Kültür

Rasim Ozdenoren

Kültür, bir kez daha belirtelim, bir hayat ve yaşama tarzıdır. İslam yaşanmadıkça ona ait bir kültür ortamının oluşması da söz konusu olmayacaktır. Durum, İslâm'ın yeniden yaşanır hale gelmesi hususunda taşıdığı potansiyelle ilgili değil; bu hususa dikkat istiyorum. İslam,din olarak ortadadır. Mesele, onu yaşamaya layık insan üzerinde toplanmaktadır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

İnkılaplar

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Bütün inkılâplar, şekil ve kıyafet değiştirmeden ibaret kalıyor; ruh daima aynı oluyor. Aynı mefhumlar, divan edebiyatından intikal ediyor, buna ilâve edilen yeni konular yine eski ruhla işleniyor. Nedim-Mehmet Rauf edebiyatı yeni nesilde, divân edebiyatının medhiye ve mersiyeleriyle birlikte devam ediyor. Edebiyatta milliyet cereyanından bahsedenler, millî edebiyatı sade şekil, isim ve kalıpların başkalığında arıyorlar. Hayat sahasında yapılan inkılâplar da kıyafet değiştirmekten ibaret oldu.

Yarım asırdan fazla zamandır evlerimiz değişti, elbisemiz değişti; lisanımız ve selâmımız bile bambaşka şekiller aldı. Dışımızdaki âleme bakıyoruz, hemen herşey değişmiş, fakat insan değişmemiş. Kendini görebilen insanın içine çevirdiği dikkatine cevap olarak, benliğinin derinliklerinden samimi bir ses haykırıyor: Ben ne elbiseyim, ne eşyayım, ne de dışından değiştirilebilir bir varlık. Hakikî inkılâp, bu isme değer hareket, insan ruhlarım değiştiren, insanda yeni bir irade yaratan harekettir. Asırlardan beri hayat sahnemizin şekil ve maddeye ait zaruretlerle birlikte ve dışardan gelen tesirlerle değişmiş olması, İçtimaî inkılâp sayılmamalıdır.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

Kale İçinden Alınır

Nurettin Topcu- Yarinki Turkiye

Düşmanlarımız, vaktiyle bütün hayat ve irfanınızı idare ederek din müessesesine nüfuz etmiş olan cehaletle taassuptu Sonra devletin müsamahasından faydalanarak onun mukadderatına sahip olan yabancılar, selâmet ve mukadderatından mesul olmadıkları ana vatana suikast yaptılar. Nihayet geçen asrın içinde komiteleşen “Jön Türkler”in asıl gayesi de hürriyet perdesi altında gizlenmişti.

Herşeyden önce Anadolu’nun bir vatan oluşunu inkâr ettiren, mâsum heyecanlarla yüklü nesilleri avlamaya kabiliyetli, yaldızlı bir mefkûreyi ileri sürdüler. Tıpkı lânetli Timurun ordusu gibi, bizim ideal arayan neslimizi içinden bozdular ve bu sihirli perdenin arkasından, bütün millet mukaddesatını imha edecek olan Mason dâvasını Anadolu’ya soktular. İstikbâli gören gönüller için Ayasofya’ya asıl o zaman çan takılmış, Yıldırımla Yavuz o zaman katledilmişti. Milletimizin kuruluş hamlelerine vaktiyle saldırarak o hamleleri ezmek hırsiyle asırlarca boşuna kan döken haçlı zihniyet, nihayet bizi içimizden vurmanın sırrını elde etmişti. “Kale içinden alınır” atasözümüzü, atalarımızın düşmanları tatbike koyuldular. Birinci Cihan Harbi ni kaybettikten sonra Anadolu, İstiklâl Savaşı’na atıldı. Harp cephesinde kılınç muzaffer oldu.

Lâkin hakikatte muzaffer olan milletin ruhu idi. Biz bu ruhun hâkimiyeti dâvasını bayrak yaparak yükseltmesini bilmedik. Cepheye koşan millet ruhunu alkışlayacak yerde, cepheden dönen ve zafer fırtınasından faydalanarak ganimet yağmasına katılan efeleri alkışladık. Bağrımıza basmamız gereken ruh, kanlı kefene büründü. Dünyamıza, insan ve hürriyet aşkından yapılmış yeni bir ruh getirmeye ve Fâtih’lerden sonra yeni bir devir açmaya kabiliyetli mücahidler, zulme sunulan alkış sesleri arasında gömüldüler. İsyanları ve feryatları pek çabuk unutuldu. Bilâkis pek uzun süren zafer yağmalarından hisse almak istiyenler zümreleştiler. Bunlar, halkın menfaat duygularını istismar ederek memleketin bütün damarlarına yayıldılar ve Anadolu'yu kalbinden vuran Haçlı zihniyetinin vârisleri oldular. Azar azar, gururunu besledikleri bir gençlik zümresini de ellerine geçirdiler. Bu millet mukaddesatı ve Anadolu'nun mukadderatı böylelikle büsbütün sahipsiz bırakılmak istendi, önce kütle halinde çetin saldırışlarla yıprattıkları ve böldükleri millet ruhunu sonra çete harpleriyle yer yer perişan etmeye koyuldular.

Bunlar, öyle sistemli çalışmışlardı ki, gözlerimizi açtığımız anda fikir müesseselerini onların eline geçmiş bulduk. Üniversitelerin ruhunu tahlil ederseniz onda ne Türk'ü bulursunuz ne Avrupalıya Onda her yerden alınmış, benliğimizi çürütücü unsurları bulursunuz. Ne bir ilim aşkı yaratıcı zihniyet, ne bir felsefî iman, ne de samimi ve tarafsız bir din ve ahlâk ilmi... Hiçbir sistem, hiçbir kanaat, hareket yaratıcı hiçbir kuvvet, üniversitelerimizin kapısından içeri girmedi. Sade tahrip silâhları, sade insan ruhunun ortaya koyabileceği her inancı yere seren, çürüten kuvvetler, hakikat aramanın metodlariyle telkin edildi. Her sahada mutlaka bir inanca bağlanan doktrin zihniyeti tezyif edildi.

Kaynak:

Nurettin Topçu-Yarınki Türkiye
Devamını Oku »

İlerde Olan

İlerde Olan

Kimi bir iş yaptığını sanır. O, boşuna bir çırpınıştır.

Kimini de yerinde durur sanırsınız. O, ilerlemekte­dir; fakat bu ilerleyişi görecek göz gerektir.

İlerleyiş, sadece hareket etmek demek değildir. Çev­resini de beraber hareket ettirmek demektir.

Bir tertibi bozarak eşyaya bir başka tertip vermek, bir ilerleyiş değildir. İlerleyiş, özde bir değişiklikle baş­lar. Görünüşlerde ve biçimlerdeki bir değişmeyle değil, özdeki değişme, biçimdeki ve görünüşdeki değişmeden önce başlar.

İçine çürüyüşün her türlü tohumu serpilmiş bir dü­zeni başka bir tertiple ilerleteceğini uman, gitsin başını dev kayalara çarpsın.

İlerleyiş, ilkin zihnî ve ruhîdir. Sonra dışa vurur, fizikte görünür.

Halkıyla çöle dalmış olan Hz. Musa, büyük şehirler­de oturan Firavun’dan daha çok ilerliyordu.

Başka çare kalmayınca, bir mağarada, ebedî bir ide­alin düşü içinde uyuyan yedi genç, mermer sütunlar arasında dolaşan Romalılardan daha ileriydi ve daha çok ilerliyordu.

Hira mağarasında mutlak hakikatin zuhuru önünde ürperen Peygamber, Şam kervanlarının ipeğe gömülü parıltısı içinde ilerleyen Kureyş eşrafından çok ilerler­deydi. Ve o Kureyş ileri gelenleri bir gün gelecek, ilerde olanın hakkını teslim edeceklerdi.

Su ilerlemese üstündeki saman ilerlemez. Siz, ilerle­yen olarak samanı görürsünüz; aslında ilerleyen sudur. Gölge, uzar veya kısalır. Bu uzayış veya kısalış, gölge­nin kendinden değil, ait olduğu varlığın güneşe göre olan konumundan dır.

Mağara ve şehir, güneş ve gölge, bütün bunlar bizim için birer meseldir. Gururu yıkmak için mesel. Kuvve­tin asıl sahibini görmeyip kendini görenlere bir mesel. Gurura düşen, şu veya bu derecede Allah’a ortak koş­maya başlamıştır. O, artık yanşa kalktığı Kudret tara­fından ezilmeyi hakketmiştir.

Gurura kapılan gerileyecek, sönecek, küçülecek ve sonunda yok olacaktır.

Eğer, gurur düşkünü uyanmazsa, pişman olmazsa tövbe etmezse, cezalanacaktır. Gurur, bir varlık iddiası olduğu için, yoklukla cezalanacaktır gurur hastası.

Gurura batmış olan, önümüzde en büyük ve canlı bir anıt gibi yükselen ölümü görmeyendir.Ölüme kör olandır.

Ölümün her an hatırlatıp durduğu faniliği unutan­dır.

