3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

 3 Ciltlik Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi? Kitabının Özeti

LOZANDA MADDDİ VE MANEVİ KAYIPLAR;

Lozan; muazzam bir imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır…

Türkün şahsına İslam’dan intikam alınarak, bütün bir islam dünyasının başsız bırakılmasıdır!…

Lozan’ın getirdiği, adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış iktisadi kaynaklardan mahrum, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş gayrı tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir!!

Şimdi mâruz kaldığımız kayıpları iki grup hâlinde arz edelim.
Misak-ı Millî‘ye nazaran “asgarî vatan” sayılan arazî bugünkü  vatanımızdan mâada, Batum, Batı Trakya, Adalar, Kıbrıs, Antakya, Halep  ve Musul ‘u da ihtiva ediyordu. Bunların feda edildiği mâlûmdur. Daha  fazlasının talep edileceği düşünülürken şu arazi kayıplarına ilâveten  başka maddî kayıplara da mâruz kalınmıştır.
Bunlar, “Harp Tazminatı, Gemi Bedelleri, Vakıf Bedelleri ve Osmanlı Borçlarının Taksimindeki Adaletsizlik” gibi hususlardı.
Şimdi maddî kayıpları hülâsa edelim.

Batum

Batum 93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda Ruslar’a  geçmiş, kırk yıl esârette kaldıktan sonra 1918 başlarında tekrar  Anavatan’a iltihak edebilmişti. Bunun için Ruslar ile aramızda imzalanan Brest-Litovsk Muâhedesihalkın reyine müracaatı kabul etmiş, yapılan  plebisitte kahir ekseriyetle Türkiye’ye ilhak lehinde rey  kullanılmıştır. Ermeniler’in plebisiti kabul etmemeleri üzerine bir kere de Kâzım Karabekir, harben burayı kurtarmış ve Anavatan’a bağlamıştı. O devredeki I.Büyük Millet Meclisi’nde 4 Batum mebusu bile vardı. Şu  gerçeklere nazaran Batum, Misak-ı Millî’ye dahildi. Yani 3O Ekim 1918′de fiilen elimizde bulunmaktaydı. Lozan’da Ruslar’ın da konferansa  katılmış olmalarına rağmen burası talep bile edilmemiştir. Nasıl  edilebilirdi ki; 1921′de imzalanan Moskova Muâhedesi ile Batum tekrar  Rusya’ya verilmiş, karşılığında kırk bin piyade tüfeği ile beş milyon  ruble alınmıştı.

Batı Tırakya

Batı Trakya’nın da Misak-ı Millî’ye dahil olduğu münakaşasız bir  gerçek tir. Buna Yunanlılar bile itiraz etmemektedirler. Hatta burada  mütâreke sıralarında “Batı Trakya Hükûmeti Müstakillesi” bile  kurulmuştu. Lozan’da İnönü burasını, talep etmek yerine Yunanistan’ın  elinden alınıp, Bulgaristan’a verilmesi için çalışmıştı. Buna Yunanlılar bile şaşmış da Venezilos :

“Şu Bulgarlar’a şaşıyorum. Bizimle harb edip de zafer mi  kazandılar ki, bizden toprak istiyorlar? Fakat asıl hayret ettiğim, İsmet Paşa’dır. Kendi elinde olmadıktan sonra, ha Yunanistan’da olmuş, ha Bulgaristan’da. Ne değişir ki, burasının bizden alınıp Bulgaristan’a  verilmesi için çalışıyor?” demek mecburiyetinde kalmıştır. Bulgaristan Dedeağaç İskelesi’nden Ege’ye açılmak istiyor, İsmet Paşa  da akıl almaz bir şekilde bunu destekliyordu.

Adalar

1911 Trablusgarp Harbi çıktığı zaman İtalyanlar ânî bir baskınla Ege  Denizi’ndeki adalarımızı işgal etmişlerdi. Arkasından Balkan Harbi zuhur edince, İtalyanlar ile anlaşma yapılarak tek cephede harp etmek  ihtiyacı hissedilmiş ve 1912 tarihli Uşi Anlaşması ile Trablusgarp  Harbine nihâyet verilmişti. Buna göre, biz Trablusgarp’ı İtalya’ya  bırakıyoruz, onlar da Adalar’ı bize geri veriyorlardı, iâde ediyorlardı. Ancak, Yunanlılar’ın eline geçmesinden korkulduğundan Balkan Harbi  bitene kadar emâneten bunların, İtalyanlar elinde kalması kabul  edilmişti. Fakat Balkan Harbini müteakiben I.Dünya Harbi ve sonra da  Yunan Harbi başlayınca Adalar’ın bize devri gecikmişti. Demek oluyor ki, bunları Lozan’da topyekûn dava etmek gerekiyordu. Çünkü hukûken bize  aid olduklarına itiraz eden yoktu. Ama ne yazık ki, Türk murahhas heyeti bu işte de çeşitli tâvizler vererek fırsatı elden kaçırmıştır.

İnanılmaz bir gerçektir, ama İkinci Murahhas Dr. Rıza Nur, “Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir.  Bunların bir kısmı Yunanlılar’ın, bir kısmı İtalyanlar’ın elinde. Ahali  ekseriyetle Rum. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık,  iktisadî vaziyet cihetiyle Adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecâvüz  için mükemmel üssül hareke olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de muhafaza etmek kudreti var. Muhafazaları büyük masraflar ister.  Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve  alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez” demektedir…

Buna ilâveten askerî müşâvirimiz Tevfik Bıyıklıoğlu ‘nun Limni  Adası’nı müttefikler münâkaşasız bize verdikleri hâlde zapta geçmeyi  unuttuğu için kaybettiğimizi de tekrarlayalım.

Adalar meselesinde yapılan diğer bir hata da bu adaları gayr-i askerî hale getirirken, bunu Marmara Denizi’ne kadar şumüllendirmek ve  Antalya’nın önündeki Meis Adası ‘nı bile Yunanlılar’a kaptırmak  olmuştur.

Adalar mevzuunda Lozan’dan sonra bile birçok hatalar işlenmiş olmakla beraber, bunlar mevzuumuz hâricidir. Şu kadarını söylelimki Alman  Harbi’nde İtalyan hakimiyetindeki Ege adaları, Alman işgaline geçmiş ve  Almanlar çekilirken bu adaları bize devretmeyi teklif etmiş olduğu  halde, o günkü Türk Hükûmeti akıl almaz bir ahmaklıkla bu teklifi  değerlendirememiştir. Bugün Yunanistan “Kıt’a sahanlığı” meselesi ile  gırtlağımızı sıkabilmekte ise, hep bu adalar sayesindedir. Ayrıca NATO  üssü diyerek Adalar’ın Lozan’daki statüsünü bozan Yunanistan, yalandan  bir oyun bozanlık ile bir ara NATO’dan çıkmış sonra tekrar girerken de  Adalar’ı dahil etmeyerek, bunlardaki askerî üsleri kendi kontrolüne  geçirmek imkânını bulmuştur.

Kıbrıs

93 Harbi denilen 1877-78 Türk-Rus Harbi sonunda İttihat Terakki’nin  mübeşşirlerince mâruz kaldığımız felâketi hafifletmek maksadıyla Sultan  Abdülhamid Han siyasî bir manevra çevirmiş ve bu iş için İngilizler’i  kullanmıştı. Çünkü onlar da Hindistan’ın Kuzey kesimindeki menfaatleri  itibariyle Ruslar’ın ilerlemesine karşı çıkmak mecburiyetindeydiler.  Fakat bize yapacakları iyilik mukabilinde bir tâviz olarak Kıbrıs’ı aldılar. Zira burası Hindistan yolunun emniyeti bakımından kendilerince  mühim idi. Anlaşmanın bir şartı da Ruslar, başta Batum olmak üzere  Elviye-i Selâse ‘yi(üç vilâyet yani Kars, Ardahan ve Batum) bize iâde  ettikleri takdirde, onlar da Kıbrıs’ı geriye vereceklerdi. Lâkin I.Cihan Harbi’nde biz İttihat Terakkicilerin hesapsız hareketleri sebebiyle  Almanlar’ın yanında yer alınca, İngilizler 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs Adası’nı ilhak ettiklerini ilân ettiler.

Türkiye, bu emr-i vâkiyi kabul etmedi. Mesele Türkiye ve İngiltere arasında muallakta kalmış oldu.  Bunun da Lozan’da halli gerekiyordu. Lozan zâbıtlarını baştan sona kadar okuyanlar, Kıbrıs Adası’nın murahhaslarımızca talep olunduğuna dair bir tek cümleyle karşılaşmazlar. Muâhedenin 20. maddesi ile Türkiye’nin İngilizler tarafından 5 Kasım 1914 tarihinde ilân olunan ilhak kararını tanıdığı beyan edilmektedir. 21. maddede ise, orada yaşayan ahalinin  artık Türk tâbiiyyetini kaybederek İngiliz tâbiiyyetini kazandığı hükme  bağlanmaktadır. Ancak bizim murahhasların itirazı ile buna bir istisna  getirilmiş ve isteyenlerin iki sene içinde Türk tâbiiyyetini tercih  edebilecekleri kabul olunmuştur. Ancak bu tercih haklarını kullananların, müteakip 12 ay zarfında Türkiye’ye hicreti mecburî  kılınmıştır. İşte Kıbrıs Adası’nda Türkler ve Rumlar arasındaki nüfus  dengesizliği, bu sebepten kaynaklanmaktadır.

Sadece bu sebepten mi? Hayır… Bir de şu var: II.Cihan Harbinde açlık  ve bombardımandan kaçarak Ege sahillerimize sığınan on binlerce Rum,  istekleri üzerine, bizim tarafımızdan Kıbrıs’a taşınıp  yerleştirilmişlerdir.

Antakya

30 Ekim 1918 Mondros Mütârekesi’nin akdi sırasında Fransız orduları  Şam dolaylarında bulunuyorlardı. İşgallerini tâ Maraş’a kadar çok sonra  ilerletmişlerdir. Bu itibarla Antakya da Misak-ı Millîye dahildi. Fakat  Lozan’da talep edilmedi. Maraş hadiselerinde yediği dayağın tesiri ile  henüz hiç bir zafer kazanılmamışken 1921 yılında “Ankara İtilafnâmesi” ni imzalayan Fransızlar, Adana’nın Dörtyol kasabasına kadar bütün  bölgeyi kendi rızalarıyla boşaltıp bize teslim etmişlerdi. Lozan’a zafer kazanmış olarak gitmiştik. Fransızlar’dan bütün Antakya’yı talep etmek  zaruri idi. Lâkin Ankara İtilafnâmesi’nin çizdiği hudutlarla iktifa  edilmiştir.
Burasının bilâhare kurtarılabilmeside bizimkilerin dirayetinden  ziyade İngiliz ve Fransız rekabeti sebebiyle İngiliz telkin ve desteği  sayesinde mümkün olmuştur ki, bunun tafsilâtı da burada mümkün değildir.

Halep

Aynı sebeplerle Halep de Misak-ı Millî’ye dahildir. Mütâreke günü  ordumuz Halep’in 4O km. güneyindeki “Nibil Kasabası” nda idi. Ankara İtilafnâmesi ile hudut Halep’in 40 km kuzeyindeki Tibil’den geçirilerek, başta Halep şehri olmak üzere 80 km. derinliğindeki bir vatan parçası hudutlarımız hâricinde bırakılmıştır. Malûm olduğu üzere Müslüman  alfabesiyle yazıldığında Nibil ile Tibil arasında bir nokta farkı vardır. Bir nokta fark için Güney hudutlarımız 80 km kuzeyden çizilmiş demektir. Bunun da Lozan’da düzeltilmesi gerekirdi. Zabıtlarda baştan  başa Türk olan Halep için sarfedilmiş bir cümleye rastlamak mümkün  değildir!

Ve Musul

Bu öyle bir arazi kaybıdır ki, üzerinde ne kadar söz söylense azdır. İngilizler Mütârekenin imzalandığını duymadıkları iddiasıyla, ileri  yürüyüşe devam ederek burasını, 2 Kasım 1918′de işgal etmişlerdir.  Musul’un Misak-ı Millîye dahil olduğu öylesine aşikardır ki, Türk  murahhasları burası için aylarca münakaşa etmişlerdir. Fakat ne yazık  ki, sonunda bir taktik hatası ile, Musul’u da bize kaybettirmişlerdir!…
Lozan’da Musul, umûmî sulhun kaderinden tefrik olunarak, Türkiye ile İngiltere arasında 9 aylık bir müddet zarfında ikili bir sûrette  görüşülüp, halledileceği esası kabul edilmiştir. Bilâhare 1926 yılında İstanbul Kasımpaşa’da “Haliç Konferansı” adı ile toplanan konferanstan  da bir netice alınamayınca bu yüzden mesele Cemiyet-i Akvam’a gitmiştir. Buradan da aleyhimize karar çıkmak ihtimali belirince, Ankara’da 14  Haziran 1926 tarihinde gece yarısı bir anlaşma imza edilerek, Musul  ingiliz mandası Irak’a bırakılmıştır. Karamela şekeri nevinden, 25 sene  müddetle petrol gelirlerinden Türkiye’ye yüzde 10 verilmesi esası kabul  edilmiş ve bu da alınamamıştır.

Halbuki Lord Gürzon ‘un hatırâtına nazaran, İngilizler, Musul’u bize  vermemekte direnirlerse ve bundan dolayı sulh gerçekleşmezse, petrol  yüzünden sulhe yanaşmadıkları yolunda itham olunacakları endişesiyle  Musul vilâyetini toprak olarak bize bırakmak, ama petroller üzerinde  mümkün olanı sağlamak kararındaymışlar. Lâkin, Türk murahhaslarının  meseleye bakışlarındaki zafiyeti gören Lord Gürzon, kendi Hükûmetinin bu sûretle vâki kararını bir tarafa bırakarak, dayatmış ve Musul’u hem  arazi ve hem de petrol olarak İngiliz Kraliyeti’ne kazandırmıştır.

Musul’un kurtarılması için bilâhare de fırsatlar zuhur etmiş ve  bunlar günümüze kadar devam etmiştir. Musul, bugün üzerinde 2,5 milyon  (sağa sola kaçırılanlarla beş milyon) Türk’ün yaşadığı bir esir vatan  parçasıdır. Buradaki halk, Kürdüyle Türküyle Dünya’nın en mustarip  insanlarıdır. Türkiye’nin geleceği bakımından en ciddi bir tehlikeyi  teşkil eden“Kürtçülük hareketi” gibi, gitgide ahlâk ve mâneviyatı kemiren maddî sefâlete karşı da, kurtuluş çaremiz Musul’dur, onun  kurtarılmasıdır. Bunun için henüz bütün fırsatlar elden kaçmış değildir. “Körfez krizi” kapanmamış bir yara gibidir! Umarız ki, bütün siyasîler  ve eli kalem tutan herkes, Musul’un ehemmiyetini kavrar da bu mağdur  vatan parçasının kurtarılması için gönül ve amel seferberliği eder.

LOZAN’DA MANEVİ KAYIPLAR

En Büyüğü Hilâfet

Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu  neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli  çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine  sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da  atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın  ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran  konuşmalar yapıyordu.

Hatta İzmir İktisat Kongresi ‘ni açmaya giderken yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi  herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve  yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek,  Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı. Fahreddin Paşa’nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği “Mukaddes Emânetler”in geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı.

İnönü’nün  buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa’nın Hilafeti  yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye  edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa’nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi  çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa’ya anlattı. Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ile Hilafeti  methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz  sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya  gitmekte olan İsmet Paşa’nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemal  kendisine mülâki olunca, hareket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât  alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha  gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir.

Patrikhâne

Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve  Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti  sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh  deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un  işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans  bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır  edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye  hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir  ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir.İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon ‘a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da  Lord Gürzon ‘un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır. Lozan  Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu  husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu  uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza  edilmiştir.

Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran  imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan  Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35.  maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi” başlıklı bölümde  serâhaten ifadesini bulmuştur. Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana,  onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir  kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere  eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926′da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren  tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da  unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi  mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de  kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman  resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten,  çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul  etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!..  Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar  için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye’de  yaşamış olan PatrikAtenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik  ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.

Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara  tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek  kanun çıkartamaz.

Yüzellilikler Meselesi

Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim  ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler,  Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince,  bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki;  bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler  değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler  afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların  bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç  nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin  tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i  hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta  hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af  protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm  ilâve edildi.

Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli  kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu  insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler  yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna  kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.

Adlî Murâkabe

Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu   larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara  resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul  etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî  kayıplarından birini teşkil eder.
Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara  rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan  ibaret olacaktır:
” Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm  Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır! Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan  stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği  küçük bir Türkiye’dir. ”
Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken,  Lozan’ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!…

Kadir Mısıroğlu –  Tafsilatıyla öğrenmek için; Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?!, cild: 2ve 3

 
Devamını Oku »

Çanakkale Toprağı düşmanımıza satıldı (Lozan 128. madde)

lozan


Çanakkale’de Şehitlerimizin kanları ile sulanmış topraklar düşmanlarımıza satılmıştır (Lozan 128. madde)

Laiklerin bizi kurtardı dedikleri şahıslar, Lozan’da Çanakkale Şehitlerimizin kanları ile sulanmış topraklarımızı; düşmanlarımıza “satmışlardır” ama bu para karşılığı değil bildiğimiz kadarıyla… Bu noktada, satmak derken “hainlik” diyorum ben.


Lozan anlaşmasının 128. Maddesine bakalım: (Fotoğraf’a bakın)

**********

Bu konuda Mustafa Armağan şöyle diyor;

“Türk hükümeti”, “Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya hükümetlerine (düşmanlarımıza) (…) abideleri muhtevi olan arsaları ayrı ayrı ebediyyen terk etmeyi taahhüt eder.”

Ne demek bu toprakları ebediyyen, yani sonsuza kadar, İngilizcesiyle söyleyelim “in perpertuity” İngiliz’e, şuna buna vermek? Çanakkale’deki araziyi kıyamete kadar verdik demedikleri kalmış.

Soruyorum: Bizim şehitlerimizin de kanlarıyla sulanmış bir toprak parçasını emperyalistlere sonsuza kadar bırakmayı taahhüt etmek de dahil midir Lozan zaferine?

**********

`K. Çandarlıoğlu´

https://www.facebook.com/AntiChpArsivi
Devamını Oku »

Cumhuriyete Giden Yol:Siyasi Gelişmeler

 

Cumhuriyete Giden Yol:Siyasi GelişmelerMillî Mücadele, ulusal bilinçle ilişkisi olmayan bir köylüler topluluğuna, halkın Hıristiyanlara, özellikle de Ermeniler ve Rumlara karşı duyduğu mücadele azim ve kararlılığını, vatan ve millet tahassüsüne dönüştürmek yoluyla ulusal bilinç aşıla­mayı hedefleyen bir mücadeleydi. Kemalist seçkinler için, bu millî idealin gerçekleştirilmesi ve İttihatçılardan devralman it­tihat ve terakki ana hedefinin başarılması, taktik seviyede yan­sıtılmış pragmatik bir yaklaşımı kaçınılmaz kılmaktaydı. Mus­tafa Kemal bunu şöyle ifade eder:

‘’... bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyet-i milliyeye müstenit, bilakayd-ü şart müstakil yeni bir Türk dev­leti tesis etmek!.(Nutuk,cilt:1,syf;11) Bu mühim kararın bütün icabat ve zaruriyatı­nı ilk gününde izhar ve ifade etmek elbette musip olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakayi ve hadisattan is­tifade ederek milletin hissiyat ve efkarını ihzar eylemek ve ka­deme kademe yürüyerek hedefe vasıl olmaya çalışmak lazım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz senelik ef-al ve icraatımız bir silsile-i mantıkiye ile mütalaa olunursa, ilk gün­den, bugüne kadar takip ettiğimiz istikamet-i umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve teveccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiş olduğu kendiliğinden tebarüz eder.(age,14)’’

‘’...ben, milletin vicdanında ve istikbalinde ihtisas ettiğim büyük tekamül istidadım, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak peyderpey, bütün heyet-i içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde idim.’’

Abdullah Cevdet’in “Pek Uyarak bir Uyku” isimli “rüya” makalesinde özlemini dile getirdiği, “gülü ve dikeniyle” Batı medeniyetinin izinde yürüyen Türkiye’nin gerçekleştirilmesi yolunda, Mustafa Kemal’in benimsediği “bekle gör” ve “yıldı­rım harekâti” taktiklerinin konjonktürel kombinasyonundan oluşan stratejisi, aracı amaçla meşrulaştıran Makyavelist siyasî geleneğin açık bir tezahürüdür. Yoksul, bezgin ve çaresiz Anadolu halkının desteğini kazanmakta son derece başarılı olan bu pozisyonel taktik, Mustafa Kemal Paşa açısından ikili bir söylemi gerekli kılıyordu. Millî Mücadele boyunca “millet” ve “milliyetçiliğe” ilişkin olarak kullanılan tüm kavramlar iki uçlu bir anlam kümesine sahipti. “Millî Mücadele,” “millî is­tiklal,” “millî hareket,” “kuvay-ı milliye,” “millî zafer,” “hâki- miyet-i milliye,” ve “Büyük Millet Meclisi” gibi kavramların tümü istiklal davasının “millî” etiketli ulusçu söylemim oluş­turmaktaydı.10 “Millî” kelimesinin “dinî olan” ve “ulusal olan” şeklinde iki anlama da gönderme yapabilmesi sayesinde, en azından kavramsal düzeyde ulusçu söyleme geçişe zemin hazırlanmaktaydı. Keza, vücuda getirilen yeni kuramların “ulu­sal” niteliği usta bir şekilde gizlenmekteydi, Böylece, mesela, Sivas Kongresinden sonra oluşturulan Heyet-i Temsiliye, geçi­ci bir hükümeti değil, “milletin muhabere merciini” temsil etmiş oluyordu. Ankara’da kurulan Meclis değil, geçici ve olağanüstü bir meclisti.

Hıristiyan işgali”ne halkın karşı koyma azim ve kararlılığını önce millî gayret e, sonra da “güdümlü ulusal irade ve egemenliğe tahvil etme, Millî Mücadele’nin, Mustafa Ke­mal in liderliğini yaptığı “Batıcı” siyasî seçkinler açısından, kı­sa ve öz hikâyesini oluşturur. Misak-ı Millî (17 Şubat 1920), Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin açılışı (23 Nisan 1920), iş­gal kuvvetlerinin nihaî yenilgiye uğratılması (30 Ağustos 1922) ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanı (29 Ekim 1923) Mus­tafa Kemal Paşa’nın kendisine sakladığı “millî sırrın kilomet­re taşlarını oluşturan gelişmelerdir.

30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’ne aykırı olarak İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunanistan tarafından işgali, halkta büyük bir tepki doğurdu ve Anadolu’da Müdafaa-i Hukuk Ce­miyetleri adı altında direniş hareketlerinin örgütlenmesini tah­rik etti. Yunan işgaline karşı koyma iradesi, “İslâmî gayret’le şekillenmiş olarak yükselen Türk ulusal bilincinin ilk tezahü­rüydü. İşgal, Millî Mücadele hareketinin muharrik gücü ve ezelî beka sendromunun yeni besleyicisi oldu. Diğer birçok ulusal oluşum örneğinde olduğu gibi, savaş, yeni doğmakta olan Türk ulusal kimliğinin beşiği işlevini gördü.

Türk ulusal seçkinleri, işgal üzerine Anadolu’da Mustasa Kemal Paşa’nın önderliğinde, hem İstanbul hükümetine, hem de işgal kuvvetlerine karşı ulusal bir direniş hareketi or­ganize etmeye çalıştı. Bu amaçla Amasya (19 Haziran 1919), Erzurum (23 Temmuz 1919) ve Sivas’ta (4 Eylül 1919) çeşitli toplantı ve kongreler yapıldı. Bu toplantılarda, daha sonra Misak-ı Millî belgesinde ifadesini bulan, mücadelenin olmazsa olmaz esasları belirlendi.

Amasya Tamimi ve Erzurum ve Sivas kongrelerinde benim­senen hükümleri esas alan Ahd-ı Millî, bilinen adıyla Misak-ı Millî (Millî And), memleketin tam bağımsızlığının (istiklal-i tamme) temelini oluşturdu. Misak, çoğunluğunu Müslüman­ların oluşturduğu, dinde ve kültürde müttehit yeni Türki­ye’nin sınırlarım belirliyordu. Millî Mücadele hareketinin oda­ğı ve milliyetçi diplomasinin hareket zemini olarak Misak, Os­manlı Devletinin sultan-halifesi ve anayasasıyla birlikte korun­masını öngörüyordu. Mustafa Kemal Paşa içinse, Misak yal­nızca yeni devlete ve zihninde “millî bir sır” olarak sakladığı yeni rejime doğru ileri bir adımdı.

İtilaf ülkelerinin işgal güçleri, Millî Misak’a, İstanbul’u res­men işgal ederek (16 Mart 1920) ve çok sayıda parlamenteri tutuklayıp Malta Adası’na sürgün ederek cevap verdi. İstan­bul’un işgal edilmesi ve son Osmanlı Parlamentosunun da da­ğıtılmasına, Millî Mücadele güçleri, 23 Nisan 1920’de Anka­ra’da kendi parlamentolarını kurarak karşılık verdiler ve müt­tefik güçler tarafından empoze edilen “ecnebî esareti”ni kate­gorik olarak reddettiklerini, Fransız millî egemenlik teorisin­den mülhem olarak “bilakaydü şart hâkimiyet-i milliye” ve “istiklal-i tam”mı sağlama kararlılıklarını dünya kamuoyuna duyurdular.

Ankara’da kurulan Meclis hükümetinin programı, resmî söylem düzeyinde, sultan-halifeye bağlılığını ve onun işgal güçlerinin esaretinden kurtarılmasını hedef olarak kabul etti­ğini, bu gerçekleştiğinde de Büyük Millet Meclisi’nin sağlaya­cağı hukukî çerçeve içinde yerini alacağını belirtiyordu. Bu­nun da ötesinde “vatanı ve milleti” “emperyalizm ve kapitaliz­min” tahakkümünden kurtarmayı ve halkın tam bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamayı hedefliyordu. Bütün mebuslar bunun için yemin etmişlerdi.

İtilaf ülkeleri tarafından, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı böl­gelere yerel özerklik verilmesi ve bu bölge halkının bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabileceğini, Türkiye’nin Trak­ya ve Ege adaları üzerindeki haklan ile İzmir şehri ve etrafında­ki bölgenin Yunanistan’a bırakılmasını, bağımsız Ermenistan’ın tanınmasını, kapitülasyonların devam etmesini ve azınlıkların korunmasına dönük birtakım imtiyazlar öngören Sevr Antlaş­masının 10 Ağustos 1920’de kabul edilmesi, antlaşmayı barış değil, savaş antlaşmasına dönüştürmüştür. Antlaşmaya ilişkin olarak göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da, İstanbul Hü­kümetinin imzalamasına rağmen, son onay makamı olan padi­şah tarafından bu artlaşmanın imzalanmamış olması dolayısıy­la, hukukî bir değerden yoksun olmasıdır.

Ankara’daki “millîci” hükümetin antlaşmaya tepkisi, Millî Misak’a bağlılığını teyit etmek oldu. Yunanistan, İngiltere ve Ermeni liderler ile bazı Kürt aşiret liderleri dışında anlaşmayı tanıyan taraf olmadı. Şubat 1921’de yapılan Londra Konferan­sında, hem Ankara hükümeti hem de Yunanistan karşılıklı olarak yapılan teklifleri reddettiler.

Ankara Hükümetinin Çerkez kökenli Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, çıktığı Avrupa gezisinde İngiliz, Fransız ve İtalyan meslektaşlarıyla, Millî Misak hükümleriyle çelişen, bu yüzden de Büyük Millet Meclisi tarafından reddedilen, gizli anlaşma­lar yaptı. 11 Mart 1921’de Fransız Dışişleri Bakanı AristideBriand’la yaptığı antlaşma özellikle tepki doğurmuştu. Mustafa Kemal Paşa, bu anlaşmanın “dinî azınlıklardan” ayrı olarak “ırkî azınlıkların korunması”na ilişkin maddesine tepki gös­termişti; çünkü bu, Ermeni azınlığın yaşadıktan bölgelerde politik bir topluluk halinde sayısal olarak çoğalmasını hedefle­mekteydi.

Yunanistan’ın Anadolu’daki işgal güçlerinin Eylül 1922’de nihaî yenilgiye uğramasından sonra, İsviçre’nin Lozan kentinde başlayan barış görüşmeleri 24 Temmuz 1923’te, Türkiye ve ara­larında Yunanistan’ın da bulunduğu itilaf ülkeleri arasında im­zalanan Lozan Barış Antlaşması'yla sonuçlandı. Bu antlaşmaya göre, Türkiye’de yaşayan Ortodoks Rumlarla, Yunanistan’da ya­şayan Müslümanlar zorunlu mübadeleye tabi tutulacak ve ka­pitülasyonlar kaldırılacaktı. Antlaşmanın Türkiye için ifade et­tiği anlamı, Lozan müzakerelerinde beş kişilik Büyük Millet Meclisi Heyetine başkanlık eden İsmet Paşa şöyle anlatıyor:

‘’Ecnebiler tarafından empoze edilen yükümlülüklerden ve devlet içinde devlet oluşturan nitelikteki imtiyazlardan, malî mükellefiyetlerden kurtulmuş mütecanis ve müttehid bir memleket; nefs-i müdafaa hakkı mutlak olarak tanınmış hür, zengin bir memleket.’’

Lozan Antlaşması, Birinci Büyük Millet Meclisi’nde büyük tepkilerle karşılanmış, ancak muhalefetin iyice zayıflatıldığı ikinci Meclis’te kabul edilmiştir. Lozan’da Türk heyetiyle, iti­laf devletleri temsilcileri arasında geliştirilen ilişkiler ve varı­lan sözlü mutabakatlar etrafında, Türkiye’deki muhafazakâr çevreler tarafından yoğun spekülasyonlar üretilmiş, resmî söy­lemin “zafer”i, dinî ve ulusçu muhafazakârların dilinde “hezi­met” olarak ifadesini bulmuştur. Bu zıt uçlu söylemler araçsalbir mahiyet taşımaktadır. Sonuçta, Lozan Antlaşması Türkiye

Cumhuriyetine devletlerarası sistem içinde "meşru” bir yer sağlamış, Milli Mücadele’nin “muzafleriyetini" Batı medeniyetine giden yolun harcına dönüştürmüştür..

Millî Mücadele'nin İki Temeli

Şiarı “ya istiklal ya ölüm! ” olan Millî Mücadele, iki temel ilke etrafında yürütülmüştür: “Istiklal-i tam” ve “bilakayd ü şart hâkimiyet-i milliye”. Misak-ı Millî, birinci ilkenin tezahürüydü, ikinci ve daha önemli ilkenin yansıması ise 20 Ocak 1921 ta­rihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu idi. Millî Mücadele’nin meşru­iyet temeli ise millî hâkimiyet ilkesiydi. Ermeni isyanı ve Yu­nan işgaline karşı yürütülen mücadelenin yegâne meşruiyet ze­mini bizzat halkın kendisiydi; öte yandan savaş yorgunu, ordu­ya katılmak istemeyen, bezgin bir halk için, sultan-halifesiz bir memleket tasavvur ötesiydi. Halk, dinî ve geleneksel bağlarla hanedana bağlıydı. Sultan-halifesiz bir ülkeyi ancak din ve va­tan duygularından yoksun olanlar düşünebilirdi. “Kurtuluşa” giden yolda sakınılması gereken iki şey vardı: İtilaf devletlerine karşı tavır almak ve sultan-halifeye sadık kalmamak.

Her problemle “doğru zamanda” uğraşmak, Mustafa Kemal Paşa’nın “başarıya giden pratik ve güvenilir yolu”ydu. Bu yüzden, “hâkimiyet-i milliyeye müstenid, bilakayd-ü şart müs­takil yeni bir Türk devleti tesis etme” amacına ulaşmak yo­lunda, dinî meşruiyeti ulusal meşruiyetle ikame etme sürecin­de atacağı adımlarda son derece ihtiyatlıydı. “Din düşmanları’ndan bahsetmesi gerektiğinde “din ve millet düşmanla­rından bahsediyor, yalnızca “sultan” yerine “sultan ve millet” diyordu.Amaç daha Milli Mücadele’nin ilk günlerinde ilan edilen milli hakimiyete dayalı,tam bağımsız bir Türk Devletinin ne pahasına olursa olsun kurulmasıydı.

1921 Anayasası’nın ilk maddesi bu idealin yansımasıydı.Aslında, hakimiyeti milliye şiarı, amaç değil yalnızca bir araç­tı. Mustafa Kemal Paşa. taralından işlevsel bir sembol olarak değerlendirilmiş,zamanı gelince de bu ilkte vesayetetçi bir mahiyet kazandırılmıştır. Halk, mücadelenin öznesi gibi görün­müş ancak nesnesi olarak kullanılmıştır. Başkomutanlık kanunun yürürlük süresinin uzatılması ve saltanatın kaldırılması esnasında yapılan konuşmalar ve takınılan tavır, bu vesayetçi anlayışın iki açık örneğidir. Cumhuriyetin ilanının hemen ertesinde Rousseau’nun halk egemenliği tezinin "bilge kanun koyucu" fikri siyasî sahnede "belirmiş" ve millî hâkimiyet* cumhuriyeti kuran kişiyle yani Mustafa Kemal Paşa ile özdeş-leştirilmiştir. Daha önce iki dereceli de olsa halk tarafından se­çilen meclis üyeleri artık bizzat Cumhurbaşkanı Mustafa Ke­mal tarafından “tayin edilmeye" başlanmıştır.

 

1923 Türkiye'sinde "Umumî Manzara"

 

İlk bakışta, Cumhuriyetin hemen başında Türkiye’nin genel görünümü, bir “topyekûn hiçlik” vaziyetinin özelliklerini ser­gilemekteydi. Bütün ticarî ve endüstriyel teşebbüsler, Ingiliz,Fransız ve Alman şirketlerine aitti. Sanayi neredeyse yoktu. Tarım bütünüyle geleneksel yöntemlerle yapılmaklaydı. Tarımda makineleşmenin esamesi okunmuyordu. Lozan Antlaşmasının gümrük vergilerini 1929’a kadar liberalizeeden hükmü yüzün­den yerli mallar gümrük duvarıyla korunamıyordu.Bütçe açıkları alışılmış bir şeydi. Yüzde 701er civarındaki yüksek faiz oranlan ile alınan dış borçlar, bütçe açıklarını kapatmak için kullanılıyordu. Duyun-u Umumiye muayyen gelir kaynaklarına rezerv koymuştu. Sosyoekonomik açıdan aşiret bağlan önemi­ni korumaktaydı.İşçi sınıfı yok denecek kadar zayıf olduğu gibi, ciddî bir burjuva sınıfı da mevcut değildi.

Birinci Dünya Savaşı öncesindeki Kilise kayıtlarına göre, Türk ve Müslüman olmayan nüfusun, Anadolu’daki nüfusa oranı yaklaşık yüzde 40’tı.1913’te yani Balkan Savaşlarından sonra, İttihat ve Terakki’nin çekirdek kadrosunun benimsediği Anadolu’nun gayri Türk unsurlardan arındırılması projesi, Millî Mücadele döneminde de devam ettirilmiş, Kemalist Cumhuriyet, neredeyse “Hıristiyansız bir Türkiye” devralmış­tı. Ancak bu bir “yobazlık trajedyası”nın sonucu değildi. İtti­hat ve Terakki yöneticileri, Balkan savaşlarından sonra, Erme­ni ve Rum azınlıkların imparatorluk bütünlüğü içinde yer ala­bilmelerinin artık mümkün olamayacağına kanaat getirmiş ve Anadolu’yu Türkleştirmek için bu unsurların tasfiyesinde ka­rar kılmıştı. Bunun ilk adımı, Türk topluluğunun ulusal açı­dan bilinçlendirilerek Türklük mefkuresinin ateşlenmesiydi. Amaç, imparatorluğun güvenli unsurlara doğru yayılarak Kaf­kasya ve Orta Asya’daki Müslüman Türk topluluklarla birlikte yeni bir yapıya kavuşturulmasıydı. Avrupa ve Balkanlar’da kaybedilen imparatorluk, bir ırkdaş ve dindaş topluluğu ola­rak yeniden kurulacaktı.

“Millet-i Hakime” fikrinin temel oluşturduğu beka kaygısı­nın tüm ideolojileri araçsallaştırması, hakim “vatan kurtarma” düşüncesinin, bütün ideolojileri bu amaca hizmet ettikleri oranda olumlaması, kurtarılacak vatanın dağılma eşiğinde ol­ması ve bunun içerideki baş sorumlularının Anadolu’yu kendi ulus devletleri için mekanlaştırmaya çalışan Ermeni ve Rum ulusçulukları olduğunun kabul edilmesinin beraberinde getir­diği gayrimüslim düşmanlığı, Anadolu’yu sağlam bir “son sı­ğmak” olarak İttihatçıların önderlik kadrosunu, Anadolu dire­nişinin örgütlenebilmesinin önündeki en büyük engel olarak gördükleri Ermeni faktörünün “izalesini” zorunlu bir netice olarak görmesiyle sonuçlandı. Ermeni ve Rum azınlığa du­yulan öfke ve intikam hissi, Kuya-yı Milliye hareketini ateşle­yen en önemli unsurlardan biridir. Bu bakımdan, İzmir’in iş­galinin değil, işgalin Yunanlar tarafından yapılmış olmasının tepki uyandırması anlamlıdır. Millî Mücadele esas itibariyle Ermenilere ve Rumlara karşı örgütlenmiştir ve antiemperyalist niteliği bunun bir türevidir.

Türk siyasi seçkinleri açısından, 1913 Balkan Savaşı sonra­sında başlamış olan ve dinî niteliği kaçınılmaz olarak belirgin olan uluslaşma süreci, Millî Mücadele döneminde ivme kazan­mıştır. Bunlara ek olarak, 1923’te başlayan mübadele süreci sonucunda, Anadolu, tarihinde ilk defa, İstanbul’un surlar, arasına sıkışmış küçük bir gayrimüslim azınlık dışında, hemen bütünüyle Müslüman unsurların vatanı haline gelmiştir. Millî Mücadele döneminin dışa yönelik ulusçuluğu Kemalist dönemde içe yönelmiş, gayrimüslim unsurlardan arındırılmış homojen bir ulus devlet kurma amacına paralel olarak, Anadolu’da kalmış olan Hıristiyan topluluklar Türkleştirilme programının hedef kitlesinin başında yer almıştır.

Hiç şüphesiz, Anadolu ve Trakya’nın, Hıristiyan nüfustan arındırılmasının maliyetleri de vardı. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkler İdarî ve askerî işlerle uğraştığı için, tarım, tica­ret ve endüstri faaliyetlerinin büyük çoğunluğunu gayrimüs­limler yürütmekteydi. Onların yokluğunda, büyük tarım alan­ları sürütemedi; el sanatları, dış ticaret ve endüstriyel teşeb­büsler neredvaş dalgalarının alan­da yakılıp yıkılmıştı. Her şeyin yeni baştan ve “yerli” kaynak­larla inşa edilmesi gerekmekteydi. Yeni devletin 1923’teki büt­çesi ise yalnızca 12 milyon sterlindi. Demiryollarının devlet­leştirilmesi ve dış borçların tasfiyesi hemen ele alınması gere­ken iki konuydu. Millî burjuvazinin yokluğunda, meydan “devlet teşebbüsü”ne kalmaktaydı. Bu yüzden, yeni Türkiye’de devletçilik, kaçınılmaz olarak ulusçuluk anlamına geliyordu. Türkiye’deki yabancı şirketler, Türkleri istihdam etmiyor ve iş­lerinde Türkçe’yi kullanmıyordu. Kemalistlerin ev ödevi, “Türkler yapamaz” şeklindeki ırkçı önyargıyı yıkmak ve “mut­lu Türk”ü inşa etmekti: bulunan şiar bugün tüm “mutlu Türk­ler” in dilinde bir duadır: “Ne mutlu Türküm diyene!”

 Ahmet Yıldız-Ne Mutlu Türküm Diyebilene-İletişim Yayınları,





Devamını Oku »