Selçuklular Döneminde Anadolu’da Felsefe ve Bilim



Aristoteles'e göre "episteme"nin yani nazarî bilginin (ilm) üretimi için “boş vakit” ve "merak" vazgeçilmez asgarî iki şarttır. Boş vakit ile merak, kısaca dendikte, maddî ve manevî ihtiyaçların azamî düzeyde karşılandığı bir ortamda ortaya çıkar. Böyle bir ortamın adı şehirdir. Şehir maddî ve manevî emniyetin bulunduğu mekandır. Şehir, içerisinde yaşayan insanlar arasında ortak bir vicdanın, ortak bir aklın, kısaca hem yatay hem de dikey boyutta işleyen ortak bir dilin üretildiği yerdir. Emniyetin maddî boyutu kişinin aslî yaşam ihtiyaçlarını karşılaması; manevî boyutu ise kişinin "yaşam korkusu'ndan uzak olmasıdır. Ortak bir dilin olmadığı yerde yaşayan insanlar arasında korku ve kaygı bulunur; bu da bir güvensizlik doğurur. Maddî ve manevî emniyetin bulunmadığı yerde ise tecessüs yani merak boy göstermez.

Nasıl ki bir medeniyetin meydana gelmesi için coğrafi, ahlakî, iktisadi ve siyasî şartların elverişli olması elzem ise bu şartları haiz bir medeniyette nazarî bilgi üretimi de ancak ve ancak tenkit ve teklifin yapılabildiği bir müzakere ortamının bulunmasıyla, öte bir deyişle tehdit ve tahribin bulunduğu murakebe ortamının giderilmesiyle mümkündür. Kısaca içerisinde sükûnetin hakim olduğu, yukarıda işaret edilen özellikleri taşıyan bir şehrin bulunması gerekir; çünkü iskan olunan şehir sükûnetin merkezidir; nazarî bilgi de o şehirde sakin olan insanların üretebileceği bir şeydir. Sürekliliği mümkün kılmayan, hatta yok eden bir hareketlilik şehri, dolayısıyla maddî ve manevî güven ortamını ortadan kaldıracağından, böyle bir ortamda bilgi üretimi de mümkün olmaz.

Anadolu'da hayat bulan Selçuklu dönemine yukarıda özellenen çerçevede bakıldığında felsefe-bilim hareketlerinin tezahür edebileceği sükûnet ortamlarının ya da belirli bir sükûnet ortamını takip eden dönemlerin dikkate alınması gerekir. Bu açıdan 1071 Malazgirt meydan muharebesiyle başlayıp 1075'te Iznik'in başkent yapılmasıyla Kutalmışoğlu Süleymanşah tarafından kurulan Anadolu Selçuklu Devleti en parlak dönemini Sultan I Alâeddin Key-kubâd (1220-1237) zamanında yaşadı; 1243 Kösedağ savaşı çöküşün başlangıcı oldu; Muinüddin Pertfâne'nin çabalarıyla 1261'den itibaren nisbî bir sükûnet tekrar sağlandı; 1277'de Mısır Memluk Sultanı Baybars'ın Anadoludan ayrılmasını müteakip hâkimiyet tamamen Moğollar'ın eline geçti; 1308'de Devlet ortadan kalktı. Siyasi gelişme çizgisine biraz daha odaklaşıldığında, Anadolu Selçukluları'nın her şeyden önce bir var-olma mücadelesi içerisinde bulundukları görülür. Bu mücadele özünde bir yandan "yabancı bir toprak"la ilişkiye ginneyi ve kaynaşmayı [yurtlaştırma], dolayısıyla yeni bir millet olma kavgasını içerir; öte yandan kendini oluştururken dışarıdan gelen tehditleri bertaraf etmeyi... Nitekim Selçuklular Anadolu'da siyas!, iktisadi ve sosyal kurullarını kurmak ve yerli halkla uyumlu yeni bir yaşama tarzını hayata geçirmekle, inşa etmekle uğraşırken Haçlı savaşlarının başladığı bu dönemde bu savaşların hem maddî hem de manevi bütün yükünü sırtladılar. Öte yandan Büyük Selçuklu Devleti'ne tâbi civar devletlerle süren harici savaşlar yanında sultan adayı şehzadeler ile beyler arasındaki dahili kavgalar da belirli bir sükûnet ortamının yaratılmasını engelledi. Ancak Sultan Mes'ud devrinde (1116-1155) başlayan, oğlu II. Kılıç Arslan (1155-1192) döneminde devam eden sükûnet devri, daha sonra, yukarıda da işaret edildiği üzere, hail<: tara-frndan "Uluğ Keykubad” lakabıyla anılan Sultan Alâeddin Keykubâd'la (12201237) doruğa ulaştı. 1237'de yani Sultan Alâeddin Keykubâd'ın ölümüyle başlayan siyas! istikrarsızlığa rağmen daha önceki mirasa istinad eden ilmi verimlilik hızla gelişti ve Moğolların baskısıyla Anadolu'ya sığınan ya da İslam dünyasının muhtelif coğrafyalarından Anadolu'ya gelen bilginlerin de katkılarıyla ilmi hayat en verimli zamanlarını yaşadı. Anadolu Selçuklu ilmî hayatı, Moğol istilasının olumsuz etkilerini azaltarak yeni bir hamleyi başlatan Mu-inüddin Per^ane'yle yeni bir canlılık kazandı. Öyle ki bu canlılık Devlet'in resmi olarak tarihten silindiği 1308'den sonra bile bir müddet sürdü ve bırakılan miras başta Osmanlılar olmak üzere Anadolu Beyliklerine intikal etti.

Klasik dönemde bilgi insanın Varlık'la girdiği ilişki/ilişkiler neticesinde ürettiği bir “dil"dir. Bu açıdan bilginin tarihi araştırılırken üzerinde durulması gereken bugün için kabul gören belirli, tanımlanmış bir bilgi türünün ve üretim tarzının geçmişte bulunup bulunmaması değil, tersine bizzat o bilgiyi üreten insanın tarzının ve ürettiği bilginin türünün ne olduğunun tespit edilmesidir. Tarihe bu şekilde bakıldığında bir matematikçi ile bir şairin Varlık'a ilişkin ürettiği bilgilerin hem iddia hem de amaç açısından aynı kategoride değerlendirilmesi mümkündür. Bu çerçevede Anadolu Selçuklu dönemi, daha önceki İslam Medeniyetinde hayat bulan, aynı iddia ve amacı taşıyan pek çok farklı bütüncül “dünya görüş" ve “dünya tasavvuru’nun, çeşitli bilgi türlerinin ve üretim tarzlarının, kısaca Varlık'a ilişkin muhtelif dillerin merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde yeniden düzenlendiği bir dönemdir. Varlık ile Hakikat'in birliği kabulüne dayanan bu yaklaşımda; hakikate giden yolların farklı olabileceği, başka bir deyişle Varlık'la farklı dillerle konuşulabileceği anlayışı esastır. Ancak konuşulan her dil bize Varlık'ın bir tarafım verecek, hakikate ilişkin bir fikir edinmemizi sağlayacaktır. Önemli olan her bir dilin başladığı alt-eşik ile ulaşabileceği üst-eşiğin iyice tayin edilmesi, bir dille elde edilen sonucun başka bir dille karıştırılmamasıdır. Ancak neticede her bir yaklaşımın bir üst dilde bir araya getirilmesi, toparlanması entelektüel birliğin sağlanması açısından bir ihtiyaçtır. Anadolu Selçuklu ilim hayatı işte öncelikle bu ortak-dil, diğer bir ifadeyle bir üst dilin inşası ve Varlık'a yani Hakikat'e yönelen dillerin bu ortak dille yeniden ifadesi çerçevesinde İslam düşünce mirasında önceyi derleyip toparlayan, sonrayı da belirleyen ve yönlendiren bir noktada durmuş ve iş görmüştür.

Anadolu Selçukluları'nın kullandığı bu ortak-dil [üst-dil], Gazali'nin süzgecinden geçen İbn Sinacı mantık, genel bir deyişle tefekkür anlayışı, Fah-reddin Razi'nin tenkitlerini de dikkate alarak, Büyük Selçuklu düşünürlerinden Necmeddin Kazvini ile Konya kadısı Sıraceddin Urmevî tarafından telif edildi. Kazvini'nin el-Şemsiyye fî el-mantık ile Urmevî'nin Metâli’ el-envâr ff el-hikme ve el-mantık adlı çalışmalarında formüle ettikleri bu dil her iki esere birer Şerh yazan, Kayseri, Konya, Sivas ve Malatya gibi şehirlerde hocalık yapan Kutbuddin Şirazî'nin öğrencisi Şeyhu'l-mantıkiyyîn Kutbuddin Razî tarafından “tehzîb" edildi; daha sonra da pek çok filozof-mantıkçı tarafından kaleme alınan eserlerle ayrıntılarda geliştirildi. Bu dil, özne ile nesnenin "karşılıklı konumlandırılışı” esasına dayanır. Varlık'ın büyüden ve ara-var-lıklardan (ilahlar) arındırılması şeklinde özetlenebilecek bir kelamî metafi

zik ilke üzerinde kurulan bu dil, her şeyden önce nesnenin önermede tezahür edişi ile önermeler arası işlemleri inceler; böylece bir taraftan nesnenin ontolojik yapısını ortaya koyar bir taraftan da nesneye ilişkin bilginin elde edilmesi yollarını araştmr. Büyük oranda Büyük Selçuklu Devleti'nde mer-kez-çevre ilişkilerini tayin eden siyasî anlayışın bilgi sahasına uygulanışı olarak ortaya çıkan ortak-dil çalışması, hem aklın birliğini hem de bilginin kesinliğini emniyete alma kaygısını güder.

Yukarıda çizilen çerçevede önemli bir dönüşümün yaşandığı diğer bir alan tasavvuftur. Büyük oranda kelamı epistomolojinin burhanî-aklî bilgi üretme kaygısıyla nesne ile özne arasında yaptığı keskin ayrımı reddeden, bu meyanda Varlık'ı dolayısıyla Hakikat'i cevher-araz, mahiyet-vücud gibi şekillerde parçalayan yaklaşımlara karşı Varlık'a dolayımsız ve bir bütün olarak yaklaşan Vahdet-i Vücud anlayışı, Anadolu Selçukluları'nın başkenti Konya'da yepyeni bir çehre kazanır. Ibnul-Arabî'nin kendisinden önceki hemen hemen bütün irfanî bilgi birikimini dikkate alarak keşf ve ilham yoluyla kurduğu tasavvufi bilgi manzumesi, Konya'da annesiyle evlendiği ve bizzat terbiye ettiği manevî evladı Sadreddin Konevî'yle yeni bir yön alır. Bu yön, keşf ve ilhama dayanan tasavvufi bilgi manzumesinin Anadolu entelektüel hayatında hâkim olan ortak-dile dönüştürülmesi, kısaca nazarî bir yapıya büründürül-mesidir. Bu yolla hem iki yaklaşım arasında bir dil birliği sağlanmış hem de tasavvufî-irfanî bilgi nazarî bir karakter kazanmıştır. Konevî'nin bu teşebbüsü, hem Urmevî'nin hem de Tokat-Niksar'daki Nizameddin Yağıbasan Medre-sesi'nde uzun yıllar matematik, astronomi dersleri veren ibn Sertak'ın öğrencisi Davud-i Kayserinin eliyle son şeklini almıştır. Nitekim Kayserî, Vahdet-i Vücud irfanı manzumesinin en zor ve en temel eseri Fusûs el-hikeme yazdığı şerhin birinci bölümünde amacının bu bilgi sistemi için bir "usul" koymak olduğunu belirtir1. Şerhin ilk kısmının adının el-Mukaddemât olması da böyle bir kaygının mahiyetine işaret eder. Konevî ile Kayserî, her şeyden önce Varlık'a dolayımsız bir yaklaşımı, yani önceden belirlenmemiş bir yaklaşımı kabul etseler de dolayımsız yaklaşımdan elde edilen bilginin insanlar arasındaki paylaşımının bir dile ihtiyaç gösterdiğini düşünmüş, bu dilin de entelektüel bilginin taşıyıcısı olan ve medreselerde kullanılan "mantık dili” olduğunu görmüşlerdir. Bundan dolayıdır ki Konevî-Kayserî tasavvufi-irfanı bilgiyi nazarî hale getirmeyi başarmıştır. Onların bu yaklaşımı daha sonra bizzat Kayserî tarafından Osmanlı medreselerine aktarılacak, başta Molla Fenarî olmak üzere hem Osmanlı hem de Iran-Orta Asya ve Hint Altkıtası'nda Molla Câmî, Nabulsî, Molla Sadra vb. düşünürler tarafından takip edilecektir. Bugün bile nazarî tasavvuf ya da irfan-i nazarî bu çizgiyi takip etmektedir.

İrfanı bilginin Varlık'la dolayımsız yani önceden tayin edilmeyen bir dille ilişki kurması gerektiğini benimseyen ancak sunumunda nazarî bir dil kullanan irfan-i nazarı okulunun tersine hem Varlık'la alakalı bilginin elde ediminde hem de sunumunda nazarî yöntemi reddeden tasavvufi yaklaşımlar, Yunan düşünce hayatındaki şair ile filozof kavgasını hatırlatırcasına, şiir dilini benimsediler. Çünkü onlara göre burlıanî bilgide "matlub" (yani kıyasın sonucu) hedef iken irfanî bilgide "mahbûb" (yani arzu edilen ya da Tanrı) hedeftir. Bu kabul açısından burhanî bilgide matlub "tahsil" edilir; irfanî bilgide ise mahbûba "vüsul" esastır. Visalde ise ana tavır, ön-deyisiz yani herhangi kategorik bir dili benimsememek, başka bir deyişle çıkış noktası olarak almamaktır. Özellikle Mevlana Celâleddin'de, daha sonra Yunus Emre'de göreceğimiz bu tavır özünde Varlık'ın yani Hakikat'in sımnı (cevherini) "bilmeyi" esas alan bütüncül bir dünya görüşü ve dünya tasavvuru sunar. Bu noktada ilginç olan bir husus irfan-i nazarînin kurucu isimlerinden Konevî'nin babası Şeyh Mecdüddin İshak'ın, İzzeddin Keykavııs (1211-1220) devrinde irfanî bilgiyi şiir diliyle terennüm etmesidir. Bu nokta irfanî bilginin ifadesindeki farklı tavırların başta Konya olmak üzere Anadolu topraklarında ne derece yaygın olduğunu gösterir. Gerçekten de Anadolu'da Varlık'la konuşulan bir dil olarak şiir her yönüyle gelişkindi. Nitekim, II. Rükneddin Süleymanşah'ın kardeşi Muhyiddin Mes'ud döneminde Ankaralı Bedî', Muhyevî, Mahmud ve Ebu Hanife Abdulkerim gibi pek çok şair faaliyet halindeydi.

Anadolu Selçuklu döneminde, yukarıda işaret edildiği üzere, merkez-çevre anlayışı çerçevesinde tayin edilen yerinde meşşâî yaklaşım yani tabîiy-yûn İbn Sinacı çizgide daima göz önünde bulunduruldu. Bu geleneğe ait eserler, başta el-İşârât ve el-tenbîhât olmak üzere, okutuldu; yine bu geleneğe ait pek çok eser üzerine şerhler, haşiyeler yazıldı. Bu çalışmalarda meşşâî varlık ve bilgi tasavvuru çerçevesinde evren-doğa-insan dünyalarına ait düşünceler gözden geçirildi. Bir süre Anadoluda bulunan ve dersler veren Esi-rüddin Ebherı'nin bu sahadaki çalışmaları ile Urmevî'nin ve Kazvinî'nin eserleri hem ayrıntılarda pek çok konuyu ele aldı hem de meşşâî düşünceyi daha pedagojik formlara döktü. Aynca Kutbüddin Şirazî'nin eleştirel çalışmaları bir yönüyle meşşâî çizgiyi zenginleştirdi. Meşşaî düşünce bağlamında yapılan önemli ve o derecede kendisinden sonrayı belirleyici diğer bir faaliyet İbn Sinacı düşünceyi kelamî yaklaşım açısından sıkı bir eleştiriye tâbi tutan Fahreddin Razî ile bu yaklaşımları kısmen savunan Nasireddin Tu-sinin konuyla ilgili ana eserlerinin Şirazi'nin öğrencisi filozof-mantıkçı Kut-buddin Razi'nin el-Muhâkemât beyne şerhey el-işârât adlı çalışmasıyla ciddi ve sıkı bir mukayese ve tenkide tâbi tutulmasıdır. Öte yandan Amidli Sey-feddin Ali (ö. 631/1233) kendine özgü kelami yaklaşımıyla hem İbn Sinacı çizgiyi hem de Fahreddin Razi'yi eleştiren Selçuklu düşünürleri içerisinde farklı bir ses olarak karşımıza çıkmaktadır.



Anadolu Selçuklu ilim hayatında göz önünde bulundurulan ve kısmen nazari dille yeniden inşa edilen diğer bir bütüncül düşünce sistemi de İşraki-liktir. İbn Bibi'flin verdiği bilgiye göre Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev (12021211) İşrakiliğin kurucusu Şihabeddin Sühreverdî'nin düşüncelerini aklına uygun ve doğasına yakın bulmuştu; Sühreverdi de Pertevnâme adlı eserini bu Sultan'a takdim etti.2 İşrakiliğin Anadolu'da yayılmasına neden olan diğer bir isim Şihabeddin Ömer Sühreverdi'dir. Uluğ Keykubâd zamanında Anadolu'ya gelen bu ünlü düşünür, özellikle saray çevresine ciddi tesirlerde bulun-muştur.3 Ancak bu düşünce sisteminin entelektüel hayatta ciddiye alınması-m sağlayan büyük oranda Kutbüddin Şirazi'nin çalışmaları oldu. Özellikle Şihabeddin Sühreverdî'nin Hikmet el-işrâk adlı eserine yazdığı hacimli şerh, bugün bile İşraki düşüncenin klasiklerinden biri olarak kabul edilmektedir. İşraki düşüncenin en ciddi etkisi meşşai fizik teorilerini eleştirisinde görülür. Nitekim Şirazî'nin öğrencileri işrakî düşünce sisteminin başta optik olmak üzere farklı sahalardaki açılımlarım sonuna kadar takip ettiler ve Kemaled-din Farisi örneğinde olduğu gibi gökkuşağının fizik-geometrik izahına benzer pek çok konuda optik biliminde özgün çalışmalar ortaya koydular. İşraki-lik ile meşşailik düşünce sistemlerini dikkate alarak Platon'un idealar kuramı üzerinde İslam düşünce tarihindeki en özgün çalışma da Anadolu’da yine bu tarihlerde ortaya kondu. El-Musul el-akliyye el-Eflâtüniyye adlı müellifi bilinmeyen bu eserde4 genel bir Varlık teorisi ile bu şekildeki bir Varlık teorisine ait olabilecek bilgi nazariyesi inşa edilir. Bü^k oranda İşraki yöntemi göz önünde bulunduran bu çalışma daha sonra, Fatih Sultan Mehmed ile oğlu Sultan II. Bayezid tarafrndan mütalaa ed؛ldi ve başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere İslam dünyasının pek çok bölgesini etkiledi.

Anadolu Selçuklu döneminde bugün "fen bilimleri" denilen ancak o dönemde farklı bütüncül dünya görüşü ve dünya tasavvuru manzumelerinin birer parçası olan sahalarda da önemli gelişme ve değişmeler vuku buldu. Bu sahaların hem sosyal hayattaki tekııik uygulamaları geliştirildi hem de teorik çerçeveleri zenginleştirildi. Öte yandan mensup olunan dünya görüşü ve dünya tasavvurunun kozmoloji anlayışı bağlamında bu bilim dallarının batını muhtevaları araştırıldı. Örnek olarak, bugün tarihî bağlamından ko-partıldığı için hâlâ yanlış anlaşılan ve yorumlanan astroloji, biraz da pratik kaygılarla, göz önünde bulundurulan ilk disiplin olarak göze çarpar. Esasen astroloji bir askerî, daha dakik ifadeyle bir istihbarat bilimi olarak incelen-melidir. Çünkü astroloji her ne kadar astronomi ile matematik bilimlerin kombinasyonuna dayansa da zemininde bulunan kozmolojik ilkelere bağlı olarak geleceğe ilişkin mümkün ve muhtemel olayların tespiti konusunda insan zihnini diri tutar; ayrıca alternatifleri daima hesaba katmayı gerektirir. Bu açıdan savaşçı sultanların sık sık kendisine başvurduğu bir bilimdir astroloji. Dönemin bilgi paradigması içerisinde düşünüldüğünde ortak “bir dil” olarak astroloji hem doğayı hem de insanı beraberce dikkate almayı gerektirir. Bütün bunların ötesinde astroloji kendisi için üretildiği Sultana ya da komutana bir misyon biçme açısından da son derece önemlidir. Çünkü astroloji belirli bir projeyi yürüten kişiye, genelde Varlık’ın özelde Koz-mos'un, daha özelde de, o dönemdeki kozmolojinin kabulüne göre "ruh ve akıl" sahibi ay-üstü âlemin kendi projesine katıldığını ve hatta desteklediğini gösterir. Bu moral destek ve eylemin ontik karşılığı projeyi yürüten kişiye büyük bir güç verir. Bu açıdan astroloji tarih boyunca askerî ve siyasî bir disiplin olarak sultanların, özellikle proje sahibi ve kendisine bir misyon biçen komutanların dikkate aldığı bir alandır. Nitekim Anadolu Selçuklu Devle-ti'nin kurucusu I. Rükneddin Süleymanşah'ın (1075-1086) babası Kutalmış astronomi ve "ulum el-evâil”Ie (ulûm el-kavın) meşgul oluyordu. Tarihçi Ibn el-Esir, onun, Türk olmasına rağmen nücum (astroloji) ve öteki ilimleri iyi bildiğini, onun soyundan gelen hükümdarların da önceki milletlerin bu ilimlerini öğrendiklerini ve bu ilimlerle meşgul olanları koruduklarını özellikle vurgular.5 Bu malumatlar tıp gibi astrolojinin de nasıl bir kaygıyla daima göz önünde bulundurulduğu konusunda bir fikir verir. Nitekim Ermeni vakayinamecisi Sempad, Sultan I. Alâeddin Keykubâd’ın nücum ilmine meraklı bir hükümdar olduğunu kaydeder. Bu alaka dolayısıyladır ki Sultan, Celâleddin Harezmşah'a gönderdiği elçi vasıtasıyla Ahlat'ta Harezmşah'ın yanında bulunan Müneccime Bibi'nin şöhretini öğrenmiş, onu Şam'da buldurup Konya’ya getirtmiş ve bu aileyi hizmetine almıştır. ilginçtir ki Ibn Bibi'nin ilk kehaneti de bir zafer muştusudur.6 Astrolojinin askerî stratejik bir bilim olması dolayısıyla işrakî filozof Kutbuddin Şirazî bile konuyla ilgili İhtiyarât-i muzafferi adlı astronomi-astroloji sahasında önemli bir eseri kaleme alıp Kastamonu'daki Çobanoğlu Beyliği hükümdarı Muzafferüddîn Yavlak Arslan'a ithaf etmiştir.7 Kaynaklar, Selçuklu saraylarında, yukarıdaki nedenlerden dolayı pek çok müneccimin istihdam edildiğini kaydeder. Bunlar arasında, Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Hubeyş el-Tiflisî, Sultan I. Alâeddin Keykubâd devrinde Müneccime Bibi, Kerimüddin el-Aksarayî tarafından Musâmeret el-Ahbâr'da ve Ibn Bibi'de zikredilen Esirüddin Müneccim8 ve Ahmed el-Eflakî'nin Menâkib el-ârifininde geçen Bahaüddin Şang-i Müneccim anılabilir. Bunun yanında Konyalı Zeynülmüneccim b. Süleyman, 773 tarihinde Sivas'ta kadim Türk astrolojisini konu edinen Ahkâm-ı sâl-i Türkan isimli bir eser telif etmiştir.

Anadolu Selçuklularının üzerinde durdukları diğer bir alan kadîm bilgi mirasının önemli uğraşılarından birisi olan ve bağlı bulunduğu dünya görüşü ve dünya tasavvuru içerisinde kalarak kozmosun hendesî-adedî tasarımıyla ilgilenen astronomidir. Nitekim Akâ’id ehl el-sunne adlı eserin müellifi Ömer b. Muhammed b. Ali, Anadolu'da astronomiye olan ilgiye özellikle işaret eder. 9 Dinî, iktisadi, hatta siyasî pek çok medenî kurumu ilgilendiren astronominin pratik yönüyle ilgili birçok çalışma yanında, teorik astronomi konusunda da eserler kaleme alındı. Bu eserlerden .bazıları astronomi biliminin tarihi içerisinde teknik düzeyde ilerleme kaydeden bilgileri içerir. Büyük oranda fizik (tabî'î) ve matematik (riyâzî) yaklaşımları terkip etmiş olan Ibn Heysemci anlayışta seyreden Merâğa matematik-astronomi okulunun çizgisini izleyen bu çalışmalar içerisinde Kutbüddin Şirazî'nin (ö. 710/1311) özel bir yeri vardır. Çünkü Şirazî, optik sahasında benimsediği işrakî tenkitleri de dikkate alarak, astronomi biliminde önemli eserler kaleme aldı. Şirazî'nin Anadoludaki hareket sahasına bakıldığında Konya, Malatya (681-684 yılları arasında) ve Sivas şehirlerinde kadılık yaptığı; ayrıca Mu'inuddîn Per-vane'nin Kayseri'de yaptırdığı medresede; özellikle Sivas'taki Gök Medre-se'de müderrisliklerde bulunduğu görülür. Esasen Şirazî Anadolu'da hem ders almış hem de ders vermiştir. Onun 673/1274'te Konya'da Sadreddin Konevî'den icazet aldığı bilinmektedir.10 Nitekim Şirazî Anadolu'da bulunduğu süre içerisinde astronomi sahasında öğrencilerine okuttuğu Nihâyet el-idrâk fi dirâyet el-efiâk (telif tarihi: 681/1282) adlı önemli eseıini, Sivas Gök Medrese'deki müderrisliği esnasında kaleme aldı. Ayrıca aynı yerde yine önemli bir astronomi eseri olan el-Tuhfet el-şâhiyye fi ilm el-heye (telif tarihi: 684/1285) isimli eserini yazdı. Şirazî'nin eğitim ve öğretim faaliyetleri ile kaleme aldığı eserler, onun 7/13. yüzyıl sonlarında Anadolu'daki ilmi hayata olan etkisini göstermesi bakımından dikkate şayandırlar. Merâğa matema-tik-astronomi okulunda okutulan ve bu okul üyelerince telif edilen eserlerin Anadolu’ya aktarılmasında da etkili bir rol oynayan Şirazî'nin, İbn Sina’nın el-Kftnûn fi el-tıb adlı eserine hacimli ve önemli şerh yazacak kadar iyi bir tabib olması dolayısıyla, Anadolu’da görev yaptığı yerlerdeki şifahanelerde çalıştığı ve tabib yetiştirdiği de düşünülebilir.11 Şirazi, bu faaliyetlerinin yanında İlhanlı hükümdarı Argun Han’ın yakındoğu haritasının çizilmesi işiyle kendisini görevlendirmesi üzerine, Anadolu kıyılarını, Cenevizli Buscarel-lo di Ghizalfi'yle birlikte bizzat dolaşarak araştırmalarda bulundu.12 Şira-zî'den önce ve sonra da önemine binaen astronomi sahasında pek çok eser kaleme alınmıştır. Örnek olarak Anadolu Selçuklu Devletinde Kâmil el-tabir adlı eseriyle13 astronomi dalında eser veren bilim adamlarının en eskisi Sultan II. Kılıç Arslan devrinde Azerbaycan'dan getirtilen, aklî ve nakli ilimlerin çeşitli sahalarında eser kaleme alan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (ö. 629/1232) verilebilir. Eserleri günümüze gelen diğer iki astronomdan birisi Keşf el-aka-be adındaki astronomi eserinin müellifi İbn el-Kemal diye tanınan Kayseri nazın İlyas b. Ahmed 14, diğeri de Zubdet el-hey’e adlı çalışmanın sahibi Muvaffak Kayserî’dir.!5 Bu dönemde telif edilmiş diğer önemli astronomi eserlerinden birisi de Ebû Ali b. Ebi’l- Hasan el-Sûft'nin Kara Arslan'a sunduğu Urcûze fî suver-kevâkib el-sâbite’dir.

Astronomi sahasında eser veren diğer önemli bir isim, aynı zamanda mantık, felsefe, matematik gibi alanlarda pek çok eser kaleme alan Esirüddin Ebherî’dir (ö. 663/1265). Ömrünün bir kısmını Anadolu'da geçiren Ebheri, İbn Sinacı çizgide yürüyen bir filozof olarak Euclides'in Usul el-hendese ve el-hisâb adlı eseri üzerine Islâh kitab el-ustukussât fî el-hendese li-İklidîs adlı bir şerh yazdı ve bu şerh de özellikle paralellik ile bir üçgenin iç açıları toplamı konularını içeren ünlü beşinci postula sorunu üzerinde durdu. Astronomi sahasında ise Batlamyus’un kitabını ele aldı ve fizikçi yaklaşıma uygun olarak Mulahhas fi snâ’at el-macistî adlı bir özetini çıkardı.16 Torunu Sivaslı Emi-nüddin Abdurrahman b. Ömer (ö. 733/1332) de matematik ve astronomi sahalarında zamanının en yetkili kişilerindendi. Astronomi ve matematik sahasında yazdığı iki eseri zamanımıza gelen Eminüddin usturlap, rub el-mucey-yeb gibi pek çok astronomi aletinin imalinde de başarılı bir isimdi.

Astronomi sahasında tabi ya da riyâzî okul ile İbn Heysemci yaklaşımın arasında muhtelif tartışmalar olmuş, dönemin astronomisinin bazı teknik sorunları çerçevesinde Anadolu'da yetişen bilginlerle Anadolu dışında yaşayan bilginler arasında çeşitli ilmi ilişkiler ve tartışmalar vukû bulmuştur. Merâğa matematik-astronomi okulunun kurucusu Nasirüddin Tûsî'nin Batlamyus'un Mathematical Syntaxis adlı ünlü astronomi eserinin Arapça tercümesine yaptığı Tahrîr el-Macestî adlı düzenlemeyi "Tartışmacıların Kılıcı =Seyf el-munâ-zirîn' dediği Sivaslı Husâmüddin Hasan b. Muhammed’in tavsiyesi üzerine telif etmesi 17; Kutbüddin Şirazî'nin Tahrir el-Macesti üzerinde Sivaslı Müderris Muhammed b. Muhammed Haccî adlı bir bilginle tartışması!8 bu ilişki ve tartışmalar ile bunların seviyesine örnek olarak zikredilebilir. Bunun yanında dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Klasik İslam ilmî birikimini Anadolu'ya yoğun olarak aktaran Azerbaycan-Merâğa matematik okulu (kuruluşu: 657/1257-1258) mensuplarıdır. Ancak bu okulda göreve davet edilen Fah-reddin Ahlatî gibi bazı astronomlar bizzat Anadoluda yetişmiş; matematikçi-astronom Muhyiddin Mağribî ile Fahreddîn Halebi gibi bazıları ise Mısır-Su-riye yoluyla Anadolu'ya gelmiş, muhtemelen daha sonra Merâğa matematik-astronomi okulunun kadrosuna katılmıştır.



Anadolu Selçukluları döneminde “matematik=riyazîye" sahası hendesi ve adedî yönelimler açısından ilginç çeşitlilikler sunar. Her şeyden önce matematik günlük hayatın yanında devlet malî teşkilatının belkemiği olan muhasebe sınıfı için önemlidir. Özellikle bu sahada ondalık konumsal sayı sistemine dayalı hisab-i hindinin kullanıldığı söylenebilir. Hesap alanında pratik algoritmanın alabildiğine geliştiği bu dönemde Anadolu Selçuklu Türkle-ri, İslam Medeniyeti'nde o zamana kadar ilk ve tek olmak üzere ondalık kesirleri günlük hayatta kullandılar. Öte yandan Astronomi ve trigonometri için gerekli olan hisab-i sittini de öğrenilmeye devam etti. Cebir biliminde ise, özellikle Kerecî çizgisinde cebri aritmetikleştiren, soyut cebir anlayışına yaklaşan ve aynı zamanda bir tabib olan Mağribli Samav'el'in (ö. Merağa 570/1174) Anadolu ve Azerbaycan'da, özellikle Diyarbakır'da yaşaması ve eser vermesi dikkate değer bir hadisedir. Çünkü Türk bölgelerinde bulunması hasebiyle Samav'el ondalık kesir fikrini öğrenmiş ve bu fikri yaklaşık kök hesaplamalarında kullanmaya çalışmıştır.

Anadolu Selçukluları döneminde matematik sahasındaki dikkate değer bir gelişme, fakihlerin matematiği ele almasıdır. Fakihler sayı mistisizmini dışarıda tutan, özellikle Pitagorasçı sayı ilahiyatını tasfiye eden bir anlayışa sahiptirler. Bu tavır bir taraftan matematiğin "teorik” karakterini nispeten ihmal etmeye neden olmuş; ancak diğer taraftan tereke hesaplamalarının

çağrıştırdığı düşünceyle matematik ifadelerin dış dünyaya tatbiki sürecinin önünü açmıştır. Böylece daha önce Aristotelesçi yaklaşımın tasfiye ettiği ma-tematik-doğa ilişkisini ele almada yeni imkânlar ve açılımlar sunmuştur. Öte yandan Fakihler, belki de tarihte ilk olarak, Ibn Fellüs örneğinde olduğu gibi Pitagorasçı sayı mistisizmine düşmeden saf sayılar teorisi yapılabileceğini göstermişlerdir. Özellikle adı geçen Ibn Fellüs lakaplı Hanefi fakihi Mardinli İsmail'in (ö. 637/1239-1240)20, elementer sayılar teorisini konu alan Kitâb idâd el-isrâr fi esrâr el-adâd isimli eserinde2l, Nicomachos'un el-Medhal ilâ ilm el-aritmâtiki (Introductio Arithmaticae) adlı çalışmasını örnek almasına rağmen "Theologoumenates aritmetikes" anlamında bir sayı mistisizmine yanaşmaz; bu açıdan eseri saf bir matematik metni olarak görülebilir.

Fakihler ayrıca hesap ve cebir bilimini de tereke hesaplarına uygulayarak hesap ve cebire yeni "uygulama" alanları açtılar. Bu bir taraftan cebire pratik bir yön verdi, diğer taraftan da matematiğin harici dünyaya uygulanı-mı konusundaki düşünceleri besledi. Bu konuda yine İbn Fellüs'un çalışmaları dikkat çekmektedir. Onun İrşâd el-hussâb ff el-meftûh min ilm el-hisâb23 adlı hesap eseri ile Nisâb el-habr fi hisâb el-cebr24 isimli cebir eseri İslam matematik tarihinde hesap ve cebir ilmine tamamen amelî-fıkhî bir görünüm kazandıran ilk çalışmalardan kabul edilir. İbn Fellüs'un bu tavrı matematik tarihi açısından son derece mühimdir. Çünkü onu çalışmaları mantıkçıların ontolojik içeriği olmayan mantık araştı^alarına paralel şekilde Hanefi fakihlerinin çok erken bir tarihte üretmeye başladıkları içeriksiz, saf, dolayısıyla ameli matematik külliyatı içerisinde görülebilir. Hanefilerin bu yönelimi, daha sonra Mısır Şâfi'î okulunda, özellikle İbn Hâim, Türk asıllı matematikçi-astronom Tayboğaoğlu İbn el-Mecdi ve yine Türk asıllı Mardinli Sibt el-Mârdinî elinde en olgun seviyeye ulaşacaktır.

İster hendesi ister adedi olsun bu dönemde mevcut matematik bilginin tatbikatına en iyi örnek mekanik biliminin ortaya koyduğu başarılarda müşahade edilebilir. Anadolu Selçukluları, Musaoğullarının eserlerinde temsil edilen klasik İslam mekanik bilimini geliştirdiler ve bu sahada en önemli klasik kitabı kaleme aldılar. Mühendis Ebü'l-İzz Cezeri'nin (602/1205-1206'da sağ) 602/1205-1206'da telif edip Harput Artukluları hükümdarı Mahmud b. Muhammed b. Kara Arslan'a (597-619) sunduğu el-Câmi’ beyne el-ilm ve el-amel, İslam dünyasında mekanik konusunda meydana getirilmiş en geniş eserdir. Cezeri'nin kitabının adı bile bilgi-uygulama [ilim-amel] konusundaki zihniyetin tezahürü olarak görülebilir. Eserin muhtevası yalnızca

matematiğin uygulanmasını değil aynı zamanda kozmoloji ve insan anlayışının mekanik bilimi açısından ne kadar dikkate alındığını da gösterir. Ceze-rî'nin bu eseri, makineler, pompalar, fıskiyeler, su terazileri ve musikî aletleri hakkında nazarî ve tatbikî bilgiler verir; çizilen resimlerde bunların yapılışı ve işlemesi gösterilir. Bu illetlerin birçok yönünün keşfinin kendisine ait olduğunu belirten yazar Artuklular'a ait saray, bahçe ve diğer su tesislerinde önemli hizmetler görmüştür. Eser, mevcut nüshalarının çokluğunun delalet ettiği gibi yaygın olarak kullanılmış, Osmanlı döneminde de Ali Kuşçu ve Takiyüddin Râsıd'ın mekanik çalışmalarına etkide bulunmuş; ayrıca Sultan

III. Murad döneminde Türkçeye tercüme edilmiştir. Gerçekten de Selçuklu Anadolusu'nda imar ve inşa faaliyetlerinin gelişmesi, mühendis ve mimarların çok olmasına delalet eder. Artuk ve Sökmen illerinde bu meslek mensuplarına hisâbî (mühendis manasında aritmetikçi) unvanın verilmesi matema-tik-mimari ilişkisi açısından oldukça ilginçtir. Bunlar arasında Karakuş el-Hisâbî ve Yakut el-Hisâbî gibi bazı Türk mühendislerinin adlarım ve inşa ettikleri eserleri biliyoruz. Özellikle Selçuklu, Mengücüklü ve Saltuklu şehirlerinde 6/12. yüzyılda inşa olunmuş birçok abidevî binanın Ahlatlı mimarların eseri olması, bu şehirdeki matematik eğitiminin güçlü olduğunu gösterir. Nitekim I. Sultan Mesud zamanında Konya Alâeddin Camii'ni inşa eden Hacı el-Ahlatî, Tercan'da Mama Hatun türbe ve kervansarayını inşa eden Mu-faddal el-Ahlatî ve 13. yüzyılda Divriği Dârüşşifasını inşa eden Hurremşah el-Ahlatî gibi mimarlar bu gerçeğe işaret eder.

Astroloji gibi hem askerî hem de toplumsal karşılığı bulunan diğer bir disiplin de kimya ile onun batınî tarafı olan simyadır. Kimya ile simya bir taraftan ucuz metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesiyle Sultanlara, yürüttükleri projenin maddi masrafım finanse etme imkânı veriyor diğer taraftan ayna, kâğıt, boya vb. mamullerin elde edilmesi için kurulan küçük ölçekli işletmelerde teknik üretimi mümkün kılıyordu. Nitekim, Anadolu Selçuklu Devleti döneminde Cabir b. Hayyan-Ebu Bekir Zekeriyâ Razî çizgisindeki eski kim-ya-simya kitapları kullanıldı; aynı zamanda bu sahada birçok yeni eser telif edildi. Anadolu'daki pek çok şehirden kimya bilginleri çıktı. Örnek olarak Ahlat'ta yetişen İbrahim b. Abdullah adlı bir kimyagerin şöhretini duyan Memlûk hükümdarı kendisini sarayına davet etti; bu bilgin de kimya sahasındaki başarısıyla hükümdarın ve devlet erkanının nezdinde çok yüksek bir itibar kazandı. Öte yandan Hüseyin Hilatî adlı başka bir bilgin kimyagerlikteki mahareti dolayısıyla akranları arasında "Laciverdi” lakabıyla tanınıyordu.

Ayrı bir araştırma isteyen Anadolu Selçuklu dönemi tıp tarihi genel tıp tarihi içerisinde önemli bir yer işgal eder. Çünkü bu dönemde bir taraftan tıp kurumlannın yaygınlaştınlmasıyla tıbbın topluma maledilmesi sağlandı, diğer taraftan Ebû Bekir Zekeriya Razî'nin klinik tıp yöntemi ile İbn Sina'nın teorik tıp anlayışı terkip edilerek kullanıldı. Her açıdan geliştirilen hastaha-nelerde klinik tıbbın bütün gerekleri yerine getirilirken, hekim yetiştirilmesine özel bir ilgi gösterildi. Öte yandan pek çok tıp eseri kaleme alındı. Bu eserler içerisinde özellike İbn Sina'nın Kanunu üzerine yapılan çalışmalar geniş bir yer tutar. Nitekim İbn Bibi, aynı zamanda matematikçi olan Sadeddin Ebu Bekr Erdebilî'yi Kanununu Anadolu'da "tanıtan” kişi olarak takdim eder. İbn Bibi'nin eserinde Kanun üzerinde çalışan tabiplere sık sık atıfta bulunması bu eserin Anadolu'daki tabipler nezdinde ne denli önemli olduğunu gösterir. Muhammed Cacermî ve Bedreddin İbn Harirî gibi tabipler yanında Kutbüddin Şirazî'nin uzun yıllar yürüttüğü araştırma neticesinde kaleme aldığı Kanun Şerhi yalnızca Anadolu'da değil bütün bir İslam tıp tarihi için özel bir önemi hâizdir. Anadolu Selçuklu sultanlannın maiyetlerinde bulundurdukları ileri gelen tabipler yanında bütün ülke sathında yaygınlaştınlan hastahanelerde görev yapan pek çok tabip aynı zamanda tıbbın muhtelif branşlannda birçok eser kaleme almışlardır. Örnek olarak, Sultan II. Kılıç Arslan'a özel hekimlik yapan Tiflisli Hubeyş b. İbrahim (ö. 629/1232) aynı zamanda bu sultan adına pek çok eser yazmıştır. Bazı Selçuklu hekimleri tıp sahasında edindikleri şöhret dolayısıyla civar İslam devletlerinin hükümdar-lan tarafından özel davet almışlardır. Örnek olarak mantık alanında da güçlü bir bilgin olan Koçhisarlı İmadüddin Muhammed (ö. 686/1287) el-Makalat el-murşide fi dere el-edviye fi diryak el-faruki adlı, eczacılığa ve tıbba dair eserinin yanında Kahire'de daha sonra da Dimeşk'te, Atabeg Nurüddin'in Büyük Bimaristan'ında görev yapmıştır. Anadolu yalnızca dışanya tabip göndermemiş, aynı zamanda Anadolu'daki ilmî ortamı tercih eden pek çok ünlü hekimi de ağırlamıştır. Bu hekimlerden özellikle Erzincan'a gelen ve burada uzun yıllar kalıp pek çok felsefi ve tıbbî eser kaleme alan ünlü filozof-tabip Abdul-latif Bağdâdî (ö. 629/1231) sayılabilir.25 Erzincan yanında Erzurum, Kemah, Malatya, Divriği ve Besni'de de bulunan Bağdâdî'nin matematik sahasında kaleme aldığı el-Kitah el-celi fi el-hisfıb el-hindi adlı çalışma da hesap tarihi açısından dikkate değer bir eserdir.

Genel özelliklerine kısaca temas edilen Anadolu Selçuklu tıbbının Türk tarihi açısından en önemli yönlerinden birisi belki de en önemlisi tıp dilininTürkçeleştirilmeye başlanması ve İslam tıp paradigması içerisinde ilk Türkçe tıp eserlerinin kaleme alınmasıdır. Bu yönelim 620/1223 yılı civarında Harezm'den Anadolu'ya gelen Hekim Bereke'nin Tuhfe-i Mübarizî adlı tercümesiyle başlamış; daha sonra Osmanlı döneminde, fetih öncesinde Aydınlı Hacı Paşa'yla Anadolu tıp tarihinin en önemli özelliklerinden birisi haline gelmiştir.

Anadolu Selçuklu bilginleri ferdin kendini idaresi (ahlak), ailenin idaresi (tedbir el-menzil) ve toplumun idaresi (ilm-i siyaset) konuları üzerinde klasik düşüncenin imkânları içerisinde durmuştur. Hanefi fakihi Abdülınecîd Herevî'nin (ö. Kayseri: 537/1143) el-lşrâf alâ gavâmiz el-hukumât21 adlı eseri bu açıdan dikkate değer. Malatyalı Muhammed b. Gâzi adlı bir bilgin Sultan II. Rükneddin Süleymanşah (593-600) için 597/1201'de Farsça Ravzat el-‘ukül adlı terbiyevî bir eser yazmıştır. Eser bu yüzyılın başında H. Masse tarafından tercümesiyle birlikte neşredilmiştir28 Aynı bilgin daha sonra Key-kavus b. Keyhusrev için benzer konuda Barid el-saada adlı yeni bir kitap kaleme almıştır. Ancak Selçuklu sultanları içerisinde tarih ve siyâset felsefesine en çok ilgi duyan Sultan I. Alâeddin Keykubâd'dır. Okuduğu kitaplar arasında Nizamü'l-mülk'ün Siyâsetnâme'si, Gazzalî'nin Kimya-i saadeti ve Ka-busndme'nin adları kaynaklarca sık sık vurgulanır. Uluğ Keykubâd yalnızca bu sahalardaki eserleri okumakla yetinmemiş, aynı zamanda Ahmed Usmâ-ni'nin 625/1227 tarihinde Alanya'da kendisine sunduğu Kitâb el-letâif el-'alâ-iyye fi el-fedâil el-seniyye adlı eser örneğinde olduğu gibi bilginleri bu konularda kitap yazmaya teşvik etmiştir.

Anadolu Selçukluları Türk-İran Devlet geleneği çerçevesinde kurulan Büyük Selçuklu Devleti çizgisinde merkezi bir devlet olmanın gereği, kurumsallaşmaya son derece önem vermiş; Anadolu'nun birçok şehrinde medreseler, hastahaneler ve kütüphaneler gibi birçoğu vakıf olan müesseseler kurarak ilim hayatını desteklemişlerdir. Bu müesseselerin yanında hem aklî hem de nakil ilimler, ilim adamlarının evlerinde, hastahanelerde, tekke ve konaklar gibi mekânlarda da tedris edilmiştir. Anadolu Selçukluları bir yandan devletin resmî çizgisinde eğitim yapan medreseler ile dârüşşifalar kurarak mensup oldukları İslam medeniyetindeki bilgi birikiminin nesillerarası aktarımını; öte yandan bilginin kontrollü bir şekilde yayılımını sağlamıştır. Kurulan medreseler ile dârüşşifaların çokluğu ve yaygınlığı bu konudaki siyasetin bilinç seviyesini göstermesi açısından dikkate değerdir. Öte yandan inşa edilen medreseler, dârüşşifalar, camiler, imaretler gibi kurumlar kısaca Anadolu Selçuklularının ,mimarî eserleri sahip oldukları estetik düşüncenin, zihniyetin cisimleşmiş halleri olarak kabul edilebilir.

Sonuç olarak ,Selçuklular yeni bir kazanım olan Anadolu topraklarını yurtlaştırma sürecinde mensup oldukları İslam medeniyeti paradigması ile Türk-İran devlet ve siyâset zihniyeti çerçevesinde, Varlık'la kurdukları ilişkinin bir sonucu olan "bilgi”yi farklı renkleriyle belirli bir sıra düzeni içerisinde (teşkîk) tasnife tâbi tutup, merkez-çevre anlayışıyla yeniden organize etmiş; ayrıntılarda geliştirmiş, yeni katkılarda bulunmuş ve bu birikimi zihniyetiyle birlikte kendilerinden sonra gelen Osmanlı ve İran-Orta Asya Türk coğrafyasına miras bırakmışlardır.

Kaynak:

Cogito – Selçuklular –  Sayı: 29 Güz, 2001 (İhsan Fazlıoğlu)
Devamını Oku »

Selçuklular ve Bâtınîler



5. Selçuklular ve Bâtınîler

Selçukluların siyasî kudretlerine, ilmî ve kültürel gayretlerine rağmen yine de bu Şi’î faaliyetlerin eksik olmaması müfrit Şi’î (Gulâti-şî’a) ve Bâtınîlerin cemiyet bünyesinde ne derece işlemeğe çalıştığını ve nasıl siyasî fırsatları beklediklerini göstermektedir. Fakat Selçuklular tarihinde müfrit Şi’î adı’ altında vukubulan yıkıcı hareketler arasında en mühimini, şüphesiz Haşan Sabbâh tarafından kurulan Bâtınî (İsmâ’ilî) teşkilâtı idi.

Hasan Sabbâh Sasanîler zamanında îran’ı alt-üst eden komünist Mazdak mensuplarının îslâm devrinde Hurremî, Karmatî ve şâir adlar altında zuhur eden fırkaların bir devamı olup îslâmiyeti, İçtimaî ve siyasî nizamı yıkinak gâyesini güdüyordu. Melikşâh’ın cihân hâkimiyeti teşebbüsü sırasında meydana çıkan Haşan Şabbâh mutedil Şi’î hüviyetiyle gö­ zükmekte ve sadece İmame t (Halifelik) meselesi ile meşgul oldu­ğunu iddia etmekte, fakat Kur’anın b â t ı n î mânası (Bâtınîlik tâbir; buradan gelir) üzerinde durarak onu ve îslâmiyeti tahribe çalışmakta idi. Nizâm ül-mülk eserinde Melikşâh’a tavsiyelerde bulunurken Tuğrul beg ve Alp Arslan’m islâmiyete yaptığı hizmetleri anlattıktan sonra(22) Haşan Sabbâh ve Bâtınîler hakkında: “Selçuk devletine ve hususiyle Cihân’ın efendisine (Melikşâh’a) yaptığım hizmetler malûmdur.

Her devirde ve ülkede hükümdarlara karşı âsiler çıkmıştır. Lâkin hiç bir Râfizî mezhebi Batiniler kadar meş ’um olamaz. Zirâ onların gayesi îslamiyeti ve bu devleti fesada vermektir; kulaklarını ve gözlerini bir sesin çıkmasına ve bir hâdisenin zuhuruna dikmişlerdir, ilk fırsatta ve felâkette kulübelerinden fırlayacak olan bu köpekler Râfizî mezheplerini yayacaklar ve her şeyi yıkacaklardır.

Bu sahtekârlar müslümanlık iddiasında görünürler; lâkin hiç bir düşman Muhammed’in dini ve sultanın devleti için onlar kadar tehlikeli ve korkunç değildir. Ben öldükten sonra büyük ve mümtaz insanları kuyulara attıkları, davul sesleriyle kulakları çınlattıkları ve sırlarını açığa vurdukları zaman bu sözlerim hatırlanacak ve bu felaket gününde sultan bütün bu söylediklerimde haklı olduğumu görecektir,, ifadeleri ile kuvvetli imanını ve isabetli görüşlerini meydana koymuş ve söyledikleri aynen vukubularak bir defa daha büyük bir insan olduğunu isbat etmiştir(23).

Filhakika bu büyük devlet adamı bizzat Batınîlerin kurbanı olarak gittikden sonra Selçuk devleti ve Islâm dünyası da onların fedaîleriyle dehşet verici çinâyetlere şahit olmuş; bir çok büyük âlim, emîr, kumandan, hükümdar ve halife Bâtınîler tarafından hançerlenmiştir. Bunların başında bulunan Haşan Sabbâh Mısır Şi’î Halifesi Mustansır’ı ziyaretten ve bir çok maceralar geçirdikten sonra kurduğu gizli teşkilâtı 1087 yılında faaliyete geçirmiş; 1090 yılında da Kazvin havalisinde ele geçirdiği Alamût kalesinde yerleşmiştir. Bâtınîlerin ilk cinâyetleri Sâve’de bir mü­ezzini elde etmeğe çalışmak ve onu öldürmekle başlar(24).

Bu hâdiseyi çıkaran Bâtınî fedaîleri şehrin şahnesi tarafından yakalandıktan sonra Melikşâh’ın Haşan Sabbâh’a yazdığı ihtar mektubu ve cevabı bize kadar gelmiştir. Gerçekten Selçuklu sultanı bu mektubunda Bâtınî reisine (Şeyh ut-cabele) yeni bir din kurduğunu, bazı dağlı câhil halkı iğfal ettiğini/ İslâm halifelerine ve Abbasîlere dil uzattığını söyleyerek kendisini takbih eylemekte, bu dalâletten vaz geçip îslamiyete dönmesini, aksi takdirde kalenin yerle bir edileceğini ve kendilerinin de temizleneceğini buyurmaktadır.

Hasan Sabbâh, cevabında hürmetkâr bir dil ile başlamakla ve müslüman bulunduğunu iddia eylemekle beraber, Abbasî halifelerinin haksızlıklarını ve fenalıklarını saymak, Fâtımîlerin gerçek halife olduklarını ileri sürmek suretiyle cüretini gösterdikten sonra sultanı Abbasîler ve Nizâm ül-mülk aleyhinde kışkırtmakta ve aksi takdirde başka birisinin zuhûr edip bu dinî vazifeyi başaracağını söyliyerek sultanı da tehdide yeltenmektedir(25). Melikşâh’ın elçisi Haşan Sabbâh’a gidince, rivâyete göre, Haşan Sabbâh, uyuşturucu maddeler (haşhaş) ile dimağlarını bozduğu fedaîlerine bıçakla veya kaleden kendilerini atmak suretiyle, intihar emrini veriyor; elçiye de sultana bunlardan emrinde 20,000 kişinin bulunduğunu bildirmesini söylüyor ve gerçekten de bu manzaranın hikâyesi Melikşah’ı hayrete düşürüyordu(26).

Selçuk sultanı Haşan Sabbâh ve Bâtınîlerin bu cüretini görünce, 1092 de emîr Arslan-taş kumandasında bir kuvveti onlara karşı gönderdi. Mayıs ayında Alamût’u kuşatan Selçuk beyi Eylül’de bozguna uğradı. Aynı zamanda Kuhistan Bâtınîlerine karşı Horasan askeri ile gönderilen Kızıl-sarığ da ciddî bir temizliğe girişti ise de Nizâmül - mülk ve Melikşâh’ın ölümleri istenilen neticenin alınmasına imkân vermedi(27). Melikşâh’ın ölümünden sonra patlak veren siyasî buhran ve Haçlı larla başlayan savaşlar, Bâtınılerin kuvvetlenmesine ve fesadlarını genişletmelerine.-yaradı. Her tarafa gönderdikleri dâ’î ve fedaîlerle teşkilâtlarını yaymağa ve mühim devlet adamlarım, kumandanları ve âlimleri öldürmeğe giriştiler; ajanlarını devlet mekanizması içine, hattâ saraylara ve evlere kadar sızdırıp her tarafı şüphe ve korkuya saldılar. Nizâmül-mülk’ün görüşleri çıkıyor, mümtaz insanlar imha ediliyordu. Aleyhlerinde konuşmaktan korkan din ve deflet adamları bu sefer umumî efkârın şüpheleri altında eziliyorlardı. Melikşâh’ın İsfahan dağında sarp bir yerde inşa etmiş olduğu Şâh-diz kalesini, 1099 da ele geçirdiler. Horasan ve Huzistan’da da bazı kalelere yerleşerek ticâret ve hac kervanlarını açıktan basmağa ve soymağa başladılar; bazı îranlı devlet adamlarını da gizli müttefik yaptılar.

Büyük Emîr Çavlı, Kirman hükümdarı ve nihayet Sultan Berkyaruk onlara karşı harekete geçerek pek çok Bâtınî öldürdüler. Cemiyet içinde şüphe ve korku o dereceye varmıştı ki, cinâyetlerini daha fazla Sultan Mehmed Tapar’ın ülkelerinde işledikleri için Sultan Berkya-ruk’un düşmanları onu bile Bâtınî temayülünde göstermeğe çalışıyorlardı. Bugün komünizmin kurduğu yeraltı faaliyetleri ile ilgili teşekküllerin yarattığı buhrana benzer bir psikoloji cemiyeti sarmıştı. Haçlıların geli­ şinden faydalanarak Suriye’de yerleşme imkânı buldular ve katillerini icraya devam ettiler. Nihâvend’de meydana çıkan ve câhil köylüleri iğfal eden bir yalancı peygamber de imhâ edildikten sonra Sultan Tapar Bâtınîlere karşı bir cihâda girişti. Selçuk sultanı Tapar 1107 de Şâh-diz kalesini tahrip ve Bâtınîleri katletti.

Ele geçen vesikalar vezir Sa’d ül-mülk’ün onlarla münasebetini meydana koyunca idam edildi. Bu kaledeki Bâtınîlerin reisi Abdülmelik ‘Attâş’ın kaledeki saray uşaklarına muallimlik etmek, saray kızlarına kadın eşyası ve elbise götürmek ve muhafızları elde etmek suretiyle işe baş­laması Bâtınîlerin metodlarını göstermek bakımından mühimdir(28). Bâtınî­lere karşı kazanılan bu zafer İslâm dünyasında büyük bir sevinç yarattı. Sultan Mehmed’in tuğrasını taşıyan uzun bir fetih-nâme her tarafa gönderilerek minberlerde okutuldu ve halka ilân edildi(29). Bu, uzun müddet bir cinâyet yuvası haline gelen, kalenin ve Bâtınîlerin nasıl bir ehemmiyet taşıdığını göstermektedir. Bu sebeple Attâş’ın başı Bağdad’a gönderildi. Bu zamanda Horasan Meliki bulunan Sancar da Horasan Bâtınîlerini imhâya girişti.(30)

Bununla beraber Haşan Sabbâh ve Alamût Bâtınîleri yerlerinde duruyordu. Bu muvaffakiyetlerden sonra Sultan Mehmed Bâtınîlerin kö­künü kazımak maksadıyle veziri, Nizâm ül-mülk’ün oğlu, Ahmed ile Emîr Çavlı’yı bunlar üzerine sevk etti. Çavlı, 1109 da, kaleyi kuşatarak pek çok Bâtınî öldürdü. Lâkin kış basınca çekildi. İntikam almağa girişen fedaî­ler bu sırada Sultan ile birlikte Bağdad’a gelen vezirini bıçakladılar(31). Bu seferin muvaffakiyetsizliğe uğraması Bâtınîlerin cüretlerini ve ci~ ııâyetlerini arttırmağa sebep oldu. Bu münasebetle Sultan Atabeg Şîr-gîr, Karaca, Gündoğdu,il-kavşut ve Bozan gibi meşhur kumandanlar idaresinde mühim bir orduyu Alamût ve diğer kalelere karşı gönderdi. 1117 de başlayan muhasaranın sonuna kadar devam etmesi ve ordunun orada kışlaması için köşkler ve barakalar inşâ edildi; erzak ve teçhizat yığıldı; kalenin dışarı ile irtibatı kesildi; Bâtınîlerin artık açlıktan yok veya teslim olmaları mukadder iken sultanın İsfahan’da, 1118 de, ölümü seferin muvaffakiyetine mâni oldu. Şîr-gîr’e haber vermeden diğer kuvvetlerin çekilmesi onun askerlerinin kayıplara uğramasına âmil oldu.

Bu sebeple ordunun 2.000,000 dinar kıymetindeki ağırlıkları Bâtınîlerin ellerine geç­ti. İmâdeddin’in ifadesine göre, bu durum vezir Ebülkasım Dergezînî’nin gizlice Ismâ’ilîlerle münasebeti ve onlara müzaheretiyle ilgilidir. Yâkut da Dergezin halkının hep Mezdekî mülhidler olduğunu söyler(32). Bu suretle Haşan Sabbâh ve Alamût Batınîleri kurtularak fesat ve cinayetlerine devam ettiler. Sultan Sancar Horasan Bâtınîlerini imha etti ve 521 de 10.000 kişi Öldürdü(33) ise de Alamût ile uğraşmağa fırsat bulamadı ve burasını Irak Selçuklularına bıraktı. Onlar da saltanat kavgalariyle çok meşgul bulunduklarından bu havalide, Suriye’de, Musul ve Diyarbekir taraflarında Türk-İslâm büyüklerine karşı suikasdlarını yürüttü­ler. İsmâilılerden Celâleddin Haşan (1210-1221) Bâtınîliği terk edip Celâleddin Nev-müslüman adiyle îslâmiyete girdi ve müslüman devletlerle de münasebetlere geçti(34), ise de son bakiyeleri Hulagu’nun Alamût’u zabtına kadar devam etti.

Bâtınîlere Haşişiyyûn (Haşşâşîn) adı, haş­ haş (afyon) kullanmaları ve bu sebeple kolayca cinâyet işlemeleri dolayısiyle verilmişti. Haçlılar vasıtasiyle Avrupaya intikal eden ve garp dillerinde kanlı, katil mânasında kullanılan “assassin” kelimesi ve müştakları Bâtınîlerin hüviyetlerini ve ne derece korkunç olduklarını gösteren en güzel vesikalardan biridir. Kaynakların Haşan Sabbâh hakkındaki bazı kayıtları ve Melikşâh ile mektuplaşmaları üzerinde fazla şüpheci davranıldığına da işaret etmek yerindedir.(35)

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler



4. Selçuklu Devrinde Din ve Mezhepler

Selçuklular, Afrika dışında, bütün îslâm dünyasına ve fethedilen Anadolu’ya hâkim olarak siyasî birliği kurdular. Tesis edilen medreseler, kü­tüphaneler, zâviyeler ve bunlara, mensuplarına yapılan vakıflar sayesinde bir ilim ve kültür ordusu da vücuda getirerek askerî ve siyasî kudretlerini yükselttiler; İslâmın ve kendi devletlerinin iç ve dış düşmanlarını bertaraf ettiler. Bununla beraber müfrit Şi’îlerle Sünnîler arasında oldu­ ğu gibi Sünnî mezhepler arasında da bazı gerginlikler devam etmiştir. Tuğrul bey’in zamanında veziri ‘Amîd ül-mülk, sultanın mezhepler arasındaki felsefî esaslara yabancı bulunmasından faydalanarak, Aş’ arîlere karşı, daha ziyâde siyasî rakiplerini bertaraf etmek gayesiyle, giriştiği mücâdele onun azli ve Nizâm ül-mülk’ün yerine gelişi ile nihayet buldu(12).

Fakat bir müddet sonra da gerginlik Aş’arîler ve Hanbelîler arasında devam etmiştir. Filhakika İmam Kuşayri’nin oğlu Ebû Nasr, 1077 (469) de, Hac’dan dönerken Bağdad’a uğrayıp Nizamiye’de vaazlar veriyor; Aş’arîlerin üstünlüğünü, Hanbelîlerin dar düşüncelerini ve tecsime vardıklarını izah ediyor; Yahudilerin, maddî menfaat mukabilinde de olsa, îslâm olmalarım memnuniyetle karşılıyordu. Bu tenkitlere dayanamıyan mutaassıb Hanbelîler bu Yahudi mühtedileri “rüşvetin müslümanı” diye alay mevzuu yapıyor ve Aş’arîlere saldırıp adam öldürüyorlardı. Vaziyeti öğrenen Nizâm ül-mülk Nizamiye müderrisi Ebu İshak Şirazî’ye mektup yazarak sultanın ve kendisinin bir mezhebi himâye ve mezhebler arası bir tefrik siyâseti gütmediklerini, Nizâmiye’nin sadece ilmin korunması ve yükselme­si gayesiyle açıldığını, Ahmed bin Hanbel’in de imamlar arasında bulunduğunu hatırlattı ve bu münasebetle de Halifenin veziri Fahr üd-devle, 1078 de, azledildi.

Bu durum karşısında bütün vaizler dîvânda toplanarak vaazlarında usûl ve mezheplere girişilmemesi kararlaştırıldı ve 1080 de bu husus bir disipline alındı(13). Mezheb ihtilâflarının bulunduğu baş­ka yerlerde ve meselâ Esterâbâd’da da kadının izni olmadıkça kimsenin vaazına müsaade edilmiyor ve böylece devlet mezhep mücâdelelerini Önlüyordu(14). 1082 (475) yılında Mağrip’den gelen, mezhep itibariyle de Şâfiî ve Aş’arî olan, Ebülkasım el-Bekrî Nizâm ül-mülk tarafından kendisine maaş bağlanarak Bağdad’a gönderildi. O, vaazlarında Ahmed bin Hanbel’i medh, fakat Hanbelîleri zem ediyordu. Bu da Hanbelîleri kışkırtmış ve kadı Abdullah Damganinin evi bir ilmî münakaşa esnasında basılmış ve kitapları yağma edilmiştir.

Bu gerginliğin devamı dolayısiyle Halife, Ebu îshak Şirâzî ile Ebu Bekir Şaşî’yi Melikşâh’a gönderdi. Bu büyük şahsiyetler her geçtikleri beldede tâzimle karşılanıyor ve teberrüken rikâblarına el sürüyorlardı. Sultan Melikşâh ve veziri Nizâm ül-mülk huzurunda onlarla İmam ül-Haremeyn Ebuî-Ma‘âlî Cüveynî arasında cereyan eden müzakere ve münazaralardan sonra bütün fikir ve istekleri kabûl edildi. Nizâmiye’de Aş’arîlik hakkında vaazlarına müsaade edildi ve bir hâdisenin önlenmesi için de medresenin kapılarına Türk muhafızları kondu(15).

Böylece devlet, İçtimaî nizâm ile birlikte fikir ve din hürriyetini temine çalışıyordu. Selçuklular Sünnî mezhepler arasında olduğu gibi mutedil Şi’îlere karşı da bir tefrik siyâseti takip etmiyor; seyyidleri, şerifleri himâyesinde bulunduruyor; Alevîlere hankâh ve hattâ medreseler inşâ ediyorlardı. Böylece Halifelere küfretmeyen mutedil Şi’îler, Alevî bir müellifin ifâdesiyle, “Cihâna hâkim Gâzi Türkler” sayesinde tam bir hürriyet ve himayeye mazhar idiler. Bu devirde Suriye, Halep, Küfe, Kum, Kaşan, Mazandaran, Taberistan, Gürgan, Dehistan ve hattâ Sünnî hilâfet merkezi Bağdad Şiîlerin kesafet teşkil ettikleri yerler idi. Sel­ çuk sultanları ve beyleri büyük Şiî imamlarının türbelerin ziyaret ve inşâ ediyorlar; âyîn ve merasimlerinde bulunuyorlardı.

Bu mutedil Şiîler ile diğer mezhepler arasında da, ara-sıra, gerginlik ve mücadeleler baş gösteriyor; fakat bu kadan İçtimaî ve siyasî nizâm için bir mesele teşkil etmiyordu. 1165 (560) de Şi’î Abd ül-Celil Kazvinî tarafından yazılan Kitab un-Nakz adlı eser bu hususta çok mühim yeni malzeme vermektedir(16). Müfrit Şi’î ve Bâtınî faaliyetleri bu mutedil Şi’îler arasında tesir icra ediyor ve câhil halk iğfal ediliyordu. Mısır Fatımîlerinin gönderdiği dâ’î veya propagandacılar ifsad ve kışkırtma gayretlerinden geri kalmıyorlardı. Melikşâh Artuk beyi, 1078 de, Bahreyn’e göndererek orada kökleşmiş bulunan Karmatîlefi tenkil etmişti(17). Fakat bu muhit yine de Bâtınî faaliyetlerine elverişli idi. Mısır’dan gelen bir kimse Basra taraflarında Karmatî zemini üzerinde Mehdilik iddiasiyle meydana çıkmış ve 10.000 kişilik bir kuvvet teşkil ederek 1090 (483) senesinde Basra şehrini yağma etmiş ,ve yangına vermişti. İslâmın ilk vakıf kütüphanesi bu yangında yok olmuş; Melikşâh’ın yaptırmış olduğu su tesisleri ve kanallar da tahrip edilmişti.

Bağdad şahnesi Gevher Âyîn âsileri temizledi; yalancı Mehdi’yi Melikşâh’a gönderdi ve Bağdad’ta halkın hakaretleri arasında asıldı(18). Bağdad’da, 1081 (473) de, basılan gizli bir cemiyet Bâtınî faaliyetleri bakımından daha dikkate şabandır. İbn al-Resûlî ve Abdülkadir al-Hâşimî adlı iki kişiden birincisi Futuvvat hakkında bir eser yazarak onun faide ve faziletlerini izah ediyor; İkincisi de “Feteyân kâtibi” unvaniyle cemiyeti idare ediyor, âza topluyor ve onlara menşur veriyordu. Bunlar toplantılar tertip ederek her beldeye ve Medine’de Mısır hadımına mektuplar gönderip bu yeni tarikate davetler yapıyordu. Bunların Bâtını olup Şi’î halifesi nâmına dâvette bulundukları ve metrûk bir mescidi, toplantı yeri yaptıkları dîvâna (hükümete) ihbar edilince oraya zabıta kuvvetleri bir baskında bulundu. Reisleri yakalandı; diğerleri kaçtı.

Ele geçen vesikalar akidelerini, Bâtınî olduklarını ve siyasî emellerini meydana koyuyordu. Bu durum sabit olunca aleyhlerinde bir fetvâ da çıkarıldı(19). Abbasî Halifesi Nâsır li-dinillah (1180-1225) tarafından, kurulan Futuvvet teşkilâtı Sünnî esaslara dayanmakla, Bâtınîlere, Mısır Şiî Hilâfetinin yıkıcı teşkilâtınane siyasî rakiplerine karşı tesis edilmekle beraber yine' de o menşeden gelen unsurları ihtiva ediyordu. Bu sebeple devrin bazı âlimleri bu tesisin aleyhinde fetvâ çıkarmışlardı. Fakat halife de mukabil bir fetvâ ile kurduğu ve devrin hükümdarlarını içine aldığı bu teş­kilâtı müdafaa etmiş ve onunla siyasî mevkiini kuvvetlendirmeğe çalış­mıştır(20). Bununla beraber Futuvvet teşkilâtı asıl Selçuk Türkiyesinde yerleşmiş; Türk İçtimaî, İktisadî ve buhranlı zamanlarda da siyasî hayatında büyük bir mevki işgâl etmiş ve bilâhare Osmanlı esnaf teşekküllerinin de esası olmuştur(21).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Atabeglik ve Hatunların Siyasî Rolü



3. Atabeglik ve Hatunların Siyasî Rolü

Selçuklularla birlikte îslâm dünyasına gelen ve onlardan Gaznelilere, Gürcülere ve daha sonraki devletlere intikal eden müesseselerden biri de Atabeglik müessesesi idi. Devlet hânedan mensuplarının müşterek malı olduğundan şehzâdeler daha küçük yaşlarda eyâletlere Melik olarak gönderiliyor; kendilerini yetiştirmek ve işlerini idare etmek üzere onlara birer Ata-beg tâyin ediliyordu. Şehzâdeler büyüdükten sonra da onların veziri, kumandanı veya müsteşarı olarak kalan bu Atabegler(4) şehzâdelerin devlet adamı olarak yetişmelerinde ne kadar faydalı olmuşlarsa onları sultanlığa veya hâkimiyetlerini genişletmeğe kış­kırtmak ve o sayede kendi mevkilerini yükseltmek maksadiyle sebebiyet verdikleri sarsıntılar doiayısiyle de o derece zararlı olmuşlardı.

Ata-begler şehzadelere kızlarını vermek veya onların analariyle evlenmek suretiyle de kudretlerini arttırıyor; fiilî hakimiyeti ellerine alıyor ve İmparatorluğun sarsılmasiyle de müstakil devletler kuruyorlardı. Ata-beglik müessesesinin bu tekâmül icâbı Tuğ-tekin tarafından Şam Ata-begleri veya Böriler (1104-1154), İmâdeddin Zengî’nin kurduğu Musul ve Halep Ata-begleri (1127-1233), Azerbaycan Ata-begleri veya İl-denizliler (1146- 1225), Fars Ata-begleri veya Salgurlular (1194-1286) ve şâir tarihte mü­him mevkii olan devletler teşekkül etmiştir. Türkiye Selçukluları devleti feodal bir bünyeye sâhip olmadığı için Ata-beglik burada daha farklı bir tekâmül takip etmiş(5) ve Memlûklerde de, menşeindeki askerî vazifesi münasebetiyle, ordu kumandanı (Atabek al-‘asâkir) olmuş; orada ve Osmanlılarda bu müessese de atabeg yerine “lala” adı ile devam etmiştir.

Selçuk İmparatorluğunda hatunların rolü ve hususiyle Melikşâh’ın zevcesi Terken Hatun’un siyasî ihtirasları da devletin parçalanması âmilleri arasında bulunmaktadır. Eski Türk hukukunda kadın çok yüksek bir mevkie ve siyasî haklara sahipti. Gök-Türk kitabeleri “Türk Tanrısı Türk milleti yok olmasın diye babam İl-teriş Kağan ile anam îl-bilge Hatun’u gönderdi” ifâdesiyle kadının yükse mevkiini meydana koyar(6). İslâmiyetin kabulüne, Karahanlı ve Selçuklu hükümdarlarının imanlı müslüman olmalarına rağmen kadın hukukunda hiç bir değişiklik olmamış; kadınların siyasî rolleri, İçtimaî ve hukukî mevkileri asırlarca devam etmiştir. Nitekim göçebe hayat ve düşüncelerini en güzel bir surette aksettiren Dede Korkut kitabı XV inci asırda da erkek-kadın ya­şayış ve münasebetlerinde mühim bir fark göstermez. Türklerde kadı­nın hukukî ve İçtimaî durumuna dâir tarihî kaynaklarda ve etnografik eserlerde bol malzeme vardır.

Nizâm ül-mülk’e göre Acem hü­kümdarları zamanında kadınların devlet işlerinde bir tesiri olmazdı. Türkistan Hanları bütün devlet işlerinde hatunlarla müşâvere eder ve onların fikirlerini diğerlerine üstün tutarlardı. Türkmen (Selçuk) pâdi­şâhları da bu yolda gitmişlerdir. Bu sebeple vezirler hatunları memnun etmelidirler(7). Selçuk hatunları arasında Tuğrul beg’in zevcesi Altun-can, Alp Arslan’m hemşiresi ve El-basan’ın karısı Gevher, Melikşâh’ın zevcesi meşhur Terken, Mehmed Tapar’ın zevcesi Gevher ve “Yeryüzü melikesi” unvanını taşıyan Sultan Sancar’ın hatunu Terken(8) bunların meşhurları olup kendilerine ait iktâlara, divan teşkilâtına ve askerlere sahip idiler. Fakat yukarıda bahsettiğimiz üzere(9) bunlar arasında Melikşâh’ın zevcesi Karahanlı Terken Hatun devletin uğradığı buhranda birinci derecede âmil olmuştu.

Karahanlılara ait olan Terken unvanının aslında bir isim olmayıp melike (prenses) mânasında ve bu telâffuzda olduğu artık isbat edilmiş ve ilim alemince de kabul olunmuştur1(0), Hârizm­ şâh Alâaddin Mehmed’in anası Terken Hatun ise, mensup olduğu Kıpçak Kanglı kabilelerine dayanarak, oğluna karşı siyasi bir rakip vaziyetinde idi. İranlı ve Arapların zihniyetine aykırı düşen bu durum karşısında Nizâm ül-mülk eserinde kadınların devlet ve hükümdarların işlerine müdahalelerinin tehlikelerine ihtiyatlı bir dil ve bol hikâyelerle işâret eder(11). Feodal bünye yanında hatunlara! da devletin parçalanmasında mühim bir rolü olmuştur.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde Askerî ve İdarî Müesseseler



2. Askerî ve İdarî Müesseseler

Selçukluların Türk-İslâm unsurlarını birleştirmek suretiyle kurdukları yeni müesseseler arasında askerî iktâ sistemi en mühimmini teş­ kil eder. Gerçekten Selçuk devleti, daına kuruluş devresinde, göçebe feodalizmine göre, hâkimiyet sahalarına ayrılırken bu taksimin ikta ıstılahıyle ifade edilmesi Türk ve îslâm unsurlarının bu müessesenin doğu­sunda nasıl imtizaç eylediğini açıkça meydana koymaktadır. Gerçekten İslâm dünyasına aid bulunan iktâ usûlü Selçuklular devrinde Türk askeri ve İdarî feodalizmine göre tamamiyle yeni bir mahiyet almıştı. Sel­çuklular askerlerini imparatorluğun her tarafına dağıtarak toprak vergilerine (mâl-i hakk) bağlı bir ordu vücuda getirirken devletin temelini teşkil eden bir kısım Türkmenlerin geçimlerini temin ediyor ve memleketin imârına ve idaresine de yeni bir imkân buluyorlardı.

Gerçekten iktâlar babadan evlâdına intikal etmekte ve istihsâlin artması nisbetinde gelirlerinin de artacağı için iktâ sahiplerini memleketin imârına teşvik eylemekte idi. îktâ sâhipleri vilâyetlerde devletin memuru durumunda olduklarından merkezî hükümetin murakabe ve teftişleri dolayısiyle halktan kanunun tâyin ettiği vergilerden başka bir talepte bulunamazlardı. Böylece kaynakların tesisini Selçuklulara ve hususiyle büyük vezir Nizâm ül-mülk’e atfettikleri bu askerî iktâlar sayesinde Selçuk devleti maaş ödemeden büyük bir orduyu beslemekte, mühim bir Türkmen nü­ fûsunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmekte ve istihsalin artmasına, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idari bir kadroya da sahip bulunmakta idi. Kaynaklar bu iktâların devlet ve memleket için hizmet ve faydalarını belirtirken bunların eski devir iktâlarından farklı olduğunu ve bu sebeple bir yenilik getirdiklerini de kaydederler.

Filhakika kaynaklara göre, Selçuklular, kurulduğu bölge dolayısiyle, Gazne devleti teş­kilâtından bir çok iktibaslarda bulunmakla beraber Gazneliler’de ve Buveyhliler’de askerlere iktâ değil maaş verilirdi. Buveyhliler devleti Türk askerlerine maaş vermekte güçlük çektiği için bazan onun karşılığında kumandanları vilâyetlerin vergilerini kendi hesaplarına toplamaya memur eder ve bu vilâyetleri bu suretle yıllık olarak iktâ ederdi. Bu devre ait bu iktâlar bu hüviyetiyle askerlerin toprağa bağlı bulundukları Sel­çuk iktâından çok farklı olup hakikatte bir iltizam (muhata a) usûlünden ibâretti.

Bu sebeple halk ile ilgisi ve menfaat birliği olmayan askerler vilâyetlerin harap olmasına ve halkın ezilmesine âmil oluyorlardı, ki kaynaklar Selçuk askerî iktâının hizmet ve faydalarından bahsederlerken eski devrin bu hüviyeti taşıyan iktâların zararlarını da belirtirler. Türkmen beylerine, mensupları (askerleri) ile birlikte oturup, devlete hizmet edecekleri bu iktâlar verilirken bu vâsıta ile devletin feodal bünyesi de -yalnız yüksek seviyede bir hâkimiyet esâsına değil bütün memleketlere yayılmış oluyordu.

Gerçekten Selçuk sultanlarının merkeziyetçi bir devlet kurma gayretleri sadece yüksek makamlara yönelmiş ve Türkmen beylerinin nüfûzunu kırma ve Oğuz aristokrasisi yerine Türk köle sistemini yerleştirme teşebbüslerine rağmen bu feodal bünyede bir değişiklik olmamıştır. Zira kendilerine geniş vilâyetler verilen emirler iktâları dâhilinde maiyetlerinde çok defa 1000 süvari askerin üstünde bir kuvvetle küçük bir hükümdar gibi idiler. Büyük iktâ’ (timar) a müsaade etmeyen Türkiye Selçuklularından ve Osmanlılardakinden farklı olarak da bu iktâ sâhipleri maiyetlerindeki askerlerin yalnız âmiri de­ğil aynı zamanda hâkim ve efendileri bulunuyorlardı. Bazan da idari ve adlî geniş selâhiyetlerle muhtar bir durumda idiler.

Hattâ ilk devirde bu ülkelerde bazan iktâ sahipleri de namlarına para bastırmak, hutbe okutmak ve kapılarında nöbet çaldırmak suretiyle feodal bünyenin bü­ tün hususiyetleri tecelli ediyordu. Halbuki Türkiye’de büyük ve feodal mahiyette iktâlara müsaade edilmemiş; vilâyet askerleri başında bulunan Sü-başı (Ser-leşker)lar o vilâyetin ve askerlerinin sâhibi ye efendisi değil sadece âmirleri idiler. Eskiden iktâ tefvizleri halifenin hukukundan idi ve Buveyhî’ler Abbasîleri siyasî iktidardan mahrum bir gölge haline getirdikleri zamanlarda bile bu haklarını kullanıyorlardı. Fakat Selçuklular zamanında iktâ işleri tamamiyle sultanın hukukuna ait ve dünyevî sayıldığından halifelerin tevfiz ve tasdikleri bahis mevzuu değildi; Hattâ halifeler bile sultanların verdikleri iktâlar ile geçiniyorlardı.

Yalnız siyasî hâkimiyet bahis mevzuu olunca meliklik ve emirlik men­ şurları halife ve sultanların müşterek tefvizine bağlı idi. Bu feodal hüviyetleri dolayısiyle büyük iktâlarda kaza işleri devletin baş kadısının emîr ve murakabesinde olmakla beraber Şeriât dışı dâvalar iktâ sahiplerine bağlı Dîvân-i mezâlim (Darul-adl) müessesesinde görülüyordu. İktâlara ve askerlere müteallik işlere bakan bu idari hâkimlere Hârizm- şahlar ve Moğollar devrinde Türkçe, sıra ile, Yolak ve Yargucı adı veriliyordu. XII inci asır başlarından beri Karahanlılarda, Selçuklularda ve daha sonraki devletlerde meydana çıkan Ordu kadılığı (Kadı al asâkir) bu Türk müessesesinin İslâmî bir şekil almasından başka bir şey gözükmüyor(3). Büyük Selçuklularda, en kudretli zamanlarda 400.000 (Türkiye Sel­çuklularında 100.000) kişiye baliğ olan Türk ordusu (merkez kuvveti 46.000, Türkiyede 12.000) bu feodal esaslara göre imparatorluk ülkelerine da­ğılmış bulunuyordu. Selçuklular, eski devirlerden farklı olarak, memleketin menfaatlerini ahenkleştiren bir iktâ idaresi sayesinde kudretli bir askeri ve İdarî teşkilâta sahip olmuşlardı.

Lâkin devletin umumî feodal bünyesine uygun olan bu büyük iktâların sâhipleri zayıf zamanlarda taht kavgalarına, şehzâdelerin mücâdelelerine karışmakla veya kendi hâkimiyetlerini kurmağa uğraşmakla siyasî buhran ve parçalanmalara sebebiyet veriyorlardı. Melikşâh’tan sonra başlayan büyük mücâdelellerde bu husus bâriz bir şekilde kendini gösterir.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklular Devrinde Türk-İslam Medeniyeti



1. Devletin Siyasî Bünyesi ve Karakteri

Selçuk devleti Türk ve îslâm menşeinden gelen unsur ve müesseselerin imtizaciyle kurulmuş bir imparatorluk idi. Onun göze çarpan ilk hususiyeti, Gök-Türklerde ve Karahanlılarda bütün belirtileri ile meydana çıkan, eski Türk feodal bünyesine sahip oluşu idi. Selçuk’un oğulları, daha babalarının ölümünü müteakip, en zayıf ve buhranlı zamanlarında bile, kendilerine mensup göçebelerin başında zümrelere ayrılmışlardı. ' Selçuk İmparatorluğu kurulurken bu feodal unsurlar da devletin bünyesine dahil oluyor; devlet hânadan âzasının müşterek malı ve aristokrat diğer Türkmen beyleri de, feodal hiyerarşiye göre, bir takım haklara sahip sayılıyordu. Dandanakan zaferini müteakip devlet kurulurken Tuğrul bey eski Türk hakanı yerine Sultan olmakla, İnanç yabgu ve Çağrı beg de dahil, bütün feodal beyler kendisine tâbi bulunmakla beraber son ikisi de kendilerine ayrılan ülkelerde müstakil olarak devleti fiilen üçe taksim etmişlerdi. Tuğrul beg daha başlangıçtan beri bir merkeziyetçi devlet vücuda getirmek için çok gayretler sarf etmişti; İbrahim Yınal, Kutalmış ve El-basan gibi Selçuk’un torunlarına bir hâkimiyet sahası bırakmamıştı.

Bununla beraber, kabile halinde iken yaşı icabı, hukukan reisleri bulunan amcaları İnanç yabgu ile devletin kuruluşunda ve askerî zaferlerde birinci derecede rolü olan Çağrı bey’i hükümranlık haklarından mahrum etmek kolay ve doğru değildi. Selçuk devleti bu sebeple daha kuruluşunda üçe ayrılmış; Çağrı beg ve İnanç yabgu kendi ülkelerinde Tuğrul bey’den sonra kendi adlarını hutbelerde okutuyor; namlarına sikke bastırıyor; kapılarında nöbet (nevbet) çaldırıyor; başlarında çetr (hükümdarlık alâmeti olup aslında Türkçe çadır) taşıyor; kendilerine mahsus hükümet idâresi ve ordulara sâhip bulunuyor ve bu suretle fiilî ve hukuki bütün hâkimiyet haklarını ellerinde tutuyorlardı . Tuğrul bey’den beri merkeziyetçi bir devlet makinesi kurmak gayretleri feodal beylerin mukavemetleri ve isyânları ile karşılaşmış idi.

Bu sebeple feodal an’anenin dayanağı olan Türkmen beyleri aristokrasisinin nüfûzu tedricen kırılmış; yerlerine kölelikten yeti­şen Türk emîrleri kumandan ve valiliklere yükseltilmiş; Tuğrul beg ile Çağrı beg’e aid mîras Alp Arslan’a intikal ederek ve Inanç yabgu’nun hâkimiyetine nihayet verilerek İmparatorluğun birliği kurulmuş ve onlara aid hâkimiyet hakları bir daha kimseye balışedilmemiştir(1). Lâkin Büyük Selçuk sultanlarının ciddî mücâdelelerine rağmen devleti hânedan âzasının müşterek malı kabûl eden Türk siyasî hukukunun kudretini yıkmak, saltanat mîrası usulünü değiştirmek mümkün olmadığından her sultanın ölümü bir taht kavgasına, mücâdele veya parçalanmalara fırsat veriyordu. Osmanlılar müstesna olmak üzere, az çok bütün Türk devletlerinde ve küçük Anadolu beylerinde bile devletin hânedan âzasının müşterek malı olma hukukunun devamı bu an’anenin ne kadar kudretli olduğunu göstermiştir.

Sultanların hayatlarında taht vârislerini tâyin maksadiyle veliahd göstermeleri bile durumu değiştiremiyor ve onun irâdesi hukukî bir mesnet olamıyordu. Hakan (kağan) ve imparator karşılığı kullanılan “Sultan”(2) unvanı bu mânayı Selçuklular ile birlikte kazanmış ise de bu en yüksek otorite ile dahi Selçuk sultanları hiç bir zaman Sasanı, Bizans ve hattâ Gazne hükümdarları gibi mutlak bir sultayı temsil etmemişler; melikler, beyler ve emîrler üzerinde ancak bir derece farkiyle en yüksek makama sahip bulunmuşlar ve eski Türk kağanları durumunda kalmışlardı. Merkeziyetçi gayretlerle Türkmen beyleri yerine geçen köle emîrler de yine bu feodal esaslara göre mevki almışlardı. Hânedana mensup şehzâdeler müstakil devlet kurmakta veya saltanatı ele geçirmekte ne kadar hak sâhibi idiyse ona mensup Türkmen bey ve askeri de bu uğurda mücâdeleye girişmekte kendilerini o şekilde vazifeli sayıyorlardı. Selçuk’un oğulları ve torunları hâkimiyet dâvasına giriştikçe bunlara tâbi bey ve boylar da sonuna kadar kendilerine sadakat göstermiş ve mücâdele yapmış­lardı.

Selçuk ve Gazne sultanları, Türkistan hakanları ile diğer tâbilerin dereceleri yükseldiği ve bu sebeple de Sancar’m hepsinin üstünde metbu bir mevkide bulunarak “En Büyük Sultan” (Sultan ul-A’zâm) unvanını ve makamını kazandığı zamanda da bu en yüksek otorite yine mutlak hükümdar hüviyetini kazanmamıştır. Sert kâidelere göre kurulmuş Ortaçağ Avrupa feodalitesi cemiyet nizâmı için ne kadar uyuşturucu olmuş ise Selçuk feodalizmi de o derece siyasî buhranlara sebebiyet vermişti. Bununla beraber berikisi kudretli şahsiyetlerin devletin başına geçmesine imkân veriyordu. Nitekim Selçuk devletinin kudreti Tuğrul beg, Alp Arslan, Melikşâh, Nizâm ül-mülk ve Sancar gibi büyük şahsiyetlerle mümkün olmuş; onların ölümleri ile İmparatorluğun sarsılması ve yıkılması da bu feodal bünye ile kolaylaşmıştır.

Bu münasebetle Sel­çuklu feodalizminin sâdece siyasî olup İçtimaî bir mahiyet arzetmediğini de hatırlatmalıyız. Sultan Sancar’m müstesna şahsiyetine ve kudretine rağmen Melikşâh’ın ölümünden sonra husule gelen siyasî buhran onun zamanında da tesirini göstermiştir. Böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu kuruluşundan Melikşâh’ın ölümüne kadar (1040-1092) Yükseliş ve Azamet devrini, Sancar’m ölümüne kadar (1092-1157) Duraklama ve II. Tuğrul’un ölümüne kadar da (1157-1194) İnkıraz devrini yaşayarak tarihe intikal etmiştir. Bununla beraber bu inkıraz sadece Büyük Selçuk hanedanına ait olup onun yerine geçen atabegler ve sultanlar onun adamları, emirleri, askerleri, müessese ve an’aneieriyle vücut buluyor ve fiiliyatta Selçuk devri devam diyor; Türkiye Selçukluları ise amcazâdelerinin yıkılışından sonra yükseliş devrine girmiş bulunuyordu.

Selçuk devletinin kuruluşundan sonra Şeriâtın İslâm birliğinin reisi (Emîr ül-Müminîn) olarak kabûl ettiği halife yanında bir de sultan meydana çıkmış ve yüksek hâkimiyet bu iki makam arasında taksim olunmuştur. Filhakika din işleri halifeye, dünya işleri de sultana intikal etmiştir. Böylece dinî ve manevî bakımdan sultan nasıl halifeye bağlı idiyse siyasî bakımından aynı şekilde halife de sultana bağlı bulunuyordu. Bu sebeple emîr, melik ve hükümdarlara siyasî hâkimiyet fermanları, temlik menşûrları halife ile sultanın müşterek tefviz ve tasdikleri ile birlikte cereyan ediyordu. Şeriâtın, din ve dünya işlerinde, müslümanların başı tanıdığı halifenin yanında, sultanın meydana çıkmasiyle, İslâm siyasî hukukunda bir değişiklik husule geliyor ve iki otorite kurulmuş oluyordu. Bu, yalnız siyasî hâkimiyetin verilmesi veya tanınmasında değil, Şam atabeği Tâcül-müluk Böri’nin sahipsiz kalan arazinin satılması için şer’î bir müsaade elde edebilmek için hem halife ve hem de sultan Mahmûd’dan bir vesîka alması (bak. s. 198) hâdisesinde görüldüğü üzere, umumî hukuk sahasında da kendini göstermiştir.

Böylece halifelik çökmekte olan mevkiini Selçuklular sayesinde kurtardıktan başka manevî otoritesini de bütün îslâm dünyasına hâkim kılıyor; sultan da hilâfet makamiyle siyasî kudretine yeni bir destek elde ediyordu. Selçuk sultanlarına verilen “Kasım emîr ül-Mü’minîn” (Halifenin ortağı) unvanı da bu iştirakten doğuyordu. Selçuk hanedanı, muahhar Osmanlı hânedanı gibi, menşei, İslâmiyete hizmetleri ve bu sıfatları dolayısiyle, Türk-İslâm dünyasında kudsîyet kazanmış; asırlarca saltanatın Selçuk soyuna aidi- yeti hiç bir tereddüt ve münakaşa mevzuu olmamış ve Büyük Selçukluların inkırazından sonra da Türkiye Selçuklu hânedanı bu kudsî mevkiini muhafaza etmiştir. Abbasî halifeleri, siyasî buhrandan faydalanarak, maddî otoritelerini kurmağa çalıştıkları zamanlarda zayıf Sel­çuk sultanları bile yine sultanlık hukukunu korumakta (Bak. V. 8) çok titiz davranmışlar ve halifeyi dinî işler dışına çıkmamağa zorlamışlardı. Buveyhliler zamanında ise halifenin hem maddî ve hem de manevî kudreti kalmamış ve daralmıştı.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devri İktisadî ve İçtimaî Yükseliş



9.İktisadî ve İçtimaî Yükseliş

Selçuklular siyasî birliği ve emniyeti kurmakla, mahallî gümrük ve ticaret vergilerini sık-sık ilga etmekle iktisdaî faaliyetlere büyük bir hız ve genişlik veriyorlardı. Kesif ticâret kervanları Türkistan, Hârizm, îran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Anadolu istikametinde emniyetle sefer yapı­yorlardı. Gazneliler devleti müesseselerinden bir çok iktibaslarda bulunan Selçuklular kervanları teşkilâtlandırmak, askerî muhafızlar idâresinde emniyet altına almak ve hattâ tüccarların zararlarını tazmin etmek suretiyle onların an’anelerine bağlanmış ve bunları geliştirmişlerdi(103).

Selçukluların bu usulleri, bilhassa Anadolu’da çok tekâmül etmelerine, İktisadî faaliyetlerin ilerlemesine, ülkelerarası mübadelelerin çok artmasına yardım ediyordu. Kervan yollarının kesilmesi ve kervan kafilelerinin soyulması sultanların askeri seferlerine âmil oluyordu. Devletin bu ticarî görüş ve siyâseti icâbı Melikşâh’ın ilga ettiği ticarî vergi ve gümrükler (mukûs )in yekûnu 600.000 dinar (altın)a bâliğ oluyordu(103a). Hâzinenin bu zararı kendisine arzedildiği zaman Melikşâh ticâretin gelişmesi ve halkın menfaati gayesiyle bu kararından vaz geçmedi. Haleflerinin de sık-sık bu vergileri ilgası hükümdarların ihtiyaç hallerinde bu irâd kaynağına baş vurduklarına delâlet eder.

Esasen buna da lüzum vardı. Zira îslâm vergi sisteminin esasını ziraî gelir teşkil ediyor ve ticarî kazanç ve servetlerin artması karşısında umumiyetle toprak gelirine dayanan vergiler kifayetsiz kalıyor ve İçtimaî adaletsizliğe sebep oluyordu. Melikşâh ve Sancar tarafından Irak’ta, Horasan’da ve Hârizm-’de açılan veya imâr edilen sulama kanalları ve tesisleri sayesinde ziraî istihsal çok artmış; imparatorluğun her tarafında şehirler büyümüş; mamûr ve zengin bir hale gelmiş; yüksek bir cemiyet ve kültür kurulmuş; kaynakların tafsilâtla bildirdikleri üzere her şehirde beldeye mahsus sanâyi ve imalât çok ilerilemişti. Bu İktisadî inkişaf sayesinde büyük bir sermâyedar ve zenginler sınıfı meydana gelmiş; memleketler-arası ticâ­ ret ve mübadeleyi teşkilâtlandıran müesseseler vücut bulmuş idi.

İktisadî inkişaf ve sınaî imalât hakkında kaynakların verdiği bol malzemeyi toplamak gibi uzun ve ayrı bir işe girişmeden bu yükselişin maddî bir ifâdesi olan devlet vâridatına ait rakamları nakletmek devri aydınlatmak için kâfi gelecektir. Gerçekten Melikşâh zamanında merkezî eyâletlerin devlete ödediği vergilerin, Risâle-i Melikşâhiden nakledilen yekûna göre, miktarı 210,000,000 altın dinâra, yâni bugünkü Türk parasiyle, takriben 30 milyar liraya bâliğ oluyordu. Selçuk ve Moğol devri arasındaki rakamları mukayese eden Hamdullah Kazvînî “o zaman dünyanın ne kadar mamur ve bugün de ne derece harap bir halde bulunduğunun buna göre kıyaslanması gerektiğini de belirtir(104)-

Hamdullah Kazvîninin bir mâliye nazırı (müstavfî) olması bu rakamların kıymetini arttırmakta ve kaybolmuş bulunan Risâle-i Melik- şâhVnin ehemmiyetini göstermektedir. Esasen şehirlerin azameti, sanayi ve imalâtın çok ileri seviyesi bu durumu teyid eder. Melikşâh’ın sâdece sarayı bütçesi de 20.000,000 dinâra çıkıyordu(105). Abbasî Halifeliği imparatorluğunun vâridatı IX ve X uncu asırlarda, sıra ile, 396.155.000; 388.291.000 ve 299.265.000 dirhem olarak hesap edilmiştir(106), ki eğer bir hata yoksa Selçuk devrinin Abbasîler devrine nazaran bile ne derece ileri olduğu anlaşılıyor. Melikşâh’ın, İmparatorluğun her tarafında inşâ ettiği câmiler, medreseler, kütüphaneler, türbeler, saraylar, ribâtlar, hanekâhlar, hanlar ve köprüler, kaleler ve yeni kasabalar, açtığı kanallar ve kurduğu su tesisleri bu İktisadî kudret sayesinde mümkün oluyordu(107).

Sultan Sancar zamanı büyük ilim ve kültür faaliyetleri gibi iktisadi inkişaf bakımından da çok ileri bir ehemmiyet taşır. Murg'âb kanalının suladığı Merv ovaları, bu su tesisleri sayesinde, şehir ve kasabalarla dolmuş; çok kesif bir ziraat ve iskân sahası olmuştu. Burada toprağın bire yüz mahsul verdiği, pamuk ziraati ve şehirlerde pamuklu mamulâtının çok ileride bulunduğu belirtilmektedir. Türkistan şehirlerine aid pamuklu, yünlü ipekli mamulleri (Zarafşan, Hârizm), Fargana mâden sanayii, silâhları pek meşhûr olup Bağdad’a kadar sevk oluyordu. Semerkant’m gümüş işleri ve kumaşları, Buhara’nın dokumaları (Buharin’len) ve seccadeleri, Taşkent’in eğer takımları, Horasan’ın satenleri İslâm dünyasında çok makbul idi. îslâm dünyası, kâğıt gibi, Çini san’atını da Türkistan’dan (Çin menşeinden) öğrenmişti. Fargana, Ilak, Şalcı altun, gümüş, kıymetli taşlar, istihsal ediyor; neft ile maden kömürü de çıkarıp yakı­yorlardı(108).

Farsça pambah kelimesinin de eski bir devirde Türkçe pamukdan geldiğini tahmin etmek kolaydır. Türkistan, Hârizm ve Horasan’ın sulama tarihi ve tesisleri çok eskidir. Karaşar havalisi Gök-Türkler zamanında kanallarla geniş ölçüde sulanıyordu(109). Türkistan sulama tesisleri ve hukukunun eskiliği bakımından Tâhirîler zamanında vücuda getirilen Kitâb ul-knîy (kanallar kitabı) kayda şayan olup Selçuklular devrinde de kullanılıyordu. Gerçekten 839 (224) da Fergana ve Horasan’da vukubulan büyük bir zelzele evleri ve kanalları alt-üst etmişti. Bu sebeple baş gösteren dâvaları halletmek için İslâm hukukunda (Fıkıh kitaplarında) “karizlere ve ahkamına dair bir şey mevcut de­ğildi”.

Bu durum karşısında Horasan ve Irak âlimleri toplanarak mahallî örfleri îslâm hukuku esaslarına göre tedvin ettiler. Böylece bu kitap ile İslâm hukukunda mevcut bulunmıyan sulama hukuku meydana çıktı(110). Râvendîye göre Sultan Sancar zamanında “Horasan ülkesi dünyanın cazibesini kazanmış; onun âlimlere ve din adamlarına gösterdiği hürmet ve yakınlığı, zâhidlerle birlikte yaşaması dolayısiyle bu ülke âlimlerin men­şei, fazilet ve hünerlerin kaynağı olmuştu.”(111) Devrin büyük şehirleri umumiyetle üç kısımdan teşekkül ediyor ve kale, şehir ve varuşlara ayrılmış bulunuyordu. Bazen, Ulu câmi hükü­met dairelerini ve mahalleleri de ihtiva eden Kale, İç şehir (Medine- Şehristan) ortasında bulunurdu. Sûrlarla çevrili olan bu asıl şehir büyük kapılarla dışarı bağlanır. Şehir surları dışında genişleyerek Dış - şehir (Zâhir ul-medîne veya Rahaz, farsça Bîrûn)ı vücuda getiriyordu, ki bunun da etrafında bahçeler ve daha ötesinde bağlar ve tarlalar sıralanı­yordu.

Şehirler büyüdükçe merkezden muhite doğru bu tekâmül safhalarını takip ediyordu. Selçuklular devrinde şehirler o kadar büyümüştü, ki hemen hepsi bu şemaya göre surlar dışına taşmış; büyük ticâret ve sanayi merkezleri haline gelmiş; yüksek bir cemiyet ve kültür hayatı kurulmuş; her meslek ve sanat erbabı kendilerine mahsus çarşı ve mahallelerde yerleşmiş idi. Kaynaklar şehirlerin büyüklüğüne ve şehir hayatına dâir çok malûmat vermektedir. Oğuzların istilâsı ile bir sarsıntı geçirmekle beraber kaynakların Moğol katliâmları münasebetiyle Merv şehrinin 700.000 veya 1.300.000 nüfusa sahip olduğunu gösteren kayıtları Sultan Sancar zamanında bu büyük şehrin azameti hakkında bir fikir verir .

Moğol istilâsını müteakip 1222 de Semerkant’a gelen Ch’ang-Ctiun adlı Çin seyyahı şehrin istilâdan önce 100.000 hane olduğunu ve tahribat neticesinde dörtte bire düştüğünü, etrafında bahçe ve meyveliklerin yüz “li” uzadığını ve Çin bahçelerinin bile güzellikte Semerkant ile mukayese edilemiyeceğini söyler. Semerkant’ta şehrin kadısı sâyesinde 50.000 kişinin kurtarıldığına ve onun diğer Orta-Asya şehirlerine nazaran daha az-tahrip ve kıtale uğradığına dâir îslâm kaynakları­nın haberleri de bu durumu teyit eder(113).

İstilâdan takriben 50 yıl sonra Semerkant’ı gören Marco Polo şehrin ihtişamını ve bahçelerini tasvir eder(114). Bununla beraber istilâdan bir asır sonra bu şehre giden İbn Batûta şehrin cihânın en büyük ve güzel beldelerinden olduğunu söylerken ekseriyetle harap bulunduğunu da belirtir(115). Çok ileri bir medeniyet diyarı olan Hârizm’in merkezi Gurgenç’i (Ürgenç, Cürcâniye) 1219 (616) da, gören Yakut “bu kadar büyük, zengin ve ahvâli gü­zel bir şehir görmedim”, der(116). Bu ve diğer büyük şehirler hakkında kaynakların verdiği zengin malzemeyi burada daha fazla ço­ğaltmağa lüzum yoktur.

Abbasîler zamanında Bağdad’ın 1.500.000 nü­ fusa sahip olduğunun tahmin edildiğini, bir mukayese maksadiyle kaydedelim(117). XIII. asır’da Moğol tahribinden sonra sukut eden Bağdad yerine Ilhanî payitahtı Tebriz İslâm dünyasının en büyük şehri olmuştu. Vergileri İngiltere veya Fransa kırallıklarına muadil bulunuyordu. İngiliz seyyahı Maundeville’in müşahede ve tasvirlerine göre 1332 de dünyanın en zengin ve büyük şehri olan Tebriz’in yalnız ticârî vergileri en zengin bir Hıristiyan kiralının bütün memleketinden aldığı vergilerden daha fazladır. Tebriz’i 1318 de gören Fransız seyyahı keşiş Oderic de şehrin vergilerinin Fransa kırallığından daha ziyâde olduğunu söyler. Bir kay­nak Ceyhun nehri üzerinde bulunan Amul şehrinin Selçukluların zuhurunda bir milyon nüfusa sahip olduğunu kaydeder(118). Selçuk devrinde, münasebet düştükçe, sultanlara, beylere ve zenginlere ait düğün ve ziyafetler dolayısiyle verdiğimiz malûmat devrin İktisadî kudreti, İçtimaî hayat seviyesi bakımından bizi aydınlatıcı bir mahiyettedir. Kaynaklarda zenginlerin 100.000 den 1.000.000 dinara kadar nakit paraya sahip olduklarına dâir haberler sermâye birikmesi bakımından kayda şayandır(119).

Sultan Sancar devrinde filozof Mehmed Ilâkî’nin talebesi olan filozof kadı Zeyneddin Ömer bin Şehlân ilini yapmak için kendi emeği ile geçiniyor; îbn Sînâ’nın Kitab uş-şifâ’sim yüz dinara satıyor ve hattâ bir tüccar dostuna verdiği 300 dinarın kazancı kendisine kâfi geliyordu. Bu suretle memleketi Sâve’de kütüphâne kurmuş; Nişâpûr’da yerleşerek riyaziye ve mantık sahasındaki eserleri arasında meşhur “Başâir un-Nasîriyye” adlı kitabını Sancar’ın veziri Nasîreddin Mahmûd adına yazmıştı(120). Selçuklular devrinde kurulan İçtimaî yardım müesseseleri, hastahâneler, zâviyeler, hamamlar çok ileri bir derecede ve çok yaygın idi.

İslâmda ilk hastahâne Harun ür-Reşîd’in Cundişânûr’da Sâsânîlere ait Bimâristân (hastahâne) tabipleri ile birlikte Bağdad’a nakli ile başlar. Bağdad’da Büveyhî hükümdarı Adud ud-devle’ye ait hastahâne (bimâristân) de Moğollar zamanına kadar faaliyette idi(121). Selçuklulardan önce Rey’de de bir Bimâristân mevcut olup meşhur filozof, tabip ve kimyager Ebu Bekir Razı (ölümü 923/311) bu hastahânede çalışıyordu(122). Fakat bu müessese Selçuklular sâyesinde her tarafa yayıldı, ve tekâmül eyledi. Nizâm ül~mülk’ün Nişâpûr’da yaptığı bîmâristaıı ilk Seçuklu hastahânesini teşkil eder(122a) Sultan Sancar’ın, Kâşgarlı Yağan (Toğan) bey’den sonra veziri olan Ahmed Kâşînin Kâşan, Ebher, Zencâiı, Gence ve Errân’da Dârüş-şifâ ve medreseler inşâ ettiğini biliyoruz(123).

Selçuklular asker bir millet olarak ordularına bağlı ve onunla hareket eden seyyar bir hastahâne dahi vücuda getirdiler Gerçekten Sultan Mahmûd’un ordusunda tabipleri, müstahdemleri, ilâçları, tıbbı âletleri ve çadırlariyle birlikte seyyar bir bîmâristân (hastahâne) vardı ve iki yüz deve ile taşınmakta idi(124). Anadolu Selçuk ordularında da tabipler, cerrahlar ve herhalde seyyar hastahâneler bulunuyordu(125).

Büyük Selçukluların hastahâneleri hakkında malûmatımız çok azdır. Fakat Türkiye Selçukluları, Atabegler ve Selâhaddin Eyyûbî tarafından yapılan muazzam hastahâneler ve onların vakıfları, teşkilâtı cidden hayranlık verecek bir mahiyette idi. Anadolu’da bugün hâlâ ihtişamlarını muhafaza eden ve o zamanda'Bîmâristân, Dâr uş-şifâ, Dâr us-sıhha ve Dâr ul-‘âfiye adlarını alan bu hastahânelerin en eskisi Kayseri’de 1205te yapılmış Gevher Nesîbe Hatun’a aittir. Sivas’ta I. Keykâvus tarafından 1217 de inşâ edilen Dâr uş-şifâ da aynı ihtişamı muhafaza edip ona ait bir vakfiye sureti bize kadar gelmiştir. Yüzden fazla dükkân ve pek çok da arazi ve başka akarın vakfedildiği bu Dar uş-şifâ’da çeşitli mütehassıs tabipler, cerrâhlar ve göz doktorları, memur ve müstahdem bulunuyor; onların ve ilâç­ların tahsisatı ve hasta masrafları bu evkaf gelirinden temin ediliyordu(126).

Konya’da, daha eskisi bulunması gerekirken, ancak I. Keykubad’a ait Daruş - şifâ - i ‘Alâı hakkında bilgimiz vardır. Divriğ’de Rehram- şâh’ın kızı Turan Melek (1228), Çankırı’da Atabeg Ferrah (1235), Amasya’da Toruntay (1266), Kastamonu’da Pervâneoğlu Ali (1272), Tokat’ta Muîneddin Pervâne (1275), Amasya’da Sultan Olcaytu (1308) ve tarihi bilinmeyen Aksaray hastahâneleri Selçuk Türkiyesinin başlıca eserleri idi(127). Amasya hastahânesinde baştabiplik eden Sabuncu oğlu Şerefeddiıı (XV inci asır)in yazdığı Cerrâh-nâme-i Îlhânî adlı eser Endülüslü meşhur Halef bin Zehravî’den iktibas olmakla beraber pek çok ilâveleri ihtiva etmekte ve hususiyle cerrâhlıkda kullanılan bütün âletleri, Türkçe isimlerini ve her hastalığın tedavisine dâir pek çok resimleri göstermektedir.

Bundan önce de Sinoplu Mukbil oğlu Mü’min, Candar oğlu İsfendiyar bey (1392-1440) namına Miftâh un-nûr’dan başka Sultan II. Murad adına da, 841 (1437) de, Zcthîre-i Murâdiye adlı eserini takdim etmiştir, ki bunda da bir çok hastalıklar ve tedavi şekilleri resimlerle gösterilmiştir(128). Hükümdarlar sıhhatleri için doktorlara çok ehemmiyet verirler ve saraya en meşhûr tabipleri tayin ederlerdi. I. Keykâvus ve I. Keykubad yerli ve yabancı bir takım doktorları hizmetinde tutardı. Türkiye Selçukluları sarayına tabip tâyinine dâir bazı menşûrlar bize kadar gelmiştir. Atabeg Özbek Zencanlı tabip -Celâleddin’i yanından ayırmaz ve hayatını ona medyun bulunurdu. Celâleddin hastaya gitmez; uzaktan aldığı haberlere göre devasını emrederdi(129).

Selçuk devri hastahâııelerinin teşkilâtı hakkında bilgilerimiz atabeg Nureddin Mahmud’un Şam ve Nusaybin, Nureddin’den sonra onun eserine devam eden Selâhaddin Eyyûbî’nin Kahire ve İskenderiye hastahâneleri dolayısiyle çok daha zenginleşmektedir. Gerçekten bu büyük hastahânelerin başına geçirilen âlim bir kimse hastaları idare eder; eczâhâneyi emrinde tutar; her hastanın reçetesine göre ilâçları tevzi ettirir. Hastalar orada, Maksûr eler in de, yataklarında, yatar; onun emrinde bulunan müstahdemler, sabah-akşam, hastaların durumunu sorar; kendilerine tâyin edilen ilâç, yemek ve içkileri (şurupları) dağıtırdı. Kadın hastaların yerleri ayrılmıştır. Doktorlar sabahları erken hastaları ziyaret eder; kendilerine lâzım olan ilâç ve yemeklerini yazar. Deliler için de ayrı ve demir parmaklıklı bir bina olup orada tedavi edilirlerdi(130).

Atabeg Nureddin bir yandan Haçlılara karşı daimi cihâd yapar ve bu uğurda büyük meblâğlar sarf ederken öte yandan da bu cihâd mefkûresi îcâbı câmi, medrese, hastahâne, zâviye ve kervansaraylar inşasına ve bakımı­ na da çok para tahsis ediyordu. Gerçekten haştahâneler yanında kurdu­ğu yetim mektepleri, âcizler yurdu, sofulara zâviyeler, devamlı tahsisatla zenginleşen kütüphâneler cidden hayranlık verecek bir derecede idi. Selâhaddin Eyyûbî uzak diyarlardan gelen talebelere, istedikleri ilmi yapmak için, medreselerde vakıflar ve onların hastalarına bakan hekimler tâyin etmiş; hastahânelere gelmek istemeyen hastaları bulmak ve tedâvi eylemek için de memurlar bulundurmuştu(131).

Memlûk Sultam Kalavûn’un, 1284 (683) de, inşa eylediği Büyük bımâristan’da tabiiyatçı, gözcü, cerrâh, kırıkçı doktorlar, dört köşkte her hastalığa mahsus ayrı odalarda yatan erkek-kadın hastaları, yaralıları, sakatları, göz rahatsızlarını tedâvi ediyorlardı. Kadın ve erkek hademeler hastalara hizmet ediyor; temizlik yapıyor, elbiselerini yıkıyor, hamamlarını hazırlıyorlardı. Her hastanın yatağı, çarşafları, havluları tam idi. Hastahânede aşhane, meşrubat, ilâç ve macunlar için ayrı odalar ve ilâç yapan bir eczâhane bulunuyordu. Tabibler reisinin talebeye ders verdiği bir salon vardı. Bunların hepsinin maaşları ve tahsisatı zengin evkafından temin ediliyordu. Hastahâneyi ve vakıflarını idare eden bir dîvân (idarehane) ve pek çok da memur vardı(132). Rivâyete göre Nureddin bir tacirin kendisini dava etmesi dolayısiyle kadının mahkemeye davetini alınca “vekillini gönderdi. Fakat yemin için bizzat bulunması bildirilince atabeg davacıyı çağı­ rarak anlaştılar(133).

Bu da hükümdarların bile şeriat ve hukuk karşısında durumlarını ve adaletin infâzında bir istisna teşkil etmediklerini göstermek bakımından dikkate şayan bir hâdisedir. Erbil atabeği Muzaffereddin Gök-böri (1190-1233) ise ilmî, dinî ve hayrı müesseseleri.ile İslâm dünyasında destan olmuş bir şahsiyet idi. Gerçekten devletinin hudutları geniş olmadığı, küçük bir bölgeye inhisar etmiş bulunduğu halde çok çeşitli tesisat kurmuş idi. Kör ve sakatlara dört hânekâh yapmış; dul ve ihtiyarlara, yetim ve kimsesiz çocuklara yurtlar kurmuş; bunlara süt analar ve zengin vakıflar tahsis etmiş idi. Kendisi bizzat bu müesseselere uğrar, hasta ve düşkünlerle meşgul olurdu. Tesis ettiği misafirhanelerden ayrılan yolculara ve gariplere yol azığı da verirdi.

Vakıf eylediği para ile her yıl adam göndererek Haçlılardan müslüman esirlerini satın alıp hürriyete kavuştururdu. Hacılara vardım edip Arafat’da, ilk defa, sarnıçlar yaptırarak hacılara su dağıttıran Gök-böri idi. Gök-böri’nin bu büyük hizmetler arasında şöhretine daha fazla sebep olan faaliyeti Hazreti Peygamber için tertip eylediği Mevlid âyin ve merâsimleri idi. Gerçekten her yıl iki gün ve gece süren bu âyinlerde, pek çok hayvan kesilir ve ziyafetler verilir; geceleyin mumlar ile aydınlık yapılır; müzik âletleri ve muganniler ile ahenk ve semâ (raks) yapılırdı. Bu büyük mevlidlere her taraftan insan gelir ve halk da şenliklere katılırdı, Şehrin dışında otağlar kurulur; çalgılar çalınır, fener alayı tertip edilir, askerî merasim yapılır ve meydanlara konan kürsülerde vâizler verilirdi.

Gök-böri bizzat semâ yapar ve bu esnada bir kısım kıymetli elbiselerini mugannilere ihsan ederdi. Âlimlere, vaizlere, kurrâ ve şâirlere bohçalar içinde hil’atlar ve hediyeler dağıtır; misli görülmemiş bir âyin ve şenlik olurdu. Ebu’l-Hatâb bin Dahye’nin yazdığı ve kendisine ithaf eylediği “el-Tenvîr fî Mevlid el-Beşîr” adlı eser ilk Mevlid kitabı olup maalesef bize kadar gelmiş değildir. Bu hükümdar Türklerde Peygamber sevgisi ve Mevlid an’anesine bağlılığın en güzel ve meşhur bir mümessilidir. Kaynaklar onun hayır yolunda harcadığı meblâğın miktarını da bildirmektedir: Mevlid için 800.000, esirlerin kurtarılması için 200.000, hankâhlar için 100.000, misafirhâneler için 100.000, Mekke’de su tevzii için 30.000 dirfar yıllık tahsiat veriyordu(134).

Selçuklular zamanında çok gelişen eserler arasında hamamlar da mühim bir mevki alır. Umumiyetle vakıf olarak kurulan hayır müesseseler! yanında bir hamam yapılıyordu. Medreseler, imaretler, hastahâneler ve kervansaraylarda bulunan hamamlar bu müesseselerin mensuplarına ve misafirlerine ait olduğu gibi Anadolu’da umuma mahsus ve daha ziyade sultanlar, devlet adamları tarafından inşâ ve vakfedilmiş, erkek ve kadınlar için ayrı, hamamlar vardı, Bağdad hamamlarının zeminleri, kubbeleri ve yarıya kadar duvarları zift ile sıvanmış idi, ki Küfe ile Basra arasında çıkan bir kaynaktan getiriliyordu. Selçuk Türkiyesinde Ilgın, Eskişehir, Kütahya ve Erzurum sıcak-su banyoları ve kaplıcaları da çok rağbette idi.

Konya - Akşehir arasında Ilgın sıcak-su hamamı kasabanın teşekkülüne sebep olmuş idi. Selçuklular zamanında üzerinde güzel bir bina yapılmış olup Konya halkı ve Celâleddin Rûmî, dostları ile birlikte tedâvi için oraya giderdi. Eskişehir ılıcaları da X II. asırda meşhur idi(135). Anadolu’da “hasta ve felçlilerin şifa için gittikleri 300 sıcak-su hamamı” bulunduğu ve her memleketten fazla sıcak suyun bu ülkede toplanmasının arazinin kibrîtli bulunmasiyle alâkalı olduğu da rivâyet ediliyor(136).

X IV üncü asırda yaşayan Mehmed bin Ali’nin Adâb ul-hamâm adlı zarif bir eser yazmış olması da dikkate şayandır. Göçebe Türklerin de deriden yapılmış ve çerge denilen çadır hamamları olup burada yıkanıyorlardı. Bu hamam Bizans’a da geçmiş olup imparatorlar sefere çıktıkları zaman çadır-hamamda banyo yapı­yorlardı(137). Bu göçebe kültürünün Selçuklularla birlikte Yakın-Şarka gel-miş olması tabiî idi. Filhakika I. Alâaddin Keykubâd Anadolu’da Hamâm-i seferî denilen bu çadır-hamam ile birlikte sefere çıkıyor; altın, gümüş takımlar, anber kokular bu hamamın levazımatından bulunuyor idi. Hârizmşâhlar ordusunda da mevcut olan bu hamam eski adiyle Şerge ismini muhafaza ediyordu. Yarı göçebe olan Akkoyunluların da çerge’yi kullandıklarını biliyoruz(138).

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »

Selçuklu Devrinde İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması



8. İlim ve Kültürün Yükselmesi ve Yayılması

Selçukluların ve onlardan doğan devletlerin medeniyet tarihinde en büyük hizmetleri, şüphesiz, Tuğrul beg’den itibaren Islâm dünyasının her tarafını câmi, medrese, kütüphâne, tıp mektebi, hastahâne, imâret, zâviye ve kervansaraylar ile doldurmaları, bu müesseselere büyük vakıflar yapmaları idi. Filhakika, bir ilim ocağı olarak, medreselerin devlet eli ile teşkilâtlanması, tahsilin vakıf suretiyle meccânî olması ve Islâm dünyasına yayılması Selçukluların eseridir. Selçuklulardan önce devlet ile münasebeti olmadan Türkistan’da ve Horasan’da mevcut bulunan medreseler ve zâviyeler (ribâtlar) in X.uncu asırda îslâmiyetin Türkler arasında yayılmasında çok büyük hizmeti olmuştur(68). Esasen ilk medreselerin Belh ve Buhara’da mevcut eski Budist Vih aralarını taklit ile kurulduğu sanılmaktadır.

Nitekim Cuveynî de Buhara adının put-perestlerce ilmin toplandığı yer mânasında Buhâr’dan geldiğini ve Uygurların da putlarla dolu olan mâbedlerine bu adı verdiklerini söyler(69). Yukarıda belirttiğimiz üzere ilk Selçuk medresesi Tuğrul bey zamanında Nişâpûr’da kurulmuştu. Filhakika Zehebi’ye dayanan Subki Nışâpûr’da Nizâm ül-mülk’den önce Beyhakiyye ve Sa’diyye medreselerinin bulunduğunu, burada vali olan Sebüg-tekin’in oğlu ve Gazneli Mahmud’un kardeşi ve başkaları da burada medreseler inşâ ettiklerini söyler. Fakat imparatorluğun her tarafında medrese inşâsına girişilmesi Alp Arslan zamanında başlar. Zekeriya Kazvînî’ye göre Sultan Nizâm ül-mülk ile Nişâpûr’da, câmiin kapısında, elbiseleri perişan gençleri görünce sebebini sormuş; vezir de ona “bunlara insanların en şereflileri olup dünya zevki bulunmıyan ilim tâlipleridirler” cevabını vermiş ve bunun üzerine Sultan kendilerine bir yurt inşâsını ve maaş verilmesini emretmiştir”(70).

Selçuk devletinin âlimler ve talebe için, vakıf suretiyle meccânî, tahsillerini temin eden teşkilâtlı medreseleri, Alp Arslan zamanında, Bağdad’da 1067 (459) de, Nizamiye’nin inşâsiyle başlamış ve süratle bütün İslâm ülkelerine yayılmıştır. Artık sultanlar, vezirler, beyler ve hatunlar birbirini takip etmekle, bu faaliyet büyük bir hız kazandı. Nizâm ül-mülk zamanında Bağdad’dan sonra îsfahan, Rey, Nişâpûr, Merv, Belh, Herat, Basra, Musul, Amul... gibi büyük merkezlerde kurulan ilk medreseler de Nizâmiyye adını almış ve sonradan diğer isimlerle başka medreseler vü­cut bulmuştur(71). Selçuklular zamanında medreseler vasıtasiyle ilmin himayesi ve yayılması, tahsilin meccânî ve kolay yapılması sebepleri de bizzat bu devrin yaratıcılarından Nizâm ül-mülk tarafından gösterilmiş­tir.

Gerçekten büyük vezîre göre eski pâdişahlar âlimlere maaş vermedikleri ve onları bir vazife ile bağlamadıkları için onlar hükümdarlara ve devlete karşı hareket ediyorlardı.(72).Selçuk devleti medreseler vasıtasiyle bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyor, öte yandan da vücuda getirdiği bu büyük irfan ordusu sayesinde Şi’î Fâtımîler idaresinde kurulan Sünnî aleyhdarı propagandalara karşı İslâm dünyasını ve devletin bünyesini kuvvetlendiriyordu. İlim ve tahsilin bu derece himayesi, yayılması da böylece Selçukluların eseri olup medeniyet tarihinde ilk defa vukubulmuş ve son demokratik ve sosyal gelişmelere kadar Avrupa medeniyetinin de meçhulü kalmıştı.

Böylece İslâm dünyası Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar ilim, kültür, İçtimaî yardım müesseseleri ve sanat âbideleri ile dolmuştur. Medreselerde âlim ve talebelere maaş tahsisinden başka ilmi teşvik maksadiyle vakıf tahsisatından 100, 500 ve 1000 “dinar veya akça'’ mükâ­ fatlar da konuyordu(73). Selçuklular ile başlayan bu büyük harekete diğer müslüman kavimler de katılmış ise de kurulan müesseseler kahir bir ekseriyetle Türklerin eseri idi. Suriye gibi ileri bir medeniyet bölgesi olan ve diğer memleketlere nazaran Türk nüfusu az bulunan ülkede bu devirde saâdece, Şam şehrinde 21 câmi, 20 medrese, 9 hânkâh ve ribât, 7 hamam, 1 Dar ul-hadîs ve 1 büyük hastahâne (Atabeg Nureddin'e ait bîmaristan)nin Türklerin eseri olduğuna dair İbn Şaddâd tarafından verilen isimleri hatırlatmak kâfidir. Aynı müellif Halep’te Türklerin ismini taşıyan 77 câmi ve mescit, 7 hânkâh, 8 medrese ve 8 hamam da kaydeder. Bu büyük hizmete rağmen Sünnîliğin ocağı olan medreselerin tesisi, Şi’îlerin kuvvetli olduğu yerlerde, bir takım güçlüklerle karşılaşıyordu.

Nitekim Halep’te hutbenin Fâtımîler yerine Alp Arslan nâmına okunması ancak burada Selçuklulardan önce mevcut Türk askerlerinin himâyesinde mümkün olduğu gibi Halep’te ilk Selçuk medresesi de bundan takriben yarım asır sonra güçlükle kurulabilmişti. Filhakika Artuk bey’in torunu Süleyman, 1116 (510) yılında, 'bir medrese inşâsına başladığı zaman henüz Şi’îler faaliyette bulunuyor ve her gün yapılan inşaat geceleri yıkılıyordu. Nihâyet Artuklu emîri Alevîlerin reisi Şerif Zuhre bin Ali’nin tavassutunu teminden sonra inşaat tamamlanabilmiş ve böylece Halep, Şam şehirleri tedricen Şi’îlikten kurtarılmıştır(74). Bu sebeple de ıivâyete göre Atabeg Nureddin’e kadar Suriye ilimden ve ilün adamlarından hâlî idi; onun zamanında ise âlimler, sofiler, medreseler ve ribâtlar ile doldu(75). Medreselerde İslâmî ilimler yanında riyâziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi aklî ilimlerin okutulması mahallin kültür durumuna ve ilim adamlarının mevcûdiyetine bağlı bulunuyordu.

Büyük merkezlerde ve Nizâmiyyelerde umumiyetle müsbet ilimler de programlarda yer alıyordu. Bağdad’da 1234 de açılan Mustansiriyye medresesinde İslâmî ilimlerden başka tıp, riyâziye ve heyet tedrisatı da yapılıyor; gök biçirainde altın taslar ve bilyeler ile güneşin hareketi tetkik ediliyordu. Zengin vakıflara, büyük ve emsalsiz bir kütüphaneye sahip olan medresede bütün mezheplere mensup talebe ve müderrislere de yer veriliyordu. Bu sırada Basra’da bir tıp medresesi kurulmuştu(76). Sadreddin Konevî’den ve Nasîruddin Tûsî’den tahsil gören Kutbeddin Şîrâzî (1236-1311) İbn Sînâ’nın Kanûn ve Şifâ’sinı, Zamahşerî’nin Keşşâfını okutuyor; yılda 30.000 dirhem maaş alıyor ve çoğunu talebelerine dağıtıyordu(77).

Her medresenin bir kütüphânesi ve şehirlerin umumî kütüphaneleri vardı.Selçuk devletinin kuruluşundan beri meliklerin merkezi ve Sultan Sancar’ın altmış yıl payitahtı olan Merv devrin muazzam bir kültür ve medeniyet şehri haline gelmişti. Saraylar, köşkler, câmiler ve medreselerle - dolu olan bu büyük kültür merkezinde bir çok kütüphâne vardı. 12000 cilt kitap bulunan ve beheri 200 dinar kıymetinde olan kütüphâneler mevcut idi. XIII üncü asrın başlarında eserlerini bu kütüphanelerde hazırladığını söyleyen Yâkut şehirde Nizâm ül-mülk, Mustavfî Şeref ülmülk, vezir Mecd ül-mülk, ikisi Sem’ânî ailesine ait, Hatuniyye, Kemâliyye, ‘Amîdiyye ve Zamîriyye adlarını taşıyan on kütüphâne bulundu­ğunu ve çoğundan rehinsiz kitap alınabildiğini bildirir(78).

Türkistan ve Hârizm kütüphâneleri pek eski ve zengin idi. İbn Sînâ Buhara’da Samani hükümdarının, kimsenin görmediği, kitaplarla dolu bir kütüphânesinv de tetkiklerini yapmıştı. Şahabeddin Hayrakî’nin Hârizm (Ürgenç)’de, Şafiî câmii yanmda, tesis ettiği kütüphânenin ise, eskiden olduğu gibi istikbalde de, emsali görülmiyeceği rivâyet edilmektedir, ki bu çok yüksek medeniyet merkezinde bu şekilde tavsif edilen bu kütüphânenin cidden muazzam bir şey olması iktiza eder. Moğal istilâsı önünde kitapların ancak en kıymetlilerini götürebilen Şahabeddin ölünce onlar da zamanın kargaşalığında sokak takımı eline düşmüş ve mahvolmuştu(79). Hulagu ile birlikte Bağdad ve Suriye seferlerinde bulunan Nasîruddin Tûsî, bu istilâlar esnasında, yağma edilen kitaplardan Merâga’da büyük rasathanesi yanında, büyük bir kütüphâne vücuda getirdi, ki burada 400.000 cilt yazma toplamıştı(80).

Kirman hükümdarı Mehmed medrese, câmi, zaviye ve kendisine türbe inşa edip bir mamure vücuda getirirken burada kurduğu kütüphâne (Dâr ül-kütüb)ye her ilme ait 5000 kitap vakfeylemiş­ti(81). Kervansaray (dâr uz-ziyâfe) larda ilim ve kültürlü insanlar için kü­ tüphâne kurulması ve diğer yolcular için de satranç takımları bulundurulması devrin kültürü ve medeniyet seviyesi bakımından dikkate şayandır(82). Umumiyetle câmi, medrese ve kütüphâneler bir arada yapı­lıyor; kitapçı çarşıları, sahhâflar (Suk ul-kütüb), kâğıt, kalem ve mürekkep satan dükkânlar (Sûk ul-varrâkîn) da bunlara bitişik ve kültür merkezlerinde bulunuyordu. Esasen Orta-çağ şehirleri câmi, medrese, kü­tüphâne, hamam, imâret gibi külliyeler ile başlıyor; çarşı ve mahalleler bu külliyeler etrafında vücûd buluyordu, ki Türk-îslâm medeniyeti bu ana hususiyeti ile mümtaz idi. îbn Sînâ’nın Şifâ’sı 100 dinara satılıyor (istinsah ediliyor) idi.

Bağdad Nizâmiyye medresesi kütüphâne memuru (hâzin) nun ayda 10 dinar (altın) maaş alması(83), kitapların kıymetini ve devrin İktisadî ve kültürel seviyesini anlamak bakımından çok mânalıdır. Selçuk devrinde tıp tahsili medreselerden ziyade devrin büyük hastahâne (Bîmâristân, Dâr uş-şifâ) lerinde yapılıyordu. Bununla beraber hususî mahiyette de tıp tahsili oluyordu. Şamlı Muhaddeb adlı bir tabip pazar yerlerinde para ile hastalarını muayene ve tedâvi ederdi. 1232 de ölünce evini ve kitaplarını vakfederek burasının müslümanlar için bir Tıp mektebi olmasını vasiyet etmişti. Muhezzibuddin Abdurrahman (doğ.1170) Şam’da evini Tıb medresesi olarak vakfetti ve buradan çok tabîb yetişti. İhtişâr ul-hâvî, Makale fîl-istifrâğ gibi eserleri vardı. Melik Âdil’in hizmetinde 100 dinar maaş alıyordu. Melik Kâmil’i tedâvisi üzerine Reis ül-etıbba (Baş-tabib) tâyin olundu ve hükümdar ayrıca kendisine 12000 dinar para ve altın başlıklı 24 at hediye etti. Diyârbekirli Seyfeddin Amidî’ye mülâzemet ederdi(84).

XIII üncü asrın ilk yarılarında bir müderris halifeye verdiği bir muhtırada zenginlerin evlerine giden tabiplerin çok para kazandıklarını, halktan istihkaklarından fazla ücret aldıklarını, sokak köşelerine oturan tabip ve göz doktorlarının bozuk ilâç kullanarak bedenleri bozduklarını, akşam evlerine çantaları para dolu döndüklerini anlatıp şikâyet eder(85). Buna mukabil Yahya bin İsa (ölümü h. 493) gibi halkı mahallelerinde meccânen tedâvi eden ve onlara parasız ilâç gönderen tabipler de vardı(86). Tıp tahsili nasıl hastahanelerde oluyordu ise hey’et de medreselerden ziyade rasathânelerde öğreniliyordu. Melikşâh büyük paralar sarfiyle önce İsfahanda, sonra da Bağdad’da birer rasathâne kurmuştu ve devrin büyük riyâziye ve heyet (astronomi) âlimleri olan Ömer Hayyâm, Ebu’l-Muzaffer Îsfizârî, Meymûn en-Necîb el-Vâsıtî ve başkalarını rasat işlerini tetkike memur etmişti. Bu rasatlardan sonra Melikşâh’ın, Celâleddin lâkabına nisbetle, yeni bir Celâli takvimi vücuda getirildi. Bu takvime göre 21 Mart 471 (1079) den itibaren yeni bir tarih başlangıcı kabûl ediliyor ve Hicrî sene devlet işleri için kifayetsiz olduğundan ve Abbâsîler devrinde de sağlam bir malî takvim yapılmadığından güneş yılı esasına dayanan bir takvim meydana getiriliyordu.

İlmî bakımdan Gregorien sisteminden de daha sağlam ve hassas olan bu takvim islâmı eserlerde pek seyrek kullanılmıştır. Melikşâh Bağdad’da, “Tuğrul bey şehrı’nde, saraylar, köşkler, mahalleler, çarşılar, hamamlar ve hanlar inşa eder ve Irak’ta büyük kanallar ve sulama tesisleri yaparken sarayın yakınında bir de rasathâne kurup rasat işlerini de orada merkezleştirdi(87). Melikşâh’dan sonra başlayan siyasî buhran rasat işlerini de sarstı ise de durmadı. Filozof Muhammed bin Ahmed Beyhakî riyâziye ve hey’ette pek meşhûr ve devrin âlimlerince de üstünlüğü kabul edilmiş olup Sultan Mehmed Tapar zamanında İsfahan rasathânesinde çalışmalarına devam etti(88). Sultan Mehmed Tapar’dan sonra oğlu Sultan Mahmud da Bağdad rasathânesine Bedful-Usturlâbî şöhretiyle tanınan Ebu’l Kasım Hibetullah’ı memur etmişti, Bedî‘ hey’et ilminde ve hususiyle usturlâb ve şâir felekiyât âletleri imâlinde çok kudretli olup Sultan Mahmûd nâ­mına hazırladığı Zıyc’leri 1130 da ikmâl etti. Çok rağbette olan rasat imalâtı sayesinde büyük bir servete sahip olmuştu.

Ölümünden sonra onun kudretinde bir imalâtçı çıkmadı. Kendisinden takriben iki asır sonra Muhammed bin İbrahim isminde bir heyetşinas çeşitli ve görülmemiş usturlâblar ve ruhu’lar imâl ediyor; birincileri 10, İkincileri de 2 dinara satıyordu. O, bu tekniğe dair Keşf ur-reyb fi am el ul-ceyb adlı bir eser de telif etmişti(89). Devrinin pek çok âlim, filozof, tabip ve şâirlerini yanında toplayan Sultan Sancar ilmî faaliyetleri teşvik ve himâye ederken rasat işlerine de çok ehemmiyet verdi. Ebu Mansûr Abdıırrahman Hâzinî’nin idare ettiği rasatlar neticesinde Selçuk ülkelerinin tûl ve arz derecelerini ve kıblelerini gösteren Zîyc-i Sancarîyi vücuda getirmişti Hâzininin Mîzân ül-hikmet adlı eseri de fizikte “Arşînıedes”i esas alıyordu. O aynı zamanda kesafetler üzerinde de durmuş ve R. Bacon’dan önce arzın merkezine doğru suyun daha fazla kesifleştiği meselesiyle uğraş­ mıştır. Semerkantlı filozof Haşan onun talebesinden idi. Hâzini aynı zamanda çok idealist idi. Sultan Sancar bir defa kendisine 1000 altın ihsan etmiş; fakat o 10 dinarın kâfi geldiğini beyan ederek özür dilemişti(90).

Sultan Sancar medeniyet tarihinde çok büyük bir mevki sahibidir.! Altmış yıllık saltanatı esnasında devrin âlimlerini, ediplerini ve sanatkârlarını yetiştirmesi ve himâyesiyle çok hizmet etmişti. Devrin büyük âlimi Şahristânî (ölümü 1153) Sultan Sancar’ın yalan bir dostu idi. Hârizmli hemşehrileri gibi o da Mu’tezile mezhebine mensup olduğundan Kur’ân tefsirinde felsefeye çok ehemmiyet veriyordu. Çağdaşı meşhur âlim ve tarihçi Alin bin Zeyd Bayhakî (1100-1170) kendisine Tâhi’în ve Selef yolunda kalmasını; yâni felsefeye bağlanıp İslâm’dan uzaklaşmamasını ve Gazâlî’ye uymasını tavsiye ettiği zaman çok gazaba gelmişti. Hemşehrisi Mahmûd bin Arslan’ın kaybolmuş büyük Hârizm tarihinden yapılan iktibaslara göre Şahristânî deliller arasında felsefeyi ve hür düşünceyi nass (dogme) a üstün tuttuğundan onun ilhâd (küfr) ine kâil olanlar vardı(91). Onun hemşehrisi büyük tefsir sahibi Zamahşerî (1074-1134) de kendisi gibi Mu’tezile’den olup Sultan Sancar’ın dostlarından idi.

Türkçeye de tercüme ettiği kendi eseri Mukaddimet ül-Edeb’i Sultan Sancar’a it haf etmişti. Zamahşerı (Zamahşer Urgenç yakınındadır) haklı olarak memleketi Hârizm’le iftihar ediyordu. Hârizmlileri, dindar, vefakâr, emânete sâdık, yabancılara ihsan edici, zayıfları koruyucu, gazaya azimli olarak bir çok hasletleri ile başka halklardan daha faziletli görüyordu(92). Zamahşerî’nin ikinci Câhiz saydığı ‘‘Türk” filozu Mahmûd Hârizmî ve diğer Türk filozofu Mehmed îlâkî da Sultan Sancarın himaye ettiği dostları idi. Bu sonuncusu ile kadı ve filozof Abdürrezzak üt-Türkî ve Ömer Hayyâm arasında münazaralar ve ihtilâflar vardı. Abdürrezzak Belh vâlisi meşhur Kumaç’a intisap etmiş; aklî ilimlerde ve hendesede kudretiyle şöhret kazanmıştı Onun Sultân-nâme, Dost-nâme, Kitâb il-lhayvân ve Kitab ül-levâhik adlı eserleri meşhur idi.

Filozof Mehmed bin Ahmed Bayhakî Sultan Mehmed zamanında İsfahan rasathânesinde çalışıyor; riyâziye ve heyetle meşgul oluyordu. Zamanın âlimleri onun üstünlüğünü kabûl ediyordu. Riyâziyenin “gâyesi sayılan Mahrûfisii ilminde” yazdığı kitabı az bir kimse anlıyabiliyordu. Sultan Mehmed’in Bâtınîlere karşı cihâdı sırasında onlar tarafından öldürülmüştü. Mervli Haşan Kattan tıp, riyâziye ve edebiyat şubelerinde mühim eserler yazmıştı ve tedavide az yemek vermekle meşhur idi. Atsız’m 1141 de Merv’i işgâli esnasında kütüphânesi yağma edilmiş ve bunu meşhur edip Reşîduddin Vatvât’tan bildiği için aralarında sert mektuplaşmalar olmuştur. Sultan Sancar’ın hizmetinde bulunan tabiplerden biri de Hıristiyan îbn üt-Tilmîz olup bir çok eserleri arasında Kitâb üt-telhîs’i tabiplerin bir el-kitabı idi. Sancar’dan döndükten sonra Bağdad’da Halife Muktafî’nin hizmetinde yıllık 20000 dinar (altın) maaş alıyordu; 1165 de öldü. İbn ut-Tilmîz’ın meslekdaşı Yahûdi Hibet ullah Ebu’l-Berekât Bağ- dadlı olup Selçuklu sultanı Mahmûd’un ve hatunun hizmetinde bulunmuş meşhur bir tabîb idi.

Selçuklu sultanı hizmetlerinden dolayı kendisini ihsanlara boğdu; o da bu nimet ve itibardan dolayı müslüman oldu. Doktorların suallerine verdiği yazılı cevaplarını toplayanlar eser sâhibi oldu. Mu’teber adlı tıbba aid eseri çok meşhur idi. Sultan’ın kırmızı hiFatmı giymiş olarak ders verirdi. Ebu Zayd Navkânî de riyâziye ve mesâhalar üzerinde yazdığı eserlerle tanınıyordu. Belh’de yaşayan ve 1141 de ölen tabip Ebu Said Muhammed bin Ali’nin de basûr hakkında eseri vardı. Tıp ve hendesede meşhûr olan Mahmûd Sancar’ın aziz tabibi idi. Baheddin Mehmed bin Mahmûd da Sultanın tedavisinde gösterdiği maharet sayesinde Saray baş-tabibliğine yükselmişti. Sultan Sancar ömrünün sonlarında önce Karahıtaylara karşı Katvan'da, sonra da Oğuzlara mağlûb olunca bu âlimlerin bir kısmını kaybetmişti, ki filozof Mehmed Îlâkî ve filozof Semerkantlı Hasan şehitler arasında idi(93).

Sultan Sancar’ın Türkistan, Hârizm ve Horasan’da yetiştirdiği ve himaye ettiği devlet ve ilim adamları o kadar çok idi, ki “Karahıtay kâfirleri Türkistan’ı istilâ ettikten sonra bu memleketi onlarla idare etmek zorunda kaldılar”(94). Bununla beraber Karahıtayların hâkimiyetini eline ge­çiren Nayman’ların (Moğollaşmış Türklerin) reisi Küçlük, İslâm düşmanlığı dolayısiyle, bu âlimlere zulmediyordu. Kâşgar’da 3000 ilim adamını dinî bir münakaşaya davet ettiği zaman onun korkusundan kimse ses çıkaramıyordu. Nihayet Hotanlı Alâeddin Mehmed ona karşı Îslâmiyetin müdafaasını üzerine aldı. Fakat münakaşada ona ve müslüman âlimlerine mağlûb olan Küçlük Alâeddin Mehmed’e işkence yaptı ve sonunda da kendisini Hotan’daki medresesi kapısında idam etti(95)

Sultan Sancar devrine mensup bu âlimlere ait eserlerden çoğu bize kadar gelmemiş; bilhassa Moğol istilâsında, Orta Asya medeniyeti ile birlikte, bu eserler de yok olmuştur. Bu ilim ve âlimlerin hâmisi bulunan Sultan Sancar da ilim ve kültür âşıkı bir hükümdardı. Onun devrinde yaşayan büyük âlim îbn Funduk, fizik ve mahrutlar ilminde meşhur Ebû’l Feth Kûşek’in “kitaplarını en büyük Sultan Sancar'ın kütüphânesinde gördüm. Sultan bu kitapları mütalâaya çok düşkün idi ”(96) ifâdesiyle Sancar’ın kültür durumunu aydınlatan çok mühim bir bilgi vermektedir. Gerçekten Sancar’a ait bir mektuba dayanan Barthold, İslâm dünyasında hüküm süren, Selçukluların bir asır sonra bile mahallî kültüre yabancı kaldıklarını, yalnız Sultan Sancar de­ğil seleflerinin de daha iyi bir tahsile sahip olmadıklarını söylemek suretiyle Selçuklular hakkında kâfi derecede hazırlıklı bulunmadığını ve bu sebeple fâhiş bir hataya düştüğünü göstermiştir(97).

Vakıa Sultan Sancar Halifeye gönderdiği 1133 (527) tarihli mektubunda “okumak ve yazmak bilmiyorum” ifâdesini kullanmış(98) ise de bunu artık dar mânada anlamamak ve ağdalı Arapça inşâ uslubuna ve diline vâkıf olmadiği şeklinde izah etmek ve hele bu hususu umumileştirmemek icap eder. Sultan Sancar’ın himâyesinde bulunan filozof Ömer bin Sehlân elSavî (öl. 1145) sultanın adına ve onun kütüphanesi için yazdığı Risâle-i Sancariyye devrin müsbet ilimleri ve fizik sahasında çok mühim bir eserdir. Müellif burada tabiatta cereyan eden hâdiseleri hemen bugünkü fizik ilmine göre izah eder. Ona göre güneşin harareti ile sular tebahhur eder; soğuk havaya rastladığı zaman bu buharlar tekâsüf ederek su yani yağmur hâlinde tekrar yere düşer.

Havanın soğukluğu artarsa yağmur yerine kar olur. Ömer bin Şehlân bu hususu isbat için bir testinin içine buz konunca etrafındaki havanın soğuması ile temas ettiği havadaki buğunun su hâline geldiğini, sıcak olursa suyun bulıa" hâlinde kaybolduğunu söyler. O sıcak havanın, soğuk havadan hafif olmasını da buharın yükselmesi sebebi olarak gösterir. O hararet buhar, bulut, yağ­mur ve karın teşekkülünü izah ettikten sonra gok-gürültüsü, şimşek ve yıldırım hâdiselerini de havanın aynı fizikî değişikliklere maruz kalması­nın bir neticesi olarak meydana kor. Bu münasebetle sesin hava dalgaları ile kulağımıza çarparak nasıl vücud bulduğunu ve ziyanın sür’atinden dolayı şimşek çakmasını sesi duymadan Önce gördüğümüzü söylerken de sesin hava ile naklolunduğunu anlatır. Müellif risâlesinde rüzgârları, yer-altı suları, hükürt, zırnık, tuz, nişâdır ve zâcm teşekkülü üzerinde durur. Devrin bu mühim fizik âlimi ve filozofu mukaddimede “Âlemin pâdişâhı en büyük sultan, şark ve garp hükümdarlarının hü­kümdarı Şancar’m arzusu ile onun kütüphânesi için, hazırladığını söyler.” Bu da Sancar’ın ilim ve kültürün her şubesi ile nasıl uğraştığını gösterir(99a)'.

Selçuk sultan ve meliklerinin ne derece şiir ve edebiyata düşkün oldukları, Melikşâh ve bazı Selçuk beylerinin bizzat Farisî şiir ve Türkçe mektup yazdıkları, saraylarda şehzâdelerin tahsiline ne derece ehemmiyet verildiği hakkında, yukarıda, bazı bilgiler vermiştik. Semerkantlı Nizâmî-i ‘Arûzı’nin “Selçukoğullarının hepsi şiire düşkün” olduğuna dâir ifâdesi de bunu göstermektedir. Avfî Melik­şâh ve Toganşâh’dan başka Süleyman ve son Selçuk sultanı Tuğrul, Margmân meliki Yabgu, Atsız ve Tökiş’i de îran şâirleri arasında sayar ve şiirlerinden parçalar nakleder, ki bu bilgiler bile Barthold’u tekzip eder". (99)

Sancar’ın yeğeni ve Mehmed Tapar’ın oğlu Sultan Mahmûd’un da, on üç yaşında tahta çıktığı zamaıı, yalnız Farsçaya değil Arapçaya ve edebiyata da vakıf olduğunu, iyi bir tarih kültürü ile yetiştirildiğini belirtmiştik. Bu sebeple aynı yaşlarda Horasan meliki olan Sultan Sancar’ın söylendiğinin aksine, tahsilden mahrum kaldığını sanmak nnkânsızdır. Sultan Mes‘ûd’un, yetim kalan amca-zâdeleri, Arslan ve Melikşâh’ı derhal yanma alarak “yetiştirip mektebe koyması” da bu an’ane icâbı idi(100). Henüz İslâm âlemine yeni geldikleri zamanda bile Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış ve daha sonra Kirman meliki Arslan-şâh da heyet ilminde ilerilemiş ve ikinci devrin Batlamiyus’u sayılmıştı. Onun ilmi himâyesi ve neşri sayesinde esnaf bile çocuklarını mekteplere göndererek ilimle uğ­raşmaya başlamışlardı(101). Esasen ilim ve kültürden behresi olmayan bir insanın bu kadar ilmi ve âlimleri himâyesi, bu ilim ve kültür muhitinin merkezi olması ve çağdaş bir âlimin ifâdesiyle de okumağa bu derece düşkün bulunması imkânsız idi.

Bu sebeple Sultan Sancar’ın yalnız ilim ve kültürün hâmisi olmadığına, bizzat yüksek bir kültüre sâhip bulundu­ğuna hükmetmekte aslâ tereddüt edilemez. Selçuk imparatorluğunun kurulması müslüman kavimler arasında yeni bir kültür kaynaşmasına imkân vermek suretiyle de medeniyet tarihinde büyük bir ehemmiyet taşır. Hattâ, aşağıda üzerinde duracağımız üzere (VIII, 3) onun bu ehemmiyeti İslâm kavimlerini de aşar ve Avrupa)a da tesir altına alır. Siyasî birlik yanında büyük Türk muhacereti, ticarî münasebetlerin genişlemesi Türkistan, Hârizm, Horasan ve başka ülkelerden diğer. İslâm ülkelerine ve hususiyle Anadolu’ya devamlı olarak pek çok ilim, din, mutasavvıf, edebiyat ve sanat erbabının göçmesine sebep oldu, ki kaynaklar bize sık-sık bu ülkelerden gelmiş kültür adamlarının isimlerini verir. Burada dikkati çeken bir husus da az zamanda göçebe Türkmenler arasında da türlü bölgelerde ilim, din, hukuk, tasavvuf ve tarih sahasında pek çok kimsenin yetiştiğine dâir kaynaklarda bol kayıtların bulunmasıdır.

Bu umumî medeniyet hamlesi içerisinde İran edebiyatının süratle gelişmesi de göze çarpar. Gerçekten Samanîler ve Gazneliler devrinde meydana çıkan Farsça yazı dili ve edebiyatı Selçuklular zamanında altın devrini idrak eder; Karahanlılar da bu edebiyatın gelişmesinde aynı rolü oynar. Bu sâyede İslâm dünyasında yegâne ilim dili Arapça yanında Farça da tedricen ilim dili seviyesine çıkmağa ve ilmî eserler vermeğe başlar(102). İslâm medeniyetinin üçüncü kültür dili olan Türkçe de Farsça kadar bir emekleme devresi ve bir kaç asır geçirdikten sonra yazı ve edebiyat dili hâline gelir; diğer edebiyatlar sukut ederken Türkçe bu medeniyetin birinci kültür dili olur.

Osman Turan-Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti
Devamını Oku »