Gören, anlayan ve düşünen için, en lüks bir apart­manda yatsa da, insanın yattığı yatakla ilerde yatacağı kabir aynı boyda, aynı endedir aşağı yukarı. Alnı ak gi­denler için kabrin toprağı, en yumuşak yatakların yü­nünden ve pamuğundan daha yumuşaktır. Alnı kara­lar ise, hayatta, en yumuşak yataklarda bile rahatsız, ölümde de, kabrin kavurucu mengenesinde azaptadır. Ve daha sonrası daha çetin.

İlerleme ve gerilemenin gerçek perspektifi, alçakgö­nüllülükle yapılan bir nefs muhasebesinde belli olur. Yoksa şu veya bu çıkar için övücülerin dillerinden ve kalemlerinden dökülen samimilikten ırak kelimelerden değil.

Zaman, uzun vadede, hakikî olanı sahte olandan, gerçek ileriyi geri olandan ayıran bir ödevlidir.

Dışı şatafatlı ve süslü, fakat temeli bozuk, maddesi çürük bir yapıyı, Arz da uzun zaman ayakta tutamaz, zaman da.

Nice şatafatlı yapılar, otuz yıl sonra yoktur; nice ha­rabeler de bin yıl dayanır.

Sahtelerin ve sathîlerin övgüsünden korunan se­vinsin. Güçsüzlerin, çekemeyenlerin yergisine uğrayan sevinsin. Bir dâva uğruna, yavaş yavaş, çetinliklerle boğuşa boğuşa, yergilerin en zehirlisinden tada tada, zaferini ancak ahundan boşalan terle kazana kazana, imtihan ola ola ilerleyen, şükretsin.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

 

 

 
Devamını Oku »

Her Şey Aslına Döner

Her Şey Aslına Döner

Her şey aslına döner.

Yeryüzündeki müslümanlar da asılları olan İslâm’a dönecekler.

Bu dönüş, geriye doğru dönüş değil, asla, öze, köke dönüştür.

Dağı görmek istiyorsanız dağa kadar gitmeden de onu görebilirsiniz. Göz, dağı gördü mü, dağ, göze gelir.

Siz bir çukurda dağa arkanızı çevirmişseniz dağı geride kalmış savmanız, sadece size ait bir aldanıştır. Dağ belki arkanızda fakat çok yüksektir. Tepenizdedir. Siz çukurdasınız, o yüksektir. Bereketli yağmurlarını Allah’m izniyle göndermese ovada ot bile bitmez. Ova­nın görünüşteki ekinsizliğinden dolayı dağı küçümse­mesi ve kınaması ne kadar gülünçtür. Ekin ovada yeti­şir, ama dağın payım kim inkâr edebilir?

İnsan, İslâm’m önünde, dağın önündeki ova gibidir. İslâm’dan gelip kendinde esere ve verime dönüşen ni­metleri kendinden bilerek gurura kapılan insan, dağı küçümseyen çukurun gülünç durumuna düşer.

Ova aldanmaz, fakat insan aldanır. Ova alçak gö­nüllüdür, fakat insan çarçabuk gurura kapılır.

Bizim dağ ve ova meselemiz bir örnektir. Yoksa ger­çekte, dağlar da, ovalar da nimetin ve cezanın nereden geldiğini bilirler, öğünmezler, benliklerini ileri sür­mezler, ödevlerini yaparlar ve Hakkın takdiri önünde boyun eğerler.

İnsansa dağa arkasını çevirir ve dağ geride kaldı der. Halbuki dağ yerindedir, yerini hiç değiştirmez. Gerile­yen, ilerleyen insandır. Kendisinin gerilediğini görmez de dağı itham eder.

Halbuki, insan yüzünü dağa çevirse, dağ önünde olur. Dağ ileride olur. Ve gerekeni de o değil midir?

İslâm, en ulu dağlar gibi yerinde sabit, sağlam, başı dik ve tertemizdir. Kaypak olan, kaçan, saklanan, dağı kendi boş vehimleriyle itham eden insandır.

Tabiattan aldığımız dağ-ova örneği, insanın bütün aldanışlarında benzerini bulur.

İnsanın iyi olan asla dönmesi için Kur’an bir rehber olarak sağ ve diri, önümüzde ve başımızdadır.

Oruç, gözü keskinleştirir ve aldatıcı görünüşlere karşı insanı uyarır.

Namaz ruhu kuvvetlendirir; asla dönüşün engelle­rini ayıklar.

Zekât, insanın mal ihtirasından dolayı kam kirlenen birikmiş maldan kan alma, hacamattır adeta.

Zekâtı verilmiş mal, kanı arınmış bir kurbandır in­sanın önünde âdeta.

Eşyanın kan çarpmasından böylece korunmuş olur insan.

Komünizm, zekâtsız geçen çağlarda birikmiş kirli kanın çağımızda birdenbire patlak vermesidir. Evren­sel bir ceza gibi.

Müslümanlar asılları olan İslâm’a dönerlerse, umu­lur ki, insan da ona bakarak İslâm’a dönsün.

Çünkü: müslümanlar, ifratla tefritin çarpışmasında, ortadaki selâmetin topluluğudurlar. Hakem millettir­ler. Haktan ve hakikatten ayrılmazlar.

Müslümanlar, örnek millettirler. İnsanlık onu görse yüzeydeki aldanışı aşıp derindeki öze ulaşabilir.

Çağımızdaki her müslümanın ödevi, mümkün olan bütün gücüyle Islâm’ı önce kendi şahsında, sonra bütün insanlarda tam yaşanır bir hayat iksiri sayarak çalış­mak ve bu yolda savaşmaktır.

Her şey aslına dönecektir.

Kader çizgisi eğilmez, bükülmez.

İnsan kader çizgisinin dışına çıkamayacağını anlar da gurura kapılmazsa yol kolaylaşmış olur.

Yol kurallarına uyarak vekar ve onurla gitmeyen, kaderin itişiyle yuvarlana yuvarlana gider.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Dinin Sütunu

Dinin Sütunu


»Namaz, dinin sütunudur» buyurdu Peygamber. Evet, namaz, dinin ana sütunlarının birincisidir.


Din, insanın ve toplumun ruhuna yerleşmiş ulu bir ağaçsa, bu ağacın kökü iman, gövdesi namaz ve namaz sütununun etrafında halkalanmış olan oruç, zekât ve hac daireleri, dallan ve budakları da iyi ahlâk, davra­nışlave yemişleri ve çiçekleri de, bütün iyilikler, gü­zellikler ve doğruluklardır.


Namaz, bir ucu imana açık, öbür ucu iyilikler, doğ­ruluklar ve üstünlüklere bağlı, din köprüsüdür.


Adeta bu dünyanın sıratı namazdır.


Namaz, günde beş vakit gelerek kötülük fırsatlarını yok eden bir gök eridir.


Namaz, Kur’an-ı Kerim gibi sürekli bir mucizedir.


Bir elmanın bir yansı oruç, bir yansı namazdır.


Namazın protestolusu, telinlisi, siyasetlisi, gösterili­si olamaz. Namaz, sadece namazdır.


Ve bu namaza dokunulamaz.


Bu halk, yirmi yıldır durmadan yıkılmış camilerini onanyor, eksik yerlerini yaptınyor, camisiz semt bırak­mıyor. Bu camileri yaptırdı, şimdi sıra ihmal edilmiş namazlara geldi. Halkın namaza koşusunun anlamı, din duygusunun canlanışından başka bir şey değildir.


Camiler yapıldı, din duygusu canlandı, elbet halk namaza koşacaktır. Dinin sütununa sarılmaya.


Çünkü, dinin sütunu namazdır. Toplumu ayakta tu­tan sütun da dindir.


Bu çağda dinsiz yoksul toplumlar, komünizmin ku­cağına kolaylıkla yuvarlanırlar.


Ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamberim ümmeti olmak, bir insan topluluğu için yeter şandır.


Çocuk, ulvilik âlemini ilkin babasının namazında canlanmış olarak görür.


Beş esrarlı camii olan bir kent düşününüz. Birinci cami, sabah ortalık ışımaya başlayınca insanları, ama nasıl insanları, Allah’a tam inanmış, kullara tapmayı reddetmiş, vahye ve onu getirenlere inanmış insanları çağırsın; o çağırınca, melekler yalnız onları uyandırsın. İkinci cami, güneş tam tepe noktasını biraz aşınca, işini dosdoğru yapıp insanlara iyilik saçan müminleri; üçün­cü cami, güneş de her fani gibi boynunu batışa doğru eğince ve ışıklarını son saatten bir haber gibi serin se­rin göndermeye başlayınca, olgun, dosdoğru ve inanmış insanları; dördüncü cami, güneşin adeta ruhu kabz edilmiş bir insanın kabrine konuluşu gibi batışından biraz sonra, gecenin yerde dirilerek çıkmaya başladığı saatte evine dönen müminleri ve nihayet beşinci cami, gecenin kalın örtüsü altında yine de eşyaya ve tabia­ta, günün yorgunluğuna ve insanların tahakkümüne karşı Allah’ın bahş ettiği güven ve huzurla donanmış müminleri çağırsın ve bu çağırışa karşı konul amasın, îşte böyle bir kentin insanları, günde beş kere dünya kirinden ayıklanıp çıkacaklar, faniliğin zararlarından kurtulacaklar, sonsuzluğun eşiğinde Allah’a tapmak­tan dolayı mutlu olacaklardır.


İşte bu esrarlı şehrin, bu esrarlı beş camii sembol değil bir hakikattir. Her İslâm şehri, o şehrin her camii, o beş camiin özelliğini taşımaktadır.


Her namaz, kubbesi gökyüzü olan dünyamızda müslümanları toplayan bir camidir.


Namazda, miraç mucizesinin kuvvetinden bir kuv­vet gizlidir.


Din ve tanrıtanımazlarla inanmışların savaşı, in­sanlık içinde bir gün müslümanların zaferiyle son bu­lunca, dinin temel sütunlarından namaz, ulu bir kubbe­yi ayakta tutan mermer bir sütun gibi insanın ruhunda yeniden bütün ihtişamıyla yükselecektir.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Yanlışın Bir Kaynağı

Yanlışın Bir Kaynağı


İhtiyaçtan müstağni olan yalnız Allah'tır. Bütün yaratılmışlar, yaradılış şartlarına, çağlarına, hayat dö­nemlerine göre bir ihtiyaç kataloğunu taşırlar umutla­rının sırtında. Umut, bir ihtiyaç repertuvarıdır. Cansız eşya, kimya bağıntısıyla açıklar ihtiyacını ve umudunu. Ateş suya, su ateşe muhtaç. Toprak buluta muhtaç. Bit­ki, hayvan, insan, derece derece bütün yaratıklar git­tikçe kabaran bir ihtiyaç dizisiyle çevrili.


İhtiyaçtan arınmamışlık, yalnız müşahhas varlıklar için değil, mücerret varlıklar için de söz konusudur. Her reel varlığın bir beslenme alanı ve kaynağı olduğu gibi kavramların ve kavramlara dayalı kuruluşların da bes­lendiği öbür kavramlar ve kuruluşlar vardır. Yaratılmış varlık ve kavramlar böylece bir süreklilik kanunu içinde hep birbirine muhtaçtırlar. Putlaştırma ve ortak-koşma, unsurlardan birini muhtaç oluştan kurtarıp bütün öbür unsurları ona muhtaç saymadan doğar. Böylece yalnız Allah’a ait bir özellik, fani ve yaratılmış bir varlık veya kavrama haksız olarak bağışlanmış olur.


İşte yaratık­ların ve kavramların ilâhlaştırılması böyle başlar. Kaç çarpık yol ve düşünce varsa aşağı yukarı böyle doğmuş­tur. Allah'ın yalnız İsrail kavmine aitliği, bir ırkın öbür ırkların üstüne çıkarılması ve ihtiyaç bağının kırılmak ve koparılmak istenmesi arzusunun bir iddiası olmuştur. Hristiyanlık sözde merhamet unsurunu yücelteyim derken, onu besleyen kaynaklardan mahrum etmiş ve bunun farkında bile olmamıştır. Bu yüzden en büyük zulûmlar, hristiyan ırklardan sadır olmuştur. Halbuki merhametsiz sevgi olmadığı gibi adaletsiz merhamet olmaz. Yalnız merhameti tutundurayım derken onun dayandığı sütunları yıkmak, bizzat merhameti yıkmak demektir. Bunun için Hristiyanlık tarihi, adetâ merha­metin yıkılış tarihi olmuştur. Nihayet merhametin tam zıddı olan komünizm, bu yanlış merhametçilikden doğ­muştur. Kapitalizm aşın hürriyetçilik adına adaletin yıkılışıyla gerçekleşmiştir.


İslâm yalnız insanların değil, kavram ve kuruluşla­rın da birbirine ve her şeyden önce ve her şeyin üstünde Allah’a muhtaç olduğunu ilân etmiş, bir kavramı öbür kavrama, bir inşam öbür insana köle yapmanın yan­lışlığını açıkça ortaya koymuş, yaradılışın sürekliliğine eş olarak, her alana hâkim sürekli bir hayat sistemini varlık tablosuna sindirme yolu olmuştur.


İnsanlığın ilerleyiş çizgisinde kimi topluluklar eşya­ya, kimileri hayvana, kimileri insana tapmak noktası­na takılıp kalmış. Biraz daha ilerde takılanlar peygam­berleri veya melekleri ilâhlaştıranlardır. Modern çağda da, kavramlar ve kuruluşlar putlaştırılmıştır. Yalnız müslümanlardır ki, eşyada, canlı ve cansız varlıklarda, kavramlarda ve kuruluşlardaki ihtiyaç damarım gör­müşler ve ihtiyaçtan müstağni olanın Allah olduğunu bilmişlerdir. Onun için müslüman sadece Allah’a tapar ve O’na kulluk eder. İnsanlara ve kavramlara kulluk ve kölelik yapmaz. İnsanlara ve kavramlara duyduğu saygı ancak Allah’ın buyruğu iledir. Allah yolunu tıka­yan her eşya, insan ve kavram bir engel sayılır. Cihad,işte bu engellerin kırılışıdır. Yolun ayıklanması, kölelik karanlığından arıtılmasıdır.


Aşk, sevgi, hakikat, merhamet, adalet, hürriyet, di­siplin gibi bütün kavramları birbirine ihtiyaç bağıyla bağlaya bağlaya, insanın, Allah’ın razı olduğu bir mutlu düzen içinde ebediliğe bitişmesi gerçekleştirilmiş olur.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Çağ ve İnanmış Adam

Çağ ve İnanmış Adam

İnanmış adamın çağla durumu, kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Çağı aşarsa anlaşılmayacaktır. Çağın akışına uyarsa, zaman içinde eriyip gidecektir. Çağ gelsin bana yetişsin diye bir kıyıya çekilirse, çağ onu aşacaktır. Dinamizme yeniden dönüş güçleşecektir.
Öyleyse ne yapacaktır inanmış insan? Hem çağın önünde gidecek, hem çağ kendisine yetişsin diye onun elinden tutacaktır. Çağ uyusa ve onun hiç farkına varmasa bile o aksiyonuna devam edecektir. Yılmayacaktır, umutsuzluğa düşmeyecektir. Güçlükler onu pişirecek, anlaşılmamalar onu daha anlaşılır ve aydınlık yapacaktır.
İnanmış adam, gemisini inşa eden Hazret-i Nuh'un durumundadır: onun bu gemiyi niçin inşa ettiğini anlamayacaklardır. Çocuklar eğlenecek, hastalar etrafında dolanacak, kötü ruhlar içlerini geminin iskeletine sürmeye çalışacaklardır. Ama gün gelip de sular yükselmeye başladı mı, alevden dilleri, insanları yalım yalım yaladığı zaman gemi en büyük ve sağlam koruyucu bir kale gibi gözler önünde tek umut kapısı olarak yükselecektir. Gemi, ikinci bir hilkat yuvası, ikinci bir diriliş ocağı gibi ufuklarda yükselmektedir de, felaket çanı çalmadan gözler onu inkâr etmektedir.
Çağla ilişki yönünden Ashab-ı Kehf gencinin uyanıştan sonra şehre inmesi ve irkilerek mağaraya dönüp kaybolması ikinci bir örnektir. Ülkülerinin gerçekleşmesi için zamana ihtiyaç olan bir avuç genç uyutuluyorlar, böylece bir bakıma zamanın dışına çıkarılıyorlar. Kendi günlerinde zamanı aştıkları için bekletiliyorlar. Fakat uyandıkları zaman da, zaman, ülkünün gerçekleştiği bir dönemden ileriye geçmiştir. Bu kere de zaman, aşmıştır. Birincisinde insan zamanı aşmış bulunduğundan, zaman dayanamayacaktı. İkincisinde zaman, insanı ve hedefini geçtiğinden, insan dayanamamıştır. Böylece zamanla insanın denk gelmemesi, bir türlü karşılaşmalarına imkan bırakmamıştır.
Bir yanda inanç vakıasında, düşünce ve duyguda derinleşme, incelme ve sağlamlaşma yoluyla zenginleşme devam ederken, öte yanda bunların realiteye nakşedilmesi, işlenmesi, yani aksiyon sürmelidir ki, inanmış adam çağla ilgisini koparmamış olsun. Hem teorik, hem pratik gelişmeye çaba sarf edilecek de olsa, bir gün daha çok teorik gelişmeye dikkatler dönecektir, bir başka gün de, pratik gelişmeye. Ama birinden birini ihmal eden, sonunda ya teorik, ya pratik gelişmelerle aşılacak ve çağ dışı olacaktır.
Geçmiş zaman içinde teorik çalışmaların en geniş anlamında yapılması, günümüzde de bu alanda çalışmalar yapmamıza engel olamaz. Belki de daha çok teşvik eder. Nasıl geçmiş zamanın pratik çalışmaları bugün bize aksiyon alanında bir yasak koymuyor, sadece örnek olarak ışık tutuyorsa, geçmişin teorik çalışmaları da, yol kesici, düşünce tıkayıcı bir rol oynamaz; bilgi meşalesi olarak yol aydınlatır. Bilgi ve kültür hazinesinin geçmişte olduğu yerde durması, tarih için öğünülecek bir vakıadır ama çağın insanları onları hayatlarına katıp onlardan yeni ve canlı yapılar kurmadıkça, kendileri bakımından, bu geçmiş zamanın anıtları yok gibidirler. Geçmiş zamanı müzeden hayata çekmek de büyük bir teorik çalışmayı gerektirir.
Düşünmek, yeni düşünce yapıları kurmak insan hayatının en şerefli bölümlerinden biridir. Bu yolu tıkamak, gelişmekte olan bir dava için en büyük ihanet olur.
Biz İslâm idealine inanmış olanlar, düşüncede ve edebiyatta çağın en ileri yapılarını kurmadan, insanoğlunun kalbini titretmeden, insana yeni bir mutluluk aşılamadan, inançları tam yaşar hale getirmeden, aksiyonda sürekli ve köklü bir başarıya ulaşacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz demektir.
Devamını Oku »

Kötülüğün Sonu

Kötülüğün Sonu

Kötü ruh hep yaşayacak değil ya,bir gün de ölecek.

Hep başkalarını baskı altında tutacak,erim cürüm edecek değil ya, bir gün de, kendini kayalara çarpacak.

Kötü ruhun şiddeti hep dışa, masum olanlara karşı olacak değil ya,bir de kendi içinde, kendi kendini iki parçaya ayıracak bir iç kıvrılması olacak.

Kötü ruh, İslâm dünyasında bugüne kadar varabi­leceği aksiyonun son ucuna, optimum noktasına ulaştı. Şimdi onun için iniş başladı.

Kötü ruhun inişi başladı, iyi ruhun da çıkışı. Aksi­yon eğrisinde şanslar değişti. Kötü ruh bunun farkında olsaydı, ne yapar yapar aksiyondan kaçardı.

Kötü ruhun görüş alanı karardı, önünü görmez oldu. Zafer serabının sarhoşluğundan uçurumlara yuvarlan­mak üzeredir de farkında değildir.

En yakın mesafeleri göstermez olan sis, iyinin sak­layıcı perdesidir.

İyi, güzel ve doğru, en sıhhatli bir çocuk gibi büyü­yor. Belki bir aslan yuvasında, belki bir Ashab-ı Kehf bucağında. O büyüdükçe, kötü ruh, bilerek bilmeyerek, şeytansı bir sezginin dürtüsüyle huysuzlanacak, kızgın­lıkla zulmünü arttıracak, ama bir gün ayni kızgınlıkla kendini kayalara çarpacak.

Teknik, hızla kötü ruhun elinden iyi ruhun eline doğru kaymakta. Kötü ruhun taktiği ve stratejisi, kendi boynuna dolanan bir ip gibi kendini sıkmaktadır.

İyi ruhsa, karanlıklarda, su ışıltısında dinlenmek­te, deniz, çam ormanı ve güneşte büyümekte, Allah’ın bütün nimetlerinin, manevî ve maddî bağışlarının hakkını vermekte ve bu bağışlarla verimli bir gidiş geliş bağı kurmakta ve böylece iç ilhamının hükmünü yavaş yavaş dış dünyaya yaymaktadır.

Kızıl ve kara haçlı ruhu, cazibesini yitirmeye başlamıştır.

Masum mümin ruhu canlanmaya ve varolmaya yüz tutmuştur.

Birinci Cihan Savaşı’nın rövanşı yakındır.

Sam yeli sona erecektir.

Kara dehanın gücü tükenecektir.

Ölüm sularındaki hakikatler dirilecektir.

Köleleşme pazan, alnı dik duranların şuur alanına dönüşecektir.

Yakıcı olan bir şuur, vicdan lekelerini antacaktır.

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir doğruluk ve hak şu­uru gelecektir.

İnanç, kültür ve ekonomi kurtuluşunun kefili, üçlü kefili bir nesil, topuklarının üstünde aynı anda ufukla­ra dönecektir.

Kehanet yok, hakikat var.

Propaganda ve reklâma tenezzül etmeyen gerçek inanmışlar var.

Kötü ruhun en büyük gücü olan reklâm ve propa­gandanın da dönemi geçmek üzeredir.

Herkes hakikati kabul etme ile nursuz bir yaşama arasında bir seçme yapma durumuna gelmiştir.

Hakikati kabul etmekten başka çıkar yol kalmamış­tır.

Ama kötü ruh için en güç şey de hakikati itiraf et­mektir.

İslâm dünyası bir kere daha kötü ruha başkaldır­maya yüzünü dönmüştür. Müsbet bir oluştur bu. Bel­ki henüz dili, ağzı yoktur bu oluşun. Ama büyüdükçe, geliştikçe dile ve ağıza da kavuşacaktır bu aksiyon. İnanan ve hakikatin, gerçek düşünce ve duygusunun aksiyonu.

İslâm aksiyonu, düşünce ve doktrinler arasında inkâr edilmez yerini aldığı gün, komünizm, amerikanizm, batıcılık, devrimcilik gibi ayni kültür dejenere­leşmesinin verimleri olan hayaller kaybolacak, ufuklar aydınlanacaktır.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa ve âsası arasındaki bağın, bir dâvanın kuvveti ve zafere gidişi bakımından oldukça aydınlatıcı bir hikmet demeti olduğu kuşkusuzdur. Hazreti Musa elinden bırakır bırakmaz âsa canlanıyor ve müthiş bir canlılıkla, büyücülerin sihirli değneklerine saldırıyor. Fakat Hazreti Musa, elini ona dokundurur dokundur­maz âsa tekrar eski uysal halini adıyor. Bir mucize, sa­dece görünüşünden ibaret değildir. Görünüş, mucizenin fizik yanıdır. Bir de, onun anlamlar içinde uzayan bir arka plânı vardır. Âsa, Hazreti Musa’nın elinde bu­lundukça, vahye, inanca, İlâhî aşka olan susuzluğunu giderebilmektedir. Bu yüzden sakin, sessiz ve kendini aradan çıkarmışçasına yokluğa batıktır. Fakat Hazreti Musa, onu elinden bırakınca, vahyden ayn düşmenin acısıyla şahlanmakta ve tekrar o sonsuzluk kaynağın­dan içmek için önündeki yol engellerini devire devire ilerlemektedir. O kaynağa dönüşün en büyük engelleri putlardır. Putların koruyucuları büyücüler ve büyücü­lerin silâhları olan sihirli değneklerdir. Âsa kendi sa­hibine dönünceye kadar bunlarla savaşacak ve bunları yutacak ve eritecektir. Fakat Hazreti Musa’nın eli de­ğer değmez, âsanın öfkesi yatışmakta ve âsa kaynağa döndüğünü idrak etmektedir. Onun vazifesi bitmiştir ve esas vazifenin yanında bir dinlenmededir.

Âsa, hakikati araştırma ve imana yönelmenin sem­bolü gibi, bin bir şüphe ve inkânn sembolü olan büyücü değneklerini ortadan kaldıra kaldıra kaynağa dönmek­tedir.

Bir açıdan da, âsa vahyi, büyücülerin değnekleri de inkâra ve şüpheci aklın delillerini sembolleştirir. Akıl, vahye karşı ne kadar kuşku ve inkârla başkaldırırsa başkaldırsın, direnirse dirensin,sonunda yenilir ve baş eğer.Nitekim müneccimler de sonunda gerçeği kabul ederek Hz.Musa'ya dönerler.Sonunda zaferi inanç kazanmıştır.

İlimle vahyin karşılaşması da, bu diyalektik içinde cereyan eder. İlmin vahye karşı çıkan tutumu sonunda susar ve gerçek ilim adamı, sonundu dinin Önünde eği­lir. Aklın ve ilmin ilk karşı koyuşu, arınarak saflaşmak ve tam imana, dönüşsüz ve kesiksiz inanca varmak içindir. Yoksa, gerçek ilim, dinle, vahiyle sürekli barış halindedir.

Hattâ onun eşyaya doğru uzanmasından doğmuş­tur.

İnkâra çağlarda ortaya atılan inanç düşünceleri, Hazreti Musa’nın âsası gibi, ne kadar inkâr, şüphe ve tereddüt varsa onu yenecek, eritecek ve yok edecektir,

Hazreti Musa’nın âsası, Peygamber’in yanındayken sürekli bir ışık içinde ve bölünmez bir güvenlik alanın­dadır. Fakat o, Peygamber’den ayrılınca, karanlıklar, şeytanlar arasında kalmış gibi ayağa kalkmakta ve ka­ranlıklarla, şeytanlarla vuruşa vuruşa ışığa doğru iler­lemektedir.

Hazreti Musa’nın büyücülerle savaşı, bir nevi, tari­hin sembolü bir sahnedir. Her müslüman, sahibinden ayn düşmüş bir âsa gibi, etrafını çeviren zulüm, inkâr ve umutsuzlukla savaşa savaşa iman bütününe doğru yol almalıdır.

Müslüman, mucizeleri «evvellerin masalları» gibi dinlememeli, onları yaşamalıdır. Onlar nasıl geçmişte yaşanmışsa, sürekli olarak her müslümanın hayat akı­şında da anlamlarıyla sürüp gider.

Büyücülerin değnekleri, cıvanın akıcı gücü ve sı­caklığın genişletme özelliğiyle kımıldıyorlardı. Hazreti Musa’nın âsası ise, ruh kudretiyle, vahyin verdiği bir aşk ve heyecanla hareket ediyordu. Onunla diri ve can­lıydı.

Hazreti Musa ile büyücülerin karşılaşması, bir ba­kıma da Allah inancı ile, Islâmla materyalizmin karşılaşmasıydı.

Gören göz ve düşünen insan, çağındaki karşılaşma­ları da bu örneğin ışığı altında görür ve düşünür.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »