Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla “bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

21’inci asrın büyük şirketlerine bakın meselâ. Logolarını, web sayfalarını, antetli kâğıtlarını birbirine uydurmak için milyonlar harcıyorlar. Grafikeri, sanat direktörü, reklâm kampanyası… Üstelik yerel kültürü, bölgesel farkları ihmal ederek yapıyorlar bunu. Sanat bile olmayan kurumsal iletişim makinaları yerel kültürün görsel vasıflarını hiçe sayıyor.

Müslüman sanatçıların eserlerindeki görsel bütünlük ise böyle tepeden inme bir dayatma değil. Bir bütünlük var ama tektipleştirme, aynılaştırma değil bu;  yaşadığı bölgedeki insanların zevklerini, ihtiyaçlarını ve imkânlarını dikkate alan, çoğulcu bir bütünlük. Yerel kültür ve halkın tercihleri eserlere yansıyor… Fakat yine de sanatçılar bütün İslâm ülkelerini gezip görmüş gibi “gizli bir ana doktrine” sadık kalmışlar. Daha da acayip olanı bu sadakatın asırlarca sürmüş olması. 8’inci asırdan kalma bir eser alın elinize, meselâ Bağdat’tan gelen bir Kur’an sayfası olsun bu. Diğer elinize 16cı asırdan kalma bir Kütahya çinisi alın. Sadece mesafelerin değil aradan geçen asırların bile bozamadığı bu görsel bütünlüğe hayret edeceksiniz.

Nedir peki bu “gizli doktrin” ? Abbasileri, Emevileri, Osmanlıları, Selçukluları, Tatarları, Boşnakları ve Berberleri birleştiren görsel kurallar ne olabilir?

Bu soruya cevap vermek için ilginç bir eserden istifade edelim: Kitabın adı “Tezyin felsefesi” (Philosophie de l’ornement).  Müellifi Christine Buci-Glucksmann estetik ve siyaset üzerine çalışmaları olan bir Fransız düşünürü. Çıkış noktası olarak istifade edeceğimiz bu kitap yer yer İslâm sanatından bahsetmekle beraber tamamen bizim sanatımıza odaklı değil aslında. Japonya’dan, Ortaçağ Avrupasından, Okyanusya’daki halkların dövmelerinden hatta mimari ve müzikteki tezyin örneklerinden de bahsediyor. Yazarın bu “evrensellik” arayışı aslında bizim için bir nimet. “Ötekilerin” tezyin örnekleriyle keşfettiğimiz ortak ögeler sayesinde İslâm sanatını düşünmek kolaylaşıyor.

Zira İslâm – Sanat ilişkisinde resimin yasaklanması, nü, vs. oryantalist klişelerin aşılması vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Bunu başarmak için kendi sanatımızı sağlıklı düşünmemize mani olan şu iki aşırılıktan kurtulmalıyız:

  • Batıya gol atma tutkusuyla yaklaşmak meseleye, “bizimkilerin” sanatı, “ötekilerin sanatı” derken Sanat’ın evrensel/fıtrî boyutunu ıskalamak,

  • İslâm sanatını batılı gözüyle okumak yani batılı sanatçıların kelimeleri, klişeleri, ekol savaşları, 19-20’nci asırlarda Avrupa’da inşa edilmiş bir sanat felsefesi ile düşünmeye çalışmak.

Konumuza dönecek olursak… Tezyin[1](“ornament”), süslemek, bezemek, dekore etmek, tezhip… Bu kelimeleri yaklaşık olarak aynı şeyi anlatmak için kullanılır çoğunlukla. Tezyin genel mânâda ele alınırsa elbette bize özgü değil. Christine Buci-Glucksmann’ın çok sayıda misal ile anlattığı gibi başka coğrafyalarda da kültürlerin odağına oturmuş. Ama İslâm medeniyetinde doruk noktaya taşınmış ve anahtar bir kavram olmuş. Peki “ötekilerin” sanata ve soyut bakışı nasıl?

Avrupanın soyut sanatı bize uyar mı?

İslâm sanatını dahi batılıların yazdığı kitaplardan öğreniyoruz. Tuhaf bir asır. Kendi münevverlerimizin tembelliği bize pahalıya patlıyor. Neyse. Ağlamayı bırakalım, o tarafa hızlı bir bakış atalım:

Batıda “soyut sanat” denilince akla Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gelebilir. Bu tarz sanata aşina olmayanların ise soyut resim sergilerinden çıkarken “bu şimdi sanat mı?” ya da “hiç zevk almadım, ben herhalde sanattan hiç anlamıyorum” diye söylendiklerine tanık oluyoruz. Soyut sanat bir çokları için garip üçgenler, kareler, ucubik şekillerden ibaret.

Gerek soyut sanat gerekse ”normal” sanatın ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda Batıda yapılan tartışmalar bir kaç asırdır sürüyor. Ancak meselenin özüne inmek isterseniz bütün kavgaların iki noktada yoğunlaştığını görüyorsunuz:

  • Gösteren Sanat: Sanat görüneni taklit etmelidir, estetik prensipler şöyle şöyle olmalıdır.

  • Anlatan Sanat: Sanat bir mânâ anlatmalıdır. Renk, şekil, ses, ritm vs amaç değil ancak araç olabilir.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Kandinsky’nin, Klee’nin yazdığı kitaplar, makaleler, Van Gogh’un mektupları, Cezanne ile yapılan mülakatları okuduğumuzda hep bu ikilik ile karşılaşıyoruz. Ressamların en büyük kaygısı NE? / NASIL? ekseninde yoğunlaşmış. “Ne anlatıyorum? Nasıl anlatıyorum?”Hegel, Kant, Hume, Bergson ve daha nice filozof estetik üzerine ilginç teoriler sunmuşlar. O dönemin sanat dergileri, ekollerin manifestoları da birer altın madeni adeta. Peki ne öğreniyoruz bütün bunlardan?

Modernite ile birlikte Avrupa’nın geri kalan kısmı gibi sanatçıları da mânâ ile ilgilenmeyi terk etmişler. Modernite diyoruz zira sanat siyasetten, endüstri ve ekonomiden ayrı düşünülemez. Bu kopmayı tarihte konumlandırmak için Fransız ihtilâli olmazsa Endüstri devrimi milat alınabilir. Fabrikalar, trenler, endüstrileşen savaşlar, aristokrasinin yerine geçen burjuva, çöken imparatorluklar ve yükselen ulus-devletler… Avrupalının Sanat’a bakışı bu fırtınalardan elbette etkilenecekti, öyle de oldu. Peki ne oldu?

Sekülerleşti Sanat. Yani meselenin NE?kısmı unutuldu, NASIL? kısmı ise öne çıktı. Sanat meta haline gelince, eşyalaşıp müzeleşti. Alınıp satılan ya da komünizm gibi, ulus-devlet inşası gibi politik propagandaya alet olan bir boya derekesine düştü. Kapitalizmin elinde pop-art ile dibi buldu. Daha da aşağısına zaten “porno” diyoruz.) Bu bağlamda ekol kavgaları elbette sanat için değil, para için, şöhret için, bakanların nefsini tahrik için. Bir insana üstün ırktan olduğunu söyleyip tahrik etmek, Ermeni düşmanı yapmak ya da erkekliğini kışkırtıp otomobil satmak arasında ne fark var? Evet, sekülerleşen yaşam tarzları, sekülerleşen siyaset ile birlikte sekülerleşen bir sanat var. Anlatılan mesajdan, mânâdan koparak boya tekniklerine, biçimlere, stile, geometriye odaklanan, vülgerleşen, adileşen bir sanat” var. Sürrealistler, fovistler, dadaistler… Farklı stiller üzerine çok yazılmış, çizilmiş ama kanaatimizce insanların sanatı mânâdan uzaklaşmış.

İslâm sanatı neden taklit sevmez?

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Gelin işin kolay tarafından tutalım, bir çocuk gözüyle, safça bakalım: Ne görüyorsunuz İslâmî sanat eserlerine baktığınızda? Su dalgaları ya da kumaş kıvrımlarını andıran biçimler, idealize edilmiş çiçekler; karanfillikten çıkmış karanfiller meselâ. Bazen tabiatta görülmeyecek düzgünlükte geometrik şekiller, birbirinin içinden geçen şeritler… Bitkilerin toprak ile bağları kesilmiş, bazı yaprakların balık mı yoksa yaprak mı olduğunu bilemiyorsunuz. Özetle tasvir eden şekil ile referansı yani tasvir ettiği şey arasındaki bağı zayıflamış, hatta kopmuş. Zaten sanatçı da bunu istemiş: Biçim ile mânâ arasında bir hürriyet köprüsü kurmuş. Mânâ tasvir edilen cisimde ya da onun resminde değil, mânâ bakanın gözünde (=Aklında). Oleg Grabbar’ın tabiriyle “ifade edilebilecek olan ifade edil-ME-yen ile anlatılıyor”. [2]

Yani Müslüman sanatçı için sanat taklit değil. Mimetik, tasvir, temsil… Neresinden tutarsak tutalım bir şeyi göründüğü gibi çizmek sanat bile değil. Gerçekten de yazıyla anlaşma imkânı olmayan durumlarda görsel ögeleri kullanmıyor muyuz? Trafik tabelası, reklâm panosu, kadın/erkek tuvaleti… Görünen ile anlaşılan herkes için aynı, objektif. Kimse çıkıp da “park yapılmaz” panosunu kendi iç dünyasına göre veya cinsel, etnik, dinsel, yöresel farklara göre özgün biçimde yorumlayamaz. Size ceza kesen polise “ben bu tabelayı farklı yorumluyorum” diyemezsiniz. Kısaca eşya tasviri gerekli olabilir ama sanat olamaz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Bakın meselâ M.Ö. -400′lerde yaşamış Yunanlı ressam Zeuxis yaptığı üzüm tasvirlerini gerçek sanarak yemeğe gelen kuşlarla övünürmüş. Tabiatın güzelliklerine benzer resim çizmenin sanatını yücelttiğini iddia edermiş. Hemen kendimize soralım: Hayvanları aldatabilmeyi Sanat’a amaç edinmek Sanat’ı yüceltir mi yoksa tam tersine boyacılık derekesine mi indirir? Hegel Estetik Derslerine Giriş‘i yazarken bizim gibi düşünmüş olmalı ki:

“Tabiat aynı anda beş duyuya hitap eder. Oysa taklitçi sanat ancak bir duyuyu aldatabilir. Bu sebeple kendini taklit rolüne hapseden bir sanat sürünerek bir fili taklid etmeye çalışan solucana benzer. Taklitçi sanat gerçek canlılığın yerine ancak Hayat’ın bir karikatürü olabilir!”

Müslümanca sanat olur mu?

Sanat eğer evrensel ve/veya fıtrî bir olgu ise yani her insanda bir güzellik hissi var ise Hristiyan sanatı ya da İslâm sanatı diye bir şeyin olması mümkün mü? Zannediyorum “bizimkiler-ötekiler” ayrımı yok. Olsa olsa folklorik/yerel bir takım farklardan söz edilebilir. Ama “ben sanatçı olarak ne anlatmalıyım?” sorusuna verilen cevap Müslüman olan ve olmayan için aynı değil. Daha net bir dille söylersek: Müslümanın sanat ile kuracağı münasebet de Müslümanca olacaktır; bu münasebet seküler olamaz.

Bu “münasebeti” sanat dışı bir örnekle açmak için… Meselâ Para’yı düşünelim. Para iyi ya da kötü olamaz. İslâm’a uygun ya da aykırı olan münasebettir: Müsriflik, cimrilik, sehavet, cömertlik, sadaka, zekât, rüşvet, haram, helâl kazanç vs. Bizim para ile olan münasebetimiz Müslümanca ya da “kafirce” olabilir.  Sanat’a geri dönersek… Müslüman sanatçının kendisine ve Kâinat’a bakışı elbette sanatına yansıyacaktır. Yaptığı eserlere nüfuz edecek olan mânâ hazcı olamaz. Neden?

Haz odaklı bir hayat görüşü ortaya koymuş olan Epikür “Ölümden korkmuyorum, ben varken o yok, o geldiğinde ben olmayacağım” diyordu. Vücut ile, cismanî varoluş ile benlik eşitleniyor bu sözde. Eğer onunla karşılaşma imkânı olsaydı İbn Sina şöyle cevap verebilirdi: “Bir vücudum var ama ben o vücuttan ibaret değilim ki! Zayıflarım, şişmanlarım, hatta kolum bacağım dahi kesilebilir, ama değişmeden kalan bir “ben” var benim içimde” (Bkz. İbn  Sina’nın Kitabü’ş-Şifa adlı eseri, “İlâhiyat” bahsi) İşte bu iki farklı görüşe sahip olarak resim yapan insanların aynı tür sanat eserleri ortaya koyması imkânsız. Hatta Sanat’ın ne olduğu, amacı, yöntemi konusunda dahi anlaşmaları imkânsız.

Peki nedir Müslümanca sanat? Nasıl olmalıdır? Sanat tarihçisi ve İslâm sanatı uzmanı Oleg Grabbar’ın [2] güzel bir saptaması var:

“İslâm’da sanatçının maksadı etki etmektir, eşyayı göstermek değildir”

Yani bizim sanatımız bakılan değil “okunan” bir sanat. Ve bunun böyle olması bir rastlantı değil, Kur’an okuyan her insanın kendi başına dahi keşfedebileceği  kadar aşikar bir gerçek. Meselâ şu ayetlerde görme – anlama – idrak etme – iman etme ilişkisine bakın:

  • “Görmediler mi ki, biz yağmuru kupkuru yere gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yiyeceği ekinler çıkarırız. Hâlâ görmeyecekler mi?” (Secde, 27)

  • “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ, 30)

  • “Gökyüzünün genişliğinde Allah’ın emrine râm olarak uçan kuşları görmezler mi? Bunları orada Allah’tan başkası tutmuyor.Elbette bunda iman edecek kimseler için çok deliller, çok işaretler vardır.” (Nahl, 79)

Bu sözlere muhatab olan bir kâfir şöyle diyebilir: “Evet, yağmuru gördüm, kuşları vs gördüm ama ne bir yaratıcı gördüm ne de iman ettim”. Böylesi ampirik ve pozitivist bir itiraza ne cevap verilebilir? Müslüman sanatçı belki şunu söyleyebilir:

“Sen Van Gogh’un ayçiçeklerine baktığında tohumundan yağ çıkartılan bir bitki  mi görüyorsun yoksa Van Gogh’u mu? Baktığı eşyada sadece eşya görmek bir maharet değil. Bunu hayvan da yapıyor. Bu et-göz ile yapılan bir görmedir. Mühim olan Sanat’a bakarak Sanatçı’yı görmek değil midir? İşte bu İnsan’a ait göz ile görülebilir. Hayvan ve bitkiler bu gözden mahrumdur.” (Bkz. Derin Göz kitabı)


Gerçekten de kiliselerin aksine bizim camilerimizde Kur’an’daki olayları anlatan resimler yoktur. Elbette Efendimiz’i (sav) resmetmek yasaklanmıştır. Ama savaşları, Hicret’i, Mekke ve Medine’yi, Cennet’i, Cehennem’i anlatan resimler konabilirdi. Konabilirdi de… dine uysa bile Sanat’a uymazdı böyle bir yaklaşım. Neden?

Eğer böyle yapılsaydı o resimlere bakanlar sadece ressamın maksadı olan imajları görürdü. Yani siyasî propaganda veya ticarî reklâm panosu gibi olurdu cami duvarları. “İnanın yoksa aha bu Cehennem’e gidersiniz, işte şu ateşlerde  yanarsınız” mealinde görsel bir mesaj vermek sanat değil beyin yıkama olurdu. Taklit sanat(?) bakanı özgür bırakmadığı için kâmil bir sanat değildir. Belki acemilerin eğitimi ya da çocukları eğlendirmek için kullanılabilir.

Sonuç

Müslümanca sanat görünene bakarak görünmezi “görmek” demek. Sınırlı, adedi belli şeylere, eşyaya bakarak Sonsuz’u, mânâyı görmek demek. Kesret’de Vahdet’i ve Vahdet’de de Kesret’i gösterebilmektirMüslümanca sanat özünde bir Kainat okuma klavuzu. Kur’an’da defalarca karşımıza çıkan “görmez misiniz? İman etmez misiniz?” şeklindeki tecahülü ârif sanatına bir cevap. “Lebbeyk” gibi. “Gördük, elbette gördük ve iman ettik” demenin en güzel yollarından biri. Ama Müslüman sanatçı bencil değil. Kendisini kurtardığı gibi diğer insanlara da hizmet etmek istiyor. Sanatının sadakasını veriyor. Bu açıdan bakıldığında İslâm sanatı bir göz terbiyesi aynı zamanda. Henüz tefekkür etmemiş, kâmil imana kavuşmamış olanlara yol gösteriyor. Zira Müslüman sanatçı sadece bireysel olarak O’na yönelmiyor, hidayete vesile olacak renkleri, şekilleri kulların nazarlarına veriyor. Kâh bir Kur’an sayfasının köşesinde, kâh bir cami duvarında. Hat, Ebru… Bütün İslâm sanatları gözlerimizi terbiye eden birer mürebbi gibi.

Müslümanca sanatın ne olmadığını sanırım bu ilk bölümde anlatabildik. Gelecek bölümlerde soyutlama teknikleri üzerinde derinleştirmeye gayret edeceğiz. Şimdi tenzih metodunu terk edelim ve olması gerekeni bir bilenden dinleyerek bu bölümü sırlayalım:

“ALLAH güzeldir, güzeli sever” ibaresi üzerine bir sanat felsefesi bina etmiştir sufiler. Tabi ki buradaki güzel Freudyen manada bir güzel değildir. Yapılması gereken güzellikleri ortaya çıkarmaktır. […] Sanat sufi açıdan “Hakiki Varlık” ile bağlantılı bir şey olmaktadır. Arızî değildir. Herden güzel olanla irtibatlı olduğunda gerçek sanatçı olunur. Başka bir ifade ile sanatkârlık “EL CEMÎL” isminin hakikatine ermektir. Tasavvufta realizasyon fikirler teâtisi neticesi bir bilginin sende oturması vardır. Bu diyalektik değildir. İşte sanat bu irtibatın ardından bir tahakkuk eylemidir. Tasavvufun şiir, musiki, mimari gibi islâm sanatlarının doğuşuna kaynak olduğunu görürüz. Sanat ancak yontulup işlenip bir hâle sokulan, bir makama konulan insan tarafından icra edilebilir. Alt kademeler kesiftir, yoğundur. Kişi manen yükselmeyle beraber latif duygulara sahip olur ve o incelikler eserlerde tezahür eder. (Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş)

Dipnotlar

Tezhip Sanatı sitesinden genel bir açıklama: “… Tezyinat kelimesi bir çok dekoratif sanat ve zanaatları içinde barındıran bir terimdir. Tezyin, Arapça ziynet kelimesinde türemiş olup, süs manasına gelir. Tezyin etmek, süslemek, tezyinat ise bunun çoğulu, yani süslemeler demektir. Bu sebeple tezyini sanatlara günümüzde, süsleme veya mana bakımından daha yakışan bir isimle bezeme sanatları da denir. Avrupa dillerindeki ismi, dekoratif sanatlardır. Kitap kabı, tezhip, hüsn-i hat, ebru, katıa gibi kitap sanatları, taş ve ahşap üstü bezemeler, metal işleri, kalem işi, revzen, tekstil, dokuma ve işlemeler, tezyini sanatların şemsiyesi altında toplanmıştır. Görüldüğü gibi tezyinatın geniş uygulama alanı vardır. Bunlardan hüsn-i hat, ebru, kilim dokuma ve bazı işlemeler dışında hepsinin ortak özelliği, motif ve desen bilgisinin aynı olmasıdır. Sadece kullanılan malzeme ve uygulanan teknikler farklıdır. Tezyinî sanatlardaki bu farklılık, motiflerin ve dolayısıyla desenlerin, büyüklüğünü,çizgi yoğunluğunu ve renklerini etkilerse de esası değişmez. 

 “İslâm Sanatını Düşünmek – Bir Tezyin Estetiği” adlı kitap, sayfa 186-187. Fransızca adı “Penser à l’art islamique”, Yayınevi : Albin Michel, 1996 baskısı




Kaynak: derindusunce.org

Kastamonur.com
Devamını Oku »

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır





Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla “bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

21’inci asrın büyük şirketlerine bakın meselâ. Logolarını, web sayfalarını, antetli kâğıtlarını birbirine uydurmak için milyonlar harcıyorlar. Grafikeri, sanat direktörü, reklâm kampanyası… Üstelik yerel kültürü, bölgesel farkları ihmal ederek yapıyorlar bunu. Sanat bile olmayan kurumsal iletişim makinaları yerel kültürün görsel vasıflarını hiçe sayıyor.

Müslüman sanatçıların eserlerindeki görsel bütünlük ise böyle tepeden inme bir dayatma değil. Bir bütünlük var ama tektipleştirme, aynılaştırma değil bu;  yaşadığı bölgedeki insanların zevklerini, ihtiyaçlarını ve imkânlarını dikkate alan, çoğulcu bir bütünlük. Yerel kültür ve halkın tercihleri eserlere yansıyor… Fakat yine de sanatçılar bütün İslâm ülkelerini gezip görmüş gibi “gizli bir ana doktrine” sadık kalmışlar. Daha da acayip olanı bu sadakatın asırlarca sürmüş olması. 8’inci asırdan kalma bir eser alın elinize, meselâ Bağdat’tan gelen bir Kur’an sayfası olsun bu. Diğer elinize 16cı asırdan kalma bir Kütahya çinisi alın. Sadece mesafelerin değil aradan geçen asırların bile bozamadığı bu görsel bütünlüğe hayret edeceksiniz.

Nedir peki bu “gizli doktrin” ? Abbasileri, Emevileri, Osmanlıları, Selçukluları, Tatarları, Boşnakları ve Berberleri birleştiren görsel kurallar ne olabilir?

Bu soruya cevap vermek için ilginç bir eserden istifade edelim: Kitabın adı “Tezyin felsefesi” (Philosophie de l’ornement).  Müellifi Christine Buci-Glucksmann estetik ve siyaset üzerine çalışmaları olan bir Fransız düşünürü. Çıkış noktası olarak istifade edeceğimiz bu kitap yer yer İslâm sanatından bahsetmekle beraber tamamen bizim sanatımıza odaklı değil aslında. Japonya’dan, Ortaçağ Avrupasından, Okyanusya’daki halkların dövmelerinden hatta mimari ve müzikteki tezyin örneklerinden de bahsediyor. Yazarın bu “evrensellik” arayışı aslında bizim için bir nimet. “Ötekilerin” tezyin örnekleriyle keşfettiğimiz ortak ögeler sayesinde İslâm sanatını düşünmek kolaylaşıyor.

Zira İslâm – Sanat ilişkisinde resimin yasaklanması, nü, vs. oryantalist klişelerin aşılması vaktinin geldiğini düşünüyoruz. Bunu başarmak için kendi sanatımızı sağlıklı düşünmemize mani olan şu iki aşırılıktan kurtulmalıyız:

  • Batıya gol atma tutkusuyla yaklaşmak meseleye, “bizimkilerin” sanatı, “ötekilerin sanatı” derken Sanat’ın evrensel/fıtrî boyutunu ıskalamak,

  • İslâm sanatını batılı gözüyle okumak yani batılı sanatçıların kelimeleri, klişeleri, ekol savaşları, 19-20’nci asırlarda Avrupa’da inşa edilmiş bir sanat felsefesi ile düşünmeye çalışmak.

Konumuza dönecek olursak… Tezyin[1](“ornament”), süslemek, bezemek, dekore etmek, tezhip… Bu kelimeleri yaklaşık olarak aynı şeyi anlatmak için kullanılır çoğunlukla. Tezyin genel mânâda ele alınırsa elbette bize özgü değil. Christine Buci-Glucksmann’ın çok sayıda misal ile anlattığı gibi başka coğrafyalarda da kültürlerin odağına oturmuş. Ama İslâm medeniyetinde doruk noktaya taşınmış ve anahtar bir kavram olmuş. Peki “ötekilerin” sanata ve soyut bakışı nasıl?

Avrupanın soyut sanatı bize uyar mı?

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdırİslâm sanatını dahi batılıların yazdığı kitaplardan öğreniyoruz. Tuhaf bir asır. Kendi münevverlerimizin tembelliği bize pahalıya patlıyor. Neyse. Ağlamayı bırakalım, o tarafa hızlı bir bakış atalım:

Batıda “soyut sanat” denilince akla Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gelebilir. Bu tarz sanata aşina olmayanların ise soyut resim sergilerinden çıkarken “bu şimdi sanat mı?” ya da “hiç zevk almadım, ben herhalde sanattan hiç anlamıyorum” diye söylendiklerine tanık oluyoruz. Soyut sanat bir çokları için garip üçgenler, kareler, ucubik şekillerden ibaret.

Gerek soyut sanat gerekse ”normal” sanatın ne olduğu, nasıl olması gerektiği konusunda Batıda yapılan tartışmalar bir kaç asırdır sürüyor. Ancak meselenin özüne inmek isterseniz bütün kavgaların iki noktada yoğunlaştığını görüyorsunuz:

  • Gösteren Sanat: Sanat görüneni taklit etmelidir, estetik prensipler şöyle şöyle olmalıdır.

  • Anlatan Sanat: Sanat bir mânâ anlatmalıdır. Renk, şekil, ses, ritm vs amaç değil ancak araç olabilir.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırKandinsky’nin, Klee’nin yazdığı kitaplar, makaleler, Van Gogh’un mektupları, Cezanne ile yapılan mülakatları okuduğumuzda hep bu ikilik ile karşılaşıyoruz. Ressamların en büyük kaygısı NE? / NASIL? ekseninde yoğunlaşmış. “Ne anlatıyorum? Nasıl anlatıyorum?”Hegel, Kant, Hume, Bergson ve daha nice filozof estetik üzerine ilginç teoriler sunmuşlar. O dönemin sanat dergileri, ekollerin manifestoları da birer altın madeni adeta. Peki ne öğreniyoruz bütün bunlardan?

Modernite ile birlikte Avrupa’nın geri kalan kısmı gibi sanatçıları da mânâ ile ilgilenmeyi terk etmişler. Modernite diyoruz zira sanat siyasetten, endüstri ve ekonomiden ayrı düşünülemez. Bu kopmayı tarihte konumlandırmak için Fransız ihtilâli olmazsa Endüstri devrimi milat alınabilir. Fabrikalar, trenler, endüstrileşen savaşlar, aristokrasinin yerine geçen burjuva, çöken imparatorluklar ve yükselen ulus-devletler… Avrupalının Sanat’a bakışı bu fırtınalardan elbette etkilenecekti, öyle de oldu. Peki ne oldu?

Sekülerleşti Sanat. Yani meselenin NE?kısmı unutuldu, NASIL? kısmı ise öne çıktı. Sanat meta haline gelince, eşyalaşıp müzeleşti. Alınıp satılan ya da komünizm gibi, ulus-devlet inşası gibi politik propagandaya alet olan bir boya derekesine düştü. Kapitalizmin elinde pop-art ile dibi buldu. Daha da aşağısına zaten “porno” diyoruz.) Bu bağlamda ekol kavgaları elbette sanat için değil, para için, şöhret için, bakanların nefsini tahrik için. Bir insana üstün ırktan olduğunu söyleyip tahrik etmek, Ermeni düşmanı yapmak ya da erkekliğini kışkırtıp otomobil satmak arasında ne fark var? Evet, sekülerleşen yaşam tarzları, sekülerleşen siyaset ile birlikte sekülerleşen bir sanat var. Anlatılan mesajdan, mânâdan koparak boya tekniklerine, biçimlere, stile, geometriye odaklanan, vülgerleşen, adileşen bir sanat” var. Sürrealistler, fovistler, dadaistler… Farklı stiller üzerine çok yazılmış, çizilmiş ama kanaatimizce insanların sanatı mânâdan uzaklaşmış.

İslâm sanatı neden taklit sevmez?

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırGelin işin kolay tarafından tutalım, bir çocuk gözüyle, safça bakalım: Ne görüyorsunuz İslâmî sanat eserlerine baktığınızda? Su dalgaları ya da kumaş kıvrımlarını andıran biçimler, idealize edilmiş çiçekler; karanfillikten çıkmış karanfiller meselâ. Bazen tabiatta görülmeyecek düzgünlükte geometrik şekiller, birbirinin içinden geçen şeritler… Bitkilerin toprak ile bağları kesilmiş, bazı yaprakların balık mı yoksa yaprak mı olduğunu bilemiyorsunuz. Özetle tasvir eden şekil ile referansı yani tasvir ettiği şey arasındaki bağı zayıflamış, hatta kopmuş. Zaten sanatçı da bunu istemiş: Biçim ile mânâ arasında bir hürriyet köprüsü kurmuş. Mânâ tasvir edilen cisimde ya da onun resminde değil, mânâ bakanın gözünde (=Aklında). Oleg Grabbar’ın tabiriyle “ifade edilebilecek olan ifade edil-ME-yen ile anlatılıyor”. [2]

Yani Müslüman sanatçı için sanat taklit değil. Mimetik, tasvir, temsil… Neresinden tutarsak tutalım bir şeyi göründüğü gibi çizmek sanat bile değil. Gerçekten de yazıyla anlaşma imkânı olmayan durumlarda görsel ögeleri kullanmıyor muyuz? Trafik tabelası, reklâm panosu, kadın/erkek tuvaleti… Görünen ile anlaşılan herkes için aynı, objektif. Kimse çıkıp da “park yapılmaz” panosunu kendi iç dünyasına göre veya cinsel, etnik, dinsel, yöresel farklara göre özgün biçimde yorumlayamaz. Size ceza kesen polise “ben bu tabelayı farklı yorumluyorum” diyemezsiniz. Kısaca eşya tasviri gerekli olabilir ama sanat olamaz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırBakın meselâ M.Ö. -400′lerde yaşamış Yunanlı ressam Zeuxis yaptığı üzüm tasvirlerini gerçek sanarak yemeğe gelen kuşlarla övünürmüş. Tabiatın güzelliklerine benzer resim çizmenin sanatını yücelttiğini iddia edermiş. Hemen kendimize soralım: Hayvanları aldatabilmeyi Sanat’a amaç edinmek Sanat’ı yüceltir mi yoksa tam tersine boyacılık derekesine mi indirir? Hegel Estetik Derslerine Giriş‘i yazarken bizim gibi düşünmüş olmalı ki:

“Tabiat aynı anda beş duyuya hitap eder. Oysa taklitçi sanat ancak bir duyuyu aldatabilir. Bu sebeple kendini taklit rolüne hapseden bir sanat sürünerek bir fili taklid etmeye çalışan solucana benzer. Taklitçi sanat gerçek canlılığın yerine ancak Hayat’ın bir karikatürü olabilir!”

Müslümanca sanat olur mu?

Sanat eğer evrensel ve/veya fıtrî bir olgu ise yani her insanda bir güzellik hissi var ise Hristiyan sanatı ya da İslâm sanatı diye bir şeyin olması mümkün mü? Zannediyorum “bizimkiler-ötekiler” ayrımı yok. Olsa olsa folklorik/yerel bir takım farklardan söz edilebilir. Ama “ben sanatçı olarak ne anlatmalıyım?” sorusuna verilen cevap Müslüman olan ve olmayan için aynı değil. Daha net bir dille söylersek: Müslümanın sanat ile kuracağı münasebet de Müslümanca olacaktır; bu münasebet seküler olamaz.

Bu “münasebeti” sanat dışı bir örnekle açmak için… Meselâ Para’yı düşünelim. Para iyi ya da kötü olamaz. İslâm’a uygun ya da aykırı olan münasebettir: Müsriflik, cimrilik, sehavet, cömertlik, sadaka, zekât, rüşvet, haram, helâl kazanç vs. Bizim para ile olan münasebetimiz Müslümanca ya da “kafirce” olabilir.  Sanat’a geri dönersek… Müslüman sanatçının kendisine ve Kâinat’a bakışı elbette sanatına yansıyacaktır. Yaptığı eserlere nüfuz edecek olan mânâ hazcı olamaz. Neden?

Haz odaklı bir hayat görüşü ortaya koymuş olan Epikür “Ölümden korkmuyorum, ben varken o yok, o geldiğinde ben olmayacağım” diyordu. Vücut ile, cismanî varoluş ile benlik eşitleniyor bu sözde. Eğer onunla karşılaşma imkânı olsaydı İbn Sina şöyle cevap verebilirdi: “Bir vücudum var ama ben o vücuttan ibaret değilim ki! Zayıflarım, şişmanlarım, hatta kolum bacağım dahi kesilebilir, ama değişmeden kalan bir “ben” var benim içimde” (Bkz. İbn  Sina’nın Kitabü’ş-Şifa adlı eseri, “İlâhiyat” bahsi) İşte bu iki farklı görüşe sahip olarak resim yapan insanların aynı tür sanat eserleri ortaya koyması imkânsız. Hatta Sanat’ın ne olduğu, amacı, yöntemi konusunda dahi anlaşmaları imkânsız.

Peki nedir Müslümanca sanat? Nasıl olmalıdır? Sanat tarihçisi ve İslâm sanatı uzmanı Oleg Grabbar’ın [2] güzel bir saptaması var:

“İslâm’da sanatçının maksadı etki etmektir, eşyayı göstermek değildir”

Yani bizim sanatımız bakılan değil “okunan” bir sanat. Ve bunun böyle olması bir rastlantı değil, Kur’an okuyan her insanın kendi başına dahi keşfedebileceği  kadar aşikar bir gerçek. Meselâ şu ayetlerde görme – anlama – idrak etme – iman etme ilişkisine bakın:

  • “Görmediler mi ki, biz yağmuru kupkuru yere gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yiyeceği ekinler çıkarırız. Hâlâ görmeyecekler mi?” (Secde, 27)

  • “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ, 30)

  • “Gökyüzünün genişliğinde Allah’ın emrine râm olarak uçan kuşları görmezler mi? Bunları orada Allah’tan başkası tutmuyor.Elbette bunda iman edecek kimseler için çok deliller, çok işaretler vardır.” (Nahl, 79)

Bu sözlere muhatab olan bir kâfir şöyle diyebilir: “Evet, yağmuru gördüm, kuşları vs gördüm ama ne bir yaratıcı gördüm ne de iman ettim”. Böylesi ampirik ve pozitivist bir itiraza ne cevap verilebilir? Müslüman sanatçı belki şunu söyleyebilir:

“Sen Van Gogh’un ayçiçeklerine baktığında tohumundan yağ çıkartılan bir bitki  mi görüyorsun yoksa Van Gogh’u mu? Baktığı eşyada sadece eşya görmek bir maharet değil. Bunu hayvan da yapıyor. Bu et-göz ile yapılan bir görmedir. Mühim olan Sanat’a bakarak Sanatçı’yı görmek değil midir? İşte bu İnsan’a ait göz ile görülebilir. Hayvan ve bitkiler bu gözden mahrumdur.” (Bkz. Derin Göz kitabı)

Soyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırSoyut Sanat Müslümanın Yitik MalıdırGerçekten de kiliselerin aksine bizim camilerimizde Kur’an’daki olayları anlatan resimler yoktur. Elbette Efendimiz’i (sav) resmetmek yasaklanmıştır. Ama savaşları, Hicret’i, Mekke ve Medine’yi, Cennet’i, Cehennem’i anlatan resimler konabilirdi. Konabilirdi de… dine uysa bile Sanat’a uymazdı böyle bir yaklaşım. Neden?

Eğer böyle yapılsaydı o resimlere bakanlar sadece ressamın maksadı olan imajları görürdü. Yani siyasî propaganda veya ticarî reklâm panosu gibi olurdu cami duvarları. “İnanın yoksa aha bu Cehennem’e gidersiniz, işte şu ateşlerde  yanarsınız” mealinde görsel bir mesaj vermek sanat değil beyin yıkama olurdu. Taklit sanat(?) bakanı özgür bırakmadığı için kâmil bir sanat değildir. Belki acemilerin eğitimi ya da çocukları eğlendirmek için kullanılabilir.

Sonuç

Müslümanca sanat görünene bakarak görünmezi “görmek” demek. Sınırlı, adedi belli şeylere, eşyaya bakarak Sonsuz’u, mânâyı görmek demek. Kesret’de Vahdet’i ve Vahdet’de de Kesret’i gösterebilmektirMüslümanca sanat özünde bir Kainat okuma klavuzu. Kur’an’da defalarca karşımıza çıkan “görmez misiniz? İman etmez misiniz?” şeklindeki tecahülü ârif sanatına bir cevap. “Lebbeyk” gibi. “Gördük, elbette gördük ve iman ettik” demenin en güzel yollarından biri. Ama Müslüman sanatçı bencil değil. Kendisini kurtardığı gibi diğer insanlara da hizmet etmek istiyor. Sanatının sadakasını veriyor. Bu açıdan bakıldığında İslâm sanatı bir göz terbiyesi aynı zamanda. Henüz tefekkür etmemiş, kâmil imana kavuşmamış olanlara yol gösteriyor. Zira Müslüman sanatçı sadece bireysel olarak O’na yönelmiyor, hidayete vesile olacak renkleri, şekilleri kulların nazarlarına veriyor. Kâh bir Kur’an sayfasının köşesinde, kâh bir cami duvarında. Hat, Ebru… Bütün İslâm sanatları gözlerimizi terbiye eden birer mürebbi gibi.

Müslümanca sanatın ne olmadığını sanırım bu ilk bölümde anlatabildik. Gelecek bölümlerde soyutlama teknikleri üzerinde derinleştirmeye gayret edeceğiz. Şimdi tenzih metodunu terk edelim ve olması gerekeni bir bilenden dinleyerek bu bölümü sırlayalım:

“ALLAH güzeldir, güzeli sever” ibaresi üzerine bir sanat felsefesi bina etmiştir sufiler. Tabi ki buradaki güzel Freudyen manada bir güzel değildir. Yapılması gereken güzellikleri ortaya çıkarmaktır. […] Sanat sufi açıdan “Hakiki Varlık” ile bağlantılı bir şey olmaktadır. Arızî değildir. Herden güzel olanla irtibatlı olduğunda gerçek sanatçı olunur. Başka bir ifade ile sanatkârlık “EL CEMÎL” isminin hakikatine ermektir. Tasavvufta realizasyon fikirler teâtisi neticesi bir bilginin sende oturması vardır. Bu diyalektik değildir. İşte sanat bu irtibatın ardından bir tahakkuk eylemidir. Tasavvufun şiir, musiki, mimari gibi islâm sanatlarının doğuşuna kaynak olduğunu görürüz. Sanat ancak yontulup işlenip bir hâle sokulan, bir makama konulan insan tarafından icra edilebilir. Alt kademeler kesiftir, yoğundur. Kişi manen yükselmeyle beraber latif duygulara sahip olur ve o incelikler eserlerde tezahür eder. (Mahmud Erol Kılıç, Tasavvufa Giriş)

Dipnotlar

Tezhip Sanatı sitesinden genel bir açıklama: “… Tezyinat kelimesi bir çok dekoratif sanat ve zanaatları içinde barındıran bir terimdir. Tezyin, Arapça ziynet kelimesinde türemiş olup, süs manasına gelir. Tezyin etmek, süslemek, tezyinat ise bunun çoğulu, yani süslemeler demektir. Bu sebeple tezyini sanatlara günümüzde, süsleme veya mana bakımından daha yakışan bir isimle bezeme sanatları da denir. Avrupa dillerindeki ismi, dekoratif sanatlardır. Kitap kabı, tezhip, hüsn-i hat, ebru, katıa gibi kitap sanatları, taş ve ahşap üstü bezemeler, metal işleri, kalem işi, revzen, tekstil, dokuma ve işlemeler, tezyini sanatların şemsiyesi altında toplanmıştır. Görüldüğü gibi tezyinatın geniş uygulama alanı vardır. Bunlardan hüsn-i hat, ebru, kilim dokuma ve bazı işlemeler dışında hepsinin ortak özelliği, motif ve desen bilgisinin aynı olmasıdır. Sadece kullanılan malzeme ve uygulanan teknikler farklıdır. Tezyinî sanatlardaki bu farklılık, motiflerin ve dolayısıyla desenlerin, büyüklüğünü,çizgi yoğunluğunu ve renklerini etkilerse de esası değişmez. 

 “İslâm Sanatını Düşünmek – Bir Tezyin Estetiği” adlı kitap, sayfa 186-187. Fransızca adı “Penser à l’art islamique”, Yayınevi : Albin Michel, 1996 baskısı




Kaynak: derindusunce.org

Kastamonur.com
Devamını Oku »

Sanat Nedir?



Sanat kainatın âhengine katılmaktır.

İşte ben de onlarca sanat tarifine bir tarif ilave etmiş oldum. Sürç-i lisan eder isem affola.

Kâinatın âhengi malumdur. Gün doğuyor, batıyor; kuşlar uçuyor, rüzgâr esiyor, dünya dönüyor, mevsimler birbiri peşi sıra gelip gidiyor. Gören gözler, duyan kulaklar, hisseden kalpler çiçeklerin renginde, suların sesinde, dağların heybetinde, kelebeğin kısacık ömründe, örümceğin ağında, Cenab-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde bu âhengi bulabilir.

Lâkin işin künhüne varması mümkün değildir. Atomun elektronları belki dünyanın bilinen kısmından daha fazla meçhulatı saklıyordur. Rabbin veli kullarına elbette âşikârdır.

Eşref-i mahlukat olan insan güzel bir iş yaparak mevcut güzelliğe iştirak eder. Bu sadece ona tanınmış bir imtiyazdır. (Gül açar, bülbül öter, örümcek ağını örer ama herhalde sadece insanoğlu yaptığı işin şuuruna erer) Cenab-ı Hakk’ın koyduğu nizama yaklaşmak, ona dokunmak, ona uymak yaradanın rızasını kazanmaktır. Hududullah’a riayettir.

Bu eylem eskiyi yıkarak, karşı çıkarak var olanı bir başka biçimde yeniden inşa ederek pek çok yoldan ulaşılan bir menzildir. Yapıcılığı veya yıkıcılığı böyle yüce bir hedefe bağlamaksızın sanatçının “ben, ben” diye çırpınması çocukçadır.

Sanatçıya yüce bir makam verilmesi, onun takdîs edilmesi deha mertebesine çıkarılması pagan âdetlerindendir.

Sanatçı eylemi ile kuşların sesine, suların şırıltısına, rüzgârın uğultusuna, bulutun rengine, denizin dalgasına ne kadar yaklaşıyorsa; bu hamleyi bir iman ateşi, gözyaşları ile ıslanan bir aşk ile yapıyorsa o kadar yol alır. Yolun sonu bizi “din” ile buluşturur, “dua” ile buluşturur. Bu menzile ulaşanların söz ile, nağme ile, renk ile biçim ile işleri olmaz. Onlar artık vecd denizinde yüzmektedir.

“Bana seni gerek seni” diyen âşık, dağlar ile taşlar ile, seherdeki kuşlar ile kâinatın tesbihatına katılmıştır.

Bu hamle onu sözden söze, besteden besteye, renkten renge fırlatır. Yenilik, hareket, isyan, uysallık budur. Bu hem aczin hem iştiyakın ifadesidir. Sanat yolcuları her adımlarında bir mertebe daha yücelir, mesafe aldıkça var olur, var oldukça bir “hiç” olduklarının şuuruna varırlar. Bu “hiçlik kadehi” hidayet ile, inayet ile, rahmet ile dolarsa “varlık” kazanır.

Gül dikeni ile var olmaktadır.

Sanat yolunun hem rahmanî hem şeytanî-nefsanî boyutları vardır. Tıpkı rüya gibi.

İnsanoğlu yapıp-etmeleri ile eşref-i mahlukat olacağı gibi esfel-i safilin’e de yuvarlanabilir. Yusuf’un kuyusu ile Babil’in kuyusu bir değildir.

Kainatın âhenginde gizlenen hikmeti keşfedenler Yusuf’un kuyusundan çıkıp, Mısır’a sultan olanlardır. Sultanlık “dünyevî” kaldıkça ferde faydası olmaz. Sanat hakikate giden yolda bizi karlı dağlardan aşırabilecek, kızgın çöllerden geçirebilecek bir binek olabilir. O kadar.

Ancak bu mühim bir vasıta, vasıflı bir anahtardır. Felsefeyi bitirip sanat kapısını açanlar, kâinatın âhengi ile kanatlanır ve hakikate doğru uçarlar.

Ritim duygusu anahtarın özünü verir. Tarikat âyin ve zikirlerinde, namazda, hacda, tavafta bu ritim duygusu bize eşlik etmektedir. (Mimarîde, musikide, şiirde.)

Ritme ayak uydurmak halkaya katılmaktır.

Başını taştan taşa vurarak akan sular gibi “Allah Allah” diyerek coşmak veya sessizliğin sesini dinlercesine hareketten kesilip secdeye kapanmaktır. Kâinatın âhengi binlerce dereciğin kendi türküsünü söyleyerek çağlayıp, gelip, ummana dökülmesi orada sessizliğin içine gömülmesidir.

Evet sanat bizi coşturabilecek bir eylemdir. Rabbimize dua edelim bu coşkunluk nefsin eseri olmasın, bizi nefse esir etmesin. Şeytanın şerrinden O’na sığınalım. Korku ve ümit arasında olalım. Sanatı bir kibir, bir övünç, bir üstünlük değil, tevazu vesilesi kılalım. Bir taş ustası, kilim dokuyan bir köylü kızı, bir ressam, bir yazar ile tırpanı her savuruşunda “Allah” diyen bir rençber arasında fark yok.

Fark sadece takva sahipleri ile diğerleri arasındadır. “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” hikmetini bir de kâinatın âhengi ile sanat eseri arasında kurulacak ilişki açısından yorumlayalım.

Şunu unutmayalım: Sabahın seherinde öten bülbül de bizi ağlatabilir, usulüne uygun okunan ezan sesi de.

Mustafa Kutlu

03.01.2018
Devamını Oku »

Bilimin Ardındaki Niyet ve Bilim ve Nesnel Eleştiri

Bilimin Ardındaki Niyet

Günümüzde, bilim diye anılan gerçeklik aslında Hıristiyan Batı dünyasında, kilise ile mücadele etmek üzere sahneye çıkartılan, kökeninde dini dışlama niyetini taşıyan bir dizi düşünceler zinciridir. Ne var ki, günümüz insanı çoğunlukla andığımız nitelikteki bilimin temel amacını unutmuş olduğundan, "bilim" tarafından ileri sürülen iddiaların tümüne hakikatmiş gibi bakabilmekte; dahası, dogmatizmle mücadele ettiğini sandığı bilimin şahsında yeni bir dogmatizmle karşı karşıya bulunduğunu sezinleyememektedir.

Edebiyat, insanın süflîliğini ortaya döküp saçmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır, insan, kendi zayıflığını, süflîliğini, işe yaramazlığını görmekten, hastalıklı bir tat alır olmuştur.

Gerçekte, bilim ve sanat adına söylenen şeylerin ne ölçüde bilim ve sanat olduğu tartışılabilecek bir keyfiyetken, bu gün, bu yaftalar altında sunulan her şey insana kolaylıkla kabul ettirilebilmektedir. Bir kez taraf-sız, nesnel, evrensel bir olgu diye alınınca, bunun her yerde, her zaman genel geçer olduğu, herkes tarafından kabul edilmesinde zorunluluk bulunduğu fikri, bu fikri imal edenin "niyeti" araştırılmaya bile lüzum görülmeden kabul edilmektedir.

Aslında, belirtilen tanıma uygun olması gereken fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimleri bile 17. yüzyıldan başlayarak, özellikle 19. yüzyılda yoğunluğunu artırarak belirli "niyetlerin" gerçekleştirilmesi amacına alet edilerek kullanılmıştır. Felsefede olduğu gibi, bilim alanında da, birbiri ardından gelen düşünceler, görüşler birbirinin yalanını çıkartırken, insanın, gene de bilimi putlaştırabilmesi tuhaf bir olaydır.

Şimdi bazıları,belki de bilimin de yanılabileceği esasen kabul edilmektedir, diye itiraz edebilir. Fakat bilimin yanılabilirliğinin kabul edilmesiyle, bilimin gerçekleştirmek istediği niyeti birbirine karıştırmamak gerek. Bugün Batı dünyasında bilim denen olgu'nun gerçekleştirmek istediği niyet, bu niyetin taşıdığı zihniyet büyük ölçüde değişmeden devam etmektedir.

Bu niyetin mahiyetini birkaç kelimeyle özetlemek mümkündür. Ölümsüzlük iksirini araştırmaya kalkışan, bazılarınca bugünkü bilimin atası diye tanımlanan ilk simyacılardan başlayarak yeni ve yakın çağlardan günümüze kadar devam eden bu sürecin taşıdığı temel niyet, Allah'ın hükmünü yalana çıkarma çabasına dönüktür. Simyacılar ölüm iksirini bularak, bütün nefslerin ölümü tadacağına ilişkin hükmü geçersiz kılmak isterken, başka biri türeyişle ilgili bir görüş ileri sürerek insanın yaradılışı ile ilgili hükmü yalanlayabilme gayretine düşmüştür. Bazıları belki bugünkü bilimin artık bu tür fantezilerle uğraşmaktan vazgeçtiğini, hatta bu tür fantezilerin insanoğlunun işine yarayabilecek bazı buluşlar kazandırdığını ileri sürerek savunmaya geçebilir. Fakat bu niyet, birçok karayı bulandırmıştır. Ve de bugünkü bilimin, büyük olçüde aynı niyetle kullanıldığında kuşku yoktur.Bu arada, söylenen bazı doğrular varsa onlar temeldeki sapıklığı gidermeye yetmiyor, bilakis onun pekiştirilmesi amacına matuf bulunuyor .

 

Bilim ve Nesmel Eleştiri

Nesnel eleştiriden bir eserin,bir olgunun tarafsız bir gözle ele alınıp irdelenmesi anlaşılmaktadır.Fakat tarafsızlık (yan tutmama) dediğimiz şey pratikte gerçekleştirilebilir mi? Tarafsız bir eleştiri mümkün mü? Yoksa nesnellik denilen kavramla tarafsızlık kavramı birbirinden farklı mıdır?

Diyoruz ki bir eleştirinin nesnel olabilmesi için eleştirmecinin,tanımları önceden belirlenmiş bazı ölçütlerden yola çıkması lazımdır.Bu ölçütlerse gene eleştirici tarafından belirlenmekte ya da eleştirici önceden belirlenmiş ölçütlerden bir seçme yaparak yola çıkmaktadır.Demek ki tarafsızlık daha baştan kaybedilmiş olmaktadır.Çünkü eleştirmeci ben bu ölçütlerden yola çıkıyorum dediği an aynı zamanda hangi yanı tuttuğunu,hangi konumdan yana olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.Bu durumda tarafsızlık denilen kavramın pratikte geçerliliği olmadığı anlaşılmaktadır.Tarafsızlık bu durumda ancak eldeki ölçütlerin kullanmasıyla ilgili sınırlı bir alana inhisar etmektedir.Nesnel denilen eleştirinin de böylece mutlak bir anlamı olmadığı,izafi ve nisbi bir anlam taşıdığı görülmektedir.

Nesnel eleştirinin sınırlarının belirlenmesi şu bakımdan önemlidir: Günümüzde bazı olgular, durumlar, durum alışlar ortaya konulurken var olan bazı bilimsel yargılardan hareket edildiği, dolayısıyla kullanılan bu ölçütlere göre ulaşılan yargıların bilimsel sonuçlar olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülmektedir. Ben elimdeki şu bilimsel ölçütlere göre hareket ediyorum, öyleyse vardığım sonuç da doğrudur denilmek isteni-yor Oysa bizzat bilim denilen olgunun kökeni irdelendiğinde bunun ne ölçüde genel geçer olduğu tartışma konusudur Bu bir. İkincisi bilim denilen olgu hep sanıldığı ve kabul edildiği gibi aslında mutlak hakikatin dışavurumu değildir. Günümüz bilimi Batı Avrupa uygarlığının anlayış tarzını yansıtarak biçim almıştır. Bunun değişmez olduğu sanılıyor, dolayısıyla başka uygarlıkların değişik kafa yapısına göre değişik "bilimlerin" olabileceği fikri ıskalanmış oluyor. Nitekim geçmişte değişik uygarlıkların şimdiki bilim anlayışına uygun düşmeyen değişik bilim anlayışları ve dolayısıyla değişik "bilimsel sonuçlar" ortaya koydukları bilinmektedir.

Biz halihazırda bilim olarak sadece Batı Avrupa kafa yapısını, onun zihniyetini esas aldığımız için bundan başka bilim olmaz yanılgısına düşmekteyiz. Bu durumun pratik sonucu şu olmaktadır: Madem ki deniyor, bilim yanılmaz ve mutlak doğruyu ortaya koyar, öyleyse ben kendi durumumu ancak bilimi kullanarak anlayabilirim. Avrupa'da kilisenin yaptığı bu olmuştur. Kilise, dinin doğrularını savunabilmek için bilimsel yargıları kabul etmiş ve adım adım bilimin boyunduruğuna girmiştir. Bu da ilericilik ve aydın görüşlülük sanılmıştır. Geçen yüzyıldan bu yana kilisenin tutumu bir yöntem olarak Islâm aleminde de benimsenmiştir. Müslüman düşünürler de dinin doğrulan ile bilimin doğrularının çatışmadığını, bunların birbirini teyit ettiği fikrini ileri sürmüştür. Burada şu tehlike göz ardı edilmeye çalışılmıştır: Bir kez dinin doğruları bilimin doğrularına tasdik ettirilmeye başlanınca aynı bilimin dinin doğrularını nakzettiği yerde ona boyun eğmeyi peşin olarak kabul etmek gerekecektir.

Çıkış noktası, varsayımları dininkinden farklı olan bilimin sonuçlarının dine uyarlanmaya kalkışılması yanlıştır.Tarafsız sanılan bilimin sonuçlarının dine yöneltilerek onun eleştirilmeye çalışılmasıyla nesnel bir eleştiri yapılıyormuş sanılması da yanlıştır.Elmalarla armutlar bir toplama işleminde yan yana gelmezler çünkü.Bu işlemin yapılabilmesi için ortak birimin(vahid-i kıyasi) bulunması gerekir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Sanat ve Kültür

Sanat ve KültürSanat bir kültürün en hususî, açıkça belli ve kendine mahsus ifade biçimlerinden biridir. Sanatın mâhiyeti hakkında çağdaş in­sanlığın pek fazla şuurlu olmadığı ve sanatı yerli yerinde ve hakîkî gâyelerine uygun biçimde kullanamadığı kanaatindeyim. Sanat, ta en başından beri, dinden ilham almış, ekseriya dine hizmet et­miş; ve din (yahut beşeriyetin hayatı hususunda geniş bir vizyon, bir dünya görüşü) tarafından biçimlendirilmiştir. Ta ki, değerler dünyasının parçalandığı ve müşterek bir değerler felsefesinin kal­madığı, modem zamanlar dediğimiz, son üç dört asra gelinceye ka­dar. Batı dünyasında dahi vaziyet böyle idi.

Modern zamanlar, insanı bir sanayi cemiyetinin dişlileri ara­sında öğütmüş ve değerler dünyasını dahi un-ufak etmiştir. Bugün­se modern devirlerin azgın ferdiyetçiliğinden ve değersiz, inançsız “scientism”inden (bilimsici saçmalıklardan) bıkmış usanmışız ve “televizyon” marifetiyle, elimizdeki kumanda âletinden değil, “çok daha uzak mahreçlerden kumanda edilerek aktarılan sözde viz­yonların” kargaşasından aptallaşmış ve şaşkın bir vaziyette kala­kalmış bulunuyoruz.

Bu sebeple eski kültür dünyasının bazı hususiyetlerine dik­kat çekerek, sanat meseleleri için temel teşkil edecek, kısa bir giriş yapmak istiyorum. İptidâî kültürler, kültürel faaliyet alanlarının yüksek seviyeli entegrasyonu (bütünlüğü, kaynaşmışlığı) bakımın- dikkate değer bir misal teşkil ederler. Orada, bir faaliyet, aynı zamanda cemaatin ekonomisine, politikasına, tekniğine, esâtîrine,dinine ve sanatına ait olabilir. İptidâi kabilelerin âyinlerine dikkat edin. Orada dinî ritüeller, âyin ve sanat içiçe olmakla kalmazlar, ay­nı zamanda, topluluğun diğer ihtiyaçlarına dahi hizmet eden fonksiyonları vardır. Çünkü iptidaî kültürler medeniyetler gibi kozmo-polit değildirler ve beşerî faaliyetler işbölümü ile farklı kompartmanlara yerleşmemişlerdir.

Esasen, teknolojinin, ekonominin, ya­hut başka bir görünüşü ile zenaatların nerede başladığım tayin et­mek, modem zamanların fabrikasyon imalatına gelinceye kadar, son derece zor bir iştir. Toynbee’nin dediği gibi, “Sanat hiçbir in­sani ihtiyaç veya faydaya hizmet etmezse hayat da yoluna sanatsız devam eder.” Elbette sanatın karşılayacağı ihtiyaç yahut fayda, ruhî olmalıdır. Sanat çoğu zaman dine hizmet etmiş ve din­den ilham almıştır: Zira din insanın temel meşgalesidir. Dinin ol­madığı yerde vizyon da olmaz, kültür de olmaz. Bütün kültür­ler dindardır. Bu bizi medeniyetin niçin kozmopolit ve dinsiz ol­duğu meselesine getiriyor.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »