Kadın doğurmalı, ocak tütmeli



Neredeyse evli kadın olmak, çocuk doğurmak ve anne olmak ayıp hale geliyor. Namus kavramı çoktan kovuldu meşruiyet sahalarından. Artık o kelimeyi ağzımıza almamak için büyük bir çaba sarf ediyoruz. Dilimizden kovduk. Üzerimize yapışmasın, bizi çağdışı göstermesin diye vebadan kaçar gibi ondan kaçar olduk. Namus, sadece kadın bedenine ya da kadının özgürlüğünü baskılayan bir gerici dünya anlayışına indirgendi. Kavramın bütün toplumsal tarihi ve anlamı yerle bir edildi. Kadın ve erkek ilişkilerinin anlam dünyası buharlaştı. Feminist okumaların kurşunlarıyla delik deşik oldu. Namus’un nomos olduğunu unuttuk. Nomos’un değer ve ilke gibi kadim anlamlarından koptuk. Onu kaba, yüzeysel, modernist ve dar taşra anlamlarına sıkıştırdık. Batıcılar ve gelenekçiler namussuzluğu, en fazla namusa karşı yaptılar.

Kadına yapılan çağrılarla çoğu kez aile değerlerine karşı imha hareketine girişiliyor. Kadını evinden koparmak için her çaba gösteriliyor. Eş olmak, anne olmak, ocak tüttürmek, doğurmak gibi eylemler artık çağdışı kabul ediliyor. Bu kadın davranışları eski zaman ve geri kalmış toplumların işi olarak görülüyor. Pozitivizmin ve materyalizmin ilerlemeci düşüncesi, kurtuluşu kadını evinden koparmakta görüyor. Bir kadın isyan tertipçiliği ortaya çıkıyor! Bunlar diyor ki: Evlenme, aileye dahil olma, doğurma, anne olma, ocak tüttürme! Sadece özne kadın ol, özgür kadın ol, kariyer sahibi ol, hayatını yaşa! Nereden geliyor bu fikirler? Hatta bu kadın büyüleme ideolojileri nereden memleketimize musallat oldular? Bu topraklardan, bu coğrafyadan ve bu medeniyetten olmadığı kesin. Modernliğin feminizmle taçlandığı post-modern nihilizmin zehirli ideolojileri bunlar. Ne kadar çok işbirliği var! Modernizm, post-modernizm, feminizm ve nihilizm…Sanki hepsi tek ağızdan yeni bir kadın icat etmenin peşinde. Kadını kurtuluşa çağırıyorlar. Hepsi de çağımızda kadını kurtaracak yeryüzü cenneti vaat ediyor. Kadın dinleri bunlar! Ama ruhaniyetsiz dinler bunlar. Dinsiz dinler!

Eve, anneye ve ocağa düşman ideolojiler, özgürlüğü aileyi imha için araç haline getiriyorlar. Bu çabaları kapitalizmin ve burjuvazinin de hoşuna gidiyor. Çünkü ucuz işgücü, kadın sömürüsü ve kadının annelik rolleri ile çalışma hayatı arasındaki sıkışmışlığı meselelerine derman oluyor. Kadınların iş hayatındaki zorlukları, sömürülmeleri ve sıkışmışlığına neden olan modernite ve kapitalizm de suçu geleneğe atarak işten sıyrılmaya çalışıyor. Büyük bir maskeleme  çabası içine giriyorlar. Ürettikleri kadın sorunlarının suçunu gelenekte görüyorlar. Oysa bugünün kadın sorunları yine bugünün sosyolojisinden çıkıyor. Sanayinin, tüketimin, çalışma tarzının ve yabancılaşmanın kadın bağlamındaki yansımaları… Kimse cehaletiyle bizi kandırmasın. Modern sanayinin ve nihilizmin ürettiği şartlar ve değerlerde bunalan kadın, meselelerini başka dünyada, başka paradigmada ve başka tarihte aramasın. Kadın bugünün üretim ve toplum şartlarında bir robota, bir işçiye, bir maddeye bir yabana dönmüştür.

Türkiye’nin bütün solcuları ve feministleri kadın meselesinde aynı safta yer alıyor. Hatta Kürt milliyetçisi HDP’liler ve dağdaki terörist kadınlar bile. Onlar da kadını özgürleştirmek için dağa çıktıklarını söylüyorlar. Onlar da namusla dalga geçip namussuzlukla övünüyorlar. Kürt kadınlarını namus konseptinden çıkararak özgürleştirdiklerini ilan ediyorlar. Onlar da katletmeyi ve terörist olmayı kadına cennet diye vaat ediyorlar. Onlar da feodalizmden kurtuluş ve  bedenini özgürleştirmekten bahsediyorlar.

Aile, iki kelimeyle özetlenir: Ocağın tütmesi ve doğum. Bunlar yoksa aile de yoktur. Ocağının tütmesi ne sosyalizmin ne kapitalizmin ne feminizmin umurunda. Kapitalizm için fabrikasının bacası tütsün yeter! Feminizm, kadının dünyevi cenneti için zaten aileyi engel görüyor. Sosyalizm, Sovyetler'de kolhozlarla alternatif ailesiz aileler kurmaya yeltendi ve bir cehennem üretti. Modernliğin bu ideolojileri ve tecrübeleri aileyi umursamıyor. Doğum mu? Kapitalizm klonlama peşinde. Doğumu salt beden üremesi olarak görüyor. Şimdi geliştirdiği robotlar ve klonlama sistemleri ile bunu da aşmaya çalışıyor!

Heyhat! Aile, bir ev içinde var olabilir. Çünkü ailenin içinde var olduğu hakikat evdir. Ev de ocağın tütmesi ve kadının doğurmasıyla mümkün. Doğurmayı kadın simgeler, ocağın tütmesini de erkek. Ocağa odun taşıyan erkek, üzerinde yemek pişiren kadın. Hayatta ocağın bacası yerine fabrika bacası merkez olunca aile kaybetti, kapitalizm kazandı. Engels ve Marks biraderler ne diyor Komünist Manifesto’da: Kapitalizm aileyi katletti.



Ergün Yıldırım
Devamını Oku »

Modern Dünyada Aile



Aile kendisi hakkında çok şey söylenecek hususiyete sahip bir sosyal dünyadır. Ama ailenin ilk defa mahiyet itibariyle tartışma ve eleştirinin konusu olmaya başlama­sı Rönesans sonrası tarihe dayanır. Zira bu dönemden aile itibaren ilk defa dinin konusu ve ilgi alanı olmaktan çıkartılarak modern devletle beraber siyasetin konusu yapılmış, siyasetin kendi “nesnesi” olarak üzerinde ko­nuştuğu bir “yapı/kurum” haline getirilmiştir. Modern devlet birçok şeyde olduğu gibi onu da sözüm ona kendi koruyucu kanatları, açıkçası hegemonyası altına alarak kontrol etmeye başlıyor.

Sosyolojinin ajanlık yaptığı bü­yük yardımla muhtemelen tarihte ilk defa aile siyasetin nesnesi olmak üzere bilim ve modern devlet tarafından “toplum” denen yeni icat içindeki sosyal bir kuruma in­dirgenerek tanımlanıyor. Yine tarihte ilk defa aile bu dö­nemde planlanabilecek bir “şey” olarak görülmeye başlı­yor; çekirdek aile modeli bu tasavvurun bir ürünü olarak ortaya çıkıyor.

Çekirdek aile bu nedenle sadece aile fert­lerinin sayısı bağlamında tanımlanamaz bir model hu­susiyeti taşır. Sosyal ilişkileri cihetinden ele aldığımızda çekirdek aile özel bir dünya olarak kendini topluma kar­şı kapalı tutar; bu onun yapısal hususiyetini teşkil eder. Kendini kamusal alanda sürekli görünür kılar, bu haliyle aşırı şeffaf sayılır. Fakat sosyal ilişkileri, duygusal bağları cihetinden aynı zamanda kendi içine kapalı bir dünyayı temsil eder.

Her ideoloji gibi sosyoloji de; başlangıcından itibaren İslâm'a göre bir meşruiyeti olmayan, bugün ise açıklama hususiyetini varsa bile yitirmiş bir kategori olarak aileyi “ataerkil” şeklinde tanımlamıştır. Hatta artık açıklayıcı işlevini kaybetmiş olsa bile günümüzün liberal demok­ratik zihniyeti bireyin özgürlüğü bağlamında bu ataer- killiğe karşı çıkarak sorun çözücü bir siyasal araç olarak kullansa da Müslümanların buna şaşmaması gerekiyor. Zira Müslümanlar yaşananlardan ders çıkartacak kadar yeterli bir tecrübeye artık sahip durumdadırlar.

Bugün “Tanrının ölümü nün ya da “ataerkil ailenin” dağılma­sının insanı daha özgür ve bağımsız hale getirmediğini yaşanan uzun ve yoğun bir tecrübenin neticesinde öğ­renmiş bulunuyoruz. Yine biliyoruz ki, dinin hayattan çe­kilişi insanı bilim uzmanlarının parçalanmış dünyasında yaşamaya mahkum ederken aynı zamanda aileyi de iki asırdan beri “şifa” bulmak üzere yeni tüketim nesnele­rinin tecrübe alanı haline getirdi. Bu dünyanın içindeki Müslümanlar şimdi hakkında fazla tefekkür etmedikleri ve bilgiye sahip olmadıkları bir “kişilik geliştirme ibade­tinin” mahpusu haline geldiklerini bu nedenle görmekte ne yazık ki zorlanıyorlar. Bizim için Dr. Spock'un çocuk ve aileyle alakalı verdiği uzmanlık bilgisinin ışığında şe­killenen aile ve yetişen çocuklar hakkında artık konuş­mak ve bu hususta yine yeteri kadar tecrübe kazanılmış haldedir.

Bunun yanında Freudcu aile paradigmasını aynı bağ­lam içinde söz konusu etmemiz lazım. 19. asrın ikin­ci yarısından itibaren bilim adına genel kabul gören bu paradigma fertlerin birbirine karşı sorumlu olduğu aile anlayışını berhava eden varsayımlarıyla yeni bir zihniyet dünyası inşa etti. “Oedipus kompleksi'ni temel alan bu anlayış en başta baba otoritesine karşı açılmış bir müca­deleyi ifade ediyor. Buna göre erkek çocuğun babayı ken­dine rakip gördüğü bu hastalıklı paradigma, ebeveynin sorumluluğunu esas alan bir aile telakkisinin gelişim ve meşruiyetini ortadan kaldırdı.

Modern toplumun bireyci kültürüyle birleşen bu anlayış, ailede her biri kendisi için ayrı bir gelecek, bir başına buyrukluk talep eden ve bu yüzden de en başta itaati reddeden fertlerin yetişmesine sebep olmakta. Bu zihniyet aynı zamanda kuşak çatışma­sı gibi bugün Müslümanlara gayet tabii gelen yeni bir icat ortaya çıkardı. İslâm'a göre asla sahici temelleri olmayan bu kabul, bizi her defasında yeni sorunlarla karşı karşıya bırakan bir felaketi temsil etmektedir.

Ne var ki, artık bugün 20. asırdan kalma açıklama mo­dellerinden olan, ailenin iktisadi ilişkilerin bir hâsılası ya da tarihsel bir kategori sayıldığı bir dönemin çoktan so­nuna geldiğimizi ama bunu anlamakta zorlananların bu modelleri daha açıklayıcı bulmalarını hoş karşılayabili­riz. Hatta aileyi ataerkillikle özdeşleştiren 'aydınlanmış'' tesettürlü “baş”ların geç kalmış bir modernliğin emansi- pasyoncu naralarıyla kendilerini erkekle karşıtlık içinde konumlandırarak, Fransız Devrimi'nin meşruiyetini çok­tan yitirmiş "eşitlikçi" ideolojisiyle aileyi yargılamalarını da hoş görmek mümkün. Bütün bunlar hoş görülebilir; Ama felsefi kabulleri, işleyişine temel sidiği mantık farklıolan yeni bir asırda yaşadığımızı, bu asrın getirdiği yeni tehditlerle yeni imkânları görmek ve anlamak istemeyen Müslümanları hoş görmek kabul etmek lazım ki fazla sa­bır gerektiriyor.

.....

Modern zamanlardan itibaren aile anti-sosyal bir yapı şeklinde resmedilmeye başlıyor. Dinin öngördüğü in­san modeli olan mümin/müminenin aksine yeni bir in­san modeli olarak ortaya çıkan “birey"in özgürlüğünü yapısal olarak kısıtladığı varsayımından hareketle, aile yoğun eleştirinin konusu yapılmıştır. Bu çizginin deva­mı olarak daha sonraları feminist fikirlerin bilhassa 20. asırda kuvvet kazanması ve eşitlikçi ideolojinin zihinler üzerinde egemenlik kurması aileye yönelik eleştirilere süreklilik kazandırdı.

Dünya genelinde hüküm süren bu kültürel/ideolojik etkileşimden tabii olarak Müslümanlar da paylarını almaktadır. Bugün modern eğitim süreç­lerinden geçen Müslüman kesimin aileyi hedef alan bu temele dayalı eleştirilerinde giderek artan bir yaygınlık gözlenmektedir.

Bilhassa kadının evdeki “geleneksel rolü" iyileştirme adına eleştiri konusu yapılırken, çok farkında olmadan modern aile/kadın telakkisi de aynı zamanda İslâmîleştirilmeye çalışılıyor. Ancak ister aile isterse ka­dın ve erkeğin rolleriyle alakalı öne sürülen fikirler ber­rak olmadığı gibi, feminizmle olan benzerlikleri de dikkat çekicidir. Kadın adına yapılan eleştiriler daha çok kadının baskı altında tutulduğu yer olarak görülmeye başlanan ailenin kendisine yönelik olmaktadır. Batıda gördüğümüz gibi bu “aileden kaçışı" beraberinde getirmekte, neticede “birlikte yaşamayı” teşvik etmektedir.

Modern kültürün ve modern kamusallığın aileyi aşındıran ve mahremiyeti çürüten mantığına rağmen aile her zaman insanın fakat bilhassa Müslümanların hususen günümüzde sığınacak­ları bir yer olarak görülmesi gerekiyor. Çünkü aile yapısal olarak her türlü anlamda insan için güvenlik üreten ve güvenlik sağlayan bir “dünya" olma hususiyetine sahiptir.

Müslüman ailenin cereyan eden değişimlerden dolayı gelecekte nasıl bir şekil alacağı bugün bizi her zamankin­den daha fazla ilgilendiriyor. Zira kaygılandırıcı sebepler günümüzde giderek artmaktadır. Hatta denebilir ki biz bugün bir cihetten ailenin “ölümü”ne şahitlik yapmakta­yız. Karşı karşıya olduğumuz, küresel boyutlu hususiyet taşıyan bu meseleyi kabul edelim ki sosyolojinin/psikolo­jinin kavram ve kalıpları içinde anlamaya ve açıklamaya çalışmamız mümkün değil.

Şurası bir gerçek ki modern bilim/bilgi olduğu kadar bunların kavram ve kalıpları da Müslümanların ve onların sorunlarına yeteri kadar nüfuz etme kapasitesine sahip değillerdir. Farklı bir paradigma­ya aidiyetin getirdiği yetersizlikten dolayı bu bilginin ara­cılığıyla kendi sorunlarını anlamaya çalışan Müslüman zihnini de bu bilgi biçimi yanlışa yönlendirmektedir. Ne şekilde ve nasıl bir model olursa olsun, aileyle alaka­lı tahlil ve değerlendirmeler dinden/İslâm'dan bağımsız şekilde ele alınamaz ve değerlendirilemez. Ailenin köken itibariyle “dine ait” olması bunun en büyük sebebidir; bu yüzden o siyasetin değil dinin dünyasına aittir ve bu hu- susiyetiyle yeryüzüne gönderilmiştir.

Ancak Müslümanların bugün büyük bir dönüşüm ya­şamakta oldukları elbette ki görmezlikten gelinemez. Bu süreçler her şeyi kendi hâkim mantığına göre değiştiri­yor; kendine göre şekillendirip her şeye bir yön, bir amaç ve bir anlam yüklemektedir. Altüst edici bu değişimden geçenlerden biri günümüzde Müslüman'ın zihniyet dün­yasıysa, diğeri de hiç şüphe yok ki ailenin kendisidir. Eğer cereyan eden ve yaşanan her sosyal değişim tarafsız, yani değerden bağımsız nötr bir süreç olsaydı endişe etme­ye gerek olmadığım, bu akışı kabullenmemiz gerektiğim söyler, Müslümanların da böylece çok rahatlayacağından emin olabilirdik. Oysa karşı karşıya bulunduğumuz me­selenin bu kadar basit olduğunu söyleyemeyiz.

Kabul edelim ki, hiçbir sosyal değişim evvela tarafsız olmak gibi bir imkân ve hususiyete sahip değildir. İnsa­nın içinde yer aldığı her sosyal değişim kendinde içkin bir amaç ve anlam taşır. Meseleyi bu şekilde ele aldığımızda bizim de içinde yaşayarak tecrübe ettiğimiz değişimi tah­lil etmek zorunluluğuyla yüz yüze geliriz. Hatta bazen bu süreçlerin değiştirmeye çalıştıklarının değişmemesi için muhalefet etmek ve kendi değişmez sabitelerimizi mu­hafaza etmek ve savunmak gibi bir mecburiyetle de karşı karşıya kalmak söz konusudur.

Muhtemelen bugün bu tür bir değişim ve buna karşı yapılacak bir muhalefet sü­reci içinde bulunduğumuzu söyleyebilirsiniz. Elbette ki bunun bir kader olduğu söylenemez fakat Müslüman'ın “akletme” kabiliyeti zayıfladığında bunun kader olması da kaçınılmazdır. İnsanın gerçek sosyal dünyası olan aile muhalefet etmemiz gereken bu değişim türünün getirdi­ği tehditlerle karşı karşıya bulunuyor.

Onu nasıl muha­faza edeceğimiz bugün bizi her şeyden çok ilgilendiren bir meseledir. Böyle durumların yaşandığı zamanlarda artık aileyi kadın ve erkek üzerinden konuşamayız ve konuşulmaması gerekir. Tersine kadın ve erkeği aile üze­rinden, aile içinde üstlenmiş oldukları rolleriyle beraber konuşmamız daha ufuk açıcı olacaktır. Bu kadın ve erke­ğe ilişkin her türlü meselede ailenin eksen alınması ve bu şekilde çözüme çalışılması demektir. Unutmamak lazım ki, aile bir cihetten kadın ve erkeği aşan bir anlamın ve rahmetin dünyasıdır.

Aileyle alakalı yeni sıkıntıların kökeninde, harici se­bepler yanında Müslüman kadın ve erkeğin artık dönü­şen zihniyet yapısı önemli bir role sahiptir. Bugün Müs­lüman erkek evin geçimini bahane ederek kapitalizme, Müslüman kadın da haksızlığa uğradığını bahane ederek feminizme ve bunların yürürlüğe soktuğu değerlere zih­niyet ve amel olarak tedricen teslim olmaktadır. Kapita­lizm İslâm'ın ısrarla vurgu yaptığı helal rızık anlayışına, feminizm de kadının cinsiyet bağımlı evdeki rolüne mey­dan okuyor. Unutmamak gerekir ki evde sarf edilen emek endüstriyel toplumun değer verdiği bir meta üretimini içermez.

Bu haliyle kapitalizm feminist söylemi destek­ler; bu ev kadınlığının ve çocuk büyütmenin hor görül­düğü bir iktisadi ilişkiler dünyası demektir. Bu mekânda harcanan ve kadın emeğine dayanan her türlü faaliyet; ev işlerinden çocuk eğitimine ve mahremiyet ilişkilerine kadar her şeyin hor görülmesi demektir. Ailenin mahre­miyet üzerine kurulu dünyası ve ilişkileri böyle bir tutum karşısında evde bulunan kadının bu mekândaki varlı­ğını anlamsız ve değersiz hale getirmeye çalışır. Günü­müzün Müslüman kadınları için endüstriyel ilişkilerin meta üreten dünyasında tesettürüyle yer almak arzusunu kışkırtan daha çok modern eğitim olmaktadır.

Bu eği­tim süreçlerinden geçen genç kızların kamusallık talebi, önlerine konan her türlü engeli aşma kararlılıkları düşü­nüldüğünde daha iyi anlaşılabilmektedir. Ne var ki, bu kuvvetli ve oldukça sabırsız talep genç kuşağın katılmak istediği modern kamusallığın nasıl bir dünya olduğu­nu aynı zamanda tahlil etmelerine de engel olmaktadır. Kamusal alana tesettürlü Müslüman kadının duyduğu kışkırtıcı talep göz önüne alındığında bunun iki eğilime işaret ettiğini söyleyebiliriz.

Bunlardan biri ve muhteme­len en önemlisi Müslümanların özel hayatlarına nasıl bir anlam verecekleri hakkında daha bir karara varamamış olmalarıdır. Diğeri de daha iyi ve rahat bir hayat sürme adına sınıf değiştirme isteğiyle yüklü olduklarına işaret etmesidir. Unutmamak lazım ki sınıf değiştirmenin aile­de sebep olduğu dönüşümler kadın ve erkek olarak Müs­lümanları da yeni sorunlarla karşı karşıya getirmektedir. Hatta ailenin yaşadığı sorunların kısmen de olsa sınıf de­ğiştirmenin getirdiği çözülmeyle alakalı olduğunu belirt­memiz lazım.

Kamusal alanın düzenleniş biçimi neredeyse her za­man ve her kültürde modern zamanlara kadar özel alan­dan bağımsız düşünülmemiştir. Kemalist modernleşme­ye tesettürüyle renk katmak isteyen Müslüman kadının unutmaması gerekir ki modern aile ve kamusal alan en­düstri devrimiyle beraber birbirlerinden iki ayrı dünya olarak kesin sınırlarla ayrıştırılmıştır. Ancak aileyi koru­ma adına yapılan bu ayırıma rağmen mahremiyet ya da özel alan tabiatı gereği kendi “dil”i içinde kamusal ve siya­sal olan ile özel bir ilişki taşır. Kendinin onlardan soyutla­narak düşünülemeyeceğini ve onlarsız var olamayacağını bilir. Bu şu demektir; Her ne sebeple olursa olsun mahremiyet, kamusallık ve siyasallık birbirlerinden ayrıştı­rılarak kavramsallaştırılamazlar.

Müslüman kadının bu ayrıştırılmış dünyada yer almaya çalışması, tesettürünün “zaferi” değil, sekülerleştirilmesidir. Çünkü tarihsel tec­rübe içinde gördüğümüz gibi aile emek düzeyinde önce üretici sonra da tüketici olarak kamusal alan tarafından içi boşaltılmaktadır. Kamusal alanın insan emeğini sade­ce kendi üretim dünyasında harcamayı meşrulaştırması, kadın ve erkeğin katılımıyla beraber ailede “anne ve baba boşluğu” gibi yeni ve ciddi bir sorun ortaya çıkarmaktadır.,

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:327-330;336-341



Devamını Oku »

İslâmcı Kadının Geleneksel ve Modern Fonksiyonu-1



Müslüman kadının, geleneksel rolü “kendi halinde” ve “ev”le ilgili olarak tasvir edilirken statüsünde ona yüklenen “analık rolü”, modern dünyada hem “evle ilgili” hem de “evin varlığını” teminat altına almaya evrilmiştir. Böylece Müslüman kadının modern sonrasında içine düştüğü durum ona modernleştirici rolünü de yüklemiştir. Geleneksel ihtiyaçlar, siyasal örgütlen­me ve cemaat temelli yapıyla sosyolojik konumlanma, kadın­ların başörtüsü için mücadele etmesinin anlamını onaylama­dığı gibi buna meşru bir temel bulamamıştır. Çünkü kadının geleneksel yapıda başörtüsü “bayrağı altında” toplanmasına ne gerek ne de ihtiyaç vardır. Dolayısıyla gelenek sonrası ka­dınlarının geleneksel kadın imgesini yıktığını söylemek tarih­sel kırılmayı işaretlemekten çok farklı ihtiyaçlardan kaynakla­nan yeni toplumsal ilişkileri, kamunun örgütlenme biçimini, Türkiye'nin içine girdiği değerler sistemini gösterir:

Zihinlere yerleşmiş kaderine boyun eğen, pasif, yumuşak başlı, itaatkâr, geleneksel Müslüman kadın imgesi, evinin kapalı kişisel dünyasından çıkarak koUektif kitlesel hareketlere kansan,aktif, talepkâr, hatta militan olan İslâmcı kadınlar tarafından ki- olmaktadır (Göle, 1994,78).

Bu yargı, Müslüman kadınların "talepkâr "lığının geleneksel kadın fikrini ortadan kaldırmaya yönelik olduğu gibi kadınla­rın modern hayatta yaşaması, buna uygun dönüşüm geçirme­sine yatkın işler yaptığını da açıklar. Bu, Müslüman kadının yeni rolüdür artık.

İslâmcılığın başta siyasa üzerine yoğunlaşan düşünceleri, bu yöndeki birikimler ve hareketin umumi görüşü Asrı Saadet modelinin Müslümanların içinde bulunduğu yenilgi ve geri­liğin giderilmesi için tek çare olduğu yönündedir. İslâmcılık hareketinin çelişkisi Asrı Saadet gibi "altın çağı” modern yön­temlerle kurmaktan geçer. "Asrı Saadet miti”ne ilk sarılanların şehirli ve eğitimli kadınlar olması hiç de tesadüf değildir. (Kur- toğlu, 2000, 24)

Modernite toplumları dönüştürmenin önemli unsurların­dan biri olarak kadınları keşfetmiş, kadınların öncü, ikna edici gücü sayesinde seküler değerlerin kurumsallaştırılması sağlan­mıştır. Bundan payını geç modernleşmeyi yaşayan Türkiye’de almış ve Müslüman kadınlar 1970’li yıllardan itibaren aktif rol üstlenerek sisteme karşı başlattığı hareket ile kıyıda köşede kalmış tüm kadınları kamunun içine çekmeyi başarmış, kendi giyim kuşam reformunu dahi yapmıştır.

İslâmcı kadın hareketinin modern bir "kalkışma” olması birçok yazar açısından "geleneksel ve evinde oturan”, "kendi­sini ispatlayamamış ev ve çocuk eksenli yaşam” kipindeki ka­dına karşı kazanılmış bir mücadeledir aynı zamanda. İslâmcı kadının modernleştirici etkisi o derece kuvvetlidir ki kamuya açılmak şeklinde sunulan seküler faaliyetlere bigane kalmış kendi İslâmî dünyasında yaşayan kadınları bile "gözler önüne” çıkarmayı başarmıştır.

İslâmcı Kadın Kimliğinin Oluşumu

Hareketin feminist niteliğini tartışmak esasların gözden kaç­masına neden olur. Bu bakımdan İslâmcı kadın hareketinin marjinalleşmemesi, etkisini kaybetmemesi için feminist tanı­mı hiç yapılmamıştır. Dış görünüş itibariyle kendine özgü nitelık arzeden İslamcı kadın hareketi içerik bakımdan feminist öğeler taşır. Zira başörtülü kadının “cahil imajını yıktığı” (Ak- taş,1992,42), değişmenin bir “gereklilik” (Meriç, 2000, 59) ola­rak görüldüğü fikirlerinin yaygınlığı göz önüne alınırsa “mili­tan bir kadına dönüşen (Göle, 1994,78) Müslüman kadınların İslâm'ın mı yoksa modernitenin mi savaşını verdiğini sormak gerekir.

Müslüman kadınların mücadelesi bu açıdan tek yönlü de­ğildir. Bir yandan “yönetime karşı başörtüleriyle okuma ve ça­lışma mücadelesi” veren İslâmcı kadınlar öte taraftan da “şim­diki dünyanın” koşullarıyla yaşama mücadelesi içinde varolma savaşımı içindedirler:

Okumak, çalışmak, meslek sahibi olmak, ekonomik bağım­sızlık... evet, çok modernist talepler gibi görünüyor. Ama Müslü­man kadınlar da herkes gibi ‘şimdi ve burada’ yaşıyorlar. Çevreleri Allah dostlarıyla, sahabeyle çevrili değil. Müslüman erkeklerin de dahil olduğu karmaşık, insanın kötü tarafının ağır bastığı, şeyta­nileşmiş bir dünyada yaşıyorlar ve böyle bir dünyayla baş etmek zorundalar (Gülnaz, 2000,104).

Müslüman kadının, İslâmcı diye tavsif edilerek, “sahaya in­mesine” neden olan süreç de tastamam bununla örtüşür. Evini çekip çeviren, tarım ve hayvancılık yapan kadının modern za­manlarda kentli vahşiliğe dâhil olması, modern İktisadî sektör­lerde kendine yer bulma çabası buna bir de başörtüsüyle çalış­ma isteğinin eklenmesi ister istemez “İslâmcı kadın” kimliğini icbar ettirir. Artık kamusal sahada “kadın” olarak yer almanın yanında bir de başörtüsü ve “dinsel geleneği” ile de “var olmak” hatta sahayı “dönüştürme” niyeti, moderniteyi kendiliğinden içselleştirmenin göstergesidir.

Yürürlükteki sistemin içinde çalışarak ideal İslâmî hayatı yaşamanın daha da ötesi Asrı Saadeti kurmanın imkansızlığı kadınların aşamadığı, modernitenin çok iyi yönettiği bir me­seledir:

Modern hayat nefs ile mücadele etmenin daha önceki zaman­lara göre daha zor olduğu bir hayattır. Çünkü her şey hız etrafında cereyan etmektedir. (...) Modern insan, ulvî olan ile bağını yitirmemek için sürekli olarak akışa karşı durmak, akışa karşı yüzmek zorunda. Geleneksel dünyada hayat durgun bir sudur. Hayat usul usul yaşanır. Ve bir üslûp içinde yaşanır (Barbarosoğlu, 2000,22)

Romantik bakış açısından nefs ile mücadele etmenin imkânsızlığı ile “kendinize ve çevrenize, akışa karşı durduğu­nuzu söylemiş" olmak mümkün görünmemektedir. İslâmcı kadınların örtüleriyle ve dini inançlarıyla modern şartların içinde yaşamak, çalışmak, okumak(1), kısaca kamusal bir sa­hada görünmek isteği modernitenin kendi içinden çıkardığı bir hedeftir. (Eraslan, 2000b, 213) Müslüman kadın için mo­dernitenin koşullarından işe başlamak ne kadar paradoksal görünürse, aynı koşullar ve paradigmayla moderniteye karşı durmak da o kadar paradoksaldır.

Çok Partili Hayat, Dünya Sistemi ve İslâmcılık

Türkiyede İslâmcılığın olduğu kadar İslâmcı kadının da en­telektüel yapı kazanması ve aktif, belirleyici, yön verici çoğu zaman da özne konumunda yer alması 1980'li yıllara denk gelir. 60, 70, 80’li yılların darbelere rağmen/darbelerle bera­ber İslâmî canlanma, Müslümanların daha rahat imkânlara kavuş(turul)ması, tesettürlü kızların üniversite hayallerini ge­liştirmiş, üniversitede okuyarak sistemle mücadele hevesleri gittikçe artmış, kamusal sahada bir yer edinme çabaları ile bir­likte yeni sorunlar peşinden gelmiştir.

Dünya sisteminin yeni evresinin Türkiye'de Özal ile hayat bulması Müslümanların şirket, para kültürü ile yüz yüze kalma­sı, küçük cemaatlerin bile desteklenerek büyümesi Türkiye'de İslamcılığın yeni evreye girdiğini gösterir. Bir yandan dünyada­ki ekonomik sistemin kurumlarını içselleştiren İslâmcılar öbür taraftan başta tesettür olmak üzere tezlerini kuvvetlendirme­ye çalışmıştır. Ama umumi manzara İslâmcıların Türkiye'deki sisteme karışmak için büyük bir atak yaptığını göstermektedir. Çünkü ekonomik plandaki atılım, siyaset düzlemindeki et­kinlikle birlikte kadınların artık çekinmeden “hayatın içinde" gezinmeleri, eğitim, siyaset hatta kamunun çeşitli kollarında görünmeleri İslâmcı tezlerle sistemin işleyişinin aynı zemine oturmakta kararlı olduğunu göstermekteydi.

Bu karşılıklı olarak birbirini yontarak gelişen bir süreç­ti aslında. Zaman zaman desteklenen çoğu zaman sindirilen İslâmcılık düşüncesi ittifaklarla birlikte eklektik düşünceyi kanıksamaya başlamıştı. İslâmcı kadınların bu eklektizmdeki rolleri her zamanki gibi üst düzeydeydi. “Başörtüsü mücadele­sinde yol alma” bu eklektizmin en belirgin ifadesidir.

Alınan yolların kaybedilmemesi, “bir onlardan bir bizden” yargısını güçlendirmişti. Meşruiyet ve mensubiyet arayışı İslâmcıların savunma refleksini güçlendirirken, savunurken uyuşmayı beraberinde getirmiştir. “Karşı tarafın saldırıları” ve sürekli sorulan sorular karşısında İslâmcılar ritüellerine bir dayanak aramak, “sisteme karşı yürüttükleri savaşımda” simgelerine ve simgeselliklerine “meşruiyet” bulmak kaygusu içinde kalmış, başörtülülerin okumalarına dayanak bulma en­dişesi üst düzeye çıkmıştır.

Karşı taraf nezdinde güçlü ve bilgili olmak, mücadeleyi va­sıflı hale getirmek amaçları kamusal plana çıktığında “memle­ket için” söylemine dönüşmüştür. İşte bu eleştiriler ve sorular karşısında İslâmcı erkeklerin olduğu kadar kadınların da zi­hinleri teşevvüş hale gelmiş, örtünmenin anlamı bilinenin öte­sine geçmeye başlamış, yeni yeni anlam arayışlarına gidilmiş hatta tesettürün klasik ontolojisi sorgulanmaya başlamıştır.

İslamcı kadınların başörtüsü takmalarındaki sebep hep tar- tışılagelmiş ancak bu konuda sarih bir açıklama veya yorum İslâmcılardan da laiklerden de gelmemiş, iki tarafın birbirine karşı kullandıkları dil, taraftarlık ithamları hakiki ve sahici gerekçeyi örtmüştür. Dolayısıyla tesettürle bir mükellefiyeti yerine getirme niyetindekiler bile aslında bunun birden fazla anlama geldiğini, kendilerinin bile hadisenin aslına vakıf ola­madıklarını “deneyimle” öğrenmişlerdir. Çünkü Türkiye İslâmî hareketinin genel geçer yapısına uygun epistemolojik yakla­şımla pratik “düşünsel” yapının kesiştiği düzlem olarak başör­tüsü, zaman zaman “kurmaca” bir fantezi ve hayal dünyasının peşine sürüklenmiştir. Hadise biraz da konjonktürel mahiye­te bürünmüştür. Süreç başörtüsünün ontolojisini açıklamaya değil örtmeye yönelmiştir. Öyle ki laik kesim ve sistemin it­hamları karşısında savunmacı dil başörtüsünün varoluşunu yönlendirecek yeni gerekçelere kapı aralamış; esası gizli tuta­rak karşı tarafın isteklerine göre cevap vermekte mahir olan İslâmcılar günlük siyaset diliyle bu suçlamaları geçiştirmeyi becermişlerdir.

Türkiye’nin İslâmî Dönüşümü ve İslâmcılık

İslâmî hareketler Türkiye’nin İslâmî bir dönüşüm geçirmesi hedefini gütmüşler mi? İslâmî dönüşümün hangi kaynak, kad­ro ve alt yapıyla gerçekleşeceğini hesap etmişler midir? Dö­nüşümün metodu hususunda sahici yaklaşım içine girmişler midir? Yoksa kendilerinin bile niyetleri o kadar olmadığı hal­de “sistem” onlara bu hedefleri dikte mi etmiştir? Başörtüsü hususunda kontrolü çoğu zaman elinden kaçıran İslâmcılar yönlendirilmiş tartışma ortamları içinde kalmışlardır. Çünkü sistem İslâmcıları kendilerinden daha iyi tanıdığı için başör­tüsünün mahiyetini manipüle edebilmektedir. İslâmcı ya da Müslüman kadın kavramı İslâmcı kadınların bile kabul edebi­lecekleri bir şey değil zira. Kendi tezleri ve başörtüsü anlam­landırması içinde varlık gösterme İslâmcı kadınlar için çok cazip değil. Mühim olan feminist tezlerde olduğu gibi kadına değer vermek, Îslâmî nitelemelere başvurmadan kendi başına kadını ele almak daha ötesi “gerçekten kadın" üzerinde dur­maktır. (Aktaş, 2000a, 39)

İslâmcı kadının taleplerinden “başını da örtenlerin" ta­leplerine evrilmek Türkiye’de İslâmî fikriyatın niteliğini, İslâmcılığın takip ettiği yönü net olarak gösterebilir. Başörtü­sünün ontolojisi üzerine tartışmalar hangi yöne giderse gitsin, başörtüsünün “safiyane niyet”le örtüldüğü tartışıladursun te­melde başörtüsü / İslâmcı kadının “siyasileşen İslâm’ın bayra­ğı” haline geldiği eleştirileri tükenmeyecektir. (Göle, 1994, 77) Çünkü örtülüler bir anlamda İslâmî hareketlerin simgesi du­rumuna gelmiş (Aktaş, 1992, 36), toplumsal yönlü bir algılayış ve “Müslüman kadınları sembolize etme” imkânının yanında (Şişman, 1996, 38) onlara bir kimlik de sağlamıştır:

İslâmî örtünme, Müslüman kadınların kendi kimlik tanım­lamalarında dini ve ahlaki değerleri laik modernizm karşısında mazur gösterme çabası olmadan öne sürmelerini ifade etmekte­dir (Göle, 2000a, 28).

Bu gerekçelerin açıkça kabul edilmesi, başörtüsünün modernizmin “cazip” teklifleri karşısında bir tepki olarak yeniden düşünülmeye başlandığı (Aktaş, 1992, 37) gibi yorumlarla bir­leştiğinde mevzu daha çekilmez hale evrilir. Başörtülülerin bir “kimlik”le beraber algılanması gerektiğini belirten ve örtünün takanlara kimlik verdiğini düşünen, dolayısıyla örtüden sıyrıl­manın kimlikten sıyrılma manasına geldiğini öne süren anolojiler de kurulmaktadır. Kimlik derken İslâmî kalıplar içinde, kadınların örtünmesinin “manevi” yönlerinden ziyade formel unsurlarıyla bağlantılı olup, onların “görünürlüklerine kat­kı yapma kastedilmektedir. Temel sorun kimliğin “belirleye­ni” gözler önüne sermesindedir. Modern dünyada başörtüsü Müslümanlığın gösterenidir. Modern dünyada kimlik sizi baş­kalarından ayırmaya yarar:

''İslâmî açıdan kimliğinizi aleni kılmanız şartı vardır. Çünkü İslâmiyet hem bireysel hem de toplumsal bir din olma özelliği taşır.'' (Barbarosoğlu, 2000, s. 137).

Dolayısıyla kimlik ile başörtüsü örtüşür. Modern yaşam ala­nı içinde kimliği göstermenin farklı yolları vardır. Müslüman kadın için başörtüsü aynı zamanda kimliktir. Ancak İslâmcı kadınların bu gerçeği dile getirmelerine rağmen tesettür söz konusu olunca indirgemeci yapıları, sistemin ithamlarına ma­ruz kalmama endişeleri, kompleksleri devreye girer:

''Ki ben başörtüsünün bir kimlik değil, kimliği olanların kul­landığı örtü olduğunu vurgulamaktan vazgeçmeyeceğim.'' (Barbarosoğlu, 2000, 36).

Başörtüsünün ne olduğu belli bir aşamaya kadar yorum­lanarak getirilir fakat hakikatin kapısından hep geri dönülür. Acaba gerçek, karşı tarafın “onun arkasındaki asıl niyet baş­ka” ithamına maruz kalmamak mıdır yoksa gerçekten İslâmcı kadınların böyle bir niyet taşımamaları mıdır? Başını örten kadınların örtünme gerekçeleri her zaman kategorilere ayrı­lır. Çünkü örtünme için karşı tarafın argümanları “dindarlık ve siyasallık” olarak belirlenirken, “din” emrettiği için örtün­düğünü söyleyenler de bir ana başlık altında toplanabilir. Bu anlamda Ruşen Çakır iki örnek verir ve başörtüsünü dinleri gereği takanlar ve radikalleri karşılaştırır. Buna göre ilk yolu deneyenler toplumun vicdanına seslenip hitap ettiği çevreyi genişletmek, radikaller ise “küfür düzenini teşhir etmek” ni­yetindedirler. Konunun özeti, Türkiye'deki İslâmcı kadınların fikirlerinin ortak noktası ve başörtüsü konusunda sarih bir ni­yet ve pratiğin oluşmamasının kesiştiği nokta aynı görünmek­tedir; İslâmcıların kendi aralarındaki metodolojik farklılıklar yani “davaya giden yoldaki uygulayımlar.” (Çakır, 2000b, 60)

Kadınların Kamuda Yer Alması mı Başörtüsünün Kamuda Olması mı?

Sahiden mesele yalnızca yöntem üzerinde anlaşamamakta mı­dır? Tüm cemaatler, tarikatlar, Müslümanlar "yok birbirimiz­den farkımız” mı demektedir? İslâmî kesimdeki tüm bu grup­ların "İslâmlaştırma - İslâmîleştirme” ikilemine sıkışmaları sorunun cevapsız kalmasındandır. Meselenin düğümlendiği yer sahiden Türkiye’nin İslâmî dönüşüm geçirmesinde Müs­lümanların aktif rol alıp almayacağı ile ilgili görünüyor. Bu soru başörtüsü ile özdeşleştirilebilir. Başörtüsü ile kamuda yer almak ile kamuda kadının yer alması ayrımı Müslümanların en büyük meselesi olmalı idi. Bütün bu soruların geçerliliği İslamcılar nezdinde yok farz edilmekte.

Oysaki kültürel ve siyasal hedefleri olan Müslümanlar için, kullanılan “ara” yöntemler, bir anlamda başörtüsüne de sirayet etmiş dolayısıyla da çoğu zaman “devlet” söylemi karşısında başörtüsü feda edildiği gibi, öncü bir “yoklama” olarak da hep kurban verilmiştir. Başörtüsü sistem ile İslamcıların iktidar hırsları arasında mücadele simgesi olarak yerini aldığı müd­detçe örtünme enstrümantal niteliğini muhafaza edecektir. Tesettür, örtünme İslâmcı kitlelerin hemen sarılabilecekleri potansiyel gücü oluştururken sistem açısından da İslâmcıları iktidara kendi yöntemleriyle taşımanın garantisidir. İki kesim arasında başörtüsü, konjonktürün el verdiği ölçüde görünür­lüğünü artırmış, fonksiyonu bittiğinde tamamen saf dışı bırakılıverecek “imaj” bozan bir “nesne” olarak tanımlanmıştır. Başörtüsünün işlevsel bir niteliğe bürünmesinde “başörtüsüne kimlik” biçmenin etkisi varken siyasal örgütlenmede yerleri­nin olmadığını söyleyen cemaatlerin, başörtüsüne yükledikleri bu “verili” kimlikle, tamamen “siyasal bir çıkarsama” içine gir­dikleri de gözlenir.

Üniversitelerde eylem yapan ve uzatılan mikrofonlara ba­şörtüsünü “siyasal bir kimlik” taşımadan taktığını, Allah’ın emri olduğu için örtündüğünü söyleyen kızlardan, “bir mü­cadelenin” içinde olduklarını söyleyenlerine kadar, başörtüsü konusundaki “temsilî” söyleme ne kadar yatkın bir dil gelişti­rildiğinin fark edilmemesi en çok da sistemin işine yaramakta­dır. Tüm bu gerekçelerin sonucunda “postmodern başörtüsü çoğulculuğu” doğmakla kalmamış, her türden insan için bu söylem havuzundan yararlanabilecekleri pragmatik bir gerek­çe kendiliğinden oluşmuştur.

İslâmcı Pragmatizm, Pragmatizm İçinde Başörtüsü

islâmcılık hareketinin pragmatik hedefleri geçtiğimiz on beş yıllık süreçte daha net gözlendi. Yalnızca başörtüsü husu­sunda değil çoğu İslamcı tez ve kutsal ile devlet ilişkisinin bu pragmatizme malzeme olduğu görülmüştür. Başörtüsünün “kutsal" yönü pragmatik hedefler karşısında kimlik kaygısının arkasında kalmış ve örtünme İslamcı tezlerin devletle olan pa­zarlığının en önemli nesnesi olmuştur. İslâmcılığın devlet he­defi karşısında sekülerizmi bile içselleştirmeleri, kutsalla olan irtibatlarını arka plana itmeleri başörtüsü konusundaki kaygı­larını da asgariye indirmektedir. Buna göre başörtüsünde gös­terilen hassasiyetin İslamcılar bağlamında da “devletin kutsal­lığı" ve ele geçirilmesi kadar yeri olmadığı, başörtüsünün türlü yorumlara indirgenebilmesinden anlaşılmaktadır.

Bu bağlamda Türkiye'de başörtüsüyle okula girmeye baş­layan İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacariın bu eylemi, bir yandan o günkü gençlik-özgürlük hareketlerine bağlan­makta diğer yandan da pozitivist bir mağlubiyet olarak vasıf- landırılmaktadır. (Barbarosoğlu, 1996, 20) Dolayısıyla dünya sisteminin oturmuş yapısında bir yırtılma yeri, sisteme karşı oluşturulan “her türlü" muhalefet hareketinde Müslüman bir “duruş'un temsili(2) geleneksel Cumhuriyet fikrinde oluşturulan “cahillik" savının da sonudur. Bu durumdan İslamcı kadınlar her zaman yakınmakta ve en kısa zamanda bunun düzeltilme­sini istemektedir. Ancak sorun sadece okumakta değil, başör­tülü olarak okumanın bir “araç" olarak kullanılması ve “dip­lomayı amaç değil, İslâm'ın yeryüzünü huzurla doldurması için araç olarak görmeli, onu kazanmak için de asla inancının, imanının gereğini yaşamaktan taviz vermemelidir.” (Nuroğlu, 1996,15) durumuna getirmektedir.

Başörtüsünün buradaki araçsal varlığı, sonuçta bir tek ken­di bağlamı içinde değerlendirilmeyecek derecede çok yönlü­dür. Siyasal sonuçlar da dindar niyette bu sözlere eşlik edebilir. Mesele, diplomadan “Allah rızası”nın nasıl çıkarılacağı, oku­manın İslâmcı kadınlara hangi vasıfları yükleyeceği, kamuda yer almanın İslâmcı düşünceye ne tür açılımlar sağlayacağı, geleneksellikten kurtulmuş modern İslâmcı kadınların İslâmcı düşünce ve kamuya katkısının hangi yönde olacağı yönündedir.

devamı için bkn:


http://ilimcephesi.com/islamci-kadinin-geleneksel-ve-modern-fonksiyonu-2/


Devamını Oku »

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?

Darb / Dövmek: Aileyi Kurtaran Tedbir mi? Ailede Huzuru Bozan Şiddet mi?


Bazı olaylar üzerinden ailede şiddet meselesi, yazılı ve gör­sel medyada çok sık şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Özellikle vahşice katledilen kadınların hüzün bırakan hatıraları sebebiy­le hassasiyet arz eden bir konunun tartışılması, buna bir çözüm bulunması acil bir konudur. Sırf 2014 Nisan ayının ilk on günü içinde her gün bir kadın öldürülmüştür. Bunu insanlıkla bağ­daştırmaya imkân yoktur. Dolayısıyla ailede şiddet konusunun gündemde tutulması, sorunun topluma mal edilmesi açısından olumlu olmakla birlikte bunun aileyi şiddetle özdeşleştirecek biçimde sunulması bilinçli ya da bilinçsiz olarak aileden kaçışı teşvik etmekte, evlenecek genç kız ve erkekleri korku ve endişeye sevk etmektedir. Bunun dışında şiddet olgusunun daha çok aile ile sınırlandırılarak yansıtılması, toplum katmanlarındaki diğer şiddet hadiselerini perdelemektedir. Bu tutum şiddetle kapsamlı biçimde mücadelede ciddi bir engel oluşturmaktadır. Oysa ülke­mizde cahiliye toplumunu hatırlatan şiddet olaylarının çok ko­lay şekilde işlenebildiği dikkate alınırsa konuyu toplumsal sorun olarak ele almak ve ona göre tutum belirlemek bir zorunluluk olarak görülebilir.

Son zamanlarda bireysel silahlanmada, dövüş sporlarına ilgide bir artış gözlemlenmektedir. Hatta gençlerin dinlediği müzik parçalarında bile bir hayli şiddet vurgusu bulunmakta­dır. Bunun yanında basit sebeplere bağlı olarak son derece ağır ve telafi edilemez sonuçları olan şiddet olayları yazılı ve görsel medyada haber olarak yer almaktadır. Mesela tarla veya bahçe­de sınır kavgalarında, su nöbeti ile ilgili ihtilaflarda, trafikte yol verme ya da vermeme kavgasında, bir ağacın kime ait olduğu­nun belirlenmesinde, hayvan otlatma tartışmalarında, park yeri ve pazar yerini paylaşamamada, seçimlerde, öğrenci-öğretmen, hasta-hekim, memur-âmir vs. arasındaki tartışmalarda birçok insanımızı kaybettiğimiz vakalar yaşıyoruz.

Örnek kabilinden zikredilen bu tür olayları çoğaltmak müm­kündür. Bunların tekrarlanması da son derece kolay gözükmek­tedir. O zaman şiddeti sadece aile ile sınırlı tutmak yerine, onu toplumsal bir sorun olarak ele alıp sebep ve sonuçlarını tespit ederek uygun çözümler üretilebilirse sağlıklı bir sonuca varma imkânı olur. Şiddet “öğrenilen bir tepki ve saldırganlık” olduğu­na göre kaynağına inmeden, dinamiklerini analiz etmeden, onu oluşturan kültürel ortamı ele almadan çözülmesinin mümkün olmadığını da bilmek gerekir. Çünkü şiddet, bir rahatsızlık ve engellenme durumuna verilen sertliği ifade eder. Şiddete sebep olan faktörleri izah etmeden, sonuçlar üzerinden onu anlamaya çalışmak temel bir yanılgıdır. Dolayısıyla bir sonuç olarak şidde­ti gündeme almak yerine sebeplerini ele almak daha sağlıklı bir yoldur. Ancak bu sayede kalıcı ve kapsamlı bir sonuç üretilebilir.

Bugün sadece ekonomide değil bütün ilişkilere rekabetin hâkim olmasıyla şiddetin yaygınlaşmadığı ya da yürümediği alan kalmamıştır. Niçin?

“Allah’ın emir ve yasaklarına saygı, yaratıklarına şefkati” ahlakın tanımı olarak belirleyen merhamet merkezli medeni­yetin göz kamaştıran Müslüman toplumuna ne oldu da bütün ilişkilerine şiddet yön vermeye başladı?

Kış günü yiyecek bulamayan yırtıcı hayvanlara yiyecek vermek, yuvasız kuşlara yuva yapmak, yaralı hayvanları tedavi etmek, yerdeki balgamı közlü küle alıp mikrop yaymasını en­gellemek, genç kızlara çeyiz hazırlamak, yolcuya kervansaray yapmak, yolda kalmışa hakkını vermek, bardağı kıran hizmetçi kızın ev sahibesinden azar işitmemesi için onu ödemek üzere va­kıflar kuran şefkat medeniyetinin insanlarına ne oldu da şiddeti yaygınlaştırmaktadır?

Haksız şekilde kendisine savaş açan düşman askerinin esir olarak eline düştüğü hâllerde bile kendi yiyeceğini-içeceğini ve­ren, elbisesi yoksa elbise bulan, barınak sağlayan, bunları bula­mamışsa kendininkilerini veren ve bunun için bir teşekkür bile beklemeyen(İnsân (76), 8-12.) insanlar ne oldu da dünyaya sığamaz hâle geldi ve kendi kardeşlerine amansız bir düşman kesildi?

Ticari ve ekonomik hayatta neden insanlarımız vahşi bir re­kabet içine girdi? “Ben siftahımı yaptım, alacağını komşumdan satın al.” diyerek ahilik kültürünü yücelten kanaatkârlar, ne oldu da hastane karşısındaki üç dükkânı da kiralayıp birisinde ecza­cılık yapıp diğer ikisini başkası gelip kendisine rakip olmasın diye boş tutan insanlara dönüştü?

Spor müsabakaları bile neden savaş havasında cereyan et­mektedir?

Neden bütün hayatımız artık kameraların kontrolü altına girdi?

Neden kendi güvenliği için gecesini gündüzüne katan ve insanların huzuru için kendi hayatını tehlikeye atan güvenlik güçleri bile şiddete maruz kalmakta hatta kendisini koruyamaz hâle gelmekte ve daha da kötüsü bunun bir hak olduğu iddia edi­lebilmektedir?

Topluma hizmet veren araçlar, neden yakılmakta ve par­çalanmaktadır? Ya da topluma hizmet veren kamu araçlarının mesela bir belediye otobüsünün koltuğuna yazılan yazılar ya da jiletlenen koltuklar neyi ifade etmektedir? Umuma hizmet veren tuvaletlerin kapılan ve duvarları neyi anlatmaktadır?

Neden karıncayı incitmeyen bu insanlar, artık şiddeti bir ya­şam biçimi olarak benimsemektedir?

Bu sorulan çoğaltmak mümkündür. Bütün bu şiddet görün­tüleri ortada iken sadece kadına şiddet konusunu de almak so­runun çözümü için ciddi engeldir.

Toplumsal şiddetin bütün yükünü aile üzerinden tartışmak ve özellikle şiddet haberlerinin getirdiği telaşla aileyi, birbirine düş­man ve her an çatışmaya hazır kadın-erkek portresiyle tanımlanır noktaya getirmek, bütün suçu kocaya yıkmak, çözüm olarak da hukuk yoluyla ya da polisiye önlemlerle kocanın hizaya getirilme­sinin tedbirlerinin alınması gerektiğine dair bir beklenti oluştur­mak, en basit ifadesiyle insafla bağdaşır bir durum değildir.

Bu zihinsel savrulma sebebiyle nerdeyse Kur ân-ı Kerîm şid­detin kaynağı olarak suçlanır hâle geldiğinden Nisâ’ suresinin 34. ayetinde aile içi uyuşmazlıklarda tedbirlerden birisi olarak i öngörülen “darb” kelimesini anlamlandırmada zorluklar ya da zorlanmalar yaşanmakta, halk arasında son derece anlamlı olan sözler bile şiddetin referansı sayılıp eleştirilmektedir. Mesela “Kızını dövmeyen dizini döver.” sözü, “Kızım iyi yetiştiremeyen sonunda âh-vâh eder, üzülür, ona iyi terbiye vermede titiz olmak gerekir.” şeklinde anlaşılması gerekirken şiddetin referansı ola­rak görülmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulunun 08.01.2010 tarih ve 01 saydı kararıyla yayınlanan ve binlerce adet basılıp (Ankara 2010) din görevlderine dağıtılan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelede Din Görevlilerinin Katkısının Sağlanması El Kitabı adlı çalışmayı hazırlayan DİB uzmanlarının görüşlerinde az yukarıda tasvir edilmeye çalışılan zihinsel arka plan görül­mektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bugüne kadar dinî yorum ve tu­tum bağlamında tutarlı yönteme sadâkatini, doğru istikameti­ni ve güven veren duruşunu devam ettirmektedir. O açıdan bu kurumun kadına şiddet konusundaki etkinliklerini -biri genel diğeri özel olmak üzere- iki açıdan önemsediğimizi özellikle be­lirtmemiz gerekir. Birincisi, ülkemizde toplumsal sorunlara din ile bağlantısı kurulamayan çözümlerin özelliğine göre ya işlev­selliği yoktur ya da zayıftır. İkincisi kadına şiddet, din, ahlak ve hukuk bakımından asla kabul görmemiş bir eylemdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamberin kadını yücelten, ona özel bir değer atfeden duruşunun şiddeti engelleyici bir etki yapabileceğinde asla şüphe yoktur. Bunun tek şartı, muhatabın imanının şekil­lendirdiği vicdanının devre dışı kalmamış olmasıdır. Bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığının konuya aktif olarak eğilmesi her türlü takdirin üzerindedir.

Ancak az önce bahse konu kitapçıkta şiddet tiplerinin Batı­lı formlara bağlı kalınarak kategorize edilip doku uyuşmazlığı dikkate alınmaksızın bunlarla mücadele için din görevlilerine bir yol haritası çizilmeye çalışılması isabetli gözükmemektedir. Avrupa Birliğinin kadını korumaya yönelik projelerinin ana fikrini oluşturan bu ifadeler yerine, toplumdaki sorunu içeriden tespit edip onlara yer vermek ve yine içeriden bir bakışla çözüm önerilerinde bulunmak daha isabetli olurdu. Eğer toplumdaki şiddetin kodlan çözülememiş ise Batılı sorunları satırlara diz­mek yerine en azından bu metinde Hz. Peygamberin “müjde­leyin”(Buhari,İlim,11..)hitabına uygun biçimde İslam’ın temel kaynaklarının kadın-erkek ya da aile ilişkileri için öngördüğü ölçüler gösterilip teşvik edici nitelikteki esaslar belirlenebilseydi hayırlı bir iş ya­pılmış olurdu. Batılı toplumlarda ortaya çıkan şiddet tiplerinin Müslüman erkeklerce de yapıldığı ön yargısıyla kadını bundan kurtarma çabasına dönük bir kampanya havasında din görevli­lerinden katkı istemek tutarlı bir yöntem değildir. Bu ifadelerden Müslüman karı-kocanın tam anlamıyla birbirlerine düşman olduğu ve ahlak dışı yollarla eşini ezen kocaya karşı dışarıdan bir güç ile onu koruma telaşı sezilmektedir.

Batı dünyasındaki standartlara göre belirlenmiş ve dört kate­goride ele alman şiddet ifadelerinin bizim toplumumuzla ne kadar uyum arz ettiğini ve bunların hangi oranda bulunduğunu okuyu­cuya bırakarak kadına şiddeti kategorize eden Diyanet işleri Baş­kanlığının bayan uzmanlarının ifadelerini aynen alıyoruz:

“Fiziksel Şiddet: İtip kakmak, tokatlamak, tartaklamak, tek­melemek, kesici ve vurucu aletlerle ya da yakıcı maddelerle bede­nine zarar vermek, sağlıksız koşullarda yaşamaya zorlamak, sağ­lık hizmetlerinden yararlanmasına engel olarak bedensel zarara uğratmak, saçını çekmek, yumruklamak, kol kıvırmak, odaya-eve kilitlemek” (s. 26).

“Psikolojik/Duygusal/Sözlü Şiddet: Kadına bağırmak, haka­ret etmek, aşağılamak, başka kadınlarla kıyaslamak, korkutmak, aşırı kıskanmak, ihmal etmek, yok saymak, çirkin olduğunu söy­lemek, kadının nasıl giyineceğine, nereye gideceğine, kimlerle gö­rüşeceğine karar vermek, kadına ve çocuklarına zarar vermekle, öldürmekle tehdit etmek, diğer insanlarla ilişkilerini sınırlamak, kendini geliştirmesine engel olmak, kadını maruz kaldığı şidde­tin sorumlusu olarak görmek, kadının kültürel farklılıklarını yok ' saymak, bastırmaya çalışmak veya bu gerekçeyle kötü muamelede bulunmak” (s. 26-27).

“Cinsel Şiddet: Kadını istemediği yerde, istemediği zamanda ve istemediği biçimde cinsel ilişkiye zorlamak (tecavüz), ensest, çocuk doğurmaya ya da doğurmamaya zorlamak, kürtaja zorla­mak, fuhuşa zorlamak, cinsel organlarına zarar vermek, fiziksel özelliklerini başka kadınlarla / erkeklerle kıyaslamak” (s. 27).

“Ekonomik Şiddet: Kadının çalışmasına izin vermemek, iste­mediği bir işte zorla çalıştırmak, az para vererek çok şey beklemek, aileyi ilgilendiren ekonomik konularda kadının fikrini sormadan tek başına karar almak, kadının parasını, kişisel mallarını elinden almak, kadının kariyerini engelleyen kısıtlamalar getirmek (iş gezilerine, toplantılara, kurslara katılmasına engel olmak), kadı­nın iş bulmasını kolaylaştırıcı becerilerini geliştirecek etkinliklere katılmasını engellemek, iş yerinde olay yaratarak kadının işten atılmasına neden olmak” (s. 27).

Bu şiddet kategorilerini toplumumuzla ilişkilendiren uz­manlara bazı sorular sormak gerekir.

Müslüman Türkiye’de, gerçekten dinî açıdan günah, ahlaki açıdan ayıp ve hukuki açıdan suç kabul edilebilecek durumda olan fiziksel şiddetin oranı nedir?

Kocanın eşinin giyimi ile ilgili teklifinin; çevresi ile ilişkile­rinde dikkatli olmasını istemesinin; evini, çocuğunu, kocasını bırakıp iş gezilerine katılmasına razı olmamasının; kariyer için evini ihmal etmemesini talep etmesinin eşe yönelik bir şiddet olduğunun delili nedir?

Batılı bir kısım köktenci feministlerin aile içi şiddet, tecavüz ve cinsel taciz iddialarını(Giddens,519) alıp bizim toplumumuzun sorunu hâline getirmek ne anlam ifade eder?

Evliliğin temelinde cinsellik büyük önem arz etmesine rağ­men “eşe tecavüz” diye bir kavram geliştirmek, ailenin en mah­rem ve en özel alanına dışarıdan müdahale etmenin naslardaki dayanağı nedir?

Batılı feministlerin “evlilik içi tecavüz”(Giddens,Sosyoloji,s.281,519) tanımlaması kendi sorunları ile ilgili bir tanımlama olduğu gibi, koca eşinden red cevabı aldığında önünde birçok seçenek vardır. Giddens’in plas­tik cinsellik dediği modern seks hayatında üreme ile cinselliğin bağı koparılmıştır ve bu açıdan modern toplum bireyleri daha önce hiç olmadığı kadar cinsel seçeneğe sahiptir.(age,282-283-283)

Karı-koca arasındaki cinsel hayatı dışarıdan düzenlemeye kalkmak, ona kurallarla sınır çizmeye çalışmak ne derece müm­kündür?

Cinselliğin daha serbest yaşandığı Batı dünyasındaki insa­nın sorunu olarak gözüken bir hususu eşi dışında bir başkasıyla cinsel ilişkinin haram olduğuna inanan Müslüman kocaya uy­gulamak hangi sosyolojik gerçekliğe dayanır?

Cinsellik her zaman son derece mahrem bir konu olarak görülegelmiştir.(age,483) Bu mahrem alanı hiçbir araştırmaya bağlama­dan doğrudan şiddet iddiasıyla dışarıdan düzenlemeye kalkmak ne derece isabetlidir?

Feminist ideolojinin, cinsellik, üreme, annelik, tecavüz şek­linde şiddete başvurma gibi yöntemlerle kadın bedeninin erkek tarafından denetin altına alındığı(1) iddiasını Müslüman zihni­yeti açısından şiddetle ilişkilendirmenin delili var mıdır?

Kadına kocanın cinsel ilişki talebine direnme hakkı tanınır­ken erkeğin cinsel ihtiyacını nasıl karşılayacağına dair bir çözüm önerisinde bulunmamak erkeği yok saymak ya da sadece sorunun ondan kaynaklandığı anlamına gelmez mi? Bu durum, meseleye sadece bir taraftan bakıp ayrımcılık yapmak anlamına gelmez mi? Böyle bir direnç kocaya uygulanan pasif şiddet değil midir?

Hz. Peygamber’in şehvetin etkisine giren kocanın hemen eşine dönmesini talep eden hadisine (Müslim, “Nikâh”, 9) dayanarak evine gelen bir kocaya eşi hazır olmadığını söylediğinde önerilen çözüm nedir?

Cinsel hayatı bile hukuk üzerinden inşa edip müzakerelere bağlamanın aile hayatı ile bağlantısını nasıl kuracağız?

Kocanın eşini fuhşa zorlamasının şiddet olarak ifade edil­mesindeki tuhaflık bir yana boşadığı eşinin bir başka erkekle evlenmesine bile tahammül edemeyen insanların bulunduğu bir toplumda böyle bir ahlaksızlığı kaç Müslüman koca eşine reva görmüştür? Bu konuda istatistiksel bilgi var mıdır? Şiddetle izah edilen bu ahlaksızlığın toplumumuzdaki varlığı ne ölçüde bu­lunmaktadır?

“Sizin eşiniz üzerindeki hakkınız hoşlanmadığınız kişilere evinizi açmamasıdır.”(Müslim,Hacc,147..) hadisi dikkate alındığında bu ve benzer naslara uygun davranan koca, eşine şiddet mi uygulamaktadır?

“Doğumdan kaçınmayan ve yüksünmeyen kadınlarla evle­nin.”(Ebu Davud,Nikah,3..) hadisi Müslüman aileye yol göstermişken eşinden doğum talebinde bulunan koca, bu isteğiyle ona nasıl bir kötülük yap­maktadır ve bu talebin şiddetle bağlantısının kurulmasının anla­mı nedir? Bizim toplumumuzda böyle bir şiddet var mıdır? Varsa ne kadardır? özellikle Batı dünyasında doğumu teşvik eden poli­tikalar da psikolojik şiddet olarak değerlendirilebilir mi?

Aile tipleri ve aileden beklentiler toplumlara ve kültürlere göre değişiklik arz etse de hiç bir zaman değişmeyen işlevleri vardır. Topluma yeni üyeler kazandırmak ve cinsel hazzı belli bir düzene sokmak bunlardandır.(Erol Güngör, Müslim, “Nikâh”, 9Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul 1995, s. 207-208.) Kur’ân-ı Kerîm kadınları “çocuk yetiştiren tarlalar”(Bakara,223) olarak nitelerken insan neslinin de­vamında kadının rolüne ve ona verilen değere işaret etmektedir. Bu ayette modern Batının cinsel hayatla doğumun bağlantısını koparan(Giddens,443) zihniyet dünyasına da bir cevap vardır. Buna rağmen doğum şiddet bağlantısının kurulması anlamsızdır.

Bugün aile yapısının çöküşünde ve doğum oranlarının düş­mesinde bu tepkisel tutumun bozduğu dengelerin bulunduğunu göz ardı ederek Türk toplumuna bunu bir sorun olarak dayat­manın ve şiddetle ilişkilendirmenin anlamı olabilir mi? Şayet kadının doğuma direnme hakkı varsa erkeğin çocuk talebini karşılayabilecek imkânları nelerdir?

Şayet kadının doğuma ya da kocasının cinsel ilişki talebine direnme hakkı varsa kocanın çocuk talebini veya cinsel ihtiyacı­nı karşılayabileceği imkânları nelerdir? Mesela burada karı-kocanın birer de sevgili edinebildikleri Amerikan patentli “açık uçlu evlilik” önerilebilir mi?

Görüldüğü üzere aileyi ve cinsel hayatı tamamen Batılı gö­züyle algılayıp, sorunu buna göre tasvir edip kadın gözünden öngörülen direnci ifade ettikten sonra aynı problemin çözümü­nü Batılı erkek açısından göstermemek sorunu gizlemek anla­mına gelmez mi? Bu durumda mesela bir Batılı erkeğin istediği kadınla anlaşıp ya da onu kiralayıp ondan özgürce çocuk sahibi olması, çocuğu olduktan sonra da o kadınla ilişkisini koparması bir çözüm olarak Müslüman erkelere de önerilebilir mi veya ev­latlık müessesesi bir çözüm olarak sunulabilir mi? Yahut taşıyıcı annelik Müslümanlar için de bir çözüm müdür? Ya da Müslü­man erkekler için çok evlilik bir çözüm olarak görülebilir mi?

Sadece bir fikir vermesi açısından bahsedilen bu şiddet tiple­rinden sonuncusunu örnek kabilinden analiz etmemiz tamamı­na bir zemin hazırlayacaktır.

Doğumla bağlantısı kurulan cinsel şiddet sorunu, aslında erkeğin kadın bedeni üzerinde kurduğu tahakkümden ve erkek denetiminden kurtarılmasını amaçlayan Batılı feminist ideolo­jinin iddiasıdır. Bu söyleme göre modern kadının özgürce kendi bedeni üzerinde tasarrufta bulunabilmesinin, bedeni üzerinde her türlü kararı özgürce kendisinin verebilmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bunun test edildiği en önemli gösterge doğum ve eşcinsel evliliklerdir. Şayet koca, eşinin hamile kalma­sında ısrar ediyor ve bunu dayatıyorsa bununla şiddet uyguluyor demektir. Bu durumda kadının doğuma direnme hakkı vardır. Çünkü o doğurmama özgürlüğüne sahiptir. Bu hakka bağlı ola­rak feminist ideoloji doğum kontrol hapları ve diğer tıbbi ope­rasyonları bu açıdan bir çözüm olarak görmektedir. Kadın, iste­mediği hâlde hamile kalmış ise kürtaj bir kadın hakkıdır. İnsan, bedeni üzerinde mutlak özgürlüğe sahipse Müslüman ilahiyatçı­lar olarak eşcinsel evliliklere ne demek gerekir?

Erkeğin kadını sömürmesine, onun üzerinde hegemonya kurmasına bir tepki olarak doğan ve erkeğe boyun eğdirmeyi hedefleyen feminist ideolojinin tezlerini alıp Müslüman toplu­ma dayatmak yerine, içeriden bir bakışla birbirlerini tamamla­yıcı rolleriyle ve birbirlerinin eşdeğeri olarak kadın-erkeği konu alan, yol gösteren, gerektiğinde bu ilkelere aykırı hatalara işaret eden bir üslup kullanmak gerekirdi.

İlgili ayetin değerlendirilmesine geçmeden önce son söz ola­rak şunu söylemeliyiz: Geleneksel aile yapısı içinde dinin özün­den değil farklı yorumundan oluşan kültürel formların oluştur­duğu bazı olumsuzlukların bulunduğunu kabul etmekle birlikte karı-kocanın kendi aralarında halledebilecekleri basit meseleleri daha büyük soruna dönüştüren ve çatıştıran, karı-koca dengesini alt üst eden modem zihnin aile huzuruna katkı sağlamada daha sorunlu olduğunu belirtmeliyiz. Ancak elimizde otantik yapısını muhafaza eden Kur’ân-ı Kerîm gibi dinamik bir metin ve sahih sünnet mevcut olduğuna göre bu kaynaklarla tutarlı bir yöntem doğrultusunda bağlantısını kurduğumuzda sorunlarımıza yaratı­lış gerçekliğine uygun çözümler bulmamız her zaman mümkün­dür. Dolayısıyla kendi geleneğimiz ve medeniyetimizin imkânla­rını görmeden doğrudan doğruya konservatif fikirleri almak daha büyük bir soruna ve çözümsüzlüğe sebep olmaktadır.

Ailenin kuruluş ve işleyişi(Rum,31) hatta sonlanması hâlinde bile(Bakara,229) Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği en temel ilke, eşlerin birbirlerine karşı sevgi (meveddet), nezaket (rahmet) ve iyilik (ihsân) göstermeleridir. Kur’ân-ı Kerîm başka bir ihtimale yol vermeyecek açıklıkta “Kadınlarınıza iyi davranın.”(Nisa,19) emriyle özellikle er­kekleri uyarırken Hz. Peygamber de her alanda olduğu gibi (Ahzâb (33), 21.) bu konuda da en güzel model olmuş, eşlerine şiddet uygulamak bir yana kötü bir söz bile söylememiştir. Bir hadisinde: “Allah ka­tında sizin en hayırlınız kadınlara karşı iyi davrananmızdır. Bu konuda en iyi örneğiniz de benim.” buyurmuştur.(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 472.) Eşi Hz. Âişe de bunu tasdik ederek onun, eşlerine ve hizmetçilerine asla kötü davranmadığını açıkça ifade etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51) Nitekim, onun kendisi­ne karşı olumsuz bir davranışı sebebiyle babası Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) cezalandırma teşebbüsüne rıza göstermeyerek bizzat engel olmuştur.(Ebu Davud,Edeb,84)

Veda hutbesinde (vefat etmeden önce, bütün insanlığa yap­tığı son konuşma) kadınların Allah’ın emaneti olduğunu belirt­miş, onlara karşı sorumluluğa dikkat çekmiştir.(Ebu Davud,Menasik,56..) Şiddetin güç kullanarak haksız şekilde tahakküm kurmak anlamına geldiği düşünülürse “kadının emanet oluşu” onun erkeğin mülkiyetin­deki bir eşya gibi değerlendirilemeyeceğini göstermesi ve şiddet­le kontrol altına alınan bir varlık olmadığını, iradesinin ipotek altına alınamayacağını, bunun, sahibi olan Allah’a karşı bir say­gısızlık olduğunu göstermesi açsından önemlidir.

“Kadının kocası üzerindeki hakkı nedir?” diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber. “Öncelikle kendi statüsü ve imkânına göre kocanın eşin yeme-içme, giyim, mesken ihtiyacını karşıla­ması ve bu konuda kendinden farklı davranmamasıdır. Şiddet uygulamaması, aşağılama gibi onur kırıcı davranışta bulunma­ması, evi terk edip gitmemesidir.”(Ebu Davud,Nikah,41..) cevabını vermiştir.

Eşlerini dövme alışkanlığından vazgeçmeyenleri uyarmış ve şiddetin Müslümana yakışmayan bir davranış olduğunu,(bk.Müslim,Cennet,49) eşle­rine şiddet uygulayanların iyi insan olmadıklarını, kötüler (şerr) olduğunu beyan etmiştir.(İbn Mace,Nikah,51..) “Eşlerinizi döveceksiniz, sonra da utanmadan onunla aynı yatağa girecek yüzsüzlüğü gösterecek­siniz, öyle mi?” diyen bizzat Hz. Peygamberdir.(Müslim,Cennet,49)

Hz. Peygamber (s.a.s.) pasif şiddet olarak nitelenen, eşin ko­cası tarafından ihmal edilmesine, terk edilmesine de asla rıza göstermemiş ve bunu yasaklamıştır.(İbn Mace,Nikah,3) Hatta kendisini ibadete verip eşini ihmal eden bazı sahâbîlerin birbirlerini uyardığını, Hz. Peygamberin de bu hususta titiz’ davrandığını birçok kay­naktan öğreniyoruz.(msl. bk. İbn Balaban, el-İhsân bi-tertibi Sahihi Hibbân(nsr SuaybArnaût), Beyrut 1414/1993. n. 23.)

Kur’ân-ı Kerîm, eşini yüz kızartıcı bir suç olan zina hâlin­de yakaladığını ve bunu hukuken geçerli olacak bir ispat vası­tasıyla destekleyememiş bir kocaya bile şiddet kullanma izni vermemiş, uygulanacak prosedürü belirlemiştir. “Li‘ân” veya “mülâ'ane” denilen bu uygulama, karısını zina hâlinde yaka­ladığını ya da doğan çocuğun kendine ait olmadığını savunan kocanın iddiasını ispat edememesi durumunda karısıyla bir­likte hâkim huzunda lanetleşip ayrılmalarını ifade eder, ilgili ayetler şunlardır:

“Kendi hanımlarına zina isnadında bulunup bu iddialarım ispatlamak için kendilerinden başka şahitleri olmayan kimseler­den her birinin şahitliği, dört defa Allah’a yemin edip doğrulardan olduğuna Onu şahit tutmalarından ibarettir. Beşinci defa, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olma­sını istemeleridir. Kadının dört defa Allaha yemin edip kocasının iddiasında yalan söylediğine Allah’ı şahit getirmesi kendisinden cezayı kaldırır. Beşincisinde de, kocası iddiasında doğru olduğu takdirde, Allah’ın lanetinin kendisi üzerine olmasını ister.’(Nur-5-9)

Böyle bir uygulamadan sonra İslam hukukçularının çoğun­luğuna göre karı-koca birbirinden ayrılır ve ebediyyen birleşemezler. Mâlikıler, Şâfı‘îler ve Hanbelîler bu görüştedir. Koca ya­lan söylediğini itiraf etse bile karı-kocanın evliliklerine dönme­lerine imkân yoktur. Ebû Hanîfe ve talebesi îmâm Muhammed’e göre bu bir bâin talâk gibidir. Ebedî haramlılık meydana getir­mez. Eğer koca yalan söylediğini ve karısına iftirada bulunduğu­nu itiraf ederse kendisine kazf suçuna uygulanan seksen değnek vurulur ve tekrar evlenebilirler.

Görüldüğü gibi son derece ağır ve yüz kızartıcı namus suçu oian zina hâlinde yakalanan eşe dahi şiddet ve cinayete geçit vermeyen Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in daha basit an­laşmazlıklarda buna kapı araladığını söylemeye imkân yoktur. Kaldı ki İslam hukukuna göre ric‘î talâkta boşanan kadın iddet suresi içinde kocasının evinde kalmaktadır. Bu ortamda şiddet­ten nasıl bahsedilebilir ki! Çok ilginç olan şu diyalogda bu husus berrak bir şekilde gözükmektedir

Ebû Hureyrenin rivayet ettiğine göre: Sa‘d b. Ubâde ile Hz. Peygamber arasında şöyle bir diyalog geçer:

Sa‘d b. Ubâde: "Yâ Rasûlallah! Eşimle birlikte olan bir adamı bulduğumda dört tanık getirinceye kadar ona bir şey yapamaya­cağım, öyle mi?"

Rasûlulllah (s.a.s.): “Evet, tabii ki!”

Sa‘d: “Asla olamaz! Seni hak din ile gönderen Allaha yemin ederim ki, ben hiç beklemeden kesinlikle onu kılıçla tepelerim!”

Rasûlullah yanındaki arkadaşlarına dönerek: “Efendinize bakın, neler söylüyor! O gerçekten çok kıskanç ama ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden de kıskanç."(Müslim,Li'an,16)

Burada Hz. Peygamber sen kıskançlığın sebebiyle eşinle zina hâlinde yakaladığın adamı öldürmek istiyorsun ama senin kıs­kanç olduğunu bilen Allah ve Peygamberi bunu yasaklıyor de­mek istemektedir.

Kur ân-ı Kerîm, cahiliye döneminde kocanın kötüye kulla­narak eşine zulmettiği îlâ\ zıhâr, talâk gibi tasarrufları ıslah edip rahmete dönüştürerek kadım zulümden kurtarmıştır.(2)

Hz. Peygamber, kız çocuklarının diri diri toprağa gömül­düğü bir ortamda(Tekvîr (81), 8-9.)iyi yetiştirilen ve kendilerine iyi davranılan kızların cennete vesile olan Allah’ın lütfettiği varlıklar okluğu­nu belirtmiştir.(Ebu Davud,Edeb,121..) Kızıyla olan ilişkileri de bu konuda en güzel örnektir. Kızı Fatıma’yı (r.a.) görünce sevinçle dolar, kendisini ayakta karşılar ve onu yanına veya kendi yerine oturturdu. Fat­ıma da kendi evine geldiğinde babasını aynı şekilde karşılayıp ağırlardı;(Müslim, “Fezâilü’s-sahâbe”, 98..) Hz. Peygamber’in sefere giderken aile fertlerinden en son vedalaştığı, seferden dönünce de ilk görüştüğü hep kızı Fâtıma olmuştur.(Ebû Dâvûd, “Teraccül”, 21.)Buna göre hiçbir koca kendi kızına yapılmasını uygun görmediği bir davranışı başkasının kızı olan eşine -ki o Allah’ın emanetidir- yapmamalıdır.

Bütün bunların yanı sıra hayvanlara bile nezaketli davranıl- masmı isteyen bir dinin(Müslim, “Sayd”, 57) kadınlara karşı şiddeti tavsiye etmiş olması asla düşünülemez. Hz. Peygamber’in hayvanların yav­ruları için yeterince süt bırakmayanları uyarması, sağmal hay­vanların memelerinin incitilmemesi için sağanların tırnaklarını kesmelerini istemesi(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 484) sadece insana değil bütün canlılara veri­len değeri ve acıya karşı duruşu ifade eder. Üzerinde bulundu­ğu devenin hırçınlığı üzerine ona kırbaç vuran eşi Hz. Âişe’yi yumuşak, nazik ve zarif olması konusunda uyarmış ve bu tutu­mun şeyi süsleyeceğini, kibarlığın gözetilmemesinin ise ona leke düşüreceğini anlatmıştır.(Buhâri, “De'avât”, 63;..)

Açık bir örnek olması kabilinden şu örneği zikredebiliriz. Abdullah b. Cafer’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ensardan bir adamın bahçesine girdi. Bir de ne görsün, bir deve! Rasûlullah’ı (s.a.s.) görünce deve inledi, gözlerinden yaşlar aktı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) onun yanına gelip başını okşadı ve hayvan sakinleşti. Peygamber (s.a.s.); “Bu devenin ta­bibi kimdir, kimindir bu deve?” diye sordu. Ensardan bir genç gelip “Ey Allah’ın Rasûlü o benimdir.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) de: “Allah’ın senin emrine verdiği şu hayvan hakkında Allah’tan korkmuyor musun? Bak bu hayvan senin kendisini aç bıraktığını ve çok yorduğunu bana şikâyet etti ” buyurdu.(Ebu Davud,Cihad,44)

Zaman içinde bazı Müslümanların, Hz. Peygamberin sade­ce kadınlara değil genel anlamda canlıya bakışındaki nezaket ve zarafetinin aksi yönündeki davranışlarının bireysel hataları ol­duğunu ve dini bağlamayacağını belirtmek gerekir. Bize döşen, onların uygulamalarıyla dini ölçmek yerine, yukarıdaki verilere göre onların davranışlarını değerlendirmektir.

Şiddet, bir bencillik, bir sindirme, otoritesini güçle kurma, şiddet uyguladığı kişinin duruşunu tehdit olarak görme sonucu ortaya çıkan haksız eylem anlamına gelir. Kadınlara uygulanan şiddet ise âcizliğin ve vicdansızlığın zirve noktasıdır. Kurân-ı Kerîm’de kadınlara vurma anlamındaki ayeti nasıl anlamak ve az önce bahsedilen hadislerle nasıl uzlaştırmak gerektiğine bak­mamız lazımdır.

Kur’ân-ı Kerîm aile içinde kadından kaynaklanan haksız bir uygulamaya tedbir olmak üzere öğüt vermeyi, bu etki etmemişse yatağı ayırmayı bu da sonuç vermemişse üçüncü bir yol olarak vurmayı (darb) bir tedbir olarak öngörmüştür. Ayetin iniş se­bebi ve bizzat Hz. Peygamber’in açıklamasıyla bu anlam netlik kazanmıştır.

Hz. Peygamber’in, kocaların eşlerini dövmelerini kaldırmak istemesi ve kocasının kendisini dövdüğünden şikâyet eden bir kadın için kısasa hükmetmesi üzerine Allah Te‘âlâ: “Bir dakika, bu lazım olabilir!” anlamında bir üslupla vurmayı da kapsayan Nisâ’ suresinin 34. ayeti gelmiştir.(Taberî, Câmıul-beyân (nşr. Ahmed Muhammed Şâkir), Kahire 1420/2000, VIII, 291...)

Ancak Hz. Peygamber bu ayette geçen vurmayı sınırlan­dırmıştır. Az ileride kısaca izah edilecektir. Burada şu kadarı­na işaret edelim ki bu ayet, ne saik olarak ne de sonuç, hedef ve uygulama açısından şiddetle yorumlanamaz, kadına zulme alet edilemez. Çünkü Allah’ın hiçbir emri ya da yasağı kullara zulüm için meşru kılınmamıştır: "Allah, kullarına zulmedici de­ğildir.”(Âl-i İmrân (3), 182; Enfâl (8), 51; Hacc (22), 10; Fussılet (41), 46; Kâf (50), 29.) İbn Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) şu sözlerinde vurgulandığı üzere:

“Şeriat, özü ve muhtevası itibariyle hikmetler üzerine kuru­ludur. Kulların dünya ve ahiret maslahatlarını hedefler. O, bütü­nüyle adalet, bütünüyle rahmet, bütünüyle maslahat ve bütünüy­le hikmettir. Ne zaman bir hüküm / düşünce / yorum; adaletten zulme, rahmetten gaddarlığa, maslahattan mefsedete, hikmetten saçmalığa dönerse -te’vil yoluyla Şeriate dâhil edilse bile- asla on­dan olamaz. Buna göre İslâm Şeriati, Allah’ın kulları arasındaki adaleti, yaratıkları arasındaki rahmeti, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, kendisinin varlığına ve Rasûlünün sıdkına en güçlü ve en tutarlı şekilde delalet eden hikmetidir.”(İbn Kayyım el-Cevziyye, ilâmü’l-muvakkı'în (nşr. Abdurrauf Sad), Beyrut, ts. (Dâru’l-Cîl), III, 3.)

Öncelikle burada bahsedilen vurmanın maksadının / ama­cının, ölçüsünün / dozunun, hangi sorun için çözüm olarak ön­görüldüğünün iyi belirlenmesine ihtiyaç vardır.

Bir defa vurma durup dururken ortaya çıkan bir eylem de­ğildir. Bir şeyin karşılığıdır. Bu da kadının az yukarıda çerçevesi çizilmeye çalışılan nüşûz hâlinin aile birliğinin devamını tehdit eder hâle gelmesi, önceki iki tedbirin yetersiz kalması ve kocası­na karşı psikolojik şiddete devam etmesidir. Ailenin yıkılması, sadece karı-kocaya dokunan bir zarar değil, diğer aile bireylerini ve tüm toplumu ilgilendiren ciddi bir sorundur. Aslında boşan­mak topluma uygulanan bir şiddettir.

Vurmanın amacı, ıslah ve aile birliğini kurtarmaya yönelik bir tedbir oluşudur.

Ölçüsü ise şok etkisi yapan sembolik bir vuruştan ibarettir ve onda aranan maddi değil manevi etkisidir.

Ulaşılmak istenen hedef ise kadının kibrini kırma, kocasını ezmeye çalışmasına bir tepki veya kocasını kıskandıran tutumu­nu fark ettirme, onu çizilmiş sınırların içine çekmedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği çerçeveye bakıldığında, kadın, haddi aşan tutumlarını fark ettikten sonra böyle bir cezayı hak ettiğini kabullenecek, böylece aile ilişkileri normalleşecektir.

Kadın, nüşûzu sonucu onur kırıcı davranışlarıyla kocaya ol­duğu kadar aileye de zarar vermektedir. Bütün bunlarla birlikte kadının kocası ile irtibatını koparmadığı, sevgisinin bulunduğu ve yaptığı davranışın ne tür ciddi sonuçlar doğuracağının çok fazla farkında olmadığı anlaşılmaktadır. İşte bu noktada Abdul­lah b. Abbas’ın açıklamasıyla diş fırçası türünden basit bir mal­zeme ya da fiske kabilinden sembolik bir vuruş(Taberî, VIII, 314-315.) evlilik önünde engel oluşturan kapalı damarları açmak amacıyla atılan neşter kabilinden bir eylemdir. İşte bu, gurur ve kibiri kıran, kadının kendisine gelmesini sağlayan bir tedbirdir. Kadının dövülmesini ifade eden bu ayette anlam Hz. Eyyûb Peygamber’in (a.s.) eşini dövmeye yemin etmesinden sonra Allah’ın bir çıkış yolu olarak gösterdiği “yüz buğday sapından oluşan bir demetle sembolik vuruşu’na(Sâd (38), 44.) benzer ölçüde bir psikolojik tedavi yöntemi olarak öne çıkmaktadır.

Hz. Peygamber’in vurmayı sınırlandıran hadisinden (Ebû Dâvûd, “Nikâh”, 41..)/hare­ketle İslam âlimleri bu tür bir tedbiri uygulamak zorunda kalan kocanın yüze vuramayacağı, vurmanın acıtıcı ve iz bırakıcı sert­likte olamayacağı görüşündedirler. Şiddet boyutuna varan vur­ma ise hem olumlu sonuç vermeyeceğinden hem de yetkiyi aşan özellik arz edeceğinden suç teşkil eder ve koca ta'zır kapsamına giren bir müeyyide ile karşılık görür.

Eğer bütün damarlar kapanmışsa evlilik ölmüştür. Bu du­rumda tarafların birbirlerini işkenceden kurtarmaları için Ku 'ân-ı Kerîm’in talep ettiği şekilde ihsan üzere yani güzellikle yrılma yoluna gidilecektir.(Bakara,229)

(1)-J. Pilcher, Cinsiyet ve Cinsiyet Eşitsizlikleri Üzerine Açıklamalar”, Sosyoloji: Başlangıç Okumaları (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s.112.

(2)-Bu konuda bak. Saffet Köse, “Cahiliye Arap Toplumunda Kocaların Hanımlarına Yaptıkları Bazı Haksızlıklar ve İslâm’ın Getirdiği Hukuki Düzenlemeler”, Çağdaş İhtiyaçlar ve İslam Hukuku içinde, İstanbul, Rağbet Yayınlan, s. 383 vd.



Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda

Günümüz Tesettürlü Kadınları Zor Durumda
İBRAHİM HALİL ER

Özellikle  evli erkeklere söylüyorum. Günümüzde tesettürlü bayanlar gerçekten zor durumda.
Hayat, modernizm ile idealleri arasında sıkışmış durumdadırlar.

Çoğunun sohbet edecek dertleşecek bir sosyal çevresi bile yok. (Akraba çevreleri kıskançlık, çekememezlik ve dedikodu ile dolu. Bu durum kadınları daha da yıpratıyor.)

Bu nedenle tesettürlü ve hatta çarşaflı bayanlar facebook’ta sohbet etmeyi tercih ediyor.

Tabi ki onların sohbet ettikleri de hemcinsleri değil, erkekler oluyor. Önce dini muhabbet ve sonra özele kayıyor.

Erkeklerle sohbet etmeyi sevmelerinin nedeni, o sanal erkeklerin onların hoşuna giden tüm sözleri söylemeleri. Birçoğu hayatta eşlerinden duymadıkları iltifatları burada duymalarıyla kendilerini bir prenses gibi hissetmeye başlıyorlar.

Bu durum, nefislerine hoş geldiği gibi, sohbetler sonraları mahrem alanlara ve en azından düşüncede aldatmaya kadar gidiyor.

Yoğun bir boşanma furyası gelebilir.

Peki, erkekler ne yapıyor?

Mütedeyyin erkekler, eşlerinin başörtüsü ve namazlarına aldanıp eşlerine toz kondurmadıklarından hiçbir şeyden haberleri olmadığı gibi işi öğrendiklerinde ise çoğunlukla geç oluyor. Genellikle öğrenmeleri de yine eşlerinin kavga ve boşanma talepleriyle oluyor.

Peki, ne yapmalı?

Mütedeyyin erkeklerin eşlerini ihmal etmemeleri ve haftanın belli günlerini onlara tahsis etmeli, ayrıca her gün bir kaç saatini eşleriyle muhabbet etmeye, gezmeye ve ortak faaliyetlerde bulunmaya ayırmalıdırlar. Hatta eşlerinin sevdiği ortamlara takılarak onları anlamaya çalışmalıdırlar.

Çoğu erkek eşlerini tanıdığını sanır ama aslında eşlerinin onlara gösterdiği sahte yüzü tanırlar. Eşlerinin zamanla değiştiğini görmezler. Halbuki her şey değiştiği gibi eşleri de değişmiştir. Bu nedenle eşlerini ihmal etmemelidirler. Eşlerinin sanal ortamlarda aradığı huzuru, mutluluğu ve iltifatları mutlaka kendileri yerine getirmelidirler.

Bazı erkeklerin “biz kadınların her dediğini yapmak zorunda mıyız” eleştirisini duyar gibi oluyorum. Ama olay o kadar basit değil. Kadın, toplumun hassas terazisidir. Toplumdaki en ufak bir değişimi kendisinde yansıtır. Bu nedenle bir toplumun değişimi veya yozlaşmasını kadın üzerinden takip edebilirsiniz.

Kadınlarımız, modernizm karşısında bocalamışlardır. Özellikle yalnız kalmışlardır. Bu yalnızlığı bilgisayarla değil eşleriyle gidermelidirler. Kadın iltifat duymazsa, güneşe hasret kalan çiçek gibi solar. Bu nedenle onlara iltifatı esirgememelidir. Çoğu erkek, evlendikten sonra eşine kur yapmayı unutur ve bu durum evlilikleri bitirdiği gibi kadının bu ihtiyacını başka yönlerden gidermesine yol açar.

Eşlerinize sahip çıkın. Yalnız bırakmayın. Gezin, ortak faaliyetlerde bulunun. İyi sosyal çevrelere götürün. Ama mutlaka yalnızlığını giderin.

Sonuçta o sizin namusunuz. Namusunuzu emanet ettiğiniz kişiye hem hürmet edin. Hem saygı gösterin. Hem sabredin ve hem de anlamaya çalışın. Psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını giderin. Evlerinizi ve eşlerinizi ihmal etmeyin.

İSLAMİ FEMİNİST KADINLARIN ÖZLEDİĞİ ERKEK MODELİ VE İSLAMIN ERKEKLERE VERDİĞİ HAKLAR

Birçok İslami kadın kuruluşlarının veya Müslüman/mütedeyyin aydın kadınları okuduğumda İslam’ın kadın/erkek hakları konusunda kafalarının karışık olduğunu gördüğüm gibi maalesef konuyu hem anlamadıklarını ve hem de suladıklarını görüyorum.

Genelde çoğu sözüne şöyle başlar:

Efendim! Peygamber (sav)’de eşine yardım etmiş, ev işini yapmıştır.

Çoğu bunu söyler. Peki, bu söylemle neyi amaçlarlar?

Bu sözle birincisi Mütedeyyin erkeklerin Resulullah’ı kendilerine örnek almadığını savunmuş olurlar. İşte kadın erkek ilişkisine böyle çarpık baktıkları için maalesef sorun çözme değil, sorun üretme merkezi olmuşlar, hatta evlerinde çoğu eşleriyle kavgalıdır veya boşanma eşiğine gelmiştir.
Peki, nasıl okunmalı?

Burada Resulallah’ın bu davranışıyla eşlerimizle birlikte ev işleri yapabileceğimiz anlaşıldığı gibi, eşlerimize yardım etmemiz de (tabi ki vakti varsa) güzel olduğunu göstermektedir. Bu bir emir değil, aile içi muhabbetin gelişmesi yönünde bir harekettir. Eşler birlikte ev işlerini yaparak ortak bir duygu geliştirir, muhabbetleri artmış olur.

Fakat günümüz kadınları, işten yorgun argın gelen erkeğin mutfağa gidip yemek yapmasını, camları silmesini ve evin her türlü işini yapmasını beklemektedirler. Bu yanlıştır ve erkeğin konumlanmasına aykırıdır. Çünkü erkeğin görev alanı ev değil dışarısıdır. (Tabi ki karı koca çalışıyor ve eve birlikte geliyorlarsa ev işlerini paylaşmaları doğaldır, konumuz çalışan kadınlar değil)

Ayrıca, Resulullah’ın muhterem eşleri, evin temizliği ve işlerini Resulullah’tan beklemedikleri gibi, onun yaptığı yardımdan dolayı şeref duymakta ve müteşekkir olmaktadır. Fakat günümüz feminist İslamcı kadınları bunu erkeğin bir görevi gibi sunmaktadırlar.

Ayrıca bu kadınlar muhterem annelerimiz gibi tek göz bir evde yaşamayı, bazı günler aç kalmayı ve üzerlerine kuma gelmesini kabul etsinler biz de ev islerine yardım ederiz.

Peki diyelim ki günümüz feminist kadınları İslam’ın kendilerine verdiği bu hakları elde etmek için mücadele ediyorlar. Saygı duyarız. O halde Allah’ın erkeğe dörde kadar evlenme izni vermesi olayını da kabul etsinler ki onların samimiyetine inanalım. Yani hak ise hak…

Günümüz feminist İslamcıları çocuk bakma yükümlüğüne de sahip olmadıklarını ve çocuğa erkeğin bakması gerektiğini söylerken, boşanmada çocuğu almak için neden mücadele ederler?

Ya da boşandıklarında nafaka neden isterler? Çünkü İslam’da kadına nafaka yoktur. Sadece çocuk emziriyorsa bunun ücretini verir.

Ya da mirasta neden erkekle eşit miktarda ister de ayetle sabit olan yarısını almak istemez?
Ayrıca, ayette sabit olan kadınlar için en güzelinin evlerinde oturmak olduğunu neden görmezlikten gelip de dışarda dolaşırlar?

Kocasının izni olmadan kadının dışarı çıkamayacağı, onun izin vermediği kişilerle konuşmayacağını neden göz ardı ederler?

Kadının kocasının sözünü dinlemesi gerektiği sözünü dinlemediği zaman (nuşuz) kocası tarafından dövülebileceği ayetini ne yapacaklar?

Erkeğe verilen haklar daha fazladır. Erkek, aile mutluluğu için bu hakların birçoğundan fedakârlık yaparken kadın neden bir hak ve hukuk diye tutturmuştur?

Lütfen tutarlı olsunlar…

Çünkü ailede ve evlilikte asıl olan birliktelik, paylaşım ve muhabbettir. Yasal haklar çift yönlüdür.
Not: Tabi ki bizim sözümüz İslamcı Feminist Kadınlara yöneliktir. Yoksa biz kadınların sömürülmesini/ezilmesini/şiddet görmesini/dövülmesini asla tavsiye etmiyoruz.

Ama bu sıralar güçlenen bu feminist kadınlar, solcu ve kart feministlerle işbirliğine girip Müslüman/mütedeyyin erkeklere karşı mücadele etmekte ve İslami argümanları kullanmaktadırlar. Biz de bu nedenle onları uyarmaya çalışıyoruz.

Kadınlarımız Resulullah’ın eşleri gibi olduklarında erkekler de Resulullah gibi davranırlar.

Devamını Oku »

Kadının Gücü !

Kadının Gücü !



Kadının gücü insanlığı doğurup yetiştirmesindedir. Ve bu yüce görev için de bütün meziyetlere de sahip olarak yaratıl­mış. İnsanları yetiştirmekten daha büyük bir güç olabilir mi? Fakat annelik ve ev hanımlığı aşağılanarak, kadınların bu kutsî vazifesine burun bükülüyor ve kadına zoraki güçler atfedilerek, kadın erkekleştirilmeye çalışılıyor.

Kadının gücü şefkat ve teslimiyetindedir. “Kadın güçlenme­li...” sözlerinin altında bir kışkırtıcılık var: “Siz kadınlar aciz, zavallı varlıklarsınız, güçlenmelisiniz.” mesajı da gayet net oku­nuyor. Sizi güçsüz bırakan kim? Tabii ki erkekler...

Kadının gücü iletişim yeteneğindedir. Kadınlar doğuştan halkla ilişkiler uzmanı olarak yaratılmışlardır. Kadın iletişim yeteneği sayesinde hem aileyi hem toplumu çok güzel yönlen­direbilir.

Güçlendirme ve özgürleştirme kampanyalarıyla, takma ka­natlarla kadınları zorla uçurmaya çalışıyorlar. Oysa kadının fıt­ratında aile olma ve bağlanma duyguları var. Kadın uçtuğu za­man değil, bir erkeğe bağlandığı zaman mutlu olur. Yaradan öyle yaratmış...

“Ancak erkeklerin yaptıklarını yaparsan güçlü olursun” diye erkeklere karşı kadınları kışkırtıyorlar. Gücü özgür olmakta ve para kazanmakta zanneden kadınlar, taşıyabileceklerinden daha fazla yük almaya başladılar.

Tahsilli, çalışan, güçlü görünen; fakat yalnız yaşayan ve mut­suz olan pek çok kadın var. Erkeğe ihtiyacı yokmuş gibi davra­nan, yalnız kaldığında ise bolca gözyaşı döken... Güçlü, mutsuz ve yalnız kadınlar ordusu...

Ve bu orduya yeni neferler katmak için uğraşıyorlar. Genç kızlar, üniversite sınavına hazırlanırken aileleri ve öğretmen­leri tarafından: “Okuyun, erkeklere muhtaç olmayın, evlenip anlaşamazsanız kocalarınızı kapıya koyarsınız...” diye motive ediliyorlar. Bu telkinlerle yetişen genç kızlar evlendikleri za­man kendilerinden kaynaklanan sorunlarda bile çözüm yerine boşanmaya kalkıyorlar. Fakat para mutluluk getirmiyor.

Medya dünyasına baktığımızda şöhretli, zengin, çok güzel kadınlar sürekli sevgili değiştirmekten mutlu görünmüyorlar Hepsi evlenmek, yuva kurmak istiyor Ne kadar modern gö­rünmeye çalışılsa da fitrat inkâr edilemiyor demek ki.

Güçlülük gazı, kadınları çok etkiliyor. Kadınların çoğunda bir ezilme korkusu var. Neredeyse her seminerimde “Biz erkek­lere yumuşak davranırsak, onlar bizi ezerler.” itirazı kadınlar­dan mutlaka geliyor. Sanki kadınlar çim, erkekler de fil; onları ezmek için fırsat kolluyorlar.

Kadınlar masum, kibar, iyi; fakat erkekler kaba saba ve anla­yışsız, demek çok tehlikeli bir söz ve Allah'a karşı kötü zandan başka bir şey değildir. “Yaradan, kadınları iyi, erkekleri kötü yaratmış...” demek olur ki bu söz “Allah, erkekleri kadınlara Zulmetsin diye yaratmış...” demekten başka bir şey değildir.

Allah (cc) erkekleri, koruma ve kollama insiyakıyla yarat­mış. Kadın, erkekle güç mücadelesine girmediği müddetçe, er­kek kadının yanında olur; onu koruma ihtiyacı duyar.

Fizik olarak kadın zayıf, erkek güçlü yaratılmış. Evlerde ço­cuklar zayıf, anne babalar güçlüdür; ama sevgi ilişkisinden do­layı güçlü olan ebeveynler zayıf olan evlatlara hizmet eder. Mü­him olan, gücün kimde olduğu değildir.

Kadınlar, güçlü olmak için oyun oynuyorlar. Kadınlığın te­melinde olan şefkat ve teslimiyeti bir yana bırakıp güçlü görün­mek adına asık yüzlü, inat, iddiacı ve sert olmaya çalışıyorlar. Erkekle güç çatışmasına giriyorlar.

Evlerde yaşanan huzursuzlukların çoğunun temelinde kadın-erkek güç çatışması vardır. Rabb’imiz, güç çatışmasına girmesinler diye, kadınlara gizli güçler, erkeklere açık güçler vermiş. Birbirlerini tamamlasınlar diye.

Kadın kendine verilmiş güç ve kabiliyeti kullanmayıp er­keksi roller alarak, erkek silahı ile silahlanıyor. Kendine bir za­rar gelmesin diye de kibirden bir kalkan örüyor. Evlendirme programlarına bir bakın, kadınların ne hâle gelmiş olduğunu görürsünüz.

Erkekler güçlüdürler; fakat kadına karşı zayıftırlar. Hz. Mevlânâ bunu güzel bir misalle anlatır:

“İnsan, yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile cesur olsa yine de hükmetme hususunda karısının esiridir. Gö­rünüşte su, ateşten üstündür... Fakat ikisinin arasına bir tence­re (sevgi) girdi mi ateş o suyu kaynatır, buharlaştırır, yok eder. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, onu istemektesin.”

“Şah bile sevgiye kuldur, köledir.” Kadının asıl istediği sevgi­dir. Sevgiyi de erkekten kavga ederek alamaz. Bu yüzden de ka­dını mutlu etmeyecek sahte güçler; kadına yük olmaktan başka bir işe yaramaz.



Sema Maraşlı-Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Erkekleşme Hareketi ve Zararları

Erkekleşme Hareketi ve Zararları



“Kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara olsun.” buyurmuş, Allah Resûl’ü bir Hadîs-i Şerîf’inde.

Sevgili Peygamber’imiz “Rahmet Peygamberi”dir. Çok az lanet etmiştir. Onun bir şeye lanet etmesi, o şeyin çok kötü olduğunu gösterir. Kadın erkekleştiğinde veya erkek kadınlaştı­ğında Allah'ın yarattığı düzen bozulur.

Kadın-erkek arasındaki çekiciliği sağlayan şey zıtlıktır. Ya­ratılan her şey zıddı ile kaimdir. Güçler, karşı güçlerle eşleşip bütünleşirler: Ateş-su, gök-yer, siyah-beyaz, nefes almak-nefes vermek, itmek-çekmek, kadın-erkek...

Kadın ve erkek birbirlerine pek çok yönden zıt yaratılmıştır. İki cinsi birbirine çeken şey de bu zıtlıktır. Bedenen ve ruhen kadın yumuşak yaratılmış, erkek sert... Her iki cins, kendilerine has birtakım meziyetlerle doğar: Kadının mayasında şefkat ve teslimiyet vardır; erkekte lider­lik, güç ve iddia...

Güce karşı teslimiyet, iddiaya karşı şefkat birbirini tamam­lar.Yaratılışın aksine giderek mutlu olmak diye bir şey yoktur.

Modern hayatın en vahim hastalığı, bu zıtlığın bozulmaya çalışılmasından dolayı kadın ve erkeğin birbirine benzemeye başlamasıdır. Bu noktada erkekler; kadınlaşma yolunda daha yavaş giderken kadınlar hızla erkekleşiyorlar.

Feminizm, Avrupa’da insan yerine konmayan kadınları ko­rumak için iyi niyetle başlayan bir hareket iken bugün gelinen noktada eşitlik adına kadını erkekleştiren, erkeği kadınlaştıran, fıtrata karşı bir harekete dönüşmüştür.

İki cinsi tek cins hâline getirme çalışmaları, kadınların er­kek pantolonları giymeleri ile hız kazanmış, “üniseks” denilen cinsiyetsiz giyecekler ile ortak kıyafetler giyilmeye başlanmış ve kadın-erkek rakip hâline getirilerek yanşa sokulmuştur.

Feminizm duyguda kadın, davranışta erkek yeni bir tip “Femo kadın” ortaya çıkardı. Femo kadınlar, erkek gibi başarı odaklıdır. Basit bir tartışmayı bile kaybetmeye dayanamaz, tar­tışmacı ve iddiacıdır. “Femolar” bir kadının sahip olması gere­ken nezaketi, zarafeti ve edayı kaybetmişlerdir. Farkında olma­dan hem kendileriyle hem erkeklerle mücadele hâlindedirler. Bir türlü sükûna kavuşamazlar.

“Yuvayı yapan dişi kuştur.” Bir millet kadından yıkılır ya da kadından yükselir. Kadınların erkekler üzerinde tesiri çok fazla­dır. Kadın şaşarsa çocukların ve erkeklerin şaşması da peşi sıra gelir. Kadınlar kendi kıymetlerini bilmeliler ve halkı yönlendir­medeki güçlerinin farkına varmalılar. Kadınlar hayır yahut şer güçleriyle cemiyete yön verirler. Bu güç şer yöne çevrilmişse bu, ailenin ve sosyal yapının çöküşü demektir.

Feminizm hareketi kadına iyilik değil, kötülük etmiştir. Ba­tılı erkekler kadını koruma, eşitlik ve feminizm iddiaları ile ai­lenin maddi yükünü de yarı yarıya kadınların üzerine devretti­ler; fakat bunun yanında ev işi, çocuk yetiştirmek gibi işler yine kadının üzerinde kaldı.

Kadınlar güçlüdür, erkeklerin yaptığı her şeyi yapabilir“ diye kadınları zorlanacakları işleri almaya teşvik ettiler. Yani yine aldanan kadınlar oldu.

Kadınlar yaradılışlarına uygun olan, kadınlar tarafından icra edilmesine lüzum ve ihtiyaç duyulan meslekleri seçerlerse hem kendi bünyelerini yormazlar hem de insanlara faydalı olurlar.Ailenin maddi ihtiyaçlarım erkek karşılıyorsa kadınlar illa para kazanmak peşinde koşmamak... Bunun yerine, ilim ve irfanla uğraşıp çocuklarım güzel yetiştirmeleri, demek ve vakıf çalışmaları ile faydalı sosyal faaliyetlere katılmaları, aileyi tehdit eden tehlikelere karşı mücadele etmeleri, sosyal yapının yük­selmesi için uğraşmaları kendileri, aileleri ve bütün insanlık için çok isabetli olur. Erkek - yaradılış olarak müsait olduğu için - meşakkatli ve ağır da olsa dış hizmetleri görürse aile daha sağlıklı yürür.

Feminizmin kadını ve erkeği eşit yapma iddiaları insanlığa zarardan başka bir şey getirmemiştir. Eşit olmak için benzemek gerekir. Oysa kadın ve erkeğin yaratılışı birbirinden çok çok farklıdır; Eşit yapıda olmayanları eşitlemeye çalışmak en büyük adaletsizliktir.

Kadın' erkek arasında denklik mümkün olmadığı için eşitlik mücadelesi bir müddet sonra üstünlük savaşına dönüşüyor. Ka­dınlar, ne kadar zeki, ne kadar becerikli, ne kadar başarılı olabileceklerini erkeklere göstermek ve ispat etmekle ömürlerini geçiriyorlar.

Feminizm ilk çıkış yıllarında kadını insan yerine bile koymayan Avrupa için belki elzemdi. Fakat bugün feminizm artık amacım aşmış vaziyettedir ve Avrupa’da da aile birliği için bir tehlike arz etmektedir. Avrupa ülkeleri de aile kurumunu korumak için kadınların geleneksel rollerine dönmeleri gerektiği ile ilgili çalışmalar yapmaya başladılar; Feminizm nerdeyse kadı­nın, ailenin ve insanlığın en büyük düşmanı hâline geldi.

Kadına değer veren bir dinin mensupları olarak feminizm aşısının bizde tutmaması gerekirken maalesef sinsi oyunlarla pek çok kadın feminizm bataklığına doğru çekiliyor. Medya köşelerinin kadın yazarlarının çoğu feministtir ve yazılanın da çoğu kadınları erkeklere karşı kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu femo köşecilerin bütün yazdıkları “Kadınlar eziliyor, erkekler kadınlara zulmediyorlar. Erkekler kadınları mutlu etmiyorlar... Erkekler zevk düşkünü ve duygusuz varlıklar... Ey kadınlar, haklarınızı arayın!..” havasındaki teraneler... “Kadın, erkek, ilişki, sevgililik, aşk, özgürlük, aldatma” gibi ailevi mevzuları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp vatandaşların önüne koyu­yorlar. Televizyon programlarında (diziler, filmler, tartışmalar; haberler, ekran çöpçatanlıktan...) da bu mesele renkli ekranla­rın değişmez menüsü olarak milyonlara sunuluyor.

Verimsiz ve parazit tiplerin gayretleri ile tutmayacak aşı tut­tu. Kadınların ellerine “kadın hakları” diye bir afiş verip onlar­dan “kadın olma hakkı”m aldılar.

Kadın olmayı unutturdular. Hak hukuk davasına düşen ka­dın, erkekle mücadeleye girdi.

Feminizmin cinsel özgürlüğü savunması ve yaygınlaştırma­sı da yine kadınların aleyhine oldu. Bağlılık duygusuyla yaratı­lan kadın, koldan kola savrulurken mutlu olamıyor; çünkü fıt­ratında bir aile kurma ve anne olma saiki var. Tabii, feminizmin getirdiği cinsel özgürlük, evliliğin sorumluluğunu almadan pek çok kadınla birlikte olmak isteyen erkeklerin çok işine geldi. Bu yüzden feminizm, erkek taraftar bulmakta da zorlanmadı.

Evde, işte, kısacası hayatta eşitlik diye bir şey mümkün de­ğildir.Bunu artık anlamak lazım. Eşitlik davası komünist bir id­diadır aslında. Komünizmde zengini fakire eşitleyelim diye uğraştılar fakat yapamadılar.Feminizm de kadını erkeği eşitlemeye çalışıyor. İki dava da yaradılışa aykırı olduğu için temelsizdir ve sürmesi mümkün değildir.

Komünizm çöktü, dansı feminizmin başına...



Sema Maraşlı - Sevmek Bu Kadar Güzelken
Devamını Oku »

Klasik Rollerde Değişim



VI.TOPLUMSAL CİNSİYET PROJESİ

îslam toplumlarında, ailede kadın-erkeğin rolleri, statüleri belirli bir şekil almış ve kadının evin tertip-düzeninden, kocanın evin geçiminden sorumlu olduğu bir yapı benimsenmiştir. İs­lam’ın iki temel kaynağında yer alan bu yöndeki düzenlemeler er­keklik ve kadınlık normlarının bir gereği olarak yorumlanmıştır. Modern dünyada kadın-erkek eşitliğinin öne çıkmasıyla bu rol ve statülerde esnemeler, hatta değişimler meydana gelmiştir.

A- ROL VE STATÜDE FARKLILIĞI ZORUNLU KILAN ÖZELLİKLER

İnsan olarak kadın ve erkek aynı değere (eşdeğer) sahip olsa da cinsiyet farklılıkları açısından aynı değildirler. Bu açıdan birtakım tanımlamalar yapılmıştır. Bu konuda modernliğin öne çıkardığı ana unsur eşitliktir. İslam kültüründe ise bunun karşılığı eşdeğer­lilik ve tamamlayıcılıktır. Şimdi bu konuyu ele almak istiyoruz.

1- Modern Hurafe: Kadın-Erkek Eşitliği

Kadın-erkek hem biyolojik açıdan hem de sosyokültürel konumları / rolleri açısından eşit değil eşdeğerdir.

Kadın-erkek eşitliği, modern kültürün en fazla önemsediği, hatta kutsadığı kavramlardandır. Bu fikrin kökleşmesinde bü­yük ölçüde feminizm hareketinin faaliyetleri etkili olmuştur. Te­melindeki zihniyet de erkek gücünün kadın üzerinde kurduğu egemenliğe tepkidir. Talep de bu güce ortak olmaktır. Bu konu­yu biraz açmak gerekir.

Feminizmin iddialarının özünü, çeşitli alanlarda kadının erkeğin nesnesi ve ötekisi olarak görüldüğü tezi teşkil eder. Bu bağlamda feministler, toplumda ve ailede erkek egemenliğine dayalı eşitsiz bir yapının bulunduğunu, erkeklik gücünün kadın aleyhine bir sömürü ve şiddet aracı olarak kullanıldığını, erke­ğin kadını ezdiğini, değersizleştirdiğini, eve mahkûm ettiğini, tarihî süreçte erkeğe hizmet eden kadın tipi geliştirildiğini ve köleliğe dönüşen klasik itaat kültürünün de bunu pekiştirdiğini, cinsiyetçi ve biyolojik ayırımcılığın öne çıktığını, kadın emeği­nin sömürüldüğünü ateşli bir şekilde savunmuşlar, bu tezlerini sürekli olarak gündemde tutmuşlardır.
Bütün bu tezlerin canlı tuttuğu ve motive ettiği başkaldırı tüm dünyada etkisini göstermiş, bahse konu sorunlara kadın-erkek eşitliği fikri bir çözüm olarak üretilmiş, bu yönde yapılan yasal düzenlemelerle daha da güç kazanmıştır. Söz gelimi Tür­kiye Cumhuriyeti Anayasasının 41. maddesi: “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.” şeklinde düzenlenmiştir. Bunun bir uzantısı olarak ülkemizde bu yönde politikalar geliştirilmiş, kadına yönelik pozitif ayırımcılık söy­lemleriyle önemli adımlar atılmıştır.

Modern dünya, ailede iyi bir ilişkinin, taraflardan her biri­nin eşit haklarının ve yükümlülüklerinin olduğu eşitler ilişkisiyle mümkün olabileceği tezini benimsemiştir. Bu düşüncenin oluş­masında, eşitliğin tarafların birbirlerine saygılı davranmasında etkili olacağı ve onun iyiliğini isteyeceğine olan inanç vardır.209
Batılı sosyologlardan bazısı feminizmin tezlerine paralel biçimde bir sorun olarak kadın-erkek eşitsizliğinin temelinde, erkeğin evin geçiminden, kadının ev işinden sorumlu olduğuna dair klasik görev dağılımının bulunduğu tespitinde bulunurlar. Böyle bir vazife paylaşımının eşitsiz olduğunu, bunun altında erkek-kadınların farklı alanlardan sorumlu olduklarının gerekli olduğuna dair örtük anlayışın yattığını ileri sürerler.210

Bu iddia sahiplerine göre kazanan tarafta yer almasıyla er­kek, ev dışında çalışan birisi olarak önemli bir güç, servet ve saygınlık elde etmiştir. Bu durum ev işleriyle meşgul olan kadının daha düşük statüde kalmasına yol açmıştır. Bu iş bölümü anla­yışı da kadınların eşitsizliği kanıksamalarına sebep olmuştur.211

Karı-koca arasındaki eşitlik düşüncesinin yaygınlaşmasına paralel olarak bugün kadınlar hem sorumluluklarının bir kıs­mını erkeklere devretmişler hem de bir hakkı kazanma adına onların yükümlülüklerinden bir kısmını kendi üzerlerine al­mışlardır. En azından belli noktalarda ya da eşitliğin bir değer olarak algılandığı ailelerde karı-kocanın klasik iş bölümü yeri­ne müşterek hayatın eşit parçaları rolünü oynadıkları bir zemin oluşmuştur.

Aile açısından postmodern döneme geçtiğimiz şu günlerde bir değer olarak belirlenen eşitlik fikri bir başka sonuç daha do­ğurmuştur. Heteroseksüel (kadın-erkek arası) ilişkilerin eşitsiz olduğu gerekçesine bağlı olarak eşcinsel (gay ve lezbiyen) evlilik­lerin itici gücünü ve zeminini eşitlik fikri oluşturmuştur. Doğal olarak heteroseksüel ilişkilerin çoğunda yerleşmiş bulunan rol­ler, beklentiler, kısıtlamalardan dolayı eşitsizliğe sebep olduğu sonucuna varanlar, iyi bir ilişkinin ancak eşit taraflar arasında yaşanabileceğini,212 bu açıdan eşcinsel evlilikleri daha eşitlik­çi,213 daha mantıklı bulmuşlardır.214 Eşcinsel evlilikler için eylem yapanlar açık biçimde diğer herkesle eşit haklara ve yükümlü­lüklere sahip olabilmek için eşcinsel evlilikleri önemsediklerini ifade etmişlerdir.215

Bu düşüncede olanlar, heteroseksüel ilişkilerde taraflardan birisinin diğerine göre daha az veya fazla haz alacağı ya da biri­sinin diğerini memnun etmek gibi bir yükümlülük altına girebi­leceği, bunun da eşitliği bozacağı tezini savunmaktadırlar.

Görüldüğü gibi bir olgu olarak kadın-erkek arası cinsel iliş­kilerde erkeğe rol üstünlüğünün sağlandığı ve kadına kısıtlama­lar getirildiği, bu şartlarda da gerçek eşitliğin sağlanamayacağı düşüncesi eşcinsel evliliklere kapı aralamıştır. Nitekim bu tür evlilikler ya da ilişkiler izah edilirken kimin başa geçeceğinin ya da gücün kimde olacağının tammlanmamasmın, rolü bir baş­kasının değil ilişkiye girenlerin bizzat kendilerinin belirlemele­rinin eşitliği sağlayan bir unsur olarak değerlendirilmesi216 de bunu göstermektedir.

Sonuç olarak eşcinsel birleşmeler yoluyla eşitliğin karşıt cins çiftlerde rastlanamayan farklı biçimlerinin elde edilebileceğine inanılmaktadır.217
Eşcinseller iyi bir ilişkinin ancak eşit taraflar arasında yaşa­nabileceği inancını taşımaktadırlar.218

Bütün bu ve benzeri kabuller resmî ve baskın erkek hetero- seksüelliği kurumuna meydan okuyan lezbiyen bir feminizm kolu ortaya çıkarmıştır.219
Modern eşitlik ve özgürlük kavramlarının bir gereği olarak bugün 14 ülke eşcinsel evlilikleri yasalaştırmıştır. En son Fransa 23 Nisan 2013’te eşcinsel evliliğe izin veren kanunu yürürlüğe koymuş ve ilk evlilik (gay) töreni televizyondan naklen yayın­lanmıştır. Batı dünyasında bu tür evlilikleri teşvik eden ve eşitli­ğin nasıl sağlandığını gösteren filmler de yapılmaktadır.

Gelinen noktada eşitlik, sadece eşcinsel evlilikleri tetikleme- miş, aynı zamanda rollerde ve statülerde parçalanma ve değişi­me sebep olmuştur. Bu bağlamda erkeğe ait bazı roller kadına, kadına ait bazı roller de erkeğe geçmiştir. Artık evde birbirini tamamlayarak bir bütün olmuş iki farklı yapıda kişilik değil birbirlerinden biraz rol çalmış ve tek tipleşmiş, birbirinden ba­ğımsız ve belli haklarla karşılıklı paylaşımda bulunan bireyler oluşmuş, farklılıklardan çok benzerliklerin olduğu bir ev ortamı ve evlilik hayatı meydana gelmiş, evlilik nikâh akdi yerine bey akdi (alış-veriş) merkezli bir çerçeveye oturmuştur. Cinsiyetleri ayrı da olsa sanki karşılıklı menfaatlerle bir araya gelen insanla­rın oluşturduğu bir yapı görüntüsü doğmuş, iki adet aynı insan varmış gibi bir ikili oluşmuştur.

Buraya kadar kısa bir panoramasını çizdiğimiz feminist ideolojinin etkisiyle gelişen eşitlik ideolojisi doğrultusunda ta­nımlanan modern kadın ve erkek tipinin tepkisel bir karakter arz ettiği ve çözüm olmaktan daha çok bizzat kendisinin sorun­lu olduğunu belirtmemiz gerekir. Kanaatimiz odur ki kadın ve erkeğin, anatomik, fizyolojik, psikolojik ve cinsiyet farklılıkları sosyal anlamda da eşitliği imkânsız kılan bir özelliğe sahiptir. Çok kısa söylemek gerekirse kadın-erkek arasında yapısal eşit­sizlik vardır. Bu da bir yaratılış gerçekliğidir. Bu farklılık eşitliğe engeldir. Dolayısıyla üzerinde söz söylemeye bile fırsat verilme­den kabullenilmesi gereken bir iman esası ve dogmatik bir değer olarak öne sürülse de ailede kadın-erkek eşitliği, aynı düşüncenin toplumsal mekanizmalara yansıması olan fırsat eşitliği modern hurafelerden birisidir ve ne ailede ne de toplumda huzuru, ada­leti ve mutluluğu sağlayabilecek bir özelliğe sahiptir.

Kadın-erkek eşitliği ideolojisinin tarihî arka planına bakıldı­ğında iki cinsin çatıştığı ve ezilenin kadın olduğu bir fikrî zemin mevcuttur. Bu ortamda eşitlik, kadını erkekten koruma ve erkek tasallutundan muhafaza etme amacına yönelik bir çözüm olarak doğmuştur. Erkeği bastırıp kadını öne çıkararak çatıştıran bir yaklaşımla erkeğin sınırlandırılması ve terbiye edilmesi sonucu elde edilecek bir eşitliğin çözümden ziyade çözümsüzlük getire­ceği aşikârdır.

Bugün fırsat eşitliği adı altında dayatılan hayat tarzı sadece aile kurumunu sarsıcı bir sonuç doğurmamış, aynı zamanda bir­çok açıdan mesela kadının beden ve ruh sağlığı, ev ve aile hayatı üzerinde telafi edilemez olumsuzluklara yol açmıştır. Söz gelimi beden sağlığı bakımından kadın-erkek eşitliğinin modern kadı­na faturası, kalp hastalıklarında erkeklerle eşit noktaya gelmek olmuştur. Ünlü kalp cerrahı Prof. Dr. Birgül Sönmez 23.05.2013 tarihli HABERTÜRK TV’nin sabah haberlerinde yer alan müla­katında kalp-damar hastalıklarında kadınların oranı erkeklere göre daha düşük iken artık eşitlendiğini belirtmiş ve şu gerekçe­yi ileri sürmüştür: “Çünkü kadınlar hayatın yüküne ortak oldu­lar.”

Sönmez, “onların ameliyatları daha riskli, çünkü damarları daha ince...” dedikten sonra şunu ilave etmiştir: “Artık kadın­larımız doğurmuyorlar, doğursalar çocuklarını emzirmiyorlar. Oysa doğum ve emzirme onları gençleştiren bir özelliğe sahip.” Kadınların kalp damar hastalıklarındaki ameliyatı ya da by­pass ve stent gibi tedavilerde damarlarının ince olması sebebiyle erkeklere göre daha riskli olduğunu Prof. Dr. Berent Dişçigil de ifade etmektedir.220

Kadın-erkek eşitliğinin ve kadının evden uzaklaşıp neredey­se toplumsal hayatın bütün alanlarında aktif olarak yer alma­sıyla çocuğun yüke dönüşmesi, doğum oranlarını düşürmüş ve bu durum nüfusu tehlikeye atan önemli bir insanlık sorununa dönüşmüştür. Özellikle kadın-erkek eşitliğinin zirve yaptığı, ka­dının toplumsal hayatın bütün alanlarında aktif olarak rol aldığı ABD ve Avrupa ülkelerinde çeşitli teşviklere rağmen doğumlar ölüm oranlarının gerisinde kalmıştır. Bu, nüfusun yaşlanması ve geriye gidişinin açık işaretidir.

Son zamanlarda yapılan bazı araştırmalarda eşitlik fikrinin cinsel hayatı olumsuz etkilediğine, eşler arasında cinsiyet farklı­lığı azaldıkça aralarında seks arzusunun da azaldığına dair bul­gulara yer verilmektedir.221

Son tahlilde bir değer yargısı olarak eşitliğin, farklılıkları dikkate almayan, birbirinden bağımsız iki ayrı varlığı aynileşti­ren / özdeşleştiren, iki varlığı tek tipleştiren, evi yuva olmaktan çıkarıp soğuk bir hukuk kurumuna dönüştüren özelliğe sahip olduğunu belirtmeliyiz. Eşitlik, farklılıkların çok önemli bir zenginlik ve güç kaynağı oluşturduğunu göz ardı eden, yaratılış gerçekliğine aykırı olarak bir tarafın artılarını aynısı olamayan öbür tarafa yükleyerek dengeleri altüst eden, ezen, ikiye bölen bir kavramdır. Dolayısıyla kadın-erkeği merkeze alarak söyledi­ğimizde eşitlik hiçbir zaman var olabilecek bir değer olmadığı gibi bunu kabullenmek de birçok açıdan hem erkeğe hem de ka­dına haksızlık oluşturacak birçok soruna sahiptir.

O hâlde kadın-erkeğin konumunu belirleyen değer nedir diye sorulursa bunun cevabı eşdeğerlilik ve tamamlayıcılıktır.

2- Fıtrî Yapı: Kadın-Erkek Eşdeğerliliği

Allah kadın ve erkeği birbirlerine karşı üstünlüklerle donatmıştır (Nisâ’, 4/34)

Ontolojik olarak kadın-erkek arasındaki ilişki eşitlik üzeri­ne kurulamaz. Bu anatomik ve fizyolojik farklılıklar açısından olduğu gibi erkek-dişi arasındaki roller ve toplumsal farklılıklar açısından da böyledir. Kadın-erkek arasındaki bu yapısal eşit­sizlik, eşitliği imkânsız kılar. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde kadınlık ve erkekliğin bir yaratılış gerçekliği olarak eşdeğerliliğinin ve tamamlayıcılığının öne çıktığı görülür. Özellikle Nisâ’ suresinin 34. ayeti kadın ve erkeğin birbirlerine karşı farklı özelliklerle donatıldığına, bunların da üstün yönle­rini oluşturduğuna vurgu yaparken 32. ayette kadın ve erkek, birbirlerinin üstünlüklerinin peşine düşmemeleri konusunda uyarılmaktadır.

Eşdeğerlilik, iki varlığın mevcut farklılıkları ve özellikleriyle diğeri nezdindeki değerini, ağırlığını ifade eder. Kadın-erkeğin birbirleri karşısında bu şekilde konumlandırılması hem fıtrat gerçekliğine daha uygun hem de modern dünyanın dayattığı eşitlik fikrine göre daha anlamlı ve tutarlıdır. Çünkü eşitlikte iki şey bir bütünün iki yarısıdır, aynı özelliklere sahiptir, birisi diğe­ri yerine konulabilir. Bu yönleriyle eşdeğerlilik eşitlikten ayrılır.

Yaratılan varlık, kendisi açısından ne kadar kıymetli ve önemli olursa olsun onun esas değerini, ne kadar anlamlı oldu­ğunu farklılığı ve bu doğrultuda çevresiyle etkileşimi, ilişkisi, kendisine duyulan ihtiyaç ve onun dışındakilerin ona olan ilgisi belirler. Bu, Âşık Veysel’in “Güzelliğin on para etmez / bu ben- deki aşk olmasa” dizelerinde ifade ettiği gerçekliktir.

Kadın-erkek eşdeğerliliğini en güzel anlatabilecek örnek elektrik enerjisi açısından zıt kutupların birbiri için çekim gücü oluşturması, bunların karşılaşması sonucu da enerji ve ışığın doğmasıdır. Burada zıt kutuplar birbirlerinin eşiti değil eşdeğe­ridir. Artı ve eksi birbirinin yerine konulamaz. Varlık bunların karşılaşmalarından doğmaktadır. Bu husus mıknatısta daha iyi görülebilir. Aynı kutuplar birbirini iterken zıt kutuplar birbiri­ni çeker, dinamizm de bundan doğar. Dolayısıyla bu farklılık o kadar hayatidir ki birisi diğerinin varlık sebebi olacak ölçüde önemlidir ve tamamlayıcı özellik oluşturur. Diğer bir ifadeyle birisinin yokluğu diğerini anlamsızlaştırır. Son tahlilde deni­lebilir ki kadın-erkek arasındaki zıtlığın oluşturduğu cazibe ile onun özel şekli ve en ileri derecesi olan aşkı doğuran işte bu ya­pıdır. Bu açıdan bakıldığında “Kadın mı daha önemlidir yoksa erkek mi?” ya da “Kadın mı daha üstündür yoksa erkek mi?” gibi sorular son derece anlamsız ve sanaldır / yapaydır.

O hâlde kadın-erkekten her birisi asli özelliklerini ne kadar baskın biçimde temsil edebilirse o kadar özüne sadıktır ve diğeri için o kadar anlamlıdır, çekicidir. Dengeyi kuran, yapıyı koru­yan, varlığa hayat veren bu özelliktir. Renk karmaşasının kendi asli hüviyetini temsil edemediği gibi kadın ve erkek özellikleri­nin, rol ve statülerinin karmaşıklaştığı durumlarda de ahenkten söz etmek zorlaşır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerin eş için kullandığı zevç kelimesi hem eşdeğerliliğe işaret eder hem de bu özelliği en güzel şekil­de açıklar. Zira zevç kelimesi sözlükte aynı zamanda ayakkabı,terlik ve mest gibi çift giysilerin her bir teki (sağı-solu) için kul­lanılır.222 Karı-koca için kullanılan zevcân / zevceyn ifadesi de bir çift (iki eş) anlamına gelir. Dolayısıyla sağ ayak ile sol ayak ya da sağ ayakkabı ile sol ayakkabı eşit değil eşdeğerdir. Sağ ayak­kabı sola, sol ayakkabı sağa giyilemez, ayakkabı numaraları da farklı olamaz. Ayakkabı metaforu kadınlık ve erkekliği en güzel şekilde açıklamaktadır. Buna göre: Ayakkabı, yalınayak dolaşı- lamayacağı için evliliğin zaruri oluşunu; belirlenen ayağa aidi­yeti yani sağın sola, solun sağa giyilemeyecek oluşu, rolleri; aynı ölçülerde oluşu, denkliği; bir çift ayakkabının ayrılamaz oluşu yani birbirinden ayrılarak müstakil şekilde işleme tâbi tutulma­ması, yekvücut olarak bütünleşmeyi; birisi olmadan diğerinin anlamsızlaşması tamamlayıcılığı; sağ ve solun bire bir aynı ol­mayışı, farklılığı, bunların tamamı eşdeğerliliği ifade eder. Karı (zevç)-koca (zevce) da tıpkı bunun gibidir.

Ayakkabı metaforundan hareket ederek diyebiliriz ki eşlerin ahenkli birliktelik sağlayabilmeleri için öncelikle eşlerden her birisi her şeyiyle diğerinin birebir özdeşi olmadığını göz önünde bulundurarak birbirlerini kendilerine benzetmeye kalkmamalı­dır ve rollerini çalmamalıdır. Aksi tutum ayakkabıların ters gi­yilmesine benzer ve ahengi bozar, yürüyüşü tabii olanın dışına çıkarır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerîm karı-kocanın birbirlerine ait farklılıkların peşine düşmemelerini, bir başka ifadeyle rol çalma teşebbüsünde bulunmamalarını talep eder.223

Son tahlilde denilebilir ki kadın-erkeği tutku ve aşk ölçüsün­de birbirine bağlayan, iki bedende yekvücut kılan, ilgiyi çeken, cazibeyi oluşturan işte bu zıt kutupluluktur. Buna göre ahenk ve uyumun sağlanması, mutluluğun doğması, karı-koca bütünlü­ğünün açığa çıkması farklılıkların olabildiğince abartılması ve belirginleştirilmesiyle daha açık ifadeyle eşlerin birbirleri için bir ölçüde erkeksi ve kadınsı karakterlerini kendi tabii sınırları içinde biraz şımartmalarıyla mümkündür. Eşitlik, bu farklılık­ları bastırdığı, törpülediği ve ikiye bölme anlamı taşıdığı için evlilik ahengi açısından işlevsel değil tam aksine sorunludur ve aynı sonucu vermez.

Sonuç olarak bir varlığı anlamlı ve değerli kılan farklılıkları ya da zıtlıklarıdır. Her şey zıddıyla kaim olduğuna göre aynı şey­den iki adedin bulunmasından iki zıt şeyden birer adet bulunması daha önemlidir. Bazen aynı şeyden binlerce bulunması bir şeyin varlığı için yetersiz ve dolayısıyla değersiz olabilir, onu değerli kı­lan zıt kutuptaki bir başka varlık olabilir. Kadın ve erkek böyledir.

Dipnotlar:

209 Giddens, Sosyoloji, s. 245.
210 Giddens, Sosyoloji, s. 260.

211 Giddens, s. 514.
212 Giddens, 482.
213 A. Giddens, Sosyoloji (trc. C. Güzel), İstanbul 2012, s. 276; Gillian A. Dunne, “Lezbiyenlerin Ev Yaşamı”, Sosyoloji Başlangtç Okumalart (ed. A. Giddens, çev. G. Altaylar), İstanbul 2010, s. 121,124-125.
214 Gillian A. Dunne, s. 125.
215 Giddens, 481.216 Gillian A. Dunne, s. 120-121.
217 Mesela bk. Giddens, Sosyoloji, s. 276.
218 Bk. Giddens, s. 482-483.
219 Rich, 1981’den naklen Giddens, s. 501.

220 http://www.sabah.com.tr/Gunaydin/Saglik/2010/09/08/bypass_ve_ stent_kadinda_daha_riskli 29.05.2013
221 Gottlieb, Lori, “Does a More Equal Marriage Mean Less Sex?” http://www.nytimes.com/2014/02/09/magazine/does-a-more-equ- al-marriage-mean-less-sex.html?hpw&rreff=magazine&_r=l.

222 Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “z.v.c.” md.
223 Nisâ’ (4), 32.

Saffet Köse - Genetiğiyle oynanmış kavramlar ve Aile medeniyetinin sonu
Devamını Oku »