bizzat Allah’tır. Müslüman düşüncesinde bunlara kevnî âyetler denir.

Bunun dinle bir çelişkisi olamaz. Kur’ân-ı Kerîm evrendeki mü­kemmel denge ve düzenle ilgili olan bu kanunlara işaretle yetine­rek insanlardan bu bilinçli tasarımın araştırılmasını talep eder.(Furkân (25), 2; Kamer (54), 49; Rahmân (55), 5-7; Mülk (67), 3.) Çünkü evrendeki düzenin incelenmesi Allah’a götürecek yollar­dan birisidir. Kâinattaki varlıkların yaratılışı ile işleyişindeki mü­kemmel uyum ve düzeni gören sağduyulu herkes bu yolla Allah’a ulaşabilir. Tersinden bu denge ve düzenin bozulması hâlinde kim böyle bir yaratma fiilini başarabilir? sorusuna cevap aranması da Allah’ı bulmaya götüren bir yol olabilir. Nitekim birçok âyette bu noktaya vurgu vardır.(Bkz. Kıyâme (75), 8-9; İnsân (76), 8-10; Tekvîr (81), 1-14; İnfitâr (82), 1-9; İnşikâk (84), 1-5). Kur’ân-ı Kerîm insana bu gerçekleri gö­rebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini,(En‘âm (6), 104.) sağduyusunu koruması ve peşin fikirli, inatçı olmaması hâlinde bunları göre­bileceğini söyler.(Müddessir (74), 16) Bu sebeple fizik, kimya, matematik, astronomi, tıp gibi konusu madde olan ilimlerle uğraşmak İslam toplumunda farz-ı kifâye (toplumsal vecîbe) olarak kabul edilmiş, uğraşı alanı­nın değeri bakımından dinî-dünyevi ilim ayrımına gidilmemiş­tir, her iki alan da aynı hükme tâbi kılınmıştır. Sonuçta her ikisi de Allah’ın ilmidir. Bilginin teknolojiye dönüştürülmesi insan ba­şarısı olsa da o kanunu koyanın Allah olması Ona şükrü gerekti­rir ve îlahi bir lütuf olduğundan sadece insanın hizmetinde, onun işini kolaylaştıracak şekilde kullanılmayı zorunlu kılar.

Modern dünyanın, bilgiyi maddeye uygulayarak geliştirdiği göz kamaştırıcı teknolojiyle -ki dini bir kenara bırakacak kadar Batıcıları büyüleyen, hipnotize eden de budur- insana hiçbir çağda görmediği ölçüde maddi refah sağladığı söylenebilirse de dini ve ahlakı ihmali, maneviyatı devre dışı bırakması, zihinle işgal edip bambaşka bir kölelik ve sömürü düzeni oluşturması tabii-fıtri dengeleri altüst etmesi, neredeyse bütünüyle geleneksel yaşam biçimi ve düşünce tarzını değiştirmesi hatta bizzat ken­disinin yeni bir din hâline gelmesi sebebiyle içinden çıkılmaz sorunlar ürettiği ortadadır.

Bugün Müslümanların teknolojik açıdan geri kaldıkları bilinmektedir. Bunun tek sebepli olarak izahı güçtür. Matta az önce de işaret edildiği üzere geri kalışın dinle irtibatlandırılması tamamen sorunlu bir yaklaşımdır. Bununla birlikte başta Ab­dullah Cevdet, Beşir Fuad, Kılıçzâde Hakkı, Baha Tevfik, Tevfik Fikret ve Celâl Nuri olmak üzere Batıcıların önde gelen isimleri yazdıkları birçok yazıda, geri kalış konusundaki temel tezlerini din ve Osmanlı’nın mevcut içyapısı üzerine kurmuşlar, bunun yegâne çözüm yolunun da âbâb-ı muaşeret kuralları da dâhil olmak üzere bütünüyle Batının taklit edilmesi, Asyalı kafala­rın Batılılaştırılması olduğunu dile getirmişler, kendi yazdık­ları dışında din aleyhinde ve özellikle İslam karşıtlığında sınır tanımayan ne kadar Batılı yazara ait kitap varsa Türkçeye ka­zandırmışlardır. Hatta bunlardan bazıları girdikleri kompleks sonucu o derece ileri gitmişlerdir ki mesela Abdullah Cevdet Avrupa’dan damızlık adam ithal edip neslin ıslahını, Hüseyin Cahit Yalçın da Arap harflerinin atılıp Latin harflerine geçilme­sini bile önermişlerdir. Batıcıların din karşıtı bu tür fikirlerine ve tercüme ettikleri eserlerdeki iddialarına karşı oldukça tutarlı ve nitelikli cevapları içeren çalışmalar yapılmış ve İslam klasik­lerinin bir kısmı Türkçeye çevrilmiştir. Bu hususta aktif rol oy­nayanlar arasında Ali Suâvi, İngiliz Kerim Efendi, Ahmed Mi- dhat, Harputlu Hoca İshak Efendi, Ömer Hilmi Efendi, Cevdet Paşa, İsmail Ferid, Harpûtîzâde Mustafa, Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, İsmail Fennî, Said Halim Paşa, Ahmed Naim, Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, ö. Ferit Kam, M. Ali Ayni, Ahmet Hamdi Akseki, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil sayılabilir.(1)

Batı tecrübesini olduğu gibi Türkiye’ye taşıma projesinin mimarı olan aydınların en dikkat çeken tutumları İslam’ı kilise kültürü üzerinden okumaları ve Yahudi, özellikle Hristiyan ge­leneğinin ortaya çıkardığı sorunların İslam’da da var olduğu ön kabulüyle hareket etmeleridir. Bu ön yargının oluşmasında Ba­tıda eğitim görmelerinin ve İslam’ı, ana kaynaklarından okuyup anlayabilecek yeterlilikte bir donanıma, birikime, metodolojiye sahip olamayışlarının etkisi büyüktür.(2)

Batıcılar, Batıdaki gelişmelere paralel olarak Müslüman dünyanın içinde bulunduğu sorunların aydınlanma felsefesinin zihniyetiyle aşılabileceğini savunmuşlar ve bu yönde gayret gös­termişlerdir. Bunun temelinde yatan sebep, İslâm’ın modernliğe meydan okuyucu tavrı sebebiyle ciddi bir engel, önemli bir so­run ve gerçek bir tehdit olarak algılanıp buna göre tutum geliş­tirilmesidir. Dolayısıyla zaman içinde İslam’ı değersizleştirmeye yönelik projelerin devreye sokulup bu yolda etkili araçların kul­lanılmasının ana sebebi budur. Bu süreç hâlâ devam etmektedir.

Batıcıların faaliyetlerinin en dikkat çeken yönü İslam’ı mo­dernliğin ürettiği kavramlarla yeniden tanımlayıp beşerileştir­mek, dinin alanını tekrar belirlemek, böylece içi boşaltılmış, hayatla bağları koparılmış, Hristiyanlığa benzer, her şeyiyle tar­tışılabilir bir din oluşturmaktır. Bazı ilahiyatçıların, modernitenin meydan okuması karşısında takındıkları kompleksle Batı dünyasının otantik olmayan kendi dini metinlerini anlamak için ürettikleri bazı yöntemleri (mesela tarihselcilik) Kur’ân-ı Kerime uygulama çalışmaları, zaman zaman modernist zihni­yetle ayetlerin tefsiri, bazı sahih hadislerin inkârı bu değirmene su taşımaktan başka bir işe yaramamıştır.

İslâmî hükümlerin, kavramların, temel ilkeler doğrultusun­da üretilen kültürel formların tabii ortamından soyutlanarak, dışarıdan bir bakışla ve bugünden yola çıkarak tarih inşa etme (anakronizm) tutarsızlığına aldırmadan ideolojik okumalara tâbi tutulması, istismar edilmesi, Müslümanların hâkim zih­niyetini asla yansıtmayan birtakım itici uç örneklerle ya da din hakkında nefret uyandıracak figüranlarla gündem oluşturup İslâm’a karşı linç politikası izlenmesi modernlik projelerinden birisi olarak hep devrede olmuştur. Bu bağlamda Batı dünya­sında İslam’ın, terör ve şiddetle özdeşleştirilmesi, bunun aracı olarak da cihâdın gösterilmesi, hadd cezalarının barbarlık ola­rak nitelendirilmesi, kadın üzerinden yapılan hücumlar en fazla başvurulan yol olarak öne çıkmaktadır. Ülkemiz aydınları da oryantalizmin gönüllü müritleri olarak aynı paralelde aceleci ve hızlı bir refleksle Allah-âlem, din-dünya, dünya-ahiret, din-bilim, din-kadın ilişkisini kurarken özellikle Batılıların ürettiği paradigmaları kullanarak din ve dinî olanı mahkûm etmede kararlı bir tavır takınmışlar ve buna da devam etmektedirler. Özellikle irtica, gericilik, yobazlık, tutuculuk, orta çağ karanlığı, laikliğe aykırılık gibi yaftalarla oluşturulan dogmatik tavırla da tartışmanın önüne setler çekilmiştir. Batının ülkemizdeki proje yürütücülerinden oluşan medyanın kampanyaları da bu konuda etkili olmuştur.

İslam’ın Oryantalizmin etkisiyle oluşturulan kargaşa ortamı­nın en önemli yan etkisi, Müslümanca düşünme biçimi önünde engel oluşturarak İslâm’ın modern dünyaya sunacağı imkânlara fırsat tanımamış olmasında ortaya çıkmıştır. Bunun oluşturduğu korkuyla modernlikle çatışan ve tepkiye sebep olan değerler, il­keler, davranış kalıpları, hayat tarzındaki ayrıntılar ya mahkûm edilmiş ya da modernleştirilmiştir. Bunun için kavramların ge­lil netiğiyle oynanması da en kötüsü olmuştur. Geleneksel aileye bakışın da bu açıdan eleştirilmesi ve yadırganması, küçümsenmesi, bozulmada etkili bir güç olarak kendisini göstermiştir.

Modernistlerin, “dinin sabit bir inanç sistemi olarak, ka­çınılmaz biçimde sürekli değişen-gelişen hayatın ihtiyaçları­nı karşılama imkânından mahrum olduğu, dolayısıyla dinin sahasının genişlemesinin hayatı donduracağı, gelişmeye engel oluşturacağı” yönündeki argümanları, dinin alanının ibadetler­le sınırlandırılması ve günlük hayattaki yapıp-etmelerin bizzat insan tarafından belirlenmesi şeklinde pratiğe dökülmüş, ki­lise kültürünün en etkili gücü bu tezde kendisini göstermiştir.

Çağdaş Cumhuriyet ideolojisiyle birlikte özellikle “kamusal alan-özel alan” ikileminin estirdiği fırtına sonucu, bir taraftan camilerin kapısının arkasına kadar açık olduğu teziyle dine saygılı bir devlet portresi çizilirken diğer taraftan kamusal alana gökyüzünün karışmaması ilkesinden taviz vermeme adına, dini hatırlatan, onu görünür kılan en küçük bir sembole, geçici bile olsa dinin kokusunun hissedildiği basit bir düzenlemeye dahi tolerans göstermeyen, çevreden merkeze doğru ilerleme ham­lesine sert tepki veren, dini sınırlandıracak kadar da Tanrının iradesine ortak olmuş, demir yumruklu bir devlet aygıtı devreye sokulmuş, devlet buna göre yapılandırılmıştır. Ancak devlet po­litikalarının desteğe ihtiyaç duyduğu hâllerde Cuma namazla­rında bu doğrultuda okutulan hutbeler, özel alan-kamusal alan ayırımının çıkarlar söz konusu olduğunda dikkate alınmadığını göstermektedir. Verginin kutsiyetine dair hutbeler bu konuda örnek olarak zikredilebilir. Uzun zaman kurban derilerinin ne­reye verileceğini belirleyen devlet tavrı da ibadete müdahalenin ötesinde, İslami vakıf ve derneklerin bu yolla güç kazanmasının engellenmesini amaçlamıştır. Bu durum devletin ideolojisini koruma uğruna birçok açıdan çelişkili tutumları göze aldığını gösteren en önemli örneklerdendir.

Bütün bu gerçeklere rağmen Batıda kiliseyi devre dışı bırakan ve tüm dünyayı etkisi altına alan modernleşme süreciyle Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin politikalarının paralellik arz ettiği görülür. Ülkemizdeki modernleşme yanlılarının çabalarına bakıldığında Batıdaki kilise yerine caminin, Hristiyanlık yerine de İslam’ın konulduğunu söylemek hatalı olmaz. Aydın kesimin bu uğurdaki büyük çabası, çok kısa zamanda etkisini göstermiş ve en azından kendisini Batılı olarak tanımlayan bir Türkiye doğmuştur.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde belirlenen çağdaşlaşma he­defi doğrultusundaki projeler, dinin yön verdiği Osmanlı gelene­ğine karşı bir tepki anlamı taşıdığı için öncelikle çatışan ve yeni ideolojiyi baskın çıkaran bir ortam oluşturma yoluna gidilmiş, dinî değerler istikametinde gelişen ve dinin toplumsal hayatta görünürlüğünü sağlayan kültürel formlar itici hâle getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle radikal Batılılaşma yanlıları yahut serbest değişimi savunanlar ile buna karşı değerlerden kopuk değişime direnenler arasında ortaya çıkan ilericilik-gericilik ayrımında din-bilim, dindarlık-dinsizlik, ulema-aydın, molla-bilim adamı, hoca-öğretmen, doktor-üfürükçü, mektep-medrese, çarşaf-mini etek gibi modernleşme sürecinde yeni ile eski kurum ve değerle­rin karşı karşıya getirilmesi yaşanan problemin temel dinamik­lerine ve amaca götürecek yöntemlerin kodlarına işaret eder. Özellikle eski eğitim kurumlarının mesela medreselerin masaya yatırılması, âlimlerin eleştirilmesi tesadüfi değildir. Yetişen yeni neslin zihnine nakşedilmeye çalışılan aydın ya da ilerici bilim adamı, gerici ve yobaz molladan veya âlimden farklı olarak vah­yin / dinin / dogmaların (!) karanlığından aklın-bilimin aydın­lığına çıkmış olan insandır ve yeni neslin bu bilinçte yetişmesi hedeflenmektedir. Bu, kiliseye karşı gelişen ve başarı kazanan hümanist-pozitivist-materyalist zihniyetin ülkemizdeki görün­tüsünden başka bir şey değildir.

Çağdaşlaşma ideolojisinin Cumhuriyet Türkiye’sinde yer­leşebilmesi için dinî renkli görünürlüğün engellenmesi gere­kiyordu. Bunun için taşıyıcı aktörler, gericilik, yobazlık, irtica vs. gibi tanımlanmamış ve dogmatik nitelik yüklenen kavram­lar üzerinden yaptıkları operasyonlarla birçok dinî fikir ya da teklifin doğmadan yok edilmesini sağlamışlar, insanların dinî yaşantısından neredeyse utanacakları bir ortam için bütün güçlerini kullanmışlardır. Bu projenin en önemli taşıyıcısı olarak ilköğrenimden yükseköğrenime kadar tüm okullarda kanunla güvenceye alınan inkılap tarihi dersleri geçmişi yok sayma, değersizleştirme, modernliği yüceltme ideolojisine hizmet edecek araç olarak tasarlanmıştır. Hâlâ bu ideoloji doğrultusunda hare­ket edilmektedir.

Etkili araçların da yardımıyla modernist-aydın kesim ya da Cumhuriyet elitleri, kabullerine yükledikleri mistik hava ya da dogmatik tavır ile itiraza bile yer bırakmadan modern yaşam biçimini yüceltmekle kalmayıp etkili araçların da yardımıyla bunu dayatma yoluna gitmişlerdir. Bu bağlamda dindar kesimin karar mekanizmalarına sahip merkezlere yaklaştırılmaması, bu­ralardan uzak alanlarda tutulması, çevreden merkeze ilerleme­nin önüne geçilmesi, dindarların taleplerinin engellenmesi, bu mümkün değilse asgari seviyede tutulması temel hareket nokta­sı olarak belirlenmiştir. Muhafazakâr-dindar birisinin bakanlık, yüksek mahkeme üyeliği, müsteşarlık, genel müdürlük, mülki amirlik, belediye başkanlığı, emniyet müdürlüğü gibi stratejik önem taşıyan bir göreve seçildiği ya da tayin edildiği durum­larda ilk yapılan, dindarlığına vurgu yaparak bu yönde oluşa­bilecek tercihlerin önünü baştan kesmek olmuştur. Bunun için laikliğe bakışı, haremlik-selamlık konusu, kadın eli sıkma, içki içme, eşinin başının açık olması gibi çağdaşlık kriterlerini dev­reye sokarak basit bir yöntemle zihniyet tespiti yapılıp ona göre tavır geliştirilerek bir yandan uyarma diğer taraftan sindirme yoluna gidilmiştir. Mesela yakın zamanlarda Cumhurbaşkanın­ca ataması yapılan yüksek bir bürokratın evinde televizyon ol­madığı yönünde yapılan yayınlar, atamayı yapan cumhurbaşka­nının “evinde hem de uydu anten var” şeklindeki savunması; bir bakanın eşinin çarşaflı olduğu yönündeki yayınlar üzerine adı geçen bakanın eşiyle basının karşısına geçip böyle olmadığını göstermesi hafızalardaki tazeliğini koruyan sadece iki örnektir Çok ilginçtir birkaç yıl önce askerî hastanede yatan bir sanatçıy ziyaret etmek isteyen TC Başbakanının eşi başörtülü olduğu içil engellenebılmiştir. Bu süreç bugünlerde resmî çevrelerde belli ölçüde zayıflaşa da medya gibi etkin güçlerin hamleleriyle hâlâ devam etmektedir.

Böyle bir tavır doğal olarak İslam’ı kendi değerler bütünlü­ğü içinde sağlıklı bir yöntemle ele alma, İslam’la modernitenin sağlıklı bir ortamda karşılaşmasının imkânını ortadan kaldırdı­ğı gibi gelenek içinde insan unsurundan kaynaklanan ve bugün de belli ölçüde etkisi devam eden bazı olumsuzlukların gözden geçirilerek ayıklanmasına yönelik çabaları baltalamaktadır. So­nuçta gelenek-modern gerilimi ve bu alanda oluşan karmaşa ülkemizin enerji kaybına sebep olmakta ve faturayı tüm halk ödemektedir. Benzer süreçlerin diğer Müslüman ülkelerde de yaşandığını belirtmeliyiz.

Aydın kesimin zihniyetini, İslam dini hakkındakı bilgilerini özellikle kilise kültürünün zihinlerinin şekillenmesindeki etkilerini yazılarının yanı sıra elektronik ortamda yer alan görüş ve konuşma­larından bile anlamak mümkündür. Mesela bir TV kanalında seçim beyannamesini değerlendiren ve aynı zamanda akademik unvanının zirvesinde bulunan bir partinin Genel Başkan Yardımcısı toplantının cuma namazı ile aynı saate gelmesini eleştirenlere verdiği cevapta: “Si­yasal yaşam ile özel yaşamı birbirine karıştırmamalıyız. Bu tartışma­yı doğru bulmuyorum. Sıkıntısı olan varsa cumayı kaza yapsın. Her namazın kazası vardır”[http://www.ensonhaber.com/hursit-gunes-cumayi-kaza-yapsinlar- izle-2011-04-22.html]. şeklindeki ifadeleriyle hem modern zihni­yetin “din bireyseldir, vicdan işidir, kamuya taşınamaz” dogmasının pratiğini göstermiş hem de dinin kilise kültürü üzerinden ve Batılı paradigmalarla nasıl okunduğunu ortaya koymuştur. Yine bir başka öğretim üyesinin bir yazısında İslam’a göre padişahın yetkisinin Tanrı’dan gelmiş olduğunu, padişahın idari yetkisini şartsız Tanrı’dan al­dığını söylemesi (Osman Okyar, “19. Yüzyıl Osmanlı Çağdaşlaşmasında Politikanın Yeri”, Liberal Düşünce, 11/7, Ankara 1997, s. 65,66.)

Cumhuriyet aydınının İslam’a yaklaşımında kilise kültürünün ne derece etkin olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Bu yaklaşım, Hristiyanlıktaki Tanrı adına hareket eden, din ve dünya­yı yöneten din adamları (ruhban) sınıfının İslam’da da var olduğu ön yargısından kaynaklanan bilgisizliğin ifadesidir. Hâlbuki İslam sadece yönetim ilkelerini belirlemiş, uygulamasını ise zaman-mekânın ihtiyaçlarına göre insanlara bırakmıştır. Bu prensipler de evrensel karakter taşır. Daha da önemlisi yönetim İlâhi değil beşeridir. Her bir yönetici yaptıklarından dolayı sorgulanabilir, gerektiğinde görevden azledilebilir, ispatlanmış olan süistimallerinden dolayı cezalandırı­lır. Bunun da ötesinde bizzat Hz. Peygamber İslâm’da ruhbanlığın bulunmadığım beyan buyurmuş,(Dârimî, "Nikâh”, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 226....) bu yönde çabası olanları açıkça uyarmıştır. (msl. bk. Kasas (28), 77; Buhârî, “Savm”, 51, 55, "Nikâh”, 89, “Edeb”, 84; Müslim, "Sıyâm”, 182,192.)

Kaldı ki İslam'ın, ruhbanlıkla bağdaşmayacağım göste­ren çok önemli esasları vardır. Mesela Hz. Peygamber vahiy alsa da(Kehf (18), 110; Fussılet (41), 6.) bir beşerdir, aldığı vahye o da tâbidir.(Ahzâb (33), 2.) Bunu insanlara okur, onları güzel ahlakla donatır, kitabı ve hikmeti öğretir.(Bakara (2), 129; Âl-i îmrân (3), 164; Cuma (62), 2.) İnsanlar üzerinde zorlayıcı bir yetkisi yoktur, o sadece hatırlatıcıdır.(Gâşiye (88), 21-22.) Bir beşer olarak kişisel taleplerine itiraz edilebilir,(3)insan olarak tercihlerinde hataları olabilir.(4)

Bu ve benzeri kesitler ülkemizdeki bazı aydınların İslam’la ne kadar ilgili olduklarını göstermeye yeter örneklerden sadece ikisidir. Tutumlarına bakılırsa “bu yıl hacc kurban bayramına denk geldi” diyecek kadar dine ilgisiz ve bu yüzden bilgisiz de olsalar dinî bir konuda hüküm vermeye herkesten daha yetkili olduklarını da düşünmektedirler. Bu tutum, dinin alanını da­raltma refleksinin yansımasından başka bir şey değildir.

Günümüz Türkiye’sinde din ile ilişkinin cami dışına taşma­ması ülküsünü hâkim kılmak için kendilerini görevleri sayanların zihniyetinde dik kut çeken hususlardan bitişi genel anltunda din ile bir sorunlarının olmadığı, temel problemin İslam olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yahudilik bir ırk dinidir ve diğer in sanlara kapalıdır. Hı istîyanlığın insanlığa verecek bir şeyi yoktur, İslam ise gerçek anlamda çağa meydan okuyan dinamik bir yapıya sahiptir. Hu sebeple diğer dinlere karşı saygılı davranış İslam söz konusu olduğunda esirgenmekte, din ve dini olana karşı çok güçlü bir duyarlılık gösterilmekte, bezdirme politikası izlenmekledir. Esasen bu Batı politikalarının lürkiye deki yan­sımasıdır. Mesela bazı yıllarda ramazan ayında her hangi bir resmî kurumun idarecisi iftar saatine bağlı basit bir düzenleme yaptığında basında kıyametler kopmuştur. En tabii hak olarak okulda namaz kılan birkaç öğrenci resimleriyle birlikte manşet lere çekilerek linç edilmiş, cuma namazına giden öğrencilerin görüntüleri haber programlarında ve gazetelerde yayınlanarak kendileri ve öğretmenleri hedef hâline getirilmiştir. (http://www.youtube.com/watchivsXJdXUDlebus)Bu okulla­rın gerici kuşatma altında bulunduğu yönünde yorumlar yapı­larak, namaz kılmanın skandal olduğu vurgulanmıştır. Bu ha­berleri ihbar kabul eden ilgili savcılık okul idarecileri hakkında soruşturma açmıştır .(http://www.milliyet.com.tr/2007/06/02/guncel/agun.html)

Namaz kılan öğrenci avına çıkan bir TV muhabiri okulda namaz kılmanın hukuken engeli bulunmama­sına rağmen “okulda namaz kılınamayacağı” fetvasıyla okul mü­dür yardımcısını uyarmıştır.(http://www.youtube.com/watchivslF82qlxieWA)

Kore ve Japonya’da düzenlenen 2002 Dünya Kupasına katı­lan A Milli Futbol Takımında cuma namazı kılmak isteyen fut­bolcular yazılı ve görsel medyada kıyasıya eleştirilmiştir. Aynı şekilde Ramazanda oruç tutan futbolcular günlerce televizyon programlarında tenkit edilmişlerdir. Oysa bir dönem ülkemi­zin bir takımında futbol oynayan Musevî bir oyuncu hamur­suz bayramı dolayısıyla maça çıkmayı reddettiğinde geleneksel Türk hoşgörüsünden hareketle takdirkâr ifadeler kullanılmıştır. İlginçtir ramazan ayında oruç tutan oyuncular yüzünden bir futbol takımının performansının düştüğünü belirten bir futbol yazarı ve TV yorumcusu Kur ân daki bir hadisten!” hareketle futbolcuların oruç tutmaması gerektiği yönünde bir içtihat! bile yapmıştır. Herkesin kendisine ait tercihlerine saygı gösterilirken İslam söz konusu olduğunda bir çifte standart geliştirildiğini görmek için özel bir incelemeye bile gerek yoktur. Bununla her an karşılaşmak mümkündür.

Bir dönemler hacc ve umre görevi için kutsal topraklara gi­denlerin sayısı artmaya başladığında ülkenin döviz kaybını gün­deme getirenler, tatil için Batıdaki merkezlere akın edenleri, bir öğle yemeği için Avrupa ülkelerine seyahat edenleri unutmuşlar­dır. Basına yansıdığı kadarıyla umreye giden bir başbakana bir general hakaret edip meydan okumuş,(http://videonuz.ensonhaber.com/izle/osman-ozbek-in-erbakan-a-kufrettigi-o-anlar)umre dönüşü Başbakan gereğinin ifası için Genel Kurmay Başkanına yazı yazmış, cevap olarak adı geçen general bir üst rütbeye yükseltilmiştir. Malezya ziyareti sırasında camide namaz sırasında namaz takkesi giyen TC Başbakanı bu sebeple gazetelerdeki köşe yazılarına konu ol­muş ve kıyasıya eleştirilmiştir.

Yakın zamanda kutlu doğum haftası ihtifallerinde bazı programlarda ilahi söyleyen küçük çocukların ortaya çıkması askeri darbeye davet sebebi sayılmış ve meşruiyeti için zemin hazırlama yarışına girilmiştir. Oysa benzer yaştaki çocukların TV’lerde düzenlenen müzik yarışmalarmda olumsuz görüntü­lerle boy göstermesi başarı sayılmış, çağdaş bir faaliyet olarak takdirle karşılanmıştır.

Yakın zamana kadar ülkemizde eğitim-öğretim sorunları me­sela üniversiteye giriş sınavlarındaki farklı puan uygulaması hep imam-hatip liseleri odaklı tartışılmıştır. Genel kanı, bu tür tedbir­lerle bu okul mezunlarının sınırlı kontenjan ayrılan İlahiyat Fakül­telerine girmelerinin sağlanması onun dışındaki okullara girişle­rinin engellenmesidir. Bunun gerçekleşmesi için de bütün meslek liselerinin olumsuz şekilde etkilenmesi bile göze alınmıştır.

Aynı şekilde YÖK’ün farklı fakülteler arasındaki geçişe es­neklik getireceği yönündeki haberlerin 04.03.2010 tarihli gazete ve TV’lerde “İlahiyat Fakültesine gir Tıp Fakültesinden mezun ol” şeklinde verilmesi oldukça manidardır.

18.01.2011 tarihli gece haberlerinde Türkiye’nin en bü­yük haber kanallarından birisi polis meslek liselerine bütün lise mezunlarının girebilmesini konu alan düzenlemeyi sadece İmam-Hatip Lisesi mezunlarına özgüymüş gibi takdim etmiş ve konunun özü ancak haberin en son kısmına sıkıştırılan bir bilgi kırıntısından anlaşılabilmiştir.

Bütün bunlar kilise kültürünün oluşturduğu refleksle gün­lük hayatta dinin görünürlüğünü sağlayan sembollerin ya da tu­tumların engellenmesi için geliştirilen projenin zikredilen basit ve herkes tarafından bilinen örnekleridir.

Görüldüğü üzere Türkiye’de etkili basın, Batılılaşma hedef­lerinin önünü açmak için modern yaşam tarzını yüceltmek, ülke insanının gündemine sokmak ve yaygınlaştırmak, buna yönele­cek eleştiri veya tehditleri sindirmek üzerine yapılandırılmış, dinî değerlerin görünürlüğünü sağlayacak pratiklerin ya da kültürel formların kıyasıya eleştirilmesi ve yok sayılması,itici şekilde kurgulanarak gösterilmesi yoluna gidilmiştir. Mesela güçlü bir spor kanalının sürekli olarak saatlerce plajda voleybol oynayan bikinili iki kadının maçını naklen yayınlamasının, filmlerde statüsü yük­sek kadınların modern görünümlü olanlardan, hizmetli kadın­ların ise başörtülülerden seçilmesinin başka bir anlamı olamaz. Batılı yaşam biçimini tercih edenlerin yüceltildiği, dindarların ise cahil ve geri kalmışlık görüntüsüyle sahnelendiği, hoca ve dindar kesimin horlandığı, küçümsendiği film ve tiyatro sahnelerinin bi­linçli bir projenin parçası olduğu inkâr edilemez. Bu tür hayat tar­zını ve zihniyet dünyasını dayatan medya araçlarının gelişmesine paralel olarak bu yöntem devam etmektedir.

Ülkemizde İslamı kilise kültürü üzerinden okuma projelerinin öyle büyük etkisi olmuştur ki bugün ilericiliğin ifadesi olarak geliştirilen “Müslüman Aydın” tiplemesi neredeyse kabul görmüştür. Oysa “aydını” ortaçağ dininin / vahyinin karanlığın­dan rasyonel aklın ve pozitivist bilimin aydınlığına çıkan düşü­nürü tanımlayan ve kiliseye tepkiyi ifade eden bir kavramdır. Bu açıdan "Müslüman ile Aydın” yan yana gelemez. Müslüman açısından vahiy» nefsin ve cehaletin sürüklediği karanlıktan ay­dınlığa çıkaran bir özellik taşır.(Bakara,257-Maide,16-İbrahim,1,5- Ahzab 43-Hadid 9-Talak 11)Ayrıca ortaçağ Müslüman açı­sından karanlık değil Batıyı da aydınlatan bir ışık çağıdır.

B- MODERN KADININ İNŞASI VE TOPLUMUN DÖNÜŞÜMÜ

Modernliğin, sembol olarak kadını seçmesine paralel olarak Cumhuriyet Türkiye’si de aynı yönde çaba sarf etmiş, muhafa­zakâr kesimle Batıcılar arasındaki en gergin ilişki de bu alanda yaşanmıştır. Batıcıların kadınlara çeşitli hakların verilmesi ve dinî makamların bu konuya karışmamaları yönündeki talepleri bu alandaki çatışmaya işaret eder.

Türkiye’de toplumsal sorunların oluşumunda ve bunlara üretilen çözüm önerilerindeki dinamik tartışma ve mücadele ortamı hâlâ modernlik-gelenekçilik geriliminin devam ettiği­ni göstermektedir. Uzun süre gündemi meşgul eden başörtüsü tartışmaları ve millî eğitim politikalarının önemli bir kısmının İmam-Hatip Liseleri üzerinden tartışılması bu konunun sıcaklı­ğını ve hassasiyetini göstermesi bakımından önemlidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye’de modernleşmenin en uygun yolu olarak ‘kıyafet dili’ kabul edilmiş, bu yönde güçlü çaba sarfedilmiştir.Kadın giyimindeki değişim ve erkeklerin şapka giymesine yönelik çalışmalar bu açıdan önemli bulunmuştur. İstanbul'un en ünlü terzilerinin, yöneticileri ve eşlerin giydirmek için seferber olmaları, (Cumhuriyet ve Kızılay balolarında Batılı kıyafetler içinde şıklık yarışma girmeleri, küçük dereceli memurların aldıkları Sümerbank kıyafet yardımına maaşlarının bir bölümünü de ekleyerek, 'Cumhuriyet Şıklığını’ temsil etme çabaları, modanın çağdaşlaşma sürecindeki rolünün en basit örnekleri olarak gösterilebilir.(Emine Koca-Fatma Koç, “Güzellik Yarışmalarının Türkiye’deki Moda Bilincinin Oluşumuna Etkileri”, Acta Turcica, 2/1 Ocak 2010, s. 263.)

Cumhuriyet döneminde modern Türkiye, kadın figürü üze­rinden inşa edilirken millî dava olarak kabul edilen “Türk Mo­dası imajıyla çağdaş giyim tarzını tercih etmiş kadınlarla Batı dünyasına, “kafes arkasında haremde yaşayan Türk kadınının ne kadar şık ve zarif olduğu” mesajının verilmesi hedeflenmiş, bu yolla modernliğin ölçütlerinden olan kadın özgürlüğünün sağlanması, kadının cehaletten, erkek himayesinden kurtarıl­ması, erkek ile eşit noktaya getirilmesi yolunda sarf edilen büyük gayrete dikkat çekilmek istenmiştir. Modern kıyafetlerin uyumu ve farklı şekilleri hususunda çıkarılan kıyafet dergileri yönlendi­rici işlev görmüşlerdir.(Ş. Karlıklı-D. Tozan, Cumhuriyet Kıyafetleri, İst. 1998, s. 153’ten naklen Emine Koca-Fatma Koç, “a.g.m.”, s. 264, ayrıca bk. 267,271.)

Bu bağlamda modernleşmeyi kadın güzelliği üzerinden ser­gilemenin, kadının cazibesinin tahrik edici biçimde sunulması­nın en pratik aracı “güzellik yarışmaları” olmuştur. Bu yarışma­lar kadın özgürlüğünün bir göstergesi sayıldığı gibi bu anlayışın geniş kitlelere yayılmasının bir basamağı olarak da görülmüştür. Daha sonraları defileler, moda ve spor müsabakaları, ayrıca rek­lam sektörü ve görsel araçların yaygınlaşmasıyla müzik küple­rindeki görüntüler ve sinema endüstrisi gibi kitlelere hitap eden etkinliklerin de eklenmesiyle bu yarışmalardaki mesaj daha da güçlenmiştir. Sonuçta bu tür araçlarla bir yandan kadın bede­ninin güzelliği ve baştan çıkarıcı cazibesi sergilenirken diğer taraftan erkek zihni üzerinde bilinçli oynamalarla doğulu güzel­lik anlayışı, tarzı, zevki, beğeni ölçütlerinin değiştirilerek bütün bunların Batılı kadın tipine göre belirlilik kazanması için zihni­yet dünyası üzerinde bir bütün hâlinde operasyonlar yapılmıştır. Bu noktadan da geçmişle bağlantının bütünüyle koparılması he­deflenmiştir. Çağdaş Türk kadınının da artık güzelliğini sergile­mek, çağdaş normları yakaladığını ispat etmek için gerektiğinde bu yarışmalara katılıp mayo giymekten bile çekinmeyerek ulusal bir görev yapmanın onurunu taşıyacak bir zihniyete sahip olma­sı gerektiği sürekli canlı tutulmuştur.(Bk. Emine Koca-Fatma Koç, 264,267,271.)

1888 yılında 350 aday ile Belçika’da düzenlenen modern za­manın ilk güzellik yarışmasıyla başlayan sürecin Türkiye’deki ilk uygulaması 1929*da Cumhuriyet Gazetesi tarafından yapıl­mıştır. 125 adayın katıldığı ön elemeden 48 aday çıkmış ve 60 kişilik büyük jüri tarafından Feriha Tevfık birinci seçilmiştir. İkinci güzellik yarışması yine Cumhuriyet Gazetesi tarafından 9 Ocak 1930 tarihinde düzenlenmiştir. Oluşan bazı tepkilere kar­şı 13 Ocak 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde asırlardan beri bir nevi esaret mahkûmu olan Türk kadınlığının özgürlüğünü iade edecek bu fırsatın değerlendirilmemesinin günah olacağı­nı vurgulayan bir bildiri yayımlanmış ve nihayet 1932 yılında Belçika’da düzenlenen uluslararası güzellik yarışmasına katılan Keriman Halis dünya güzeli seçilmiştir. Bundan tam 20 yıl son­ra (1952) da İtalya’nın Napoli kentinde yapılan Avrupa güzellik yarışmasında Günseli Başar birinci olmuştur. Keriman Halis’in birinciliği organizatörler ve katılımcılar açısından iki taraflı bir başarı sayılmıştır. Yarışmayı düzenleyenler, bu sonuçla Batılı ol­mayan kadınların da Batılı kadınlar gibi giyindiğinde onlar ka­dar hatta onlardan daha güzel, şık ve çekici olabileceği mesajını vermişler, bu yöndeki tercihler övgüye değer bulunarak teşvik edilmiştir. Nitekim daha sonraki yıllarda yapılan güzellik yarış­malarında “en iyi kostüm yarışması” da yapılmıştır. Eski Fran­sız başbakanlarından Edouard Herriot, Aralık 1933’de Paris’te verdiği bir konferansta, Türkiye’de peçe takmayı, çarşaf giymeyi yasaklayan hiçbir yasa olmamasına karşın Türk kadınının çağdaş giyım-kuşamı tercih ettiğini anlatmış, ayrıca 1927 yılında kadınların hâlâ peçe taktıklarını, ancak kadının çalışma yaşa­mında erkeğin yerini alması yönünde başlatılan seferberliğin bu eski âdete büyük bir darbe indirdiğini ve Türk kadınlarının yavaş yavaş örtülerini çıkarmaya, tayyör giymeye başladıklarını hatırlatmıştır. Bu ifadeler az önceki tezi güçlendirmektedir. Türk modernitesi ise Batı dünyasına ülke kadınının modernleşmede kat ettiği düzeyi ve Batılı kadınlardan farksız hâle geldiğini ka­nıtlamada bir argüman olarak kullanmıştır. Nitekim bu başarı! ulusal bir sevince dönüşerek Keriman Halise Atatürk tarafından “Ece” soyadı verilmiş, Cumhuriyet Gazetesi de konu ile ilgili özel baskı yaparak onu Batılı güzellerle kıyaslamıştır. Bu aşama­dan sonra “dünya güzeli” unvanıyla Keriman Halis, halkın ilgisi ve sevgisini kazandıracak faaliyetler ve dönemin modasını yan­sıtan modern giysileriyle özellikle şehirli kadınların idolü hâline getirilmiştir.(age-s. 263 vd. ve buradaki kaynaklar.)

Daha sonraları uluslararası güzellik yarışmalarına Türk kız­ları katılmış ve belli aralıklarla birinci olmuşlardır. Aynı yön­deki operasyonlar hâlâ devam etmektedir. Mesela Almanya’nın başkenti Berlin’de doğup büyüyen 25 yaşındaki Türk kızı Sıla Şahin Türk kızları içinde ilk olarak erkek dergisi Playboy a soyu­narak verdiği çıplak pozlarıyla ilgili olarak muhafazakâr Alman yorumcu Richard Herzinger, Sıla’nm verdiği pozların, genç göç­men kadınların kültürel geçmişinden sıyrılarak Alman yaşam tarzına yaklaştığının göstergesi olduğunu ileri sürmüştür.(http.//www.nethaber.com/video/2702/sila-ailesini-sucladi.html erişim: 20.04.2011)

Ai­lesiyle çatışma hâlinde olan Sıla, Almanya’da en çok satan der­gilerden TV Digital tarafından 2011 yılının en iyi pembe dizi oyuncusu seçilerek ödülünü almış, verdiği demeçte de mutluluğunu dile getirerek kendisiyle ilgili projeler İçin sabırsızlandığını belirtmiştir.

Bugün geldiğimiz noktada artık kızlarımız Batılı güzellik formlarının birer taşıyıcısı olarak sadece güzellik yarışmaları, defileler, podyumlar, reklam araçları ve spor müsabakaları gibi özel faaliyet alanlarında değil aynı zamanda sokaklarda da çağ­daş kıyafetleriyle, Batılı modacıların belirlediği saç modelleriyle, makyajlarıyla, üzerlerindeki etkileyici parfümleriyle çağdaş Ba­tılı kadından geri kalmayan görüntüleriyle modern Türkiye’nin yeni yüzü olmuşlardır. Bu konuda hemen hemen her köşe başın­da yer alan ve kadın bedeninin güzelliği üzerine faaliyet göste­ren profesyonel güzellik salonları, estetik operasyon merkezleri, güzelliği konu alan TV programları, kadın dergileri kendilerinin hizmetindedir, özellikle sürekli göz önünde bulunan sinema yıl­dızları, spor dünyasındaki şöhretli aktörler, modern müzisyen­ler, mankenler, modacılar, tasarımcılar, reklam sektörü ve görsel medyadaki aktörler, yarışma programlarındaki sorularla öne çı­karılan ve idealize edilen isimlerden oluşan rol modellere özenti, güzelleşme üzerine kurulan ekonomi sektörü de “modern kadın zihniyetinin kalıcılığını sağlayan önemli araçlardır. Sonuçta mo­dern kodların tanımladığı özgür, erkek ile eşit, kocasına mahkûm olmayan, itiraz edebilen, kendine güvenen, toplumsal alanın her yerinde rol alan, tam anlamıyla birey tanımına uygun kadın tipine ulaşılmıştır. Karma eğitim ve iş hayatındaki etkin kadın istihdamı ile de kadın-erkek arasındaki mesafe kalkmış, kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşmasıyla da yepyeni bir aile hayatı doğmuştur.

Modern kültürün kadın özgürlüğünü ve çağdaşlaşmayı onun giyimi üzerinden ölçtüğünü bilmeyen neredeyse yoktur. Nitekim yakın zamana kadar Türkiye’nin sürekli gündeminde olan başörtüsü sorununa yaklaşımda bunun izlerini görmek mümkündür. Müslüman açısından başörtüsü dinî bir vecibenin yerine getirilmesi ve dolayısıyla özgürlüğün simgesi iken seküler Batıcı aydınlar açısından tutsaklığın sembolü olarak görülerek çağdaş Türkiye’nin görüntüsüne yakıştırılamamıştır. Bu kabu­lün motive ettiği faşizan tutum ülkeyi uzun süre meşgul etmiştir. Bu zihniyeti en iyi yansıtan örnek Azerbaycan’ın başke Bakü’nün merkezî noktalarından birisinde örtüsünü atan kad heykelidir. Bu heykelin adı Âzâd (özgür) Kadın’dır ve örtüsünü çıkaran kadının özgürlüğüne kavuştuğunu resmetmektedir. Aslında tersinden tesettürlü kadının esaretini sembolize etmekte­dir. Nitekim bu zihniyetin Türkiye’deki örneği bunu açıkça ifade etmektedir. Bir partiye mensup kadınlar, 03 Mart 2010 tarihinde Mersin’de hilafetin kaldırılışının yıldönümünü kutlamaları sı­rasında “Aydınlık Türkiye İçin Kara Çarşafları Yırtın” sloganıyla çarşaf yırtmışlar, hatta bir kadın sembolik olarak üzerine aldığı çarşafı çıkarıp yere atarak öfkeyle çiğnemiş, kadınları özgürlüğe davet etmiştir. Bu da göstermektedir ki başörtüsü karşıtlığının sebebi de onun Batılılaşmaya / çağdaşlaşmaya bir tepki şeklin­de algılanarak modern yaşam biçimi önünde engel görülmesindendir. Aslında çağdaş kadının inşasında önemli bir yere sahip olan hatta dindar kızları bile belli ölçüde dönüştüren modern üniversitelere girmeye bile bu görüntünün engel olması oldukça ilginçtir. Dindarlık sembolleriyle çağdaşlaşmanın olmayacağına dair bir tepkidir.(5)

Kadın üzerinden kışkırtılan cinselliğin ve serbest cinsel yaşa­mın post-modern dönemde hem bireysel özgürlük kapsamında gö­rülmesi hem de ekonominin alanına dâhil edilmesiyle oluşan ilişki­ler ağı modern toplumun ana karakterini oluşturan temel paramet­relerden birisidir. Seksin ekonomik faaliyet olarak görülmesinden sonra da haber doğruysa kayıt dışı / merdiven altı fuhuş yapanların vergi açısından maliye tarafından takibata alınması ilginçtir.(http://www.khaber.com.tr/haber/guncel/maliye-hayat-kadinlarinin-pesinde-33623.html erişim: 28.10.2013)

Modern kapitalizmin ağında olmaktan son derece mutlu olan çağdaş Müslüman kesimin de bu yapıya çabuk adapte olduğunu söylemeliyiz. Tesettür defileleriyle Hz. Peygamber’in örtülü çıplak(Müslim,Libas,125) ifadesine aldırmadan diktikleri kıyafetleri pazarlayarak Müslüman sosyeteyi üretebilmeleri son derece takdire şayan bir başarıdır!

Tesettürün kadın özgürlüğü önünde bir engel oluşturduğu ve mahremiyet anlayışının gericilik olarak sürekli işlendiği bir dö­nemin zihinsel arka planında modernlik paradigmaları vardır. Bu da ailede ve toplumda kadın-erkek eşitliği, kadın üzerinden kışkırtılan cinsellik ve bu alandaki gevşeme ya da serbestlik, ka­dın bedeninin sömürüldüğü ve kadın mahremiyetinin kaldırılıp gözlerin beğenisine sunulduğu, bir başka ifadeyle gözün beden­deki sınırının kalktığı bir yapının egemenliğini ifade etmektedir. Kadım beceri ve üretkenliğinden yararlanmadan daha çok evin sıkıcı ortamından ve koca baskısından kurtarmayı hedefleyen toplumsal projeler sonucu kadın, tüm toplum kesimlerinin sömü­rüsüne açık bir figüre dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda ge­leneksel kadın tipinin giyimi ve rolleri değersizleştirilirken yeni bir kadın imajı oluşturulmaya çalışılmakta ve “yeni kadın” yücel- tilmektedir. Bundan dindar çevrelerin bile etkilendiğini, İslâmî kıyafet defilelerinden, tesettür içinde bile kadın bedeninin çeki­ciliğini ortaya koyacak giysi tasarımlarından anlamaktayız. Bu zihniyetle üretilen elbiseye karşı klasik kıyafet isteyen genç kızlara söylenen “siz anne pardesüsü mü istiyorsunuz” şeklindeki ifadele­riyle psikolojik baskı ve sindirme politikası dahi izleyenler ortaya çıkmıştır. Bu söz, herhâlde dindar kızları gericilikle, çağdışılıkla suçlamanın müslümancasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, bedenin sergilenmesini, baştan çıkaran ve kışkırtan yönünü merkeze alarak sömürüye alet edilmesini tas­vip etmemektedir. Gizlenen (mahrem) beden zinetinin sadece karşı bedeni örten bir elbise indirildiğini, insanın bedeni üzeri deki giysinin örtünme için yeterli olmadığını, buna takva / iffet dokusunun kazandırılması gerektiğini de ifade eder. Elbisenin indirildiğine yapılan vurgu da çıplaklığın yaygınlaşmasının or­taya çıkaracağı felakete işaret eder:

Ey Âdemoğulları! Size hem avret mahallinizi örtecek hem de güzel görünmenizi sağlayacak elbiseler bahşettik. Hayırlı olan var ya işte o takva elbisesidir. İşte bunlar Allah ın kulluğunuzu ölçtüğü sembollerindendir (âyât). Umulur ki bu öğüdü ciddiye alırlar. Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana babanızı, avret mahallerini açıp utandırmak için elbiselerini soyarak cennetten çıkmalarına vesile olduğu gibi sizi de ayartıp açılıp-saçılmanızı sağlayarak böyle bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve avanesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerlerden sizi görürler ve fark ettirmeden size gelirler. Biz, şeytanları, inanmayanlara dost kıldık.”(Araf,26-27)

Ayetten anlaşıldığı kadarıyla elbisenin gerektiği şekilde be­deni örtmemesi, örtse bile ona yön verenin iffet olmaması hâlin­de aile düzeninin korunamayacağına çok güçlü bir işaret vardır.

C- İTHAL ÇÖZÜMLER YA DA ÇÖZÜMSÜZLÜKLER

Türk modernleşmesindeki en büyük sancı, sosyolojik ve psi­kolojik şartlar dikkate alınmaksızın doku uyuşmazlığına rağ­men dayatmacı bir yöntemle çözüm olarak Batılı paradigmala­rın, kurumların, zihniyet dünyasının olduğu gibi veya oryantalist söylemin sorgulanmaksızın ithalinde yaşanmıştır. Bu yolda yüzlerce yıllık rafine olmuş ve dinin değerleri doğrultusunda ilmek ilmek örülmüş gelenek hedef alınarak değersizleştirme politikaları devreye sokulmuştur.

Batılılaşma yönündeki tercihle birlikte resmî olarak stratejik önem taşıyan eskiye ait ne varsa çağdaşlaşma adına Batılı olan­larla değiştirilmiştir. Bu bağlamda hukuk reformu çerçevesinde şer‘î hukukun ilga edilerek Batılı kanunların iktibası, sosyo-kül- türel hayatta devrimlerin devreye sokulması, eğitim sisteminin modern Batılı değerlere göre şekillendirilmesi zikre değer uygu­lamalardır. özellikle harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi, şapka kanunu, hilafetin kaldırılması, eğitim-öğretim faaliyetlerinin yanı sıra hayatın bütün alanlarını kuşatacak biçimde laiklik ide­olojisinin devreye sokulması, maneviyata karşı seküier kültürün yüceltilmesi, görgü kurallarına varıncaya kadar Avrupa’yı tak­lit ve benimsetme çabaları çağdaş medeniyet! seviyesine ulaşma hedefine giden yolun açılması için gerekli görülen en önemli fa­aliyetler olarak dikkat çekmiştir.

Türkiye’deki değişimin örgüsüne bakıldığında çağdaşlık yanlısı entelektüel kesim, dünyadaki evrilmenin de rüzgârını arkasına almak suretiyle akademik ve popüler çalışmalarla ve modern iletişim araçlarının güçlü desteğiyle Osmanlının son döneminde ortaya çıkan Batıcı aydınların doğrudan yapmak isteyip de başaramadıkları Türkiye yi dönüştürme hamleleri­ni, kavramların genetiğiyle oynayıp düşüncelerine masum bir görüntü vererek toplumumuzu ikna etmiş gözükmektedirler, îkna olmayanlar da yaratılan! seküier kutsallar, çağdaş dog­malar ve klişe cümlelerle bastırılmaktadır. Bunun oluşturduğu ürkeklik sebebiyle ülkemizin aile de dâhil aktüel sorunlarına üretilen neredeyse bütün çözüm arayışlarında Batılı kodlar kullanılmaya çalışılmakta, melez kavramlar merkeze alınmak­ta, ailenin bütün aşamalarında geçerli olan değerler dizisi bir yana bırakılmakta, bu da çözümden ziyade çözümsüzlükleri beslemektedir.

Gençliğimizin, bütün zevk alanlarında yaratılan idollerle kuşatıcı ve egemenliği altına alıcı hatta boğucu bir kültürel sarmal içine sokulduğu gözlemlenmektedir. Üniversite eğitiminin dönüştürücü özelliği, sinema, tiyatro, müzik, sporun bütün alanlarından oluşturulan yıldızlar ve bunların sürekli gündemde kalmasını sağlayan görsel ve yazılı medyadaki programlar, açık hava ve salon program­ları, yarışmalar ve tartışmalarla idol hâline getirilen modeller bu noktada etkili araçlar olarak öne çıkmaktadırlar. Çocukların bile odalarında bu yıldızların posterleri, ağızlarında isimleri, arkadaşıy­la sohbetlerinde konuları gündemlerini oluşturmaktadır. 14 yaşın­da bir kızın Ramazan programında bir ilahiyat profesörüne “Duva­rıma Justin Bieber posteri asıyorum, günah mı?” diye sorduğu soru, herhangi bir konserde popüler bir ses sanatçısını gören gençliğin ta­parcasına kendinden geçtiği anları görmek aslında başka söze hacet bırakmayacak açıklıkta her şeyi anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi yönünü Batıya çevirmiş ve kızlarımıza Batıdan erkek getirilerek neslin ıslahını savunacak kadar kendi kültürüne yabancı ve Batı hayranı son dönem Osmanlı Batıcılarının Projesi, Cumhuriyet Türkiye’sinde popüler kültür araçları ve toplum mü­hendisliği ile günden güne etkisini hissettirmektedir. Bireysel ha­yatta Batılı yaşam tarzına adapte olmak bir yana kurumsal olarak da modern Batının kendi sorunlarına ürettiği çözümler ülkemiz­deki benzer problemlere uygulanmakta, doku uyuşmazlığına bakıl­maksızın çözüm diye dayatılan uygulamalar daha büyük sorunlara sebep olmakta, işin içinden çıkılmaz hâle dönüşmektedir.

D- "DİNSELLEŞTİRİLEN MODERN YAŞAM" VE ENTELEKTÜEL ÇELİŞKİ: DOGMATİK MODERNİZM

Ülkemizde modernizmin temsilcileri dogmatik karakterli yeni bir din üretmişlerdir.

Müslüman açısından din hayatın merkezindedir. İlişkilerini din belirler. Din olarak İslam, insanlığa verilen en son şanstır.

Dinin özünde de evrensellik ve süreklilik özelliklerine uygun biçimde bu dinamizm vardır. Batı modernizminin odağında da din vardır. Roma da devlet dinine dönüştüğü andan itibaren Hristiyanhk ile yüzyıllar boyunca başı dertten bir türlü kurtu­lamayan insanlık, Aydınlanma zihniyetiyle birlikte dini devre dışı bırakmayı başarmış ve yepyeni bir zihin inşa etmiştir. Daha çok kiliseye tepki olarak doğan din karşıtlığı gittikçe diğer din­leri, özellikle tslamiyeti de hedef alan bir projeye dönüşmüştür. Kilise dininin olumsuz hatıraları, oryantalizmin İslam karşıtı politikaları sonucu teknolojinin de gücüyle Müslüman dün­ya üzerinde bilinçli oynamalarla seküler alanları genişletmeyi başarmıştır. Sonuçta mabet dışında dini renk bulunan, sembol karakteri taşıyan, inancı görünür kılan ne varsa ona karşı pe­şin bir tepki oluşmuştur. Bu tutum bizim ülkemize daha sert bir şekilde sirayet etmiştir. Ülkemizde modernleşme projelerinin mimarı olan Batıcı Aydınlar dinî içerik taşıyan ya da ilgisi bulu­nan bütün kültürel formlara tepki vermekle kalmamışlar, tepe­den inmeci yaklaşımla çağdaş yaşam tarzının kökleşmesi hatta neredeyse din hâline gelmesi için bütün çabayı göstermişlerdir. Mesela şehit cenazelerinde askerî bandonun Polonyalı Chopin in bestesini çaldığı Eylül 2012’deki bir şehidin cenaze töreninde “şehidi tekbirlerle uğurlayalım” diyerek susturan dönemin Kül­tür Bakanının tepkisi dikkat çekmiştir.()

Yine resmî törenlerde dahası Diyanet İşleri Başkanlığının en önemli etkinliklerinden olan Kutlu Doğum programlarında bile saygı duruşu süresince Amerikan kültürüne ait ağıt müziğinin çalınması bir gelenek hâlini almıştır. Bir Anadolu kasabasında peygamberini anmaya gelen insanları, ölen büyüklere ve şehit­lere bu müzikle saygı duruşunda bulundurma zulmü hâlimizi anlatmaya yeter iyi bir örnektir. Onların ruhu için bir Fatiha okunması, onların rahmetle yâd edilmesi, dualarla hatırlanma­sı yerine Batılı bir tarz olarak saygı duruşunda bulunulması ve Hristiyan-Amerikan ağıt müziğinin ikame edilmesi, şehit cena­zelerinde Chopin bestesinin yankılanması gelenek-modernlik zihniyetini anlama açısından gerçekten manidardır!

Din karşısında yüceltilen seküler kültür ve seküler kutsallar İslamın tark edilmesini engellemekte, onun değerlerini, ilkeleri­nin yön verdiği kültür ve medeniyeti perdelemektedir. “Bu çağda bu kafa” gibi klişe dogmalarla âdeta dinin temel umdeleri daha baştan mahkûm edilerek gündeme getirilmesi bile engellenmek­tedir. Din içindeki her konunun çağdaş kabullerin terazisinde değerlendirilerek eleştiriye tâbi tutulabilmesi ancak dinî de­ğerler merkeze alınarak modern kabullerin tenkit edilememesi onun dogmatik bir hüviyet kazandığının göstergesidir.

2013 yılı Kasım ayının ilk haftası içinde Türkiye’nin günde­mine oturan üniversite yurtlarında kız-erkek karışık ikametin dindarlık ölçütleri açısından bir sorun olduğunu dile getirenlere karşı çağdaş yaşam tarzını savunanların demokratik kazanım­lar, bireysel tercihler, özgürce yaşam gibi referanslarına bakıldı­ğında modernlik ya da çağdaşlığın yeni bir inanç hâlini aldığını söylemek mümkündür. Modern yaşam biçiminin hem bu şekil­de yüceltilmesi hem de tartışılmasının engellenmesi yönünde dogmatik bir duruşun sergilenmesi bu düşünceyi haklı kılan bir özellik arz etmektedir.

Modern dünyanın oluşturduğu kavramların yön verdiği ha­yatı merkeze alarak dinî değerleri tartışma konusu yapıp dışarı­dan bir bakışla gericilik, tutuculuk gibi yaftalarla değersizleştir-me yoluna gidilmesi, gerektiğinde Islami kavramların modernitenin yoğurduğu zihniyet dünyası doğrultusunda tanımlanarak ele alınması da çağdaşlığın dine tahakküm eden yeni bir inanç formu olduğuna işaret eder. Mesela başörtüsünün bir Fransız giysisi olan türbana dönüştürülerek tartışma alanına çekilmesi, ilahiyat çevrelerinde bazı ilim adamlarının modernlikle çelişen Kur ân ahkâmını otantik olmayan kutsal metinlere uygulanan tarihselcilik üzerinden okumaları bu konuda örnek olarak zik­redilebilir.

(1)-Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma", DİA, İstanbul 1992, V, 148-152; Mehmet Akgül, Türk Modernleşmesi ve Din, Konya 1999, s. 63-66. Bu iki çalışma Türkiye’nin modernleşme / Batılılaşma macerası hakkında oldukça kıy­metli bilgi vermektedir.
(2) İslam hukukunun yetersizliği, Müslümanların içtihat kapısını kapattık­ları, birtakım hile-i şer'iyyelerle Allah’ın emir ve yasaklarının ters yüz ettikleri şeklindeki oryantalistlerin iddialarını doğru kabul ederek ya dini dışlayan ya da dinde reform isteyen Türk aydınlarının fikirleri şayan-ı dikkattir. Konuyla ilgili iddialar ve değerlendirmeleri için bk. Saffet Köse, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku, İstanbul 2004, s.9-42.
(3-) İbn Mâce, “Talâk”, 29; Nesâî, “Kudât”, 28; Dârimî, “Talâk”, 15; Tahâvî, Şerhu Me'âni’l-Asâr (nşr. Muhamed Zührî en-Neccâr), Beyrut 1399, III, 82; ajnlf., Şerhu Müşkili'l-âsâr (nşr. Şuayb el-Amaût), Beyrut 1415/1995, XI, 194.
(4)İbn Sa‘d, et-Tabakûtii l-kübrâ (nşr. İhsan Abbâs), Beyrut 1388/1968, II, 15; III, 567; Hakim, el-Müstedrek, Kahire 1417/1997, III, 524, nr. 5872-5873; Halebî, es-Siretü'l-Halebiyye, Beyrut 1400, II, 393,
(5)Burada bir hususa daha işaret etmek gerekirse Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir ihtimale açık kapı bırakmayacak şekilde başörtüsünün farz olduğu anlaşılabilirken (Nûr, 24/ 31; Ahzâb, 33/ 59) ve dolayısıyla din özgürlüğü çerçevesinde ele alınması gerekirken ona karşı bir tavrın gelişmesinin sebebi bu açıdan anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bazı ilahiyatçıların Kur’ân’da başörtüsünü farz kılan bir emrin bulunmadığı yönünde bir görüşü savunmalarının bir izahı yoktur, öte yandan başı açık olanların başını örtenlerden psikolojik baskı hissettikleri gerekçesiyle başörtüsüne karşı çıkan ve yasaklanmasını savunan kalem sahipleri yanında idari mekanizmada en katı biçimde bu yasağı uygulayanlar başörtülülere fiilî baskı yaparak müthiş bir çelişki içine düşmektedirler. Güya hissedilen baskı temel alınarak fiilî baskıyı meşrulaştırma...

-------------------------
Prof.Dr. Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu

 




 





 



 


Devamını Oku »