Ortadoğu ve Anglosaksonlar-1



Büyük İskender’in “Ortadoğu’ya hâkim olan bütün dünyaya hâkim olur” deyişi yeteri kadar açıklayıcı olsa da; Ortadoğu’nun hiç kaybetmediği önem, bu önemin anlamlandırılabilmesini mümkün kılan bütün sebepleri aşar. Ortadoğu yarısı çöllerle kaplı efsunkâr cazibeye sahip bir coğrafya olarak 21. yüzyılın gündeminde yer almasıyla bugün yeniden kadim önemine dikkat çekiyor.Fakat Ortadoğu sadece bir coğrafyanın veya bu coğrafya üstünde yaşayan insanlara ait toprakların adı değildir. Ortadoğu her şeyden önce insanoğlunun büyük bir kesiminin son beş bin yıllık tarihini belirleyen üç büyük dinin yurdudur. Dünyada bugün için, Ortadoğu ne sadece stratejik bir coğrafya ne bir ticaret merkezi, ne Uzakdoğu’ya açılan kısa deniz yollarının kavşak noktası ve ne de her meselede ilk akla gelen, günümüz Müslümanlar için hayli kullanışlı bulunan “enerji/petrol paradigması”nın inşâsını sağlayan, dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip -ve asla önemi ihmal edilemeyecek- petrol zengini bir yerdir. Ortadoğu öncelikle topraklarının altında petrolün bulunduğu sıradan bir yerin -sonradan takılmış olsa bile- adını taşımıyor. Ortadoğu bütün bunlardan önce bugün bir buçuk milyar Müslümanın kendisi ile özdeşleştiği yerin adıdır. Bu yer de sadece Mekke ve Medine bulunmuyor; aynı zamanda onlar gibi önemli Kudüs de bulunmaktadır. Bu yüzden Ortadoğu’yu dünya genelinde siyasal, sosyal, ekonomik cihetten açıklamaya kalkmak, daha başlangıçta eksik kalan bir girişim olmakta.

Zira dünyanın sadece tek “bölgesi” vardır: Ortadoğu. Ortadoğu bütün tarihi boyunca dinî değerlerin meydana getirip biçimlendirdiği toplumların/ümmetlerin yurdu olmuş; kendi dışındaki toplumları da her konuda etkilemede birincil rol üstlenmiştir. Dünyada hiçbir bölge Ortadoğu kadar çekişmenin alanı olmamış; hiçbir coğrafya kendisinin yaşadığı miktardaki savaşlara Ortadoğu kadar “ev sahipliği” yapmamıştır. Ortadoğu tarihinin barındırdığı tecrübe, hiçbir toprak parçasının sahip olamayacağı kadar karmaşık ve zenginliklerle doludur. Bu nedenle dünyanın hiçbir bölgesi Ortadoğu kadar çok miktardaki insanı kendine araştırma konusu seçtirmemiş; hiçbir insan Ortadoğu dışında bütün bir ömrünü araştırmak için vakfetmeye değerli bulmamıştır. Sadece Ortadoğu, insanların sahibi oldukları bir ömrü, şu ya da bu sebeple, seve seve harcamayı göze aldıkları cazibe merkezi olmayı sağlayabilmiştir.

Ortadoğu’nun dinî haritasının gösterdiği farklılık başka hiçbir coğrafyada rastlanması mümkün olmayan bir özelliği barındırır. Bunlar içinde İbrahimi geleneği temsil eden üç din de Ortadoğu coğrafyasını altüst ederek yeniden kurmuşlardır. Her biri kendinden öncekinin meşrûiyetini yürürlükten kaldırmasıyla dikkat çeker. Birbirlerini teyit eden, benzeyen ve değişime uğramış hallerine vurgu yapan, içlerindeki en genç din olan İslâm’dır. Bu gelenek içindeki Musevilik deneyimi, daha başlangıçta hümanist bir imkân taşımadığını ilan ederek, kendini bir ırkla sınırlandırmış olmakla din ve ırkçılığın özdeşleştirimini; Hıristiyanlık insanları/cemaati idare etmenin imkânı olarak din ve ruhban kurumsallığının özdeşleştirimini; İslâm ise mümin için öngördüğü din ve kimliğin özdeşleştirimiyle dikkat çeker. Son iki din vahyin, Museviliğin “mülkiyetçi” din anlayışıyla dönüşüme uğramış evrenselci geleneğini yeniden inşâ ederek, Ortadoğu’nun dinî tarihindeki kırılmayı yeniden tamir etmeleriyle, insanlık tarihi açısından önem taşır. Ne var ki bu dinlerin “anayurdu” olan bahis konusu ettiğimiz toprakların “Ortadoğu” olarak ifade ettiğimiz adı, bu dinler gibi kadim bir özellik taşımıyor; tersine oldukça yeni bir kavramsallaştırma olmasıyla dikkat çekiyor.

Yeniçağ aslında kendi mantığının meşrûiyetini kendinden almıştır. Kendini keşifler çağı olarak tanımlasa da, beşeriyete karşı dürüst davranmak gibi bir endişesi olmamıştır. Yeniçağın bir keşifler çağı olmaktan çok, dünya’nın Batı merkezli olarak yeniden isimlendirildiği, anlamlandırıldığı bir dönemin adı olarak düşünülmesi daha isabetli olacaktır. Bu çağda “keşfedilen” her toprak parçasının, üzerinde yaşayan insanlar tarafından verilmiş kadim bir ismi olmasına rağmen, haritalarda hep aksi varit olmuştur. Bahse konu ettiğimiz “Ortadoğu”da bu yeni isimlendirmenin Anglosakson yüklü mekânsal içeriğiyle dikkat çekmektedir.

Latincedeki “orient” bütün Doğu’yu kapsayan bir sözcük olma özelliği taşımıştır. “Doğu” kavramının bu kadim özelliğine karşılık “Orta-doğu” oldukça yenidir. Kavram, her şeyden evvel oryantalist bir muhteva taşır; bunun yanında belirli bir merkezi esas alarak tanımlanmış üç parçanın ortasında kalanına işaret eder. Kolonyalizmle beraber sınırları daha uzakları kapsayan “Doğu” sözcüğünün yeri, Anglosaksonlar/Büyük Britanya’ya göre yeniden tanzim edilerek üç ayrı parçaya bölünmüştür. Böylece “orient”, Yakın, Orta ve Uzakdoğu olmak üzere yeniden haritalaştırılmıştır. Bilhassa Mısır’da bulunan İngiliz komutanlığına “Ortadoğu” adının verilmesinden sonra Doğu’nun üçe bölünmüş isimlendirilmesi giderek yerleşik hale gelmiştir. Günümüzde olduğu gibi, bu yazıda da, Ortadoğu “İslâm dünyasının” karşılığı olarak kullanılmaktadır.

Bu hadise şüphe yok ki, ne sadece bir isimlendirme ne de haritalaştırma düzeyinde kalan masum bir düzenleme sayılır; bunlarla beraber belirli bir siyasî, sosyal, ekonomik ilişki biçimine işaret eden, onları düzenleyen, merkez ve periferi arasındaki konumlanma tarzına işaret eder. Bu haliyle “Ortadoğu” ait olduğu bölgeyi değil, kendine referans aldığı İngiltere’yi “temsil” eder; dolayısıyla üstünde yaşadığımız coğrafyadaki mekân kavrayışımız bize ait bir anlamlandırma içermemekte. Bu durumda İngiltere’de sadece bir coğrafi yeri temsil etmemekte; dünyayı isimlendirmeyle beraber Ortadoğu’yu/dünyayı şekillendiren fail olarak emperyal bir gücün temsilcisi olmaktadır. Bu ise askerî/siyasal bir gücü değil, belirli bir düşünce/yaşam biçimini de temsil durumda olmasıyla önem kazanıyor. Bu kavramların açığa vurduğu güç ilişkisi, Ortadoğu’nun en azından son üç yüzyıllık tarihini ifade eder; diğer bir anlatımla İslâm dünyasının aynı zamanda dinî/siyasî/coğrafi olarak nasıl haritalaştırıldığının da hikâyesi durumundadır. Bu özelde Ortadoğu, genelde dünya sahnesine çıkan yeni gücün tarihi yönelimini işaretlemekte; yönelim günümüzde küreselleşme olarak kendini ifade etmektedir. Fakat unutmamak gerekir ki, “küreselleşme” de dünyanın yeniden isimlendirilmesi olmakta.

VIII

Habbsburg ve Osmanlı imparatorluklarının çözülmeleri 20. yüzyıl tarihinde iki önemli duruma kaynaklık etmiştir. İlki Avrupa’nın, ikincisi de Ortadoğu’nun yeni yüzyıldaki haritasının düzenlenmesini sağlamıştır. 20. yüzyılın başları, İslâm dünyası için sadece yeni bir yüzyıl değil; Müslümanların aynı zamanda içinde yaşamaya alışık olmadıkları yeni sınırlar demekti; bu sınırlar içindeki Ortadoğu devletlerinin tümü 20. yüzyıl Britanyası’nın inşâ ettiği devletler olma özelliği taşır. Ortadoğu için bu düzenlemenin haricinde yeni ve fazlasıyla önemli bir başka düzenleme daha vardır; binlerce yıllık diasporadan sonra Yahudilik bir devlet haline getirildi. İsrail’in 1948 yılında kurulması, aynı zamanda Ortadoğu’nun tarihini de hızlandıracaktır.

Batı dünyasında Filistin’in bilhassa 17. yüzyıldan itibaren kutsal kitaptan elde ettiği kutsal saygınlık, ilk Haçlı Seferleri’ndeki Hıristiyan müminlerinin heyecanını çağrıştırır özellik taşımıştır. Anglosakson öncülüğündeki Batı, ikinci defa Ortadoğu’ya açılmanın manevi hazırlığını yapar. Bu nedenle Filistin’in de parçası olduğu Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyıldan itibaren Anglosaksonların artık göz diktiği bir imparatorluktur. Ne Filistin’in kutsal toprakları ne de Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde gösterdiği gibi, bundan kurtulma imkânını bulamazlar. Kısa zamanda İslâm topraklarının halifeliğiyle temsilcisi durumundaki Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri, Anglosaksonların siyasal stratejisi ve dünyaya ilişkin iktidar tasarımlarında hayatî bir önem kazanır. 1830’lardan itibaren Anglosaksonlar Osmanlı İmparatorluğu’nu kendileri için bir yerleşim yeri olarak planlarlar. Bunun ilk örneği, Yunanistan’ın Osmanlı topraklarından ayrılışı ve Batı’daki ulus-devletin ilk örneği olarak kuruluşunda görülür.

Anglosaksonlar olarak Büyük Britanya’nın I. Dünya Savaşı’na kadar İslâm dünyasına ve bu dünyanın Ortadoğu’daki temsilcisi konumundaki Osmanlı’ya karşı izlediği siyaset; kendi içinde çözülmekte olan bir ümmeti, kendi çıkarı doğrultusunda daha çabuk şekilde parçalayarak yeniden düzenlemek şeklinde neticelendi. İslâm dünyası Anglosaksonların öngördüğü sınırlar içinde, kontrolü kolay topraklar haline geldi. İngiltere bilhassa petrol bölgelerine göre Ortadoğu’yu 22 parçaya bölerek, bugünkü halini almasını sağladı. Düzenleme, siyasî, sosyal, sınır, etnisite, kimlik, doğal kaynakların paylaşımı ve azınlık gibi, çözümü mümkün olmayan yeni sorunlar yaratarak, Ortadoğu devletleri arasında sürekli gerilimlerin kaynağı oldu; bu ise düzenleyici fail olarak Ortadoğu’yu sürekli olarak Anglosaksonlara muhtaç kıldı. Kendi eksenlerinde gerçekleştirilen bu düzenlemeyle Anglosaksonlar dünyaya yönelik hâkimiyetlerini Ortadoğu üzerinden gerçekleştirmiş oldular. Bu sadece petrole göre yapılmış bir düzenlemeyi kapsamaz; Süveyş Kanalı’nın inşâsından, kültürel, coğrafi, demografik bütün unsurların birliği olarak, İngiltere’nin liderliğinde varolmuş, bir jeo-kültürü kapsar.

2. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin kendini yeniden tahkim etme imkânı bulduğu dönemdir. Bu 1648 Westphalia’dan başlayıp 1815 Viyana Kongresi’ne; 1. Dünya Savaşı’ndan Yalta-Potsdam’a kadar uzanan bir süreci kapsar. Bu süreç içinde tahkimin ortaya çıkardığı yeni aktör ABD olmuştur. Batı’nın paylaşımla ilgili kendi içindeki her mücadele nihayette uluslararası sistemin yeniden düzenlenmesi, kapsam ve muhtevasını biraz daha genişlettiği süreçler olma özelliği taşır. Dünya genelinde düşünüldüğünde 2. Dünya Savaşı’na kadar Ortadoğu haritasını düzenleyen güç, İngiltere olmuştu. Fakat savaş sonrasında Anglosakson önderlik değişir; İngiltere’nin yerini yeni ekonomik/askerî güç olarak ABD alır.

2. Dünya Savaşı’nın lider gücü olarak ortaya çıkan Amerika’nın, aynı zamanda dünyanın yeni düzenleyici gücü olarak, İslâm dünyasını İngiltere’den ele geçirmesi; içeride yaşanan ciddi sürtüşmelere rağmen dışarıyla ciddi sorun olmadığı şeklinde yansıtılmıştır. Amerika, Ortadoğu’yla olan ilişkilerini, İngiltere’nin bölgedeki tecrübelerinden elde ettiği siyasal, kültürel, ekonomik, stratejik miras üzerinden sürdürmüştür. Bu yüzden de İngiltere günümüze kadar Amerika için Ortadoğu konusunda eğitim, danışmanlık yapan bir “muallim” olmuştur. Ortadoğu’da, 1950’lerden itibaren aktif ve etkin olan Amerika; buna rağmen, İngiltere’nin statükonun devamı için hayati bulduğu aşiret ilişkileri, geleneksel güç yapıları ve değerlerinden çok, sofistike olmayı gerektirmeyen baskıcı rejimleri desteklemiş; neredeyse istisna olmayacak kadar Ortadoğu halklarıyla askerî bir “dil” üzerinden ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmiştir. Bunun yanında daha önemli diğer bir husus da, Amerika’nın bölgeyle olan ilişkilerini bütünüyle belirleyen ve İngiltere’den devraldığı “Yahudi meselesi”dir.

Müslümanların dünyayı bugünkü haliyle düzenleyen sistemsel güçlerle yaptığı mücadelenin odağında Filistin bulunur. Bilinen tarih içinde “transplantasyon” temelinde kurulan İsrail devleti bu özelliğiyle ilk örneği temsil eder. Tarih olarak İbraniler Filistin’de doğmamışlardır. Bu topraklara gelişleri MÖ 13.-14. yüzyıllara dayanmakta; Filistin topraklarına geldiklerinde orada yerli bir halk mevcuttur. Buraya yerleştikten sonra önce Babiller, sonra da Romalılar tarafından sürgün edilmişlerdir. Beytül Makdis’in yıkılıp İsrailoğulları’nın dünyanın her köşesine dağılmaları üzerinden onlara yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, Yahudileri aynı topraklarda bir araya toplama fikri Batı’ya yine de rasyonel gelmiştir. İsrail devleti, diğer bütün devletlerin aksine zamanın ve tarihin eskitemediği bir mülkiyet hakkından söz edilerek vücut bulur.

Sarahatle bilinen bu tarihi kanımca iki ironisinden bahsederek özetlemekte fayda var. Bunlardan biri Müslümanlarla, diğeri de İngiltere’yle ilgilidir. Yahudilerin Osmanlı eliyle İspanya’dan getirilmesi ve İstanbul’a yerleştirilmesi; aynı zamanda tarihte ilk defa Yahudilerin Filistin topraklarına yakınlaştırılması olmuştur. Öte yandan İsrail devletinin kuruluşunu sağlayan İngiltere, aynı zamanda Yahudileri kendi topraklarından ciddi nedenler olmaksızın sürmek isteyen bir devlettir. Tefecilik, kapitalizmin Yahudiler için açtığı yeni bir kazanç kapısı olurken; bu alanda elde edilen başarı, İngiliz halkında nefrete dönüşmekte gecikmemiştir. Kilise, çok geçmeden tefeciliğe yasak koymuş; Yahudiler 13. yüzyılda ağır vergiler altına alınırken, İngiltere’den sürülmeleri bahis konusu olmuştur. Öte yandan aslında 1850’lerden itibaren hızlı modernleşme süreçlerinden geçen Yahudilerin, dindar ve gelenekçi kesimi için Filistin’e gitmek, “modernleşme kirliliğinden” de kurtulmak olarak görülmüştür. 1836 yılından itibaren Filistin’de toprak almayı savunmaya başlayan Yahudiler, ilk defa Filistin’e yerleşme denemesini, 1878 yılında Yafa’da satın aldıkları topraklarda gerçekleştirirler. İsrail’in kuruluşu olan 1948 yılına kadar Yahudilere ait olan her toprak parçası, aslında orada yaşayan bir Filistinlinin malıdır.

Ortadoğu coğrafyasında yaşayan Müslümanlarda, Batı’nın tarihinde olduğu gibi güçlü bir anti-semitik kültürün olmadığı bilinir. Bunun yanında Kur’an Yahudilerle âlâkalı ayetlerinde, Musevilerle olan ihtilafın, kültürel ya da tarihsel olmadığına, tersine “kitabî” olduğuna vurgu yapar; bu adaletin içinde kalarak bir düşmanlık kültürüne dönüştürülmemiştir. Bu durum 1948 yılına, İsrail’in kuruluşuna kadar böyle oldu. Sorun sadece “İsrail devleti” değildi; onunla beraber Müslümanların topraklarını kendi tasarrufları altında görerek düzenleyen, dünün kolonyalist, bugünün küresel güçleriyle ilgiliydi. Şüphe yok ki, Müslümanlar Yahudilere alışkındılar; onların varlığı Ortadoğu için bilinen bir tarihin zenginliği ve alışık olunan bir şeydir. Müslümanların alışık olmadığı Yahudiler değil, İsrail devletinin kendisiydi.

IX


Bu yazıda bahis konusu ettiğimiz “Anglosaksonlar”, elbette ki öncelikle bir topluluğu; fakat bu topluluğun belirli bir kesimi/sınıfı ve bu topluluğun ait olduğu coğrafyasıyla ilgilidir. Bu “topluluk” modern tarih sahnesine “Büyük Britanya” olarak çıktı; fakat dünyadaki diğer toprakların kolonize edilmesi ve İngiltere/anavatandan yapılan göçlerle; bugün Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Yeni Zelanda ve kısmen Kanada tarafından temsil edilmekte. Ama bu kadarla bitmiyor: Anglosaksonluk bir hayat tarzı ile beraber sadece sömürge elde etmeyi değil; dünyayı fethe çıkmayı, gittiği yerlerde kendi anayurdundaki her şeyi orada bulmak isteyen ve bunu var etmek için çaba sarfeden bir zihinsel/sosyal/siyasal varoluşu temsil ediyor. Bu yüzden Anglosaksonlar misyonerliğin sekülerleşmiş gönüllüleri olarak; dünyadaki hiçbir topluluğun sahip olmadığı kadar bir “hükümranlık mantığı” taşımışlardı.

Avrupalı bütün özellikleri kendinde toplamış olmasına rağmen, Anglosakson bir kimlik sahibi olan İngiliz İmparatorluğu’nun yine de en önemli özelliklerinden biri, Agnes Heller’in dediği gibi, kolonyal hâkimiyeti boyunca Helenistik ideallere çok yakın durmuş olmasıdır. Hakikatte sadece İngilizler kendi hayat tarzını idaresi altında tuttukları bütün kolonilerin elit tabakaları için zihinlerde “anavatanı” resmeden bir model olarak sunmuşlardır. Bu tavır aynı zamanda İngilizlere modern dünyanın “Latinleri” olmak gibi bir özellik katıyor. Zaten Anglosaksonlar Avrupa’yla ilgili kıtasal konseptten çok kendi krallıklarının nüfuz alanlarını yaratmakla meşgûl olmuşlardır. Bir İngiliz için Avrupa, kendinin ait olduğu bir toprak parçası olmaktan çok, İngiltere’yi ondan ayırarak isimlendirdiği “The Continent”tir. Bu anlayış imparatorluğun çöküşüyle beraber değişmeye başlamış olsa da; İngiliz imparatorluk mirasını hemen hemen her yönüyle devralarak tarih sahnesine çıkmış olan yeni Anglosakson liderliği Amerika için değişmeyecek, Avrupa’nın bu konumu Anglosaksonların kültürel muhayyilesinde yine de değişmeden sürecektir. Avrupa bu defa güneydeki değil, Amerika’ya göre Doğu’da kalan bir “kıta” olmaya devam edecektir.

Eğer Anglosaksonları anavatan düzeyinde ele alırsak; İngiltere’nin bize hatırlattığı gibi, çimen ve Anglosaksonları İngiltere’nin dışında da yine birlikte düşünmemiz gerekiyor. Dolayısıyla sömürgelerin sahip olduğu yeşillik hatırlanmak durumda. Anglosaksonların bulunduğu yerler umumiyetle çimenlik olma özelliği taşır. Bu Anglosaksonların dünyada hâkimiyet sürdürdükleri ancak Uzak Doğu’dan Afrika’ya oradan da Amerika’ya kadar uzanan topraklar için geçerlidir. Bugün bahis konusu ettiğimiz Anglosakson kökenli ülkelerin hepsi inanılmaz yeşillikleri olan toprakların sahipleridir. Sadece Yeni Zelanda’nın üç milyon nüfusa karşılık seksen milyon koyun yetiştirmekte olması, bu coğrafyanın sadece mümbitliğine değil, yeşilliğine de işaret eder. Dolayısıyla yeşille, Anglosakson arasındaki koparılmaz ilişki ne sadece estetik bir kaygı ne de iktisadi bir getiriyle açıklanacak kadar karmaşıktır. T. Veblen’in ifadesiyle; çimen, belki de diğer insan türlerine göre “sarışın insanın” gözüne daha bir sorgulanamaz tarzda güzellik bahşeden bir nesne olmasıyla önemli olmaktadır.

Bunun yanında Anglosaksonların hâkimiyetindeki yerleşim yerlerini de yine İngiltere ile birlikte düşünmemiz gerekiyor. Zira tarihte hiçbir coğrafya ve hiçbir toplum kendi koloni topraklarına karşı İingiltere kadar “cömert” olmamıştır. İngiltere kendi evlatlarınca inşâ edilen koloni toprakları üzerindeki yerleşim yerlerinden onlarca kent’e ve yüzlerce kasabaya kendininkilerin ismini cömertçe sunmakta tereddüt etmemiştir.

İngiltere nasıl ki başka coğrafyalardaki topraklara “vaftiz babalığı” yaptıysa; aynı zamanda İngilizler/idareci sınıfı da buralarda yaşayan yerli halktan bir kısmını “gentleman” hale getirmekle meşgûl oldu. Bu nedenle hiçbir toplum İngilizler kadar kendi hayat tarzını, davranış kalıplarını, eğlence biçimini, oyunlarını; futbolu, kriketi, beş-çaylarını başka toplumlara yayma hususunda bu kadar cömertçe davranmamıştır; tabiî ki hiçbir “dil” İngilizce kadar “cazip” kılınmamış ve öğrenilmesi için yine bu kadar “cömertçe” sunulmamıştır. Sadece hayat tarzı olarak değil, düşünsel olarak da; kültürel, ekonomik, siyasî düzlemde bugün kullanılan kavram ve kurumları icat ederek kullanılmak üzere bütün toplumların hayatına Anglosaksonlar sunmuştur. Böylece yeryüzündeki her sömürge toprağında Lord Macaulay’ın ifade ettiği gibi, “kan ve renkte yerli; ama zevkte, düşüncede, ahlâkta ve zekâda İngiliz olan” insan toplulukları “teşekkül” etmiştir. İngiliz kültürü ve hayat tarzı kolonilerde ne kadar seçkinci olduysa ve sömürgelerin elit tabakasında hem etkin hem de bu tabakanın oluşmasına imkân verdiyse; Anglosaksonların bugün lider konumunda yer alan Amerikan kültürü de aksine, köksüz ve daha çok popüler düzeyde benimsenip yaygınlık kazandı.

Devamı için bkn:

http://ilimcephesi.com/ortadogu-ve-anglosaksonlar-2/



Devamını Oku »

Kudüs’e Acizler Ağlasın!



ABD ve İsrail’in ne yapmak istediği belli. Peki, İslam dünyası Kudüs için ne yapıyor? İsrail işgalinden beri İslam...

Amerikan Başkanı Trump’ın Kudüs ile ilgili talihsiz kararı dikkatleri uzun bir aradan sonra yeniden Kudüs’e çevirdi. Uzun bir aradan sonra diyorum, zira Suriye, Yemen, Irak ve Libya iç savaşları Orta Doğu’da dikkatleri bu ülkelere yöneltmişti. İslam dünyası bu yüzden Kudüs ve Filistin’i unutmuştu.

İsrail de bu “unutulmuşluğu” fırsata çevirmek istiyor. Müslümanların dikkati başka yönlere çevrilmişken, İslam ülkeleri İslam topraklarında birbirleriyle kıyasıya savaşırken, uzun zaman önce işgal ve ilhak ettiği Kudüs’teki işgaline meşruiyet kazandırmak istiyor. ABD’nin büyükelçiliğini Kudüs’e taşımasının bu meşruiyet için önemli bir adım olduğunu düşünüyor.

İç siyasette iyice köşeye sıkışmış olan Trump için ise, bu zor durumdan kurtulmak için her türlü destek ve dikkatleri dış politikaya yöneltecek gelişme önemliydi. Kuzey Kore sorunu çerçevesinde yaşanan krizin Trump’ın üzerindeki baskıyı hafifletmediği görülüyor. Ülke içerisinde etkili kesimlerin desteğini alabileceği bir dış politika adımına ihtiyacı vardı. İran ve Filistin konusunda atacağı adımların ABD’deki çok güçlü İsrail lobisinin desteğini sağlama konusunda işe yarayacağını biliyordu. Bu adımlar baştan beri İslam dünyası ve Müslümanlara karşı söylemiyle de uyum gösterecekti zaten.

ABD ve İsrail’in ne yapmak istediği belli. Peki, İslam dünyası Kudüs için ne yapıyor?

İsrail işgalinden beri İslam dünyasının Kudüs için ne yaptığına bakarsak, şimdi de pek fazla bir şey yapamayacağını görürüz. Bunun iki önemli nedeni var.

Birincisi, İslam dünyasında askerî ve ekonomik açıdan ABD-İsrail ekseni ile mücadele edebilecek bir ülke yok. Ancak birlikte hareket etmeleri durumunda İslam ülkeleri ABD ve İsrail’in fütursuz güç politikası ile Kudüs ve Filistin’in diğer bölgelerindeki oldubittilerine karşı koyabilirler. Orta Doğu’nun bugünkü hâli ise Müslüman ülkelerin birlikten ne kadar uzak olduklarının açık göstergesi.

İkincisi ise, İslam dünyasında Kudüs için mücadele etmek isteyenlerin sayısı her geçen gün azalıyor. Müslümanların üzerine serpilmiş ölü toprağı Suriye, Yemen, Irak ve Libya iç savaşlar yüzünden artık iyice ağırlaştı. Bu savaşlarda yaşananlar ve DEAŞ, El Kaide ve FETÖ örgütlerinin İslam’ı kirli hesaplarına alet etmeleri nedeniyle İslam’ın özünü oluşturan cihat ve tebliğ gibi kavramlar kirletildi.

Cihat algısı bozulan Müslümanlar ise artık ilk kıblesi Kudüs için mücahede etmesi gerektiğini kavrayamaz hâle geldiler. Kudüs’ün Müslümanlara değil, aslında Müslümanların Kudüs’e muhtaç olduğunu görmekten aciz olan insanların, İslam’ın üç kutsal şehrinden biri ellerinden çalınırken gereken tepkiyi göstermesi de beklenemezdi zaten.

“Kudüs için yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Amerika ve İsrail’in gücü karşısında ne yapabiliriz ki?” diyenleri bir kenara bırakalım.

Aslında Kudüs için yapabilecek çok şeyimiz var.

Her şeyden önce Kudüs’ün onuru için işgale direnen Filistinli kardeşlerimize güçlü bir şekilde destek vermekle başlayabiliriz. Bu destek sadece dua ile değil, aynı zamanda Filistinlilere yardım götüren yardım kuruluşlarına bağışlarla olmalı.

Bunların yanında ABD’nin bu kararını, İsrail’in işgalini ve ilhakını tanımadığımızı en yüksek sesle haykırmamız da çok önemli. Bu, Müslümanların Filistin toprakları üzerindeki hak iddiasını diri tutacaktır ve gün gelip de güç dengeleri değiştiğinde bu toprakları devralmalarının meşruiyetini sağlayacaktır. Unutmayalım, 12. Yüzyılda Kudüs’ü ele geçiren Haçlıların kurduğu krallığın hâkim olduğu 90 yıla yakın süre boyunca Müslümanlar Kudüs’ü hiç unutmadılar ve en sonunda içlerinden çıkardıkları Selahaddin Eyyubi 1187 yılında Kudüs’ü fethedip tekrar Müslüman şehri yaptı.

Kudüs, Filistinlileri diri tuttuğu gibi bütün Müslümanları diriltmeli.

Müslümanların mezhepsel, etnik ve sınıfsal kavgalarını bir kenara bırakıp birlik olmaları için Kudüs yeniden altın bir fırsat sunuyor. Müslümanlar, Kudüs için bir araya gelmeyi başarabilirlerse, Yemen’de, Suriye’de, Libya’da birbirlerini katletmeyi sona erdirmek için bir şans yakalayabilirler.

Kudüs’ün maruz kaldığı saldırı bile Müslümanları bir araya getiremiyorsa, Kudüs’ün ardından Bağdat, Tahran, İstanbul, Kahire, Şam ve Mekke’yi de kaybetmeye hazır olmalılar.

[Türkiye, 9 Aralık 2017]

Kemal İnat

SETAV
Devamını Oku »

Filistin, İsrail ve İslâm-Batı ilişkileri

Filistin, İsrail ve İslâm-Batı ilişkileri

20.yüzyılda Islâm-Batı ilişkilerini geren ihtilaf konularından biri de, İs­rail'in işgaliyle ortaya çıkan Filistin meselesidir. Meselenin Islâm-Batı ilişkile­ri üzerindeki etkisi genellikle Batılı uzmanların tahmin ve itiraf ettiklerinden çok daha derindir. Islâm dünyası Filistin meselesini basit bir toprak sorunu değil, bir adalet ve insanlık meselesi olarak görmekteyken, İsrail ve destekçi­leri konuyu Filistinlilerin, Arapların ve Müslümanların ötekileştirilmesi üze­rinden kendi lehine çevirmeye çalışmaktadır. Düşmanlarla çevrilmiş bir coğ­rafyada barış, demokrasi ve yaşam mücadelesi verdiği söylemini yayan İsrail yönetimleri, Batı devletlerinin ve kamuoyunun desteğini yanına çekmek için siyasetten medyaya, ekonomiden lobilere, sinemadan diplomasiye geniş bir araçlar setini kullanmaktadır.

Burada detaylarına giremeyeceğiniz çeşitli ge­rekçelerle İsrail’in hikâyesini satın alan Batı kamuoyu, böylece Orta Doğu’nun en büyük ihtilafında taraf olur ve bilerek veya bilmeyerek Arap ve İslâm dün­yasını karşısına alır. Elbette Avrupa ve Amerika’da İsrail’in işgal politikalarına ve hukuk ihlâllerine karşı çıkan ve Filistin davasını destekleyen pek çok aydın, yazar, sanatçı ve siyasetçi bulunmaktadır. Fakat genel tabloya bakıldı­ğında, Batılı ülkelerin İsrail’e verdiği destek, İslâm dünyasında bir çifte stan­dart ve ihanet tavrı olarak görülmektedir. 1967’den sonra İsrail’in Kudüs’ü işgal ederek “ebedî başkenti” ilan etmesi, bu gerilimi had safhaya taşımıştır. İşgal altındaki Gazze ve Batı Şeria’nın yanı sıra Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın belli dönemlerde İsrailli işgalciler (“yerleşimciler”) tarafından ele geçirilmek istenmesi, meseleyi siyasî olmanın ötesinde dinî bir boyuta da taşımaktadır.

1917 Balfour Beyannamesi ile başlayan ve 1948’te Filistin toprakları üze­rinde bir İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanan süreç, modern Orta Do­ğu tarihinin en büyük kırılmalarından biridir. Yüzlerce yıldır yaşadıkları va­tanlarını bir oldu-bittiyle kaybeden Filistinliler, özellikle 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra büyük travmalar yaşadıkları bir döneme girdiler. Modern Arap siyasetinin tarihi aynı zamanda Filistin topraklarının işgal tarihidir. Mı­sır’da Cemal Abdunnâsır’ın yükselişinden Suriye ve Lübnan siyasetine, Filis­tin Kurtuluş Orgütü’nün ve Hamas’ın kurulmasından Hizbullah’ın ortaya çı­kışına, İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın 1969’da Kudüs’te meydana gelen hadise­ler üzerine kurulmasından Amerika’nın Orta Doğu politikasına kadar çağdaş Arap siyasî tarihinin her önemli başlığı bir şekilde Filistin meselesiyle ilgili­dir.(31)

Filistin, hiçbir zaman sadece Arapların meselesi olarak görülmemiş, Tür­kiye’den Endonezya’ya bütün İslâm dünyasında yakından takip edilen bir ko­nu olmuştur. Arap dünyasında birleşik Arap kuvvetlerinin İsrail ordusu kar­şısındaki kayıpları, modern Arap ve Orta Doğu tarihinin büyük travmaların­dan biri haline gelmiştir.(32)

Batılı devletlerin siyonizm hareketine ve İsrail’e verdiği destek, 1917’den bu yana İslâm-Batı ilişkilerinin temel gerilim hatlarından birini oluşturmakta­dır. Siyonizm hareketi, ortaya çıktığı andan itibaren Orta Doğu dışından “bü­yük güçlerin” (İngiltere ve Amerika) desteğini alarak Filistin toprakları üze­rinde bir Yahudi devleti kurma projesini hayata geçirmiş ve bunu açıkça ifa­de etmekten de çekinmemiştir.(33)

1917-1948 arasında ağırlıklı olarak İngiltere'nin desteğiyle büyüyen hareket, 1948’de İsrail devletinin kurulmasından sonra ağırlık merkezini Amerika’ya kaydırmıştır. Soğuk Savaş döneminde sa­dece Amerikan devletinin değil, zengin ve etkili Yahudi iş adamlarının, siya­setçilerin, medya mensuplarının ve sanatçıların da desteğine başvuran Siyo­nizm hareketi, Orta Doğu’nun göbeğinde Batı’yla ilişkilerini güçlendirirken Arap ve İslâm dünyasıyla gerilim ve çatışma siyaseti izlemiştir. Bu çerçevede “bölge dışı büyük güçlerle ittifak” stratejisi, Arap ve İslâm dünyasında sömür­geciliğin ve Haçlı seferlerinin yeni bir versiyonu olarak görülmektedir. Avru­pa’nın Holokost karşısında hissettiği ‘suçluluk duygusu’ ve Amerika’nın böl­gesel çıkarları, İsrail devletini ve onun yayılmacılık siyasetini meşrulaştırırken; Filistin topraklarının işgal edilmesini, Filistin halkının aşağılanmasını ve sür­gün edilmesini haklılaştıran bir işlev görmektedir. Amerikan sağının ve Hris- tiyan çevrelerin İsrail’e dinî ve siyasî gerekçelerle tam destek vermesi, Ame­rikan toplumuyla İslâm dünyası arasındaki temel gerilim hatlarından biridir.(34)

Bugün Amerikan devleti ve kamuoyu üzerinde etkili olan İsrail lobisinin de çabalarıyla, Batılı ülkelerin Orta Doğu politikası, büyük bir gerilim kayna­ğı olmaya devam ediyor.(35) “İslâmî köktencilik/terörizm” söyleminde olduğu gibi, burada da kültürel ve ırkçı tiplemelerin etkin bir şekilde kullanıldığını görüyoruz.

Filistin sorununa adil ve barışçıl bir çözümün önündeki tek enge­lin Filistinliler olduğu tezini sürekli işleyen lobi, bu söylemi yaymak için her tür imkânı seferber etmektedir. 1962 tarihli Lawrence of Arabia filminden alı­nan bir cümleyle ifade edecek olursak, Batı’nın nazarında Araplar, “akıllı bir Batılının himayesine muhtaç ve siyasetten anlamayan” aktörler olarak görül­mektedir.(36)

Bu betimleme, yer yer düpedüz ırkçılığa dönüşür. Böylece Filistin sorunu, İsrail’in işgal ve yayılmacılık politikalarına değil, Filistinli Müslüman Arapların güya demokratik olmayan geleneklerine, uzlaşmaz tutumlarına, ge­ri kalmışlıklarına vs. atfedilir. Filistinliler “şiddet yanlısı, barış karşıtı, terö­rist...” gösterilerek asıl mağdurlar suçlu hale getirilmek istenir.(37) İsrail yanlı­sı bîr yazara göre, sorun “işgal değil, (Yahudi) yerleşimciler değil; hele İsra­il'in hunharca saldırılan hiç değil. Sorun Arapların başkalarıyla barış içinde yaşama yeteneğinden yoksun olması”dır.31' İsrail lobisi, bu söylemi temellen­dirmek için vulgar oryantalizmin inşa ettiği çarpık Islâm ve Müslüman imajı­nı mebzul derecede kullanır, özellikle Amerika'da İslâmofobinin bayraktar­lığını yapan isimlerin aynı zamanda İsrail lobisinin etkin isimleri arasında yer alması şüphesiz bir tesadüf değil.(38)

Filistin meselesi ile İsrail lobisinin ve vulgar oryantalizmin kesiştiği yer de burasıdır. Bunun tipik örneklerinden biri, 2005 yılında Amerikan Yahudi liderleri için bir rapor hazırlayan anket uzmanı Frank Luntz’un “Filistinlilere Arap deyin” tavsiyesidir. İlk bakışta önemsiz bir detay gibi görünen bu ifade şekli, İsrail’in işgal ve şiddet politikalarını meşrulaştırmak için sıkça başvuru­lan etkin bir propaganda aracıdır. Zira “Filistinli” kelimesi insanların zihnin­de “mülteci kamplarını, mahrumiyeti ve baskıyı” çağrıştırırken, “Arap” den­diğinde insanların aklına “zenginlik, petrol ve İslâm” gelir.

“Filistinli”, gerçek bir halkı, hem de zulme ve haksızlığa uğramış bir toplumu ifade eder. “Arap” ise, Batı toplumlarının kollektif hafızasında pek çok olumsuz referansı akla getirir. Dahası bu isimlendirme İsrail yönetimlerinin “pek çok Arap devle­ti var; Araplar Filistin sorununu çözmek istiyorsa Filistinlileri ülkelerine ala­rak bu meseleyi kökünden halledebilir” imasında bulunan yaklaşımlarına da psikolojik bir zemin hazırlar. Buna göre, Filistin halkı acı çekiyorsa bunun sorumlusu zengin, müreffeh ve demokratik İsrail değil, baskıcı ve duyarsız Arap rejimleridir. Luntz’a göre. Amerikan Yahudi örgütleri Filistinlilere kar­şı propaganda savaşında bu ayrımları stratejik bir araç olarak kullanmalıdır.'(40)

Bu tavrın arkasında yatan acı ve rahatsız edici gerçek şudur: “Bir başka milleti işgal etmek, ırkçılığı gerektirir ve onu besler”.(41) Siyonizmın Filistin-li Arap ve Müslüman karşıtı bir kimliği bürünmesinin sebebini burada aramak gerekir. Onlarca yıldır devam eden haksız ve gayr-ı insani bir işga­li sıyaseten, zihnen ve ahlaken meşrulaştırmak için, Müslüman Arapların ve Filistinlilerin her zaman suçlu, şiddet yanlısı, terörist, vs. olarak gösterilmesi gerekir. Bu ise bir grup insana karşı -aslında neredeyse bütün dünya Müslümanlarına yönelik- tekdüze, suçlayıcı ve son tahlilde ırkçı tiplemelerin inşa edilmesi ve medya yoluyla yayılması sonucunu doğurur.

Filistin’de yaşanan büyük haksızlığa karşı çıkan herkes, derhal teröristleri desteklemekle vs. suç­lanır.Öyle ki Jimmy Carter bile İsrail’in işgal ve ayrımcılık politikaları yüzün­den bir apartheid devleti” haline geldiğini söylediği için muazzam bir saldı­rıya maruz kalmış; yobaz, antisemitik, vs. olmakla suçlanmıştır. Bir eski Ame­rikan Başkanı bu tip bir muameleye maruz kalıyorsa, sıradan insanların ve ta­bii Filistinlilerin her gün maruz kaldığı saldırıları düşünün!(42)

İslâm dünyasında İsrail devletine gösterilen tepki, antisemitizm gibi Ya­hudi düşmanı ve ırkçı bir söyleme dayanmaktan ziyade Filistin topraklarının işgal edilmesi ve Filistin halkının yok sayılmasıyla ilgili bir durumdur.(43) Islâm tarihinde çeşitli Yahudi topluluklarıyla gerilim ve çatışmalar yaşanmıştır. Bu tür tecrübelerin yer yer Yahudi karşıtı söylemleri cesaretlendirdiği de doğru dur. Fakat son tahlilde antisemitizm bir Hristiyan-Avrupa ideolojisidir. Israil’e verilen tepki, Yahudilere yahut Yahudilik’e değil, bu devletin işgal ve politikalarına verilen bir tepkidir.

Elbette bu, İslâm dünyasında hiçbir antise­mitik söylemin bulunmadığı anlamına gelmez. Yahudilere yönelik nefret söylemleri kesin olarak reddedilmelidir. Bir kişi, kurum ya da siyasî yapı, sadece Yahudi olduğu için ırkçı ve ayrımcı yaklaşımların konusu olamaz. Bu yüzden de Yahudi düşmanlığı ile İsrail’in politikalarını eleştirmeyi birbirinden ayır­mak büyük önem arz etmektedir. Bu konuda İslâm dünyasındaki siyasetçile­rin, aydınların ve din adamlarının gerekli hassasiyeti göstermesi siyasî ve ah­lâkî sorumluluğun bir gereğidir.

İsrail’in işgal politikalarını eleştirmeyi antisemitizm olarak takdim etmek, İsrail lobisinin ve propaganda makinasının kullandığı etkili araçlardan biri­dir. Her itirazı “İsrail’in varlığını ortadan kaldırmaya dönük bir adım” olarak görmek, tartışmayı rasyonel zemininden kopartarak varoluşsal ve sıfır top­lamlı bir düzleme taşır. Edward Said’den Jimmy Carter’a, işgale karsı çıkan- Filistin ve İsrail halklarının hak, adalet ve eşitlik temelinde yaşamasını savu-nan herkes antisetnitık damgasını yer. Lobinin ustalıkla kullandığı bu argü­man, İsrail hükümetlerine yönelik eleştirileri bir ırkçılık ve ayrımcılık olarak kurgular.

Amaç, İsrail’in işgal politikalarına karşı eleştirilerin önüne geçmek­tir. Fakat asıl çifte standart şudur: Batı’dan gelen İsrail eleştirileri siyasî tez­ler olarak reddedilirken, İslâm dünyasından gelen itirazlar antisemitik, fun­damentalist, şiddet yanlısı, aşırıcı, vs. olarak yaftalanır ve böylece Batı kamu­oyunun derhal reddedeceği söylemler haline getirilir.(44)

Dahası, İsrail'e yöne­lik eleştiriler söz konusu olduğunda ifade özgürlüğü bir hak olmaktan çıkar. Basında uygulanan sistematik sansür ve, habercilerin ve yorumcuların içselleştirdiği oto-sansür, adil ve sağlıklı tartışmalar yapılmasını imkânsız hale ge­tirir. Böylece Filistin meselesi, modern çağda gazetecilik standartları, ifade özgürlüğü ve adil temsil gibi İslâm-Batı ilişkilerinin merkezinde yer alan ko­nularla iç içe girer. Bu duruma itiraz eden kişiler arasında Yahudi aydın, ya­zar ve akademisyenlerin olduğunu da not etmekte fayda var.(45)

İsmail Farukî, 1980’de kaleme aldığı İslâm ve İsrail Sorunu adlı eserinde, Filistin topraklarının işgaliyle ortaya çıkan İsrail sorununun aynı anda İslâm dünyası, Hristiyan âlemi ve Yahudiler arasındaki ilişkileri gerdiğini söyler. Bal­four Beyannamesi sonrasında yaşananlar Haçlı seferlerinin bir devamı yahut modern sömürgeciliğin bir tezâhürü olarak görülebilir. Fakat “İsrail sorunu” hem bunlardır, hem de bunlardan fazla bir şeydir. Osmanlı Devleti’nin yıkıl­masıyla bölgede ortaya çıkan jeopolitik boşluğu doldurma yarışına giren Batılı sömürge güçleri, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurarak Orta Doğu’daki varlıklarını devam ettirmek istediler.

Böylece modern sömürgeciliğin tarihi, Arap ve Islâm ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla sona erme­di; tersine Filistin meselesi üzerinden derinleşerek devam etti. Geleneksel Ya­hudilikten ayırt edilmesi gereken siyonizm, modern bir ideoloji olarak Avru­panın sömürgeci emellerine hizmet ettiği için destek görmüştür. Farukî’ye gö­re, Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail Devleti’nin Batı nezdindeki stra­tejik önemi buradan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Farukî, Yahudilik ve Yahudiler ile siyonizmin ve İsrail Devleti’nin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Bu ayrımın altını bugün de ısrarla çizmek gerekir.(46)

Filistin topraklarının ve halkının işgal altında olduğu gerçeği, bir taraf­ta Müslüman-Yahudi, diğer tarafta İslâm-Batı ilişkilerini zehirleyen bir etkiye sahiptir. Batı Şeria, Kudüs yahut Gazze’de yaşanan her hadise, küresel bir et­ki yaratarak Müslümanlar, Yahudiler ve Batılılar arasındaki ilişkileri germek­te ve rasyonel konuşma zeminini ortadan kaldırmaktadır. İsrail lobisinin Fi­listinlileri ve Arapları gayr-ı İnsanî ve şeytanî imajlar üzerinden mahkûm et­mesi, Amerikan yönetimlerinin İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık askerî yar­dım yapması, genel olarak Batılı devletlerin İsrail’in uluslararası hukuku ihlâl eden politikaları karşısında sessiz ve tepkisiz kalması, elbette İslâm-Batı ilişki­lerini de doğrudan etkilemekte ve şüphe, öfke ve husumet duygularının doğ­masına neden olmaktadır. Filistin halkının hak ettiği özgür, bağımsız ve adil bir yaşam biçimine ve siyasî düzene kavuşması, sadece Orta Doğu siyasetinin temel sorunlarından birini çözmeyecek, aynı zamanda İslâm-Batı ilişkilerinin büyük gerilim hatlarından birini de ortadan kaldıracaktır.(47)

İbrahim Kalın,Ben,Öteki ve Ötesi(İnsan yay.),syf;437-443

Dipnotlar:

31.Filistin meselesinin çağdaş Arap siyasî tarihindeki yeri ve İslâm-Batı ilişkilerine etki­si konusunda genel bir değerlendirme için bkz. Milton Viorst, Storm from the East: The Struggle Between the Arab World and the Christian West (New York: The Mo­dern Library, 2006).

32. Olivier Roy, The Politics of Chaos in the Middle East (London: Hurst and Company, 2007), s. 74.

33. Baos Evron, Jewish State or Israeli Nationf (Bloomington: Indiana University Press, 1995), s. 133.

34. İsrail’in Amerikan’ın Orta Doğu siyasetinde ve algı biçimlerinde oynadığı belirleyici rol için bkz. Douglas Little, American Orientalism: The United States and the Middle East since 1945 (Chapel Hill: University of North Carolina Press, 2008), s. 77-115.

35. İsrail lobisinin Amerikan dış politikası üzerindeki etkisi için bkz. John J. Mearshe- imer ve Stephen M. Walt, The Israel Lobby and US Foreign Policy (New York: Far­rar, Straus and Giroux, 2007).

36. Zikreden Ralph Braibanti, The Nature and Structure of the Islamic World (Chicago: International Strategy and Policy Institute, 1995), s. 6.

37. Bkz. Edward Said ve Christopher Hitchens (ed.), Blaming the Victims: Spurious Scho­larship and the Palestinian Question (London: Verso, 1988). Bu derlemedeki maka­leler, Filistin halkının tarihi ve sosyolojik gerçekliğini inkar ederek İsrail’in işgal po-litikalarını meşrulaştırmayı hedefleyen akademik çalışmalara da köklü eleştiriler ge­tirir.

38. Köşe yazarı Mona Charen’den aktaran Robert Fisk, “Fear and Learning in Ameri­ca”, Independent, \7 Nisan, 2002.

39. Burada özellikle Pamela Geller, Robert Spencer, David Horowitz, Steve Emerson gi­bi isimleri sayabiliriz. Bu kişilerin ve ilgili kurumiann Amerika’daki “İslâmofobı en düstrisi”nde oynadığı rol için bkz. Nathan Lean, The hlamophobuı Industry: How the Right Manufactures Fears of Muslims (Pluto Press, 2012) özellikte s. 119-136 ve http://www.cair.com/images/islamophobia/Legislating-Fear.pdf Ayrıca bkz. John Esposito ve İbrahim Kalın, Islamophobia and the Challenge of Pluralism tn the 21* Century (Oxford University Press, 2011).

40. Nakleden Peter Beinart, The Crisis of Zionism (New York: Picador, 2012), s. 45.

41. Beinart, The Crisis of Zionism, s. 24. -

42.Carter'in Filistin sorunu hakkındaki görüşleri için bkz:Jim Carter,Palestine:Peace not Apartheid(New York:Simon and Schuster,2007)

43-Armour, Uiam, Christianity and the West,s.147-166

44.Avrupa ve Amerika basınında İsrail’in hak ihlâlleri konusunda uygulanan sistematik sansür, buna mukabil Filistinlilerin haklarının baskı altına alınması ve perdelenmesi çok geni; bir konudur. Yer darlığından bu konuya burada giremeyeceğiz. Bunun İslâm-Batı ilişkileri ve imaj-üretim süreçleri açısından son derece önemli bir konu olduğunu ifade etmekle yetinmek durumundayız. Bu konuda birinci el kaynaklara ve tecrübeye dayandığı halde adeta ademe mahkûm edilmek istenen ilk kapsamlı çalışma için bkz. Christopher Mayhew ve Michael Adams, Publish it Not: The Middle East Cover-up (Oxford: Signal Books, 1975; yeni baskı 2006). Yazarlar İsrail aleyhine olabilecek haberlerin İngiliz basınında nasıl sansürlendiğini ve nötralize edildiğini detaylı bir şekilde anlatmaktadırlar. Batı medyasının Filistin ve İslâm dünyasındaki hadiseleri aktarırken uyguladığı perdeleme ve çerçeveleme yöntemleri için bkz. Edward Said, Covering Islam: ow the Media and the Experts Determine How We See the Rest of the World (New York: Vintage Books, 2007; gözden geçirilmiş baskı). Said’in kullandığı başlık da oldukça anlamlı: “Covering” hem haber/gazetecilik yapma hem de “üstünü örtme” anlamlarını taşır.

45.Burada basın ve akademi dünyasından pek çok örnek vermek mümkün. Bunlar ara­sında bkz. Avi Shlaim, Israel and Palestine (London: Verso, 2009), s. 366-372. Ay­rıca bkz. Norman Finkelstein, The Holocaust Industry: Reflections on the Exploita­tion of Jewish Suffering (New York: Verso Books, 2000).

46-Bkz. İsmail Raji al Faruqi, Islam and the Problem of Israel (London : Islamic Coun-cifl of Europe(1980) Edward Said de siyonizmi benzer bir eleştiriye tabi tutar. Bkz.The Question of Palestine(New York,Vintage Books,1980)

47-Bu konuya çeşitli eserlerinde ele alan Said'in görüşleri için bkz:Edward Said,From Oslo to Iraq and the Roadmap(London,Bloomsbury,2004)

 
Devamını Oku »