Aile hayatı için ahiret inancının faydası

Aile hayatı için ahiret inancının faydası

Bismillahirrahmanirrahim

Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce bir tahassungâh ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakiki ve şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne, kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akîdesiyle olabilir. Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî bir güzelliği var, gelecek.

Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım” diyerek, o ihtiyare karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip o dünya cennetini cehenneme çevirir.

İşte, iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faidelerinden mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki, hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî hâceti derecesinde kat’îdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücûdu, taamların vücuduna delâlet ve şehadetinden daha zâhirdir. Ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder.

Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu neyle doldurabilirler? Ve bu derin yaraları neyle tedavi edebilirler?

Bediüzzaman Said Nursî

(Sözler)
Devamını Oku »

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han

Bediüzzaman ve Sultan 2.Abdülhamid Han





Bediüzzaman’ın hürriyet hakkındaki ilk nutkunun son bölümünde Sultan Abdülhamid’in ismi ve ahvâli geçmesi münasebetiyle; Bediüzzaman’ın tımarhaneye ve tarassuthaneye zahiren onun tarafından sevk edildiği veya onun namına Mabeyn hükûmetinin tedbiriyle o gibi muameleler ona reva görüldüğü ve şark’tan Medreset‑üz‑Zehra’sı için Padişaha müracaat azmiyle gelmişken, hiç bir mülayim karşılık görmediği, fikir ve düşüncelerine cevab verilmemekle beraber, müracaatlarına bir ilgi gösterilmediği halde; hakikat ve gerçek olarak Bediüzzaman’ın ona karşı tutum ve davranışı, yahut onun hakkındaki fikir ve düşünceleri hangi merkezde olduğu hakkında bir fasıl açarak mahiyetine bakacağız:

1- Meşrutiyetin ilanının ilk günlerinde söylediği nutkunun son bölümünde: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan HALİFE-İ PEYGAMBER” (malumdur ki; 24 Temmuz 1908'de ilan edilen Meşrutiyet'in ilk birinci senesinde ta 26 Nisan 1909'a kadar Sultan Abdülhamid'in padişahlığı devam etmiştir) demek suretiyle onun şahsiyet ve makamının ne olduğunu ortaya koymaktadır.

2- 23 Mart 1909'da gazetelerde intişar eden “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” başlıklı makalesinin yedinci maddesinde: “Hilâfete dair bir rü'yadır. Âlem-i menamda padişah'ı gördüm, dedim: Sen zekât-ül ömrü, Ömer-i sani mesleğinde sarfet! Ta ki, Meşrutiyet riyasetine lâzım ve bi'atın manası olan teveccüh-ü umumiyeti kazanasın! (Ömer-i Sani: Ömer bin Abdülaziz-i Emevi'dir ki, adalet ve hakkaniyetçe Hz. Ömer'e (R.A) çok benzediği için ona “Ömer-i sanî” lakabı verilmiştir. Ecnebi devletlerdeki adalet demek, kendi, milletdaş ve vatandaşları arasında kanun hakimiyetlerini esas tutmak, herkese müsavat olduğunu hatırlatmak istemektedir. Yoksa müslümanlara karşı, yani devlet olarak bir İslam devletini kendi devlet ve milletleri gibi tutan bir adaletleri demek değildir.) Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz? Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk? Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadî ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlub olan adalet ve terakkiyi intac edebilir.

Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu isbat eder. O dedi: Nasıl yapacağım? Dedim: İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti göster. PÜR ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYETİ kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar âlâ et. Tâ hanedan-ı osmanî ol burc-u hilâfette pertevnisar-ı adalet olabilsin. Hem de havaic-i zaruriyeye iktisad et, tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. MADEM Kİ İMAMSIN! Birden uyandım, gördüm ki; asıl bu âlem-i yakaza rü’yadır. Asıl uyanmak (uyanıklık) ve hakikat o rü’ya imiş... (23)

İşte Bediüzzaman Hazretleri, rüya diye tavsif ettiği ve onu gazetelerde bir çeşit açık mektup tarzında neşrettiği ve onun sonunda: “Asıl uyanıklık ve hakikat o rüya imiş..” dediği makalesinde, merhum Sultan Abdülhamid'in şahsiyeti İslam halifesi olduğunu ve Hz. Osman'a (R.A) benzer bir tarzda; elinde gücü, kuvveti, askeri varken; kan dökülmemesi için, Jön Türklerin ve İttihatçıların Selanik'ten doğru 21 Temmuz 1908'de kendi başlarına hazırlayıp ilan ettikleri anayasaları ve müteakiben Manastır'da yer yer hadiseler çıkararak, işi kuvvete döktükleri sırada, Sultan Abdülhamid'e bağlı kuvvetler, ordu ve askerlerin başındaki yüksek rütbeli amirler, defalarca ona yalvararak karşı koymaları için izin istedikleri halde; sonunda 31 Mart hadisesinde Yıldız Sarayı'nı çeviren Hareket Ordusu'na karşı bilhassa onun tüfekçi başısı Arnavut Halil Bey ayaklarına kapanıp hüngür-hüngür ağlayarak izin istediği halde, onun merhamet ve şefkatı kan dökülmeye rıza göstermemesi neticesinde, Hareket Ordusu şehri işgal ettikleri gibi, Padişah'ın Tüfekçi başısını yakalayıp, getirip O'nun sarayının bahçesinin kenarında asmaları gösteriyor ki: “Bediüzzaman'ın: “PÜR-ŞEFKAT İLE MEŞRUTİYET'İ KABUL ETTİĞİN GİBİ...” ifadesi hakikate dayanmaktadır.

Ayrıca bu hakikatli rüyanın şu paragrafında da, Bediüzzaman: “Menfur olmuş yıldız’ı mahbub-u kulûb etmek için, eski zebaniler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkıkîn-i ulemayı doldurmak ve yıldız’ı darülfünûn gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşihat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakikisine is’ad etmek ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle yıldız’ı süreyya kadar i'lâ et. TÂ HANEDAN-I OSMANÎ OL BURC-U HİLÂFETTE PERTEVNİSAR-I ADALET OLABİLSİN.” demek suretiyle; Osmanlı Hanedanının ebedi kalması ve daima hilafet burcunda kalarak, etrafında adalet saçmak için Halife'ye yol gösteriyor, irşad ediyor, diyor ki;

Yıldız Sarayı'nda çöreklenmiş paşaları değiştir. Çünkü onlar, senin Hilafet makamının adına Zebani gibi millete zulüm etmeye halkı ta'zip etmeye alışkındırlar. Onları de'fet... ve yerlerine hakikatli yüksek alimleri yerleştir. Böylelikle Yıldız Sarayı'nı ilim ve irfan, feyz, rahmet ve adalet saçan bir üniversiteye çevir. Bunun yanında ne kadar servet ve iktidarın varsa, milletin kalp hastalığı gibi olan za'af-ı diyaneti ve kafa hastalığı olan cehaleti tedavi etmeye sarf eyle.

İşte bu hakikatli sözlerle Bediüzzaman'ı, Osmanlı Hanedanına -Halifelik itibariyle- karşı ne kadar muhabbetli ve hürmetli ve samimi olduğunu göstermeye kafîdir. Ayrıca yine, paragrafta, hilafeti hakiki ve layık mevkiine yükseltmenin bir amili de dini ilimleri ihya etmeye bağlı olduğunu hatırlatmakla, bir gaye-i hayali olan Medreset-üz Zehra'sını Padişah'a bu suretle yeniden hatırlatmış oluyor. Anlaşılıyor ki Bediüzzaman, Abdülhamid'e istibdat ve zülum isnad etmekten daha ziyade emri altında bulunan paşaların zebani gibi millete zulmettiğini ve istibdat yaptıklarını ifade ediyor. Bu husus tarafımızdan dikkate alınmalıdır. Müstebit ve zalim olan Abdülhamid değil, kraldan fazla kralcı kesilen bir kısım İttihatçı paşalardı.

3- “Şark, ulema ve meşayih ve rüesa efradına Meşrutiyet'e dair telkinatıdır.” başlıklı yazısında Padişah Abdülhamid için şöyle diyor: “...Şimdiye kadar padişaha iktida ettiniz ki; milletin vahşetinden dolayı, tedennî ve inkirazın mahkumu olan kuvvet ve cebri millette isti'mal lüzum gördünüz. Şimdi de PADİŞAH YİNE SİZE İMAMDIR, iktida ediniz ki, o ömr-ü ebediye mazhar olan ma'rifet ve adaleti ile milletini idare edecek. Elhasıl: Efendimiz o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de o eski ve köhneleşmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!...” ifadesiyle Bediüzzaman Hazretleri Padişaha ve hilafet-i İslamiye cihetinden halifeye, şarklı vatandaşlarını, itaate i'tidale, iktidaya davet etmekle beraber; Meşrutiyet dönemi icabatından olan ma'rifet ve akıl yolunda yürümelerini, zulüm, tağallüb ve cebri bırakmalarını, milleti istihdam etmek değil, ona hizmet etmelerini tavsiye ediyor ve Meşrutiyet şerefinin esasını yine Padişah Abdülhamid'e veriyor.

Aynı yazının devamında ise, şöyle diyor: “İstibdadın ma'den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i'tibari rütbeten istimdat ve milleti istihdam... ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî rabıta etmekdir ki; Vahşetin ağalığı budur. Ümmül-ağavat olan Yıldız'da, Ebi-l ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti. Nerede kaldı başka sivri sinekler!...”(24)

Burada gerçi Bediüzzaman, Şark'taki ağalık ve zorbalığın şeref ve haysiyet cihetiyle milleti istihdam etmeklik şekline vurması içinde, Sultan Abdülhamid'in ismi de bilmünasebe geçmektedir. “Ağaların Babası” şeklinde bir ta'bir vardır... ve gerçekten de Sultan Abdülhamid, bir zamanlar Şark'taki âşairi kendisine, dolayısıyla Osmanlı saltanatına bağlamak maksadıyla büyük aşiret reislerine, kimisine paşalık, kaymakamlık... kimisine binbaşılık vermişti. Neticesinde o aşiret çöl paşalarının çok zulümleri ve vahşetleri vaki' oldu. Fakat bu, Sultan Abdülhamid'in, o zamanki şartlara göre devlet idaresindeki bir siyasetiydi. Yanlış ve hatalı olabilirdi. Ama padişahın, o reislere paşalık ve rütbeler bahşederken, “gidin millete zulmedin, yağma edin” şeklinde bir emri, işareti yoktu ki o suçların tamamı ona yüklensin, O'nun niyeti dağınık, dağ ve derelerde yaşayan o reislere birer rütbe vererek, hükümete karşı itaatlerini temin idi. Ayrıca, Üstad Bediüzzaman aynı yazısında “Sultan Hamid bu ağalıktan vazgeçti” diyerek onu bu suçtan tebrie etmektedir.

4- 31 Mart 1909'da Divan-i Harb-i Örfi'deki müdafaatının Onbirinci cinayetinde, Sultan Abdülhamid'le ilgili kısmında şöyle der: "İstibdatlar umumen sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şahanesini kabul etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatam, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O ŞEFKATLİ SULTANA boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim." Bediüzzaman “İSTİBDATLAR UMUMEN SULTAN-I MAHLÛA İSNAD EDİLDİĞİ HALDE...” sözüyle Jön-Türk hareketinin başladığı zamanlar, başta Namık Kemal, Ziya Paşa ve sonra Mehmet Akif gibi mücahid, edib şairler, hürriyetperverler, Sultan Abdülhamid'e şiddetli hücum ettikleri ve bütün istibdat ve tahakkümleri onun şahsından bilip itiraz ettikleri bir gerçektir. Lakin Üstad Bediüzzaman ise; “...isnad edildiği halde” diyor. Yani gerçek olarak değil, belki o zamanlar öyle telakki ve kabul ediliyordu demek istiyor.. ve “O şefkatli sultana boyun eğmedim” sözüyle Sultan Abdülhamid'in şefkatli, merhametli ve dindar bir insan olduğunu kaydediyor.

Ayrıca da Bediüzzaman Hazretleri o zamanki en heyecanlı nutuk ve makalelerinde hiçbir zaman Sultan Abdülhamid'in şahsiyetine, makamına ve şahsi, insanı ahvaline -sair hürriyetperver mücahidler gibi- hakaretamiz, haysiyet kırıcı sözlerle ilişmemiştir. Hücum etmemiştir. Ancak nasihat tarzında bazı şeyler söylemiştir. 5‑ Meşrutiyet’in i’lânından iki sene sonra, 1910 yılının sonu ve 1911 yılının başında te’lif ve tab’ettirdiği “Münâzârat” isimli eserinde, istibdat ve meşrutiyeti ta’rif ederken, Sultan Abdülhamid’in bahsi münasebetiyle şöyle der:“... Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahbus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu.. Veyahut za’f‑ı kalb ve kuvvet‑i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa müsait değildi...”(Burada Sultan Abdülhamid’in şahsiyyetine zâhirde bir ta’riz görünmektedir.

Lâkin dikkat edilirse, birkaç ihtimali birden nazara veriyor. En baştaki ihtimal, “kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu” ifadesiyle; Mabeyn’deki paşaların aldatmaları veyahut onu bir çeşit ablukaya almalarıyla “Mahbus gibi” yani sağını solunu tam ma’nasıyla haberdar olarak bilmiyordu. Aldığı malumat da “Mabeyn”den geçerek kendisine ulaşmaktaydı.Âhirdeki ihtimal ise; Onun beşerî ve insanî ve fıtrî bazı hallerinden ve za’if olan bazı damarlarından bahsediyor ki; onun beşeriyetine raci’dir.Hilkaten vesveseli, hassas, tereddütlü olabilirdi. Fakat bunlar, onun kötü niyetliliğine, kasdî olarak onları işlediğine delâlet etmez. Bediüzzaman da ahirki zaif ihtimal ile birazcık onun hilkî beşeriyetine ve zaif damarına vuruyor.

6- Hizanlı Şeyh Selim'in Hürriyet hakkındaki: Arapça şiiri ki, “Hürriyet ancak ateşe layıktır. Zira kâfire mahsus bir şiardır.” sözünü sual tarzında Bediüzzaman'a tevcih ettikleri zaman, o da şöyle cevap vermiştir. “O biçare şair, hürriyeti bolşevizm mesleği ve ibaha mezhebi zannetmiş. Haşa! Belki insana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Hamid'e ahrardan ziyade hücum ediyordu ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” İşte yahu, Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-i Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki böyle diyenler öyledirler. Hem yirmi senelik İslamiyetin bir fedaisi de demiştir: “Hürriyet, insanlara Allah'ın bir atiyyesidir. Çünkü imanın hasiyetidir.

Görüldüğü üzere Sultan Abdülhamid ile ilgili bölüm: “Çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid'e Ahrar'dan ziyade hücum ederdi ve derdi: “Hürriyeti ve kanun-i Esasiyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır.” Evet, Bediüzzaman Hazretleri öylesi bahaneci, neyi görse, bilse bilmese ilcay-ı zarureti anlasa anlamasa, inhiraf-ı mizaç sebebiyle itiraz edecek adamlara cevap sadedinde: (22 Aralık 1876'da kabul edilen Kanun-u Esasi için-ki o zaman Belçika anayasasının bazı kısımlarını da içine alan, fakat İslam kanunlarının şümulü içerisinde renklendirilerek hazırlanan bir şeydi) der ki: “Yahu Sultan Abdülhamid'in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasi'nin müsemmasız isminden ürken (adamların) sözünde ne kıymet olur. Belki öyle diyenler öyledir.” şeklinde itiraz edenlerin, dedikodu yapanların, asıl fena adamlar onlar olduğunu açıkça söylemektedir.

Ayrıca Merhum Sultan Abdülhamid'in kendi saltanatının icraatında bazı şiddet tedbirlerine bir kısım insanlar “İstibdat” diye hücum ederken; bir kısmı da, o istibdat ve şiddeti “Hürriyet” şeklinde kabul ile itirazlarının haksız ve yersiz olduğu ve Sultan Abdülhamid'in, zamanın ilcaatının zaruretine mebni kabul ettiği anayasadan dolayı hücuma müstehak olmadığını açıkça beyan ediyor. Kanun-i Esasi bahsi gelmişken, Hazret-i Üstad Münazarat'ın başka yerinde şöyle der. “Ehl-i İfratın bir kısmı, Araptan sonra İslamiyetin kıvamı olan Etrâkı tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki: Ehl-i Kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (yani 23 Aralık 1876) Kanun-u Esasi ve Hürriyetin i'lanı'nı tekfire delil gösterdi. “Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam kâfirdirler. Kim Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmezse işte onlar tam zalimdirler.”(26) hüccet ederdi. Biçare bilmezdi ki: “hükmetmezse”nin manası “...kim tasdik etmezse...” manasındadır.

Bediüzzaman'ın bu dini rasihane bilen hakikatli cevabında görüldüğü üzere, o zaman bazı müfrit yarı hocalar ve tekfire meraklı hasta mizaçlılar, hemen bir ayetin zahiri manasına yapışarak, mezkur Anayasayı kabul edenleri, bilhassa işin başındaki Türkleri küfürle ittiham etmişler. Fakat Bediüzzaman Nadire-i Cihan o zaman cevap vermiş ve o biçare müfritlerin yanlış fikirlerini ortaya koymuş ve onları susturmuştur.

7- 22. Lem'a'da, Sultan Abdülhamid'in ismi zikredilmemiş, amma ona karşı söylenmiş bir şiiri bir münasebetle kaydederken şöyle diyor: “Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya layık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan, gayet mühim bir zatın, yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilane şu sözün; “Ne mümkin zulm ile, bidad ile imha-yı hürriyet Çalış idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten” Bu beyan ile Bediüzzaman Hazretleri, Sultan Abdülhamid'i “gayet mühim bir zat” şeklinde tavsif ederek, ona karşı yazılan, söylenen tenkidlerin, hücumların yanlış olduğunu apaçık beyan ediyor.

8- Beşinci Şua risalesinin tetimmesinde zulüm ve istibdad meselesi münasebetiyle şöyle demektedir: “Zannederim asr-ı ahirde İslam ve Türk Hürriyetperverleri bir hiss-i kabl-el vuku' ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp, yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler.” Bu paragrafta Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri çok açık ve kesin olarak, Sultan Abdülhamid'e atılan itiraz oklarının ve hücumların katiyyetle yanlış ve hata olduğunu söylemektedir. Namık Kemallerin, Mehmet Akiflerin bir hiss-i kabl-el vuku' ile, çok sonra meydana çıkacak bir istibdad ve zulmü hissetmişler, fakat hücum oklarını yanlış bir hedefe atmışlardır, diyor.

9- Birinci Şua risalesi, 29. ayetin “Elif, Lam, Ra. Bir kitap sana indirdik ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura çıkarasın; doğruca o yüce ve övülmeye layık olanın yoluna ki, bütün izzet ve hamd O'nundur. (O El-Aziz, El-Hamîd'dir.)(27) ” beyanının sonunda “Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine işaret ettiğini” kaydeder. Oraya müracaat edebilirsiniz.

10- Sekizinci Şua'nın ahirinde, Hilafet-i İslamiye hakkında gelen hadis-i şerifin mana-yı işarilerini yazarken “Benden sonra hilafet 30 senedir.” cifri ve ebcedi hesabıyla Hicri 1328, Rumi 1326 (Miladi 1909) ederek hilafet-i İslamiye'nin sona erdiğine işaret ettiğini, ayrıca İslamiyetin ilk dört halifeleri Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali ( R.Anhüm) isimlerinin beraberce ebcedi makamı yine 1326 Rumi (Miladi1909) ederek Hilafet-i Osmaniye'nin sona ereceğine ve bu tarihten sonra, artık Hilafetin şeraitine muvafık tarzda takarrur etmediğine ve etmeyeceğine işaret ettiğini kaydetmekle, Sultan Abdülhamit'in İslamın son halifesi olduğuna işaret etmektedir.(28)

11- “Hilafet-i Abbasiye, Hülâgu'nun hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra "Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever."(29) âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.” diyor.(30)

12- 1952 senesinde İstanbul'da Nur talebesi bir muallimin zihnini meşgul eden, Üstad Bediüzzaman hazretlerinin İkinci Meşrutiyet sıralarında, Sultan Abdülhamit ile macerasını ve Üstad'ın o sıra neşretmiş olduğu nutuk ve makalelerindeki bazı ifadelerini, sair hürriyetperverler gibi Bediüzzaman'ın da bir itirazı, bir hücumu manasında anlaması üzerine: “Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri bu konuda talebelerine bir yazının ana hatlarını dikte ettirmiş ve bir lahika olarak o zamanlar hem eski harfle hem de yeni harfle teksir ettirerek neşrettirmişti. O mektubu aynen buraya alıyoruz.

“Bir muallim kardeşimiz Sultan Hamidin hakkında Üstadımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda Sultan Hamide hücum zannetmiş…Ve o kıymettar padişahın kıymetini takdir etmemiş gibi bir şübhe gelmiş. Elcevab: Biz Üstadımızdan aldığımız hakikat-ı Hal ile cevab veriyoruz: Evvela: Üstadımızın bütün hayatındaki birinci düsturu Kur’an-ı Hakimin bir Kanun-u Esasisidir ki ‘Bir adamın cinayetiyle başkası mes’ul olamaz. Kaide-i Kur’aniyesi ile o Padişahın zamanındaki hukümetin hataları ona verilmez diye daima hayatında ona hüsn-ü zan etmiş. Onun ba’azı zaman mecburiyetle ettiği kusurları da onun mu’arızlarına karşı da te’vile çalışmış. Saniyen: Üstadımız Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki Hürriyet-i Şer’iyyeyi sena etmiş. Nutukları ile halkı o hürriyete da’vet etmiş.

Ve Hürriyet-i Şer’iyyeye muhalif olanlara demiş ki: “Eğer şeri’at dairesinde olmazsa istibdat namı verdiğiniz bir şahsın mecburi cüz’i ve hafif istibdatı pek şiddetli bir istibdat-ı külli olup inkısam edecek, herkes bir nev’i müstebit olur, İstibdat-ı Mutlak çıkar, binler istibdad hükmüne dönecek ya’ni; hürriyet ölecek... bir İstibdat-ı Mutlak çıkacak… Hatta bu mes’elede, Üstadımızı i’dam için kurulan Divan-ı Harb-i Örfi'de demiş ki: “Eğer meşrutiyet ittihatcıların istibdadından i’baret ise veya hilaf-ı şeri’at hareket ise bütün dünya şahid olsun ki ben mürtec’iyim.”

Salisen: Üstadımız o zamanda bir his-si kablel vuku’ nev’inden, şimdiki ‘Alem-i İslamın ecnebi istibdadından kurtulması ve bir Cemahir-i Müttefika-ı İslamiye tarzında tezahüre başlamasını tasavvur etmiş, ümid etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış. Hürriyet-i Şer’iyyeyi takdir etmiş.

O zamanki hitabelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i islamiye ile olmazsa, ölecek, bir istibdat-ı mutlak yerine çıkacak.” Rabi’an: Üstadımızdan hem işitmiş, hem halinden anlamışız ki ecnebilerin şiddetli desise ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebat ve metanet, hususan Alem-i İslamın kısm-ı azamının halifesi olmak, hem biçare vilayet-i şarkiyenin bedevi aşairini ’Hamidiye Alayları’ ile en yüksek bir derece-i askeriyeye ve medeniyeye onları sevk etmesi, ve Hamidiye Cami’inde her cum’a günü bulunması ve şe’air-i islamiyeyi elden geldiği kadar müra’at etmesi, daima Yıldız dairesinde ma’nevi üstadı kabul ettiği bir şeyhi var olduğu gibi çok hasenatı için Üstadımız, bütün hayatında onu padişahlar içinde bir nevi veli hükmüne geçtiğini kana’at etmiştir.

Hamisen: İnsan hatasız olmaz. Eğer onun hakkında o zaman nutuklarında bir mecburiyet tahtında onun hakkında şiddetli hataları olsa da, elbette o hatanın hiç bir ehemmiyeti kalmaz. Hem ‘Aşere-i Mübeşşire` içinde `Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Zübeyir’in birbiri hakkındaki hataları onların hakikat-ı islamiyeye dair uhuvvetlerine zarar vermediği gibi, elli sene evvel Üstadımızın o merhum padişahın hakkında bir hatası medar-ı i’tiraz olamaz."(31)

Görüldüğü üzere, bu lahika mektubunda beş vecihle merhum Sultan Abdülhamid tebrie ediliyor. Ve onun hasenatı seyyiatına mutlak şekilde galip olduğundan ma'nevi makamı, derecesi yüksek olduğunu ve Bediüzzaman Hazretleri diğer hürriyetperverden çok derece hafif, nasihat kabilinden bazı itirazlarını da kendi üzerine alıyor ve Padişah'ı layık olduğu nispette medhediyor.(32)

RİVAYETLER Yukarıda yazılı vesika ve belgeler dışında, bir de bizzât Bediüzzaman Hazretleri’nin son on senelik hayatının en yakın talebe ve hizmetkârlarından duyduğumuz bir iki rivayeti daha kaydedelim:

13‑ Mustafa Sungur ağabeyden bir çok defa duymuşuz ki: Üstâd Hazretleri Sultan Abdülhamid hakkında eskiden itirazvarî ba’zı makaleleri için, bir defasında şöyle buyurmuşlardı, eliyle mübarek başına vurarak: “Keçeli Said, sen şefkatli bir Padişah’a müstebit diye itiraz etmiştin. Onun cezası olarak şu dehşetli istibdatların zulmünü çek!”2‑

Yine Mustafa Sungur nakletti: Bir gün Üstâdımız merhum Sultan Abdülhamid hakkında demişti ki: “Sultan Abdülhamid velidir. Ben onu hususi dualarım içine almışım. “Her sabah, ya Rabbi sen Sultan Abdülhamid Han ve Sultan Vahidüddin ve Hanedan‑ı Osmaniye’den râzı ol!” diye dualarımda yadederim” demişlerdi.

Bediüzzamanın hizmetkârlarından Bayram Yüksel de aynı rivayetleri nakletmektedir. (Bak: Son şahitler‑1, s: 379‑455)

İşte mevzuumuzun başından buraya kadar, gerek yazılı gerek rivayet yollu ifade ve beyânların mecmuundan çıkan netice şudur ki:

Bediüzzaman Said‑i Nursi Hazretleri eskiden 2’nci Meşrutiyyet’in i’lânından evvel ve sonrasında, Hürriyet‑i şer’iyenin gerçek mânâda Osmanlı devleti idaresinde yerleştirilmesini.. ve bu meyanda Hilâfet Saltanatı’nın idaresini, bir kaç paşanın fikir ve tedbiriyle değil, büyük bir millet meclisi ve onun yanında geniş ve büyük bir şûra meclisi tarafından kararlar altına alınmasını istemiş ve bu yolda mücadele vermiştir. Bu mücadeleleri esnasında, bazen bilmünasebe ve dolayısıyla Sultan Abdülhamid’e karşı da i’tirazvari veya nasihat şeklinde sözleri varid olmuştur.

Lâkin Bediüzzaman’ın bu kabil sözleri ise, bir İslâm Halifesinden bazı hizmetlerin yapılmasını taleb ve bazı nasihat şeklinden ibaret olduğu, yukarıda nakledilen yazılı ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Başkaca herhangi bir itiraz, şahsiyyetine bir hücum tarzı yoktur

Vesselam

Musaffal Tarihçe 1. Cilt Abdülkadir BADILLI (ruhuna fatiha )

Dipnotlar:



23- Abdülhamid'in Hatıra Defteri, 2. Baskı S: 119

24- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai dersler shf: 33

25- Bediüzzaman Said Nursi - Beyanat ve Tenvirler shf:49 26- Maide: 44-45

27- İbrahim: 1-2

28- Bediüzzaman Said Nursi – Sikke-i Tasdik-i Gaybi shf: 115

29- Maide: 54

30- Bediüzzaman Said Nursi – Lem'alar shf: 201

31- Müntehap dosya, shf: 56, Üstadımızın hizmetinde bulunan Nur talebeleri

32- Bediüzzaman Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayatı c:1 shf: 179

33- Necmeddin Şahiner – Son şahitler c:1 shf: 379-455





Devamını Oku »

Abdulhamid Han Said Nursi’yi tımarhaneye attırdı mı?



Bediüzzaman Said Nursî, Yıldız Sarayı Mabeyn dairesine, Şark’ta geleneksel ve modern bilimleri bünyesinde birleştirecek bir üniversite açılmasını havi dilekçeyle başvurduktan sonra neden birdenbire Toptaşı Tımarhanesi’ne gönderilmiştir?

Genellikle lafını budaktan esirgemeyen söylemi veya acayip kıyafetlerinden dolayı saray tarafından ‘deli’ muamelesi gördüğü izlenimi hâkimdir.

Peki bu ‘izlenim’ ne kadar doğru?

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir mektup, Van Valisi Tahir Paşa tarafından saraya yazılmıştır. (Hatırlatalım: Said Nursî, Tahir Paşa’nın zengin bir kütüphanesi de olan Van’daki konağında tam 12 yıl kalmış ve “Yeni Said” döneminin bereketli tohumları oradaki aydın çevrenin etkisiyle Bediüzzaman’ın fikir toprağına düşmüştür.)

Tahir Paşa saraya yazdığı mektubunda özetle şunları diyor: “Kürdistan alimleri arasında harika zekâsıyla ünlü olan Molla Said Efendi, tedaviye muhtaç (“muhtâc-ı tedâvî”) olduğundan Halife Hazretlerinin şefkat ve merhametine sığınarak sarayınıza gelmiştir. Bu kişi, yaşadığı bölgede herkesin içinden çıkamadığı meseleleri hallettiği halde talebe kıyafetini değiştirmemiştir.

Kendisi padişaha hakikaten sadık ve halis duacı olmakla beraber fıtraten edepli ve kanaatkâr olup şimdiye kadar İstanbul’a gitmek bahtiyarlığına erişmiş Kürt uleması içinde gerek güzel ahlakıyla, gerekse Padişaha sadakati ve kulluğuyla en çok iyilik edilmeye layık, dini şiar edinmiş bir kişi olması bakımından tedavisinde kolaylık gösterilmesi…”

16 Kasım 1907 tarihini taşıyan bu mektup ile iki gün sonra Van Valiliği’ne Mabeynden yazılan cevaptan (ve onları takip eden bir başka belgeden) anlaşıldığına göre, o zamanki adıyla Molla Said Efendi, o günlerde muhtemelen sürmenaja benzer bir zihnî rahatsızlık geçirmekte olup (zira cevapta “şuurunda eser-i hiffet görüldüğünden” bahsediliyor) tedaviye muhtaç bir haldedir. Nitekim ilmî biyografilerinden birinde “Bu rahatsızlık, onun uzun süreden beri yoğun bir tempoyla devam ettirdiği zihnî faaliyetlerinden kaynaklanan bir tür zihnî yorgunluktan kaynaklanıyordu” denilmiştir (Bkz. Mary F. Weld, Bediüzzaman Said Nursî: Entelektüel Biyografisi, Çev: C. Taşkın, Etkileşim: 2006, s. 59).

Bediüzzaman’ın kendisi birilerinin ifsadatı ve Sultanın emriyle tımarhaneye atıldığını düşünse de işin aslı farklıydı: Saray ona ‘deli’ muamelesi yapmış olmayıp tersine onu saraya gönderen ve çok yakın dostu ve hamisi bulunan vali Tahir Paşa’nın yazdığı mektubun gereğini yerine getirmiş bulunuyordu.

Mustafa Armağan

Derin Tarih Dergisi 2017 Şubat
Devamını Oku »

Marks ve Bediüzzaman Estetiği

Şimşirgil, Bediüzzaman’ın gayrimüslimlerin şehitliği görüşünü anlamamış
Bediüzzaman estetiği; materyalist ve natüralist, Bediüzzaman'ın ta­biri ile tabiiyyun ve maddiyun estetiğine ve dünya görüşüne bir evrensel tepkidir, Marks, dünyevi ve seküler bir estetik görüş sahibidir. Bediüzzaman beşeri eserler için de geçerli bir gözlem ortaya koyar, bir estetik ka­nunu belirler ve daha sonra onu ilahi eserlere uygular. Bir şahıs evrende ilahi yaratıklara bakıp onlardaki uyumu, estetik kategorileri görürse onu bir resme,bir musiki eserine, bir heykel parçasına da uygulayabilir, onları da aynı ölçüyle yorumlar. Önemli olan estetik olanı nerede olsa görme yetene­ğidir. Marks ve arkadaşları evrene tenasüb ve uyum içinde bakıp bir birlik içinde oluşturulduğunun yerine, beşeri bakış açılan,adeta insanı tanrılaştıran oluşumlar koymuşlar. Bediüzzaman ise hem ilahi sanatlara hem beşeri sanatlara hükmeden estetik kuralları, eksersizlerle anlatarak her iki yönün üzerindeki dalalet, yanlış yorum kirlerini, paslarını kaldırır.

Mehmet Doğan: "Markscılığın kurucuları Marks ve Engels sistematik tarzda bir estetiğin ilkelerini hazırlamış işlemiş değillerdir. Onların eserlerin­de yalnız özet olarak şu ya da bu sanat eseri üstüne yargılar ve bu arada da metod konusunda bazı uyarıcı gözlemler bulunabilir. Bunlar tabii ki pek de­ğerli unsurlardır, ama bunları uc uca koymak bir Markscı estetik kurmağa yetmez Formel mantık kurallarına göre ve derlenmiş metin aktarımlarını bir arada toplamaya dayanan bu skolastik biriktirme metodu sanatların bugünkü gelişme safhasında kendimize bir yön çizmemize yetmeyecektir. (Mehmet Doğan, Estetik ..) Ortada bir çok yönlü estetik yok ama onu takib edenler onun görüşleri doğrultusunda bir estetik çaba gösterirler. Markscı estetik, idealist estetik ile mücadele etmeye bir tepki estetiği oluşturmayı kendine gaye edinmiştir.

Bediüzzaman ise idealizmin ötesinde bilimsel bir estetik teori kurmuş ve bu estetik görüşleri sistematiktir. Bir bütün içinde üç yüz atmış derece­lik bir yuvarlaktır ve bu yuvarlağın hiçbir yanı boş bırakılmamıştır. Bilinçli olarak sistemi inşa etmiştir. Sistem insanın bütün eylemlerini içine alan bir genişlikte tutulmuş, üstelik bu eylemler hakkında tek perspektiften yorum­lar yapılmamış, her eylem bir çok yönden, farklı bakış ağları ile anlatılmıştır. İnsan -Allah -Kainat üçlüsü içinde birbiriyle ilişki halinde güzelliğin felsefesi yapılmıştır. Aslında İslam dini büyük bir sistematik estetik felsefeye sahip­tir, ama bu estetik organize edilmemiştir. Bediüzzaman'ın yaptığı Kur'an ayetlerinden aldığı İşaretler ve temel değerlendirme metinleri ile ortaya bir Kur'an estetiği çıkarmaktır ve bunu yapmıştır. Bu sistematiğin hareket nok­tası şu ayettir; "Yeryüzünde ne varsa biz dünya için bir süs olarak yarattık ki insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye imtihan edelim" (Kehf 7-8) Ama İslam dini uygulamada daha çok"Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım" ayeti üzerinde odaklanmıştır. Bugün İslam dünyasının toparlanamaması hayatı estetik bir mükemmellik olarak algılamayışındandır. Batı ise ikibin yıldır estetik konuşmakta ve her gün yeni şeyler ortaya sürmektedir.

Bediüzzaman'ın ürettiği insan tipinin bütün eylemleri güzellik pa­rantezinde değerlendirilebilir. Üstelik sadece uhrevi bazda değil dünyevi ve uhrevilik birbiri ile kaynaşmış bir birliktelik ile izah edilir. Bediüzzaman için dünya her zaman bir değerdir, ne gölgedir, ne de önemsiz. Çünkü din de­mek bütün dünyevi ve uhrevi eylemlerin toplamı demektir, sadece tanrısal davranışlar değildir. Bu sistematiklik çalışmada bir derece hissettirilmiştir. Sanatı bir üst yapı sorunu olarak gören Marks'a karşılık Bediüzzaman, bir sınıf farkı ortaya koymaksının bütün insanların eylemlerinde güzeli esas almalarının izahını yapar, batının entel bir his gibi verdiği estetiği bir insanın bütün hayatına yansıtmıştır, onu bir üst kültür olayı olarak anlatmamıştır.

Lukács, klasik kültürü ve o kültürü oluşturan Avrupa edebiyat ve kültürlerini ileri düzeyde bilen, bunları birbiriyle mukayese edebilen bir fikir ve sanat adamıdır. Marxist olmakla birlikte, evrensel bir bakış açısına göre estetik ve sanat sorunları yorumlayan bir Avrupalıdır. Bediüzzaman'ın es­tetiği de bütün batı ve geleneksel şark estetiğinin ve işlenmemiş Kur'an ve peygamberin hadislerinin yine işlenmemiş estetik doğasını bilen büyük bir eleştirmen ve ledünni ve beşeri bir estetikçidir. Bediüzzaman estetiği, Lukács estetiği gibi çok zaman soyut kalmaz, o estetiği büyük gözlemci­liğine ve mukayeselerine göre yaparak en yüksek düzeyde yüce estetik yorumlar yapmanın yanında, günlük hayatın, dini hayatın ayrıntısına giren bir eleştirel estetik perspektifine sahiptir. Lukács, realiteyi ve sanatsal ger­çeği peşin hükümlerden arındırarak, aynca Marx'in geliştirdiği metodlara da sadık kalarak yorumlar. Lukács, insanın davranışları ve edebiyat nitelikli ifadelerini estetik yorumlarına esas yapar. Bediüzzaman ise gündelik yaşa­mı sıradanlıktan kurtaracak ona ruhsal bir huzur temin eden uygulamalı bir yaşam estetiği meydana getirmiştir. Bediüzzaman estetiğinde, ruh, kalb, akıl, istek, beden hepsi bir estetik armoni içine girerler.

Lukacs, idealist estetiğe karşı çıkar, Bediüzzaman ise İdealist felsefecilerin dünyayı ve insanı yorumlama tartışmalarına sadık kalır diyemeyiz ama o natüraüst, materyalist, marxist estetikçilerden uzak idealistlere yakındı? Onun, üçünü bir öğesi de bütün dinlerin ortak temalarını bir estetik kate­goriye çevirmiş ve sadece Müslümanlığa değil bütün kitaplı dinlerle birlikte beşeri dinlerin de insan hayatını düzenleyen realitelerine uygun düşünmüş ve onları aşmış, bütün dinleri etkileneceği bir estetik yaşam felsefesi mey­dana getirmiştir. Bediüzzaman, Lukacs gibi sadece günlük hayatın ve edebi hayatın yorumunu değil, ilimlerin de estetik yorumlarını yapmıştır, natüralist ve materyalist yorumlarla bunalan İnsan ruhu onun estetik yorumları ile yüzlerce yıldır kaybettiği ruhsal metanetini bulmuştur.

Hayatının elli yıldan fazla süresini, bir Marksist eleştiri kuramı orta­ya çıkarmak için harcamıştır Lukacs. Batı felsefesinin bütün devlerini ve bunlara ek olarak Hegel, Marks ve Leninin fikirlerini özümsedikten sonra dört ciltlik eserini meydana getirmiştir. Bediüzzaman'ın eserleri üzerinde ve oradaki işaretlerden batı düşüncesi ve doğru düşüncesindeki estetik kay­naklara giden meseleler üzerinde durulmadığı için eserler telifinden beri yetmiş yıla yakın bir süre geçmesine rağmen henüz onun eserlerinden sis­tematik bir estetik felsefesi ortaya konamamıştır.

Bu konu onun eserleri üzerinde çalışanların entelektüel yaklaşımlardan yoksun olmalarından ileri gelmektedir.
Filozoflar, bu kozmik bilmece olan kainatın olaylarını yorumlarken, insan ve onun içinde yaşadığı büyük evi olan arz ve kainatın güzellikleri­ni görmüşler ve bir güzellik felsefesinin kırık dökük düşüncelerini eserlerinin arasına serpiştirmişlerdir. Çok sonra bir filozof Baumgarten estetiği müstakil bir alan olarak görmüş ve ortaya düzenlenmiş bir estetik teori çıkarmıştır. Bediüzzaman bütün hayatı boyunca batı felsefesi ile ilgilenmiş, felsefi metinlerin içindeki estetik yorumlan okumuş, kendisi de eserleri­nin arasında kendi görüşleri ve dünya anlayışı içinde estetik yorumlarını serpiştirmiştir. Ama bütün bunlar sıradan insanların matematik düzeni gibi değil dehaların yıldızların dağınık ama iç ahengine uygun şekilde eserle­rini düzenlendiği için bir sistematik estetikçi onları bir araya getirecektir. Bediüzzaman'ın estetik telakkileri birden dünya gündemine oturacak ve farklılığı vurgulanacaktır. Bediüzzaman eserleri kışta fırtınaları dindirmek için yazmış ve fırtınaları meltem rüzgarlarına çevirmiştir, bahan yaşanmak­ta olan o dünyanın yaz mevsimi harika olacaktır. Onun eserleri toplumun değişimine göre gündeme yavaş yavaş girmektedir Yazılışları ledünni bir takvimle olduğu gibi, gelişi, intişarı ve derinliği ve ihtişamı da aynı ledünni takvime göre olacaktır.

Bilimi topluma yansıtma ile estetiği topluma yansıtma farklı şeylerdir. Bilim estetiğin yanında kaba gerçek şeklinde de yorumlanabilir. O kaba gerçeğin içinde estetik gerçeği görmek özel eğitim gerektiren bir iştir. Be­diüzzaman günlük yaşam, sanat hayatı, dini hayat, evrenin yorumu, bilim içindeki yansıtmaları eserlerinde estetik biçimde yansıtmıştır. Nesnelleştir­me sanatın ve dini hayatın anlaşılmasında ve yorulmasında temel nitelikli bir ifade ve anlatım tarzıdır.

Sanatçılar, filizoflar, veliler, peygamberler, sıradan insanların en önemli faaliyeti bilerek bilmeyerek nesnelleştirmek, objektivasyondur. Bu­nun daha basit yorumu ifade etmek, biçimlendirmek, söylemekdir. Bütün bunlar objektivasyonun bölümleridir.

Modern çağın estetikçileri olarak kabul edilen Marks, Nietzcshe ve Freud'un estetik anlayışlarında insan beden'inden hareket ederler. Biri ça­lışan bedeni, İkincisi güçlü bedeni, üçüncüsü ise arzulayan bedenden hare­ket ettiler. Bediüzzaman ise seyreden ve alan, yorumlayan bir tümel külli insandan hareket etti. Onlar sadece bedene takılıp kaldılar, Bediüzzaman ise kainat karşısında en complek ve külli, tümel canlı olan insan ile evren ve Allah arasındaki ilişkileri estetikleştirdi. Bediüzzaman estetiğinin iki ana kelimesi vardır, birbirini takib eden biri gözlem, müşahade objektivasyon, diğeri seyir contemplation. Bütün Bediüzzaman'ın eseri gözlem ve seyir üzerine kurulmuştur. Bu iki kelimeden hareketle yorumlanabilir. Bediüzza­man kendinden önceki yorum geleneğinden de bu iki yönü ile ayrılır.

Bediüzzaman estetiğinin çok yönlü bir doğası vardır. O ne hayatın, ne kainatın, ne insanın belli noktalarına takılıp kalmaz. O girdiği her ko­nuda yukarı bir noktadan meselenin her tarafını görerek yorum yapar. Bu batı estetiğinde böyle değildir. Kant, Hume, Schiller, Hegel, Fichte, Schel- ling, Schopenhauer, Marks, Nietzsche, Freud, Heidegger Benjamin, Adorno hepsi belli bir noktadan hareket ederler, veya belli bir yeri hakim nokta olarak görür oradan estetik sorunlara bakarlar. Evren külli, tümel bir tasarımdır, insan da onun karşısında idrak ve algısı ile en külli ve o külli varlığı anlayabilecek bir madde ve ruh bileşimi içindedir. Bu yüzden Bediüzzaman insana da evrene de, onlardan hareketle Allah ve ona ait olan vücub alanı­na külli, ihataca edici bir noktadan bakar.

Bedenden hareket edince Marksizm; "klasik bir açgözlülük hikaye­dir" der, Teny Eagleton.Bu çok doğru bir tesbittir. "Marksizm bize klasik bir açgözlülük hikayesi anlatır. Bu hikayede insan bedeni boyundan büyük isle­re kalkışır, toplum ve teknoloji dediğimiz uzantıları vasıtasıyla dünyayı ken­dine ait bir parça haline getirmek ister. Ama sonunda bunu başaramadığı gibi kendi duyusal servetini de tüketir. Bu trajediye elbetteki teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi değil, bu gelişmenin zeminini oluşturan toplumsal koşullar neden olmuştur. Şöyle ki emeğin meyvelerine sahip ol­mak için vahşi bir savaşım verilmektedir ve yıkıcı olabilecek bu çatışmaları denetim altında tutmak ve istikrara kavuşturmak için bir dizi toplumsal kuruma ihtiyaç vardır. Bunu sağlayan mekanizmalar bastırma, yüceltme, idealize etme, inkar etme, hep psikanalitik hem de politik söylemin parça- larıdırlar. Ne var ki bedenin güçlerini ele geçirme ve denetleme savaşı öyle kolay bitmez ve bu savaş tam da onu bastırmayı amaçlayan kurumlara damgasını vurur." (Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s 249)

Marks'ın hareket noktası bedendir, estetiği de felsefesi de, siyasi ve ekonomik ilişkileri de. Bediüzzaman ise insandan hareket eder. Ama batı toplumunun sadece ağzını bedenine dayamış kendini yiyip bitiren, hem sosyal ilişkileri üst yapı alt yapı ilişkilerini belirleyen insanın yerine insanın evren ve Allah karşısındaki yerini belirleyip o noktadan bakar ilişkilere.

"Cenab-ı Hak, Mabud-ı Bilhak, tapılmayı hakkıyla hakkeden, insanı şu kainat içinde Rububiyet-i Mutlakasına, mutlak ve eksiksiz terbiye faali­yetine, umum alemlere, Rububiyet-i Ammesine, bütün varlığı terbiye edi­şine, karşı en ehemmiyetli bir abd, kul ve hitabat-ı subhaniyesine, alemi ve insanı izah eden hitabına, en mütefekkir; en düşünen bir muhatab, ve maz­hariyet –i esmasına, isimlerinin yansıdığı varlıklara, en cami, en hacimli, bir ayine, ve onu ism-i Azamin bütün isimlerini içine alan kuşatıcı bir ismin, tecellisine ve her isimde bulunan İsm-i azamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir Ahsen-i takvimde, en güzel biçimde, bütün canlılardan farklı bir güzellikte, ve en güzel bir mucize-i kudret, Allah'ın kudretinin en güzel bir mucizesi, insanları hayrette bırakan eseri, ve hazain-i rahmetinin müşte­milatını, rahmetinin hâzinelerinde olan şeyleri, iki hazine yer ve gök, bütün canlılar bu hâzineden çıkıyor, o hâzinelerden çıkan şeyleri tartan insandaki ölçüler ve hisler, tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve aletlere malik sahip bir müdakkik, varlığın harika eserlerini mana hâzinelerine çözen bir sanatçı inceliğinde canlı ve nihayetsiz nimetlerine en ziyade müştak ve fenadan en ziyada müteellim,elem duyan ve bekaya en ziyade muhtaç ve
hayvanat içinde en nazik ve ne nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve hayat-ı dünyeviyece en ziyade müteellim elem duyan ve en bedbaht ve Istidadca en ulvi, yüce ve en yüksek surette mahiyette yaratsın" (Sözler s 79)

Kainatı gören ve yorumlarda bulunacak özelliklere sahip, yorumlaya­cak ölçüleri taşıyan, variıkları ile insana hitab eden, konuşan, ayrıca kitapları ile insana hitap eden konuşan Allah. Bir ağaç da konuşur, bir kitap da konuşur. Herkes ağacın ve dağın konuşmasını anlayamaz, kitaptan anlar. İnsan iki kitabı anlayacak bir özel muhatabdır. Gördüğü şeyler üzerinde in­ceden inceye düşünen bir muhataptır. Bir ressamın eseri onun isimlerinin, özelliklerinin yansımasıdır. İnsan o resimde ressamın özelliklerini okur, yo­rumlar. İnsan da kendini ve kainatı isimleri ile yapan Allah'ın eserlerindeki isim inceliklerini hem gösteren hem anlayan bir canlı. Michaelangelo'nun Musa heykeli onun en güzel eseri, Sinan'ın Selimiye Camii en güzel eseri, İnsan da Allah'ın en güzel eseri olarak yaratılmış.

Allah-insan-kainat üçlüsü içinde insan, muhatab, yorumlayan, düşünen,tartan, hassas, bir canlı. Bu kadar ince ve derinlikli özelliklere sa­hip bir varlığı Marks bir kuru bedene indirger. İkisi arasındaki fark.

Marks estetiği, içinde paraya, ihtiyaca da özel bir yorum payı verir. Bunlar estetiğinin ilgi çekici öğeleridir. "İşçinin ihtiyaçları boyunu aşmışken, aylak üst sınıf mensubu ihtiyaçsızlıkla malüldür. Maddi imkanların kısıtla­madığı arzulan, öz üretken, rafine doğadışı, düşsel bir nitelik kazanırlar. Marks için tıpkı bu tüm görüngülerin en maddisi olan para gibi felsefi ide­alizmin toplumsal muadilidir. Marks'a göre para tepeden tırnağa idealisttir, özdeşliğin geçici olduğu ve her nesnenin bir anda başka bir nesneye dönü­şebildiği bir hayali fantesi alemidir. Para da tıpkı toplumsal asalağın düşsel arzuları gibi tamamen estetik bir görüngüdür, özgöndergeseldir. Maddi ger­çeklerden bağımsızdır ve bir sihirbaz hüneriyle şapkasından sonsuz sayıda dünya çıkarabilir" (Teny Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, s 252)

Bediüzzaman da ihtiyaç ve arzuları açar, muhtaçlığın derinliğine arkeolojisini yapar ama onların sonsuzluğundan dolayı insanda hasıl olan darlıkların önüne ebedi bir zatı ve ebediyeti koyar. "İnsan kainatın ekser envaına muhtaç ve alakadardır. İhtiyacatı alemin her tarafına dağılmış, ar­zuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi,ebedi cenneti de arzu eder. Bir dostunu görme­ğe müştak olduğu gibi Cemil-i Zülcelall de görmeğe müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmağa muhtaç olduğu gibi, berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve fikar-ı ebediden kurtulmak İçin koca dünyanın kapısını kapayacak bir mahşer-i acaib olan ahiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp ahireti yeri- kuracak ve koyacak bir bir Kadir-i Mutlak'ın mutlak bir gücün dergahına ilticaya. sığınmaya muhtaçtır" (Sikler s 296) Marks'ın beden İle sınırladığı ihtiyaçlâra Bediüzzaman, ne kadar genişlik getirir. İhtiyaç kelimesi kullanıl- mş, ihtiyacı olan muhtaç olduğu için muhtaç kelimesi kullanılmış, arkasına arzu kelimesini kullanmış, bir de istek kelimesini bunlara ilave edersek, Marks, Nietszche, Freud üçünün de felsefelerinin ana kelimeleri ile bir insan portresi çizilmiş. Kıyaslanırsa gözlemin, Marks'ın kızdığı spekülatif kurgusal felsefe yapılmadan insan nasıl ortaya konmuş, böyle bir insana güç istenci Nietszche gibi onu Allah'tan koparmak değil, onu bir güce yaslandırmaktir.

Bediüzzaman insanın dört bir yandan ihtiyaç tesiriyle yıkılmaya yüz tutmuş dünyasını Allah'a dayanarak inşa eder. "İşte bu vaziyette bir insana hakiki Mabud olacak, yalnız her şeyin dizgini elinde, her şeyin hâzinesi ya­nında, her şeyin yanında nazır, her mekanda hazır, mekandan münezzeh, adiden Müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan mualla bir Kadir-i Zülcelal bir Rahim-i Zülcemal, bir hakim-i Zülkemal olabilir. Çünki nihayetsiz hacat-ı insaniyeyi ifa edecek, ancak nihayetsiz bir kudret ve muhit bir ilim sahibi olabilir. Öyle ise mabudiyete layık yalnız o'dur." (Sözler s 297)

Marks'ın ütopik tarafı Allah'ı, mülkiyeti, devleti gereksiz görmesidir. Bunların kabul etmeyen bir insan tipi üretmek istemektir. Terry Eagteton anlatır. "Marksizmin amacı bedene yağmalanmış güçlerini iade etmektir. Ama bedenin duyularına yeniden kavuşması için özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerekir.

Bu yüzden özel mülkiyetin ortadan kaldırılması insanın tüm duyula­rının ve özniteliklerinin özgürleşmesidir. Ama bunların insani duyular ve öz- nitelikler oluşu da bu özgürleşme sayesindedir. Göz bir İnsan gözü olmuş­tur, tıpkı nesnesinin toplumsal ve insani bir nesne olduğu nisan için, insan tarafından yaratıldığı gibi. Dolayısıyla duyular, dolaysız pratiklerde kurama olmuşlardır. Nesnelerle kendileri için ilişkiye girerler, ama nesnenin kendisi nesnel ve insani bir ilişkiyle kendisine ve insana bağlıdır. İhtiyaç da zevk de böylece bencil olmaktan çıkmış doğa da salt yararı terk edip insani ya-ratı benimsemiştir"(Teny Eagteton, Estetiğin İdeolojisi, s 252) Eagieton yorum yapmaz, nakletmekle yetinir. Ama Marks'ın anlattığı ve hedeflediği tam bir ütopya. Namık Kemal'in hürriyet hissinin kaldırılması ile ilgili bir beyti var bu beyit mülkiyet hissi için de uygulanabilir.

Ne mümkün zulm ile bidad ile imha-yı hürriyet

Çalış idkaki kaldır muktedirsen ademiyetten

İnsanda hürriyet fikrini kaldırmak ancak idrakteki hürriyet hissini kal­dırmakla mümkündür. Yoksa imkansızdır. Mülkiyet hissi de insanda vardır, idrakinde vardır, kendinin olan şeye sahip olmaktan haz duyar, bu hissi de hürriyet hissi gibi kaldırmak mümkün değildir.

Bediüzzaman, kendisine sorulan bir soruya cevap verirken, Sosya­lizm ve komünizmin bazı yönlerine cevap verir. "Ehl-i dünya tarafından de­niliyor ki: "Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip 'Bana zulmediyorsunuz' diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düstur- larımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zalim olmaz. Kabul etmeyen isyan eder. Ezcümle, bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine ta­hakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu bizim bir kanun-u esasimiz hük­müne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celb ederek, hükümetin nüfüzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı İçtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabirle, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görüne­bilir. Fakat bizim tabaka-i avâmın intibahıyla ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyade işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntı­dan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur."

Elcevap: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafik hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir.

Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın is­tibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanu­nuna zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için, az birşeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitaplan yazdı­rır ve birşeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini gördürür. İşte o sırr-ı azimdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevi­ni, binler nevileri sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, uygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamat- ta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeri- yenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mah- vedilmesiyle olabilir. Evet, şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdadı yaşayan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstehak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hürriyet?
Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen ademiyetten!

sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakikat?
Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten!

Ve yahut,

Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet?
Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten! (Lemalar s 175)

Bediüzzaman avamın, işçinin yoksulun hakkının korunmasının ya­nındadır. Marks, bu iddia ile yola çıkmış ilk defa orman işçilerinin hukuku için yazılar yazmıştır,onun zamanında Avrupa'da işçiler köpek muamelesi görüyordu, o işçilerin haklarını savundu, mezarında işçilerin babası levhası olması onun bu ezilen tabakayı savunması yüzündendir. Ama Marks'ın haklar konusundaki fikirleri yanında siyasi ve ekonomik, felsefi görüşleri de
var, onlar farklı bir alan. Felsefi görüşleri nihilizm ve natüralizmdir. Bediüzzaman kendisinin avam yanlısı olduğunu söylerken o noktada bir yakınlık ima eder ama batı dünyası işçinin hakkını savunayım derken, işçilerin içinde onların hakkını savunur görünen yeni bir patronlar sınıfı oluşmuş bu sefer işçi hem kapitalist patron, hem de işçilerin haklarını savunduğunu söyleyen onlardan asalak geçinen iki gücün arasında kalmıştır.

Bediüzzaman bunlara katılamaz. Onun natüralizmini de sürekli eleş­tirir, en büyük kalası olan tabiat ve atom konusundaki fikirlerini alt üst eder.

Prof.Dr.Himmet Uç - Risale-i Nur Ekseninde Kuran Estetiği

 
Devamını Oku »

Şimdi Rüzgar, Taş, Çiçek, Kuş ve Bulutlara Bak

Şimdi rüzgar, taş, çiçek, kuş ve bulutlara bak
Bismillahirrahmanirrahim

Yirminci Pencere

(HAŞİYE)


فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ 1


وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ - وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَاۤ اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ 2


Nasıl cüz’iyat ve neticelerde ve teferruatta kemâl-i hikmet ve cemâl-i san’at görünüyor. Öyle de, tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlûkatın zâhiren karışık vaziyetleri dahi bir hikmet ve san’atla vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san’atlarını onunla irâe ediyor.


Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır.


Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp eden, âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.


Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin envâına bak: Bunların tezyinatları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunu, onlara müteallik hakîmâne faideleri ve mesâlih-i hayatiye ve levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.


Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün’im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.


Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.


Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâli bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü, gayet mânidar ve hikmettardır ki, bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” mânâsını ifade ederler.


Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne ait mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz. İşte, ziyadan tut, tâ kamere kadar, saydığımız küllî unsurlar gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta bir pencere açar, bir Vâcibü’l-Vücudun vahdetini ve kemâl-i kudretini ve azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler. İşte, ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allah’ı unut. Yoksa aklını başına al,

3 سُبْحَانَ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ de.


HAŞİYE : Şu Yirminci Pencerenin hakikati, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:تَلَئْـُلأُ الضِّيَاۤءِ مِنْ تَنْوِيرِكَ تَشْهِيرِكَ - تَمَوُّجُ اْلاِعْصَارِ مِنْ تَصْرِيفِكَ تَوْظِيفِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ اَعْظَمَ سُلْطَانَكَ - تَفَجُّرُ اْلأَنْهَارِ مِنْ تَدْخِيرِكَ تَسْخِيرِكَ - تَزَيُّنُ اْلأَحْجَارِ مِنْ تَدْبِيرِكَ تَصْوِيرِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ أَبْدَعَ حِكْمَتَكَ - تَبَسُّمُ اْلأَزْهَارِ مِنْ تَزْيِينِكَ تَحْسِينِكَ - تَبَرُّجُ اْلأَثْمَارِ مِنْ اِنْعَامِكَ اِكْرَامِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ اَحْسَنَ صَنْعَتَكَ - تَسَجُّعُ اْلأَطْيَارِ مِنْ اِنْطَاقِكَ اِرْفَاقِكَ - تَهَزُّجُ اْلأَمْطَارِ مِنْ اِنْزَالِكَ اِفْضَالِكَ - سَبْحَانَكَ مَاۤ اَوْسَعَ رَحْمَتَكَ - تَحَرُّكُ اْلأَقْمَارِ مِنْ تَقْدِيرِكَ تَدْبِيرِكَ تَدْوِيرِكَ تَنْوِيرِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ أَنْوَرَ بُرْهَانَكَ وأَبْهَرَ سُلْطَانَكَ[Işığın parıldaması Senin nurlandırman ve teşhir etmendendir. Fırtınanın dalgalanması Senin yönlendirmen ve görevlendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne büyüktür saltanatın! Nehirlerin fışkırması Senin depolayıp emre boyun eğdirmendendir. Taşların süsleri Senin tedbirin ve şekillendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne eşsizdir Senin hikmetin! Çiçeklerin tebessümü Senin süsleyip güzelleştirmendendir. Meyvelerin süslenmesi Senin in’âmın ve ikramındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne güzeldir Senin san’atın! Kuşların cıvıldaşması Senin konuşturman ve yakınlaştırmandandır. Damlaların şıpıltısı Senin indirmen ve fazlındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne geniştir Senin rahmetin! Ayların seyretmesi Senin takdirin ve tedbirinle, Senin döndürmen ve aydınlatmandandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne aydınlatıcıdır delilin, ne engindir saltanatın!]


1 : “Herşeyin melekûtu elinde olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir.” Yâsin Sûresi, 36:83.

2 : “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belirli bir miktarla indiririz. Rüzgârları da Biz aşılayıcı olarak gönderdik, sonra gökten bir su indirip onunla sizi suladık. Yoksa o suyu hazinesinde saklayan siz değilsiniz.” Hicr Sûresi, 15:21-22.

3 : Yedi gök ve yer ve onların içinde bulunanlar tarafından Kendisi tesbih edilen Zât, her türlü kusurdan münezzehtir.


Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-33. Söz)
Devamını Oku »

Cifir ilmi ve haddini bilmek üzerine

Bir gazetenin “Açık Görüş” ekinde Şaban Bıyıklı ismindeki birisi haddini aşarak cifir ilmi üzerinden BediüzzamanSaid Nursi’ye ilişmiş. Bu kişilere sarf ettikleri kaba sözlerin karşılığı olarak şimdi benim yaptığım gibi ilmi açıklama yapmak ne derece doğrudur bilemiyorum. Zira anlayacağı dilden konuşmak yani düşmüş olduğu çukurda kullanılan lisan ile cevap vermek gerekir. Ne var ki bazı nedenlerle bunu içime atıp elimden geldiği kadar nezaket kurallarına göre cevap vereceğim.

Bıyıklı, cifir ilmi ile ilgili olarak “sözde bilim” yakıştırması yapmış ve bu ilmin dinden çıkmış birisi tarafından uydurulduğunu ifade etmiş. Yazısında Bediüzzaman’ı eleştirmek yerine bu ilmi kullandığı için topluma ve inanan insanlara zarar verdiğini ifade ediyor. Daha öncede bu zat gibi bazı ulema-i zahir, cifir ilmini ve ebced hesabını inkar ederek bu ilme en ince noktalarına kadar nüfuz edebilen Bediüzzaman’a ilişmek istemiştir. Bu konunun bir hayli uzun olabilecek ve ancak konunun uzmanlara mahsus yazı yazılması ve izah edilmesi ilmi açıdan gerekiyor. Lakin okuyucuları sıkmamak için elimden geldiğince kısa olarak ifade etmeye çalışacağım.

Her şeyden önce kutsal kitabımız olan Kur'an'da 29 sûrenin başında bulunan 14 hece harfini ihtiva eden ve mükerrerlerle beraber sayıları 78'e ulaşan münferid harflerin bulunduğu sûre ve âyetlerin varlığı, bu ilme delalet eder. Bu ayetler, birer şifre olup ancak ilimde rasih olanların anlayabileceği hazinelerle ve hikmetlerle doludur.

Bu ayetlerin meşhur adı "Huruf-i mukatta'a"dır. Bu sistemde yer alan hece harflerine "el-hurûfu'l mukatta'a" veya "münferid harfler" denilir. Cifir ilmini inkâr edenler öncelikle bu ayetlerin varlığından habersiz oldukları için büyük bir cehalet içerisindedirler. Rabbimden bu insanlara ilim, akıl ve izan nasip etmesini niyaz ediyorum.

tekamul,-gelismek,-zirveye-tirmanmak.jpg

Said Nursî bu konuda şöyle der: "Ehl-i hakikatin çok ileri giden bir kısmı, Kur'ân'ın kelimâtında pek çok münâsebâtı ve sâir âyetlere, cümlelere bakan vücûhları, alâkaları göstermişler. Hususan ulemâ-i ilm-i hurûf daha ileri gidip, bir harf-i Kur'ân'da bir sayfa kadar esrârı, ehline beyân ederek ispat etmişler.

Konuyu daha iyi anlayabilmek için 1. Şua’da geçen “İzahtan evvel mühim bir ihtarı” ve lüzumlu dört-beş noktayı beyan edelim:

“Birinci Nokta: Hadîste varid olduğu gibi, "Herbir âyetin mana mertebelerinde