Sultan Vahidüddin Müdafaası

Sultan Vahidüddin Müdafaası
Sultan Vahideddin merhûmun, Türkiye'de ilk defa tarafımızdan neşredilmiş olan şu "müdafaanâ-me" mâhiyetindeki beyannâmesinde yer alan gerçekler -belli başlıları itibariyle- şöyle sıralanabilir:

1- Merhûmun taht'a geçişi, binbir felâkete sebep olan Birinci Cihan Harbi'nin sona ermek üzere bulunduğu günlere rastlar. 4 Temmuz 1918. Demek ki, mâ-hud "Mondros Mütârekenâmesi"nin imzalanmasına (30 Ekim 1918) sadece üç-dört ay gibi az bir zaman kalmış bulunuyordu. Bütün cephelerden mağlûbiyet haberleri gelmeye başlamıştı. Memleket, Ittihad ve Terakki mütegallibesinin ceberrûtî idaresi altında madden ve manen bitkin ve perişandı. Bu husus, O devre âid bütün kaynaklarda âşikâr bir sûrette görülmektedir.

Gerçi, O, yâni Sultan Vahideddin "halife" sıfatiyle siyâsî, idari ve hatta askerî kuvvet ve müessesele-rin en yüksek âmiri idi. Fakat resmen "başkumandan" sayılmakla beraber, bu durum "fiilî" değil, sırf "hukuki" idi. Hakikatte, iktidar, tâ Sultan (1) 1. Abdülhamid Han'ın tahttan indirîlişinden itibaren ittihatçı rüesâya (liderlere) intikal etmiş bulunuyordu. Bu sebeple mâruz kalman mağlubiyet ve felâketlerden mes'uliyeti asla mevzuubahs olamayacak biri vardıysa, O da Sultan Vahideddin'di. Bırakınız, hükümdarın şahsını "gayr-i mes'ûl" ilân eden "Osmanlı Kanun-i Esâsîsi"ni de fiilî vâkıalar bile, Sultan Vahideddin merhûmun -herhangi bir sûretle- ittihamına imkân vermez. Bu gerçeği kavramak için sırf O'nun tahta geçiş, yani mes'ûliyet yükleniş tarihinin 4 Temmuz 1918 oluşuna dikkat etmek bile kâfidir.

Hâl böyleyken Sultan Vahideddin'in "Vatan İhâneti" gibi en ağır bir cürümle ittihammm ne çirkin bir iftira olduğunu takdirlerinize bırakıyoruz. O, böyle bir it-hâma mâruz kalmak için ne yapmıştı?! İngliz gemisine binerek vatanı terketmesi, veyahud da Millî Mücâdele'yi bastırmak üzere "kuva-yı inzibatiye" adıyla bir kuvvet teşkil etmesi mi afv edilmez bir cürüm sayılmıştı?! Bu gibi yersiz iddia ve ithamların cevabını bu eserin ilerle¬yen sahifelerinde bulacaksınız.

Vatanı terkettiği sırada hayat ve memâtının mutlak bir tehlikeye mâruz bulunduğu her türlü şüpheden beridir. Bilhassa "Ali Kemal Vak'ası"ndan sonra bu tehlikenin kat'iyyeti münâkaşa götürmez bir hâle gelmişti. Hiç kimsenin "niçin ölmeyip de kaçtığını" ileri sürerek O'nu vatan ihâneti ile suçlaması akıl ve mantık işi değildir.

2- O günlerde Türkiye için müttefiklerinden ayrılarak münferid sulh yapmak -ki, bunu Sultan Vahideddin çok arzu etmiş ve bu uğurda pek çok gayret sarfetmiştir -imkânı bulunamamıştır. Esâsen bu hususta İttihadçılar arasında da fikir birliği yoktu. Enver Paşa'nın fedâîlerinden Yakub Cemil, bu yoldaki düşüncelerinin kurbanı olarak kurşuna dizilmişti. Bu da kendilerine âid kaynakların çoğunun şehâdeti ile sâbittir.

3- Mondros Mütârekenâmesi'ni imzalayan heyetin başkanı Rauf Orbay'dı. M. Kemal Paşa da o sırada en kuvvetli bilinen askerî varlığın (Yıldırım Orduları) başmda idi. Sonradan aziz vatanımızın her taraftan işgâle mâruz kalmasma sebep olan bu mütârekenâmeden dolayı mes'ul aranacaksa evvelemirde bu iki şahsın gös¬terilmesi gerekirdi. Sultan Vahideddin bu "Mondros"u imzâlayan hükümeti iş başından uzaklaştırarak adem-i tasvibini ortaya koymuştur.

Halbuki daha önce tafsil edilmiş olduğu üzere bu mütârekeyi imzalayan Ahmed İzzet Paşa kabinesi, M. Kemal Paşa'nın Adana yakınlarındaki Bahçe'den Saray'a çektiği bir telgraf üzerine kurulmuştu.

Bu kabine adına o mütarekenâmeyi imza eden Rauf Bey de "Bahriye Nâzırı" idi. Sonradan, yani Malta dönüşü Rauf Bey'i Ankara'da İcra Vekilleri Hey'eti Reisi yâni "başvekil" yapan da M. Kemal Paşa değil midir?! Sevr'i imzalayan murahhasları hâin ilân ederek "Yüzellilik"ler listesine koyanlar, acaba Mondros'a imza koyanları niçin böyle baştacı edinmişlerdir?!. Halbuki, aziz vatanımız, Sultan Vahideddin merhûmun mukavemeti ile sırf bir "proje" hâlinde kalmaya mahkûm edilen Sevr'e değil, Mondros'a istinâden çeşitli iş-gâl ve istilâlara mâruz kalmamış mıydı?!.

4- İzmir'in işgâli, İtilâf Devletleri'nin müşterek kararlarının eseri olarak gerçekleşmişti. Bunun bilâhare sırf bir "Yunan Mes'elesi" hâline gelmesi, İtilâf Devletleri arasındaki anlaşmanın zaafa uğramasından sonradır.(1) Bu devrede Sultan Vahideddin'in yaptığı "hakkımızdaki umûmî gayzın ortadan kalkması veyahud da azalması için vakit kazanmak"tan ibâretti. Yoksa O, "Mecelle-i musibet" adını verdiği Sevr Sulh Projesi'ni,devrinin bütün münevverleri hilâfına -kerhen de olsa- kabule aslâ yanaşmamıştı. Sevr'in ıslâhı için toplanan heyetlerin kazandırdığı zamandır ki, Anadolu'da toparlanmak imkânını sağlamıştır.

5- Sultan Vahideddin merhûm, hiçbir zaman Millî Mücâdele'nin aleyhinde olmamış, bilâkis bu hareketi hidâyetten nihâyete kadar desteklemiştir, M. Kemal Paşa'yı Anadolu'ya nasıl ve ne şartlar altında bizzat göndermiş ve O'nu madden olduğu kadar, eline bir "fermân-ı hümâyun" vererek mânen de desteklemiş bulunduğunu -evvelce ortaya koymuş olduğumuzdan burada tafsilâta girmek lüzûmunu hissetmiyoruz. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki, Sivas Kongresi kararlanın kabul etmek istemeyen Damad Ferid Paşa'yı istifâya zorlayarak Ali Rıza Kabinesi'ni kurduran Sultan Vahideddin, her safhada dâima İstanbul-Ankara arasında İngilizler'in ihdâs ettiği anlaşmazlığı gidermek için sonuna kadar bütün gayreti ile çalışmıştır.

İngiliz Arşivleri'ndeki çeşitli vesika Sultan Vahideddin'in İnglizler elinde âdeta esirden farksız bulunduğunu göstermektedir. Öyle ya, bankadaki hesâbından re'sen para çekememekte, âilesini dilediği yere nakledememektedir.

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki; Hilâfet'in ilgası için "Vur abalıya!.." kabilinden Sultan Vahideddin'e yüklenilmesi, sırf kurt-kuzu hikâyesindeki mantık icâbıydı. Lozan müzâkerelerine gidilirken "Saltanat'in ilgâsı" bilâhare Hilâfet'in de ilgâ olunacağı hususundaki endişeleri arttırmış bulunuyordu. Gerçi M. Kemal Paşa, bunların birbirinden tefriki ile Saltanat'ın kaldırılması şırasında Hilâfeti göklere çıkaran uzun bir konuşma yapmıştı. Halbuki bu konuşmadan takriben bir-buçuk yıl sonra Hilâfet fiilen ilgâ olunacakta. Bu tutum acaba, o gün için başvurulan,bir taktiğin icabı mıydı?!..

Bizce, hayır!..

Filhakika M. Kemal Paşa, mâhûd nutkunda bu mes'eleye temasla "Hilâfet, sarih bir hukuka mâlik olmaksızın bir müddet daha bırakıldı, demek suretiyle bu hareketi, bir taktik icâbı olarak göstermektedir. Fakat bugün ortaya çıkmış olan sayısız vesika, hem kendisi ve hem de Meclis'in o sırada Hilâfet'in ilgasından değil, bilâkis muhafazasından yana olduğunu göstermektedir. Şu farkla ki, Meclis bu dinî ve tarihî müessesenin, Türkiye'nin istikbâli bakımından lüzum ve ehemmiyetine inanıyor, O ise, "halife" olmak istiyordu. Bunu ilk olarak fark edip bir beyanname ile protesto eyleyen "Erzurum Muhâfaza-i Mukaddesât Cemiyeti" mensûplarına Kâzım Karabekir aracılığı ile gönderdiği teskin edici cevap bile, bu husûsu ispat eden ipuçlarını ihtivâ etmektedir. Bunları kitabına dere ile tahlil eden Kâzım Karabekir Paşa da bizimle aynı görüşü paylaşmaktadır. Zira M. Kemal Paşa, bahsi geçen cevâbında evvelce de temas ettiğimiz üzere:

"Hilâfet ve Saltanat mes'ele-yi esâsiye olarak mevcud değildir. Türkiye'nin başında Halife-i İslâm olacak ve bir hükümdar sultan bulunacaktır. Mezvuu- bahs olan hükümdarın hukûku olup tâyin ve tahdidi için son birkaç asrın tecrübe ve devlet mefhûmundaki millet hukûkunun mânâ-yı hakikîsi âmil olmalıdır.
Bu esas üzerinde henüz tesbit edilmiş kat'î bir düstûrumuz yoktur." dedikten sonra ilâve etmiştir:

"...Velhâsıl bu ıslâhatı, halk İdâresinin hakimiyet ve inkişâfına müsâid sûrette Kaanun-i Esâsîde yapılacak tadilât üe temin ve hukûk-i pâdişâhîyi tahdid edecek tarzda yaparak memleket ve Alem-i İslâm'ın hayat-ı hâzıra ve müstakbelesi için azîm teşeddüd ve mahzûrlar dâvet edecek cumhuriyet şeklinden kat'iyyen sakınmak lâzımdır."

Biz, bahsi büsbütün uzatıp değiştirmemek için, bu husûsu kâfi derecede ta'mik etmiş (derinleştirmiş) olan Kâzım Karabekîr Paşa'ya havâle ederek Sultan Vahideddin merhûm etrafındaki gerçekleri, O'nun mü-dâfaanâmesi zemininde ve hulâsatan anlatmaya devam edelim:

6- Evvelce izah etmiş olduğumuz gibi, Sevr Sulh "Proje"si, bize derhâl kabul veya reddedilmek üzere bir ültimatom suretinde tebliğ edilmişti. Sultan Vahideddin, onu devrinin -hemen hemen- bütün münevverleri ve hükümetin zorlanmasına rağmen tasdik etmedi.

Böylece kendisinin "Mecelle-i musibet" adrnı verdiği bu menhus muahede projesinin kuvveden fiile çıkmasını/ yani tam bir muahede hâline gelmesini önledi. Bu maksadla topladığı "Saltanat Şûrası"na, o devrin bütün ileri gelen şahsiyyetlerini davet ettirmişti. Bunlar da -yine Kemalistlere göre- bir tek, evet bir tek muhalife mukabil toptan Sevr Sulh Projesi'nin tasdikine taraftar olmuşlardı. Çoğu ittihatçı veya Sultan Vahideddin merhûmun tâbiriyle "ittihatçı bulaşığı" olan bu adamlara toz kondurmayanların, Sultan Vahideddin'e tarizde bulunmaya ne haklan olabilir?!..

7- Başlangıçtan itibaren "Kuvva-yı Milliye"ye taraftar ve O'na muâvenetkâr davranışına ilâveten Sadrazam Tevfîk Paşa'yı, sırf M. Kemâl Paşa'mn tasvibine mazhar olduğu için iki seneyi mütecâviz bir müddetle işbaşında tutmuştur. Bundan maksadı, İstanbul ve Ankara hükümetleri arasındaki gerginliği azaltmaktı. M. Kemâl Paşa'mn mâhud nutkunda kendisinden "vatanperver vezir" diye bahsettiği Tevfîk Paşa, Ali Rıza Paşa gibilerin kurdukları kabinelerin gayret ve faaliyetleri de bu maksadı temine kifâyet etmemişti. Bu da yukarıda bahsedilen kurt - kuzu hikâyesindeki mantık ve zihniyet yüzündendi. Bu sebepledir ki; ortada Sultan Vahideddin'e kabil-i izafe bir kusur mevcud olup olmaması hâiz-i ehemmiyet değildi. Lâzımsa, onu icad ve ihdas güç olmayacaktı. Nitekim öyle de oldu!..

8- Hilâfet ve Saltanat'm birbirinden ayrılması ve Saltanatın ilgasından sonra ortaya çıkan fiili durumu asla tanımamış -öz İslâmî doktrine bağlı kalarak' “Saltanatsız Hilafet olamayacağı" görüşünde ısrar etmiştir Bu hususta, Kuva-yı Mi lliyecilerin mümessili sıfatıyla

İstanbul'a gelmiş olan Rafet Paşa ile görüşmesi meşhûrdur. Bu görüşmede O'nun Hanedan mensupları arasında Halife Abdülmecid Efendi gibi asgarîye râzı olabilecek bir kimse, yani makam sevdalısı bulunmadığını söyleyerek yanıldığını açıkça ortaya koymaktadır.

9- Vatanı terk edişi kemalist kalemşörlerce "hesap vermek"ten kaçış olarak ifâde edilmektedir. Yukarıdan beri serdedilen deliller, O'nun böyle korkulacak bir hesabı olmadığını açıkça göstermektedir. Esasen taban korkak bir kimse de değildi. Bu husûs pek çok vak'a ile sabittir. Bununla beraber O, "halife" sıfatıyla hakerete mâruz kalmaktan endişe etmiştir. Bunda da kendisini haksız bulmak, bilmeyiz ne derecede doğru olabilir?!.. Hele, meş'ûm "Ali Kemal Vak'ası" ve Meclisin merhû-mu "vatan hâini" ilân eden mâhud kararından sonra bu bâbta bir tenkid veya târiz mâkûl olıbilir mi?!..

10- Sultan Vahideddin merhumun şahsî görüş ve zihniyet bakımından milli tarihimizin dev şahsiyyetleri olan eslâfından farksızlığını O'nun müdâfaasında yer alan şu cümle açıkça ortaya kovmaktadır:

"... Şimdi bana bi-gayri hakkın (haksız olarak) ihanet-i vataniyye isnad edenler. Hilafet i hukuk ve nüfuzundan tecrid ve tâdil ederek bu "Saltanat-ı Muhammediye"yi yıkmışlar ve yalnız vatanlarına değil, bütün Âlem-i İslâm'a ihânet etmişlerdir."

Bu "Saltanat-ı Muhammediye" öyle bir tâbirdir ki, Osmanlı Devleti'ni bundan daha mükemmel bir sûrette ifâde edebilecek başka bir tavsif bulunamaz.

11 - Sultan Vahideddin merhum, memleket münevverlerine güvenmek gibi bir hatanın kurbanı olmuştur. Eğer, bu hata ise, bunu dere edilen müdâfa- anâmesinde kendisi de mûteriftir. Fakat güvenmeyip de ne yapacaktı?!. Devleti, tek başnıa sevk ve idâre edecek değildi ya!.. İş başma getirdiği insanların hepsi de Saltanat ve Hilâfet'e, hattâ Pâdişah'ın şahsına sadâkat yemini yapmış insanlardı. Düşman, nice zamandan beri memleket münevverlerini kendine bendetmiş ve bütün kaleleri içten fethetmiş bulunuyordu. Nâmuslu adam o kadar azdı ki... Namuslu ve muktedir... Zavallı Vahideddin ne yapabilirdi?!..

Memlekette iş görebilecek herkes ya İttihaçı, ya da O'nun tâbiri ile "İttihatçı bulaşığı" idi. Üstelik merhûm, buhranlar had safhaya ulaştıktan sonra taht'a geçmişti. Alev bacayı sardıktan sonra ne yapılabilirdi ki, O'nun bunu yapmamakla ithamı mâkul addedilebilsin?! Elhâsıl elli-altmış yıl sonra olsun, bir parça insaf ve müsâ- mahaya nâil olmak herkes gibi O'nun da hakkı değil midir?...

12- Yurttan ayrılışının sebeplerinden biri de "tekrar dönmek" hususundaki kavi ümidi idi. Bu da gördüğü bir rüyanın tâbirinden doğmuştu. Kim bilir bu tâbir, -belki de-şahsı için değil de, temsil ettiği müesseseye aiddir.Bunuda zaman gösterecektir !.

Kadir Mısıroğlu - Sultan Vahideddin

-----------------

Dipnot:

(1) Aslında bu noktada, Sultan Vahideddin merhûm da "çıplak gerçek"lerden haberdâr değildir. Kısaca söylemek gerekirse, İtilâf Devletleri içinde en nüfûzlusu olan İngilizler, Venizelos'a İzmir'e çıkarma yapma müsaâdesini vermekle, hem Yunanlılar'a ve hem de bize -hâlâ lâyıkıyla anlaşılamamış olan- bir oyun oynamışlardır. Şöyle ki: Yunanlıları sonuna kadar desteklemek kararında değildiler. Fakat baştan bunu onlara belli etmediler. Maksad, Türkiye'deki İslâmî rejimi -daha emin bir tabirle söylemek gerekirse- Hilâfet'i yıkacak bir buhrana âmil olmaktı. Bu sağlandıktan sonra Yunan'a yardımı kesecek ve onların Anadolu içlerinde re'sen devam ettirmeye güçleri yetmeyeceği muhakkak olan askeri harekatlarını akamete uğratacaklardı. Böylece, bir taraftan bütün İslâm Dünyası ve bu arada pek tabiî olarak petrolü haiz bulunan Ceziretü'l-Arab'ın nokta-i istinad ve vahdeti olan Hilâfet yıkılırken, Yunan'a galebe sağlayacak olan Anadolu'daki askerî rüesâ da matlub olan inkılâplar için şükûh, yani münâkaşa edilemez bir otorite kazanacaktı.

Bu plânın, İstanbul'un o zamanki Hilton'u demek olan Pera Palas Oteli salonlarında başlayıp Londra ve Ankara'ya kadar uzayan pazarlıktan ve bunun dakik teferruâtının bugünkü çarpık mevzuâtımız karşısında tafsili imkânsızdır. Biz bu hususta, dikkatli ve hakşinas okuyucularımızı, Eskişehir Örfî İdare Mahkemesi'nde muhakeme ve hapsedilmemize sebep olan konferansı tetkike dâvet ederek mes'eleyi burada kapatırken biri bizden, diğeri de Yunanlılardan olmak üzere iki müdekkik âlimden almmış birkaç cümleyi dikkatlerinize arz edelim. Bizden olan âlim Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi'dir. 1928 yılında Gümülcine'de çıkarmaya başlağı "Yarın" isimli haftalık gazetede tefrika sûretiyle yayınladığı "İslâm'da İmâmet-i Kübrâ" adlı eserinde diyor ki;

"İngilizlerle Mustafa Kemal muvâzaasının âsârını (eserlerini), Lozan müzâkerâtı zamanına kadar te'hir etmeyerek "Mudanya"Mütârekesinden Yunan inzihamından evvelki, yani İngilizlerle Anadolu'da zuhûr eden Kemâl'i kıyamını bastırmak üzere hem İstanbul'daki halife hükümetine cebr-u tazyik icrâ ettikleri, hem de müşkülât ikamdan hâlî kalmadıkları zamanlarda bile bulmak mümkündür. İstanbul'un ve Halife'nin ecnebî işgâl-i askerîsi altında serbest hareketten mahrum vaziyeti, Anadolu'yu Halife aleyhine ayaklandıran Mustafa Kemal'i mücâdelede gâlip getirmeye sebep olduğu gibi mebdeinden itibaren üç sene süren Mustafa Kemal harekâtının, Yunanlılara karşı yüz ağarlamıya- rak mağlubiyetle ve Anadolu dâhilinde şehirden şehire çekilmekle geçen birinci, ikinci ve kısmen üçüncü senelerinde bile müdafaa-i memleket nâmına yine bu hareketten hayır ve menfaat husûlî ihtimâlini hatırından çıkarmayan ve esasen Mustafa Kemal'i Anadolu'ya husûsî bir sıfat ve mâhiyette gönderen Padişah'ın hiçbir zaman bu kıyamı tam bir ciddiyetle bastırmak meslekini iltizam etmeyerek İngilizler'i savsaklamakla vakit geçirdiği ve Mustafa Kemal'le onlara oyun oynamaya çalıştığı esnada İngilizler de aynı adamla Padişah'a, Makanvı Hilâfet e oyun etmek fırsatını kaçırmamalardır. Harb-i Umumî neticesinde İzmir'i velev muvakkaten olsun, İstanbul'daki Hilâfet Hükümeti'nin elinden alarak, Yunanlılar'a veren ve sonra bunu Ankara'nın lâik hükümetine iâde eden İngilizler, kasden kabahatli vaziyete düşürdükleri Hilâfeti, bu alışveriş içinde Âlem-i İslâm'a sezdirmeden komisyon olarak aldılar." (Bkz: "Yarın Gazetesi"- 1 Teşrinisâni 1929 tarih ve 53 numaralı nüsha.)

" ... Ve el altından Mustafa Kemal ile anlaşarak Türkiye nâm ve hesabına müsaâdâtı O'na va'd etmek ve kendisini bu sûretle Halife'nin şahsına karşı takviye ve teşci' eylemek tarzında tâkip olunan plân sayesinde Hilâfefe âid Ingiliz sûîkasdi yoluna girmiş olduğu gibi bu işi Mustafa Kemal'e gördürmekle şöyle bir suhûlet ve maharet de var idi ki, Alem-i İslâm'ın o zaman Münci-i İslâm ve Münci-i Hilâfet tanıdığı Mustafa Kemal'in Hilâfet'i yıkacağını kimse hatırına getirmiyor..." (Bkz: aynı gazetenin 54 numaralı nüshası).

Yunanlı âlim ise Dimitri Kitsikis'tir. Paris'te verdiği ve dilimize "Yunan Propagandası" adıyla nakledilen doktora tezinde diyor ki:
" O sırada İşçi Sosyalist (Komünist) Partisi sekreteri olan
Yani Kordatos'a bir gün bir adam geldi. Sovyet Hükümetiyle Üçüncü Enternasyonal'in temsilcisi olduğunu söyledi. Atina'ya bir İsveç pasaportuyla ve gizlice girmişti. Önce Zinovyev, Troç- ki ve Çiçerin'in imzalarını taşıyan itimad mektubunu gösterdi ve şunları söyledi:
"
Sovyet Hükümeti, Yunanistan'a Anadolu'nun işgali konusunda düştüğü çıkmazdan kurtulması için yardıma hazırdır, önce Mustafa Kemal'i maddi ve manevî olarak desteklemekten vazgeçecek, sonra da..' (Bkz: Dimitri Kitsikis« "Yunan Propagandası", İstanbul 1966 sh. 68 • 69).

Daha şimdiden elimizde« Fransız kapitalistleri ve emperyalistleriyle ilişkileri bulunduğuna dâir işaretler değil, kesin deliller var. Varın öbürgün eğer bunlar harbi kazanır ve Yunanlıları Anadolu dan ve Trakya dan kovarlarsa, başında Mustafa Kemal bulunsun, bulunmasın, Türkiye Batıya yönelecektir,./' (Bkz: a.g e. Syf;. 69).
Devamını Oku »

Devleti yıkan büyük bozgun

Devleti yıkan büyük bozgun

Padişah Sultan Vahidüddin’in:

“Paşam, size Suriye ordusunun kumandanlığını verdim. Bu cephenin hayati bir ehemmiyeti vardır. Arzu ediyorum ki, hemen oraya gidiniz ve Suriye’nin düşman eline geçmesine meydan ver-meyiniz. Size tevdi eylediğim bu vazifeyi büyük bir maharetle ifa edeceğinizden eminim” diyerek 7’nci Ordu Kumandanı yaptığı Mustafa Kemal Paşa, cepheye gelişinden birkaç gün sonra başlayan şiddetli muharebelere girdi. Mustafa Kemal Paşa’nın Birinci Ordu’ya ikinci kere tayiniydi bu. Daha önce kendisi istifa ederek ayrılmisti. Bu muharebeler çok önemliydi. Çünkü Rusya’da çıkan  Bolşevik ihtilali dolayısıyla Rus ordusu Kafkasya’da esaslı bir zülmeye uğramıştı. Şark cephesinde kazanılan başarıyla ordumuz Kafkasya’ya girmişti. Nihayet 18 Aralık 1917’de Erzincan’da Ruslarla mütareke imzalanmıştı.

‘Türkiye’ye asıl darbe güneyden indirilecekti. İngilizler Kudüs’ü zapt ederek (9 Aralık 1917) Suriye’ye dayanmışlardı, irak’ın büyük kısmı çoktan kaybedilmişti. General Allenby, kesin sonuçlu taarruz için 1918 Eylül’üne kadar hazırlanacaktı.

“Türkiye, bu harbi yalnız düşman kuvvetlerinin üstünlüğü ve harp gücünün yetersizliği yüzünden kaybetmiyordu. Kaybın ve fazla yıpranmanın asıl sebebi, harbin son derece fena idare edil-mesi ve üst üste büyük stratejik hatalar yapılması idi.”

İngiliz saldırısıyla başlayan muharebeyi Mustafa Kemal şöyle anlatıyor:

“Bu gece şiddetli bir muharebe ile geçti ve ordumun sol cenahı bozuldu, esir düştü. Buradan düşman süvarisi geçti, Liman von Sanders’in karargâhına kadar vasıl oldu. Ordumla sahralar ve ne-hirler geçerek Şam’a ricate mecbur oldum. Burada çekilen meşak-katin izahı uzun olur...”

“Lozan: Zafer mi, Hezimet mi?” adlı eserde, bu izah edilmeyen hadise şöyle açıklanıyor:

“Filistin cephesinde üç ordumuz vardı. 4’üncü, 7’nci ve 8’inci Ordulardan mürekkep olup ‘Yıldırım Ordular’ adını alan bu kuv-vetlerin cephe kumandanı, Liman von Sanders idi. 4’üncü Ordu Kumandanı Arapgirli Cevad Paşa, 7’nci Ordu Kumandanı ise M. Kemal Paşa idi. Cephe umumi karargâhı Nasıra’da bulunuyordu. 4’üncü Ordu’nun merkezi Salt, 7’nci Ordu’nun Nablus, 8’inci Or-dunun ise Hıl-u Kerem kasabalarıydı. 31 Ağustos 1918’de bu cep-hede o kadar anî bir çöküş meydana geldi ve bu hâl o derece sü-ratli bir hezimete yol açtı ki, kilometrelerce geride bulunan ordu kumandanları bile canlarını güçlükle kurtarabildiler... Gerçekten devletimizi Mondros Mütarekenamesi’ni imzalamaya mecbur rakan bu hezimet esnasında 8’inci Ordu Kumandanı Cevdet karargâhından kalpağını bile alamadan atmış ve burada 3’üncü Kolordu Kumandanı İsmet Paşa’yı (İnönü) tellal bağırtarak aramaya mecbur kalmıştı. Bu hezimet, Birinci Ordu’nun sağ ve solundaki 4’üncü ve 8’inci Ordulara haber vermeden anî bir şekilde ricat etmesiyle ortaya çıkmıştı...

“Bu suretle merkezî durumdaki 7’nci Ordu’nun anî ve habersiz ricatiyle cephede açılan boşluktan saldıran İngilizler, sağ ve soldaki 8’inci ve 4’üncü Orduları arkadan kuşatarak 75 bin esir ve 375 adet top ele geçirmişlerdir.

“Bizzat M. Kemal Paşa bile ‘az daha esir olacaktı.’ Emir zabiti Yüzbaşı Bedri Bey, Şeria Nehri’nde tesadüfi bir geçit buldu. Büyük şef, hayatını bu suretle kurtarabildi. Altı yüz kilometrelik ricat hattı üzerinde düşman eline 75 bin esir ve 375 top geçmişti.

“Diğer kumandanlar gibi M. Kemal Paşa da, sekiz kişilik maiyetiyle resmî elbiselerini bile giymeden kendini Şam’a atmış, fakat burada da duramamıştır. Bakiye kuvvetlerin kumandasmı Cemal Paşa’ya terk ederek Rabak’a gelen M. Kemal Paşa, bu vakıayı gazetecilere şöyle anlatmıştır:

“O gece şunu anladım ki: Bütün kıtaat ve cephelerde kumandanlık kalmamıştı... Binaenaleyh mecnunane denecek bir emir verdim: Şam’da bıraktığımız kuvvetler İsmet Bey’in, Rabak civarındaki kuvvetler ise Ali Fuat Paşa’nın emrinde ve bu kuvvederin hepsi şimale doğru hareket etsinler!..

“Gazetecilere bir askerî emir gibi not ettirilmiş bulunan bu sözlerin manası açıktır: İstikamet kuzey, herkes başının çaresine baksın! Filhakika bu emrin hakiki mahiyetinin tefsir ettiğimiz gibi olduğunu M. Kemal Paşa da teyit ederek:

“-Bu hareket amelî idi. 7’nci Ordu’nun isminden ve bazı döküntülerinden başka bir şey kalmamıştı. Bu döküntüleri Suriye’nin kuzeyinde Halep’te toplamak ve orada yeni bir karar vermek gerekiyordu, demektedir.

“Gerçekten 600 kilometrelik mesafeyi, yani ancak 20-25 günde katedilecek bir yolu sürade aşıp Halep’e gelen M. Kemal Paşa, burada kendi ifadesine göre ‘ahalinin hücumuna uğramış ve so-kak muharebeleri yapmış!...' Kendisine ateş açıldığı bir arada yanında bulunan şoförüne işaretle yavaşlayan otomobiline atlamış, atlarken de Halep kumandanma emir vermiş:

“-Halep ve civarındaki kuvvetleri şimale çekip, orada harp edeceğiz!...

“Bu emir üzerine, Yıldırım Ordular Karargâhı Halep’ten Fatıma’ya naklolundu ve Yıldırım Ordular Kumandanlığına ‘Umum Cenup Orduları Kumandanı’ sıfatıyla M. Kemal Paşa cephe kumandanı tayin edildi. Fakat bu unvan da onun Halep civarında yeni bir müdafaa hattı teşkil ederek düşmanı durdurmamaya çalışmasını temin edemedi. Karargâhını 200 kilometre daha geride olan Adana’ya çekti.”

Bu son derece süratli bozgun, Mondros Mütarekesi imzalanarak durdurulmasaydı, herhâlde düşman orduları bütün Anadolu’yu çiğneyerek İstanbul’a dayanacaktı... Alman yazar Bishcaff, “Ankara” adlı eserinde bu durumu şöyle açıklar:

“(,..)30 Ekim 1918’de imparatorluğun yıkılması manasına gelen Mondros Mütarekesi imzalanmasa idi, Halep’in üzerine sirayet etmiş olan bozgun İstanbul’un kapılarına kadar devam edecekti...”

Bütün Suriye’nin kaybı, bir aydan az zamana sığdırılmıştı. “Facianın son perdesi Suriye’de oynanıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisi, buradaki muharebelerle ve bozgunla resmî ifadesini bulacaktı.” (age., s. 21.)

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nm Viyana bozgunundan daha feci bir mağlubiyet ve hezimetti bu... Çünkü Kara Mustafa Paşa’nın hezimeti, yeni bir fetih yolunda ve sınırlarımızın gerisinde cereyan etmişti; sonunda da istiklalimizi tehlikeye atmamıştı. Bu bozgun öyle değildi: Nasıl başlayıp geliştiğini bir de hezimeti bizzat yaşayan bir asker olarak rahmetli Cevad Rifat Atilhan’dan dinleyelim:

19 Eylül 1918 sabahı, büyük ve kahraman bir ordunun birden-bire çöküş tarihidir. Öyle bir çöküş ki, tarihimizde benzeri yoktur... Dört uzun yıl her türlü zorluğa göğüs geren ve “Of!” demeden bütün meşakkatlere vatan ve Allah aşkı için mukavemet eden bir ordu, muhtelif hıyanetlerin neticesi olarak seller gibi gerilere doğru akmaya başladı... Tel Nermin ve Salt üzerinden Amman istikametine doğru bu sel akıp gidiyor ve önüne geçilemıyordu.

Yorgun asker, morali bozulmuş birlikler bir müddet için “Süveylah” isimli bir Çeçen köyünde durdu. Memen o aralık, ordunun otomobil bölüğü kumandanı Konyalı Hattatzade Mustafa Bey, askere bir hitabede bulundu:

“Arkadaşlar, bu gidiş nereye? Böyle darmadağın çekiliş bizim topyekûn mahvolmamıza sebep olur! Allah kıyamet gününde bizden bunun hesabını sorar. Allah ve Resulü’ne inananlar, Allah yolunda senelerce mücadele edenler, kendilerine cennet-i ilada hazırlanmış olan mevkileri feda etmemelidirler...”

Bu sesleniş tesirini gösterdi. Amman’a vardığımız zaman ar» dunun başmüfettişi Yafalı Abdülkadir Muzaffer Hazretleri, kıtalara gayet müessir, gayet dokunaklı hitabelerde bulundu ve bir miktar daha saflar düzelmiş olarak ricat devam etti.

“Demek oluyor ki, en ümitsiz ve müşkül durumlarda sarılacağımız ve güveneceğimiz tek kuvvet, Azimüşşan olan Cenab-ı Hak ve O’nun lütf-u keremi ve yardımından başka bir şey değildir...

“Bu akışı kim, nerede ve nasıl durduracaktı? Öyle ki, düşman lüvarileri peşimizi bırakmadığı hâlde, bize yetişemiyor. Zaman aman şurada burada duraklamalar ve düzelmeler oldu ise, o da tabur imamları ile alay müftüleri ve din adamlarının müessir telkinleriyle olmuştur.

“Feci bir mağlubiyetti bu... Dünya siyonizmi, farmasonluğu» yerli hainler ve İttihat ve Terakki’nin kötü idaresi, milleti felakete sürükledi...”

Son Bozgun,Vehbi Vakkasoğlu,syf;44-48 [5]
Devamını Oku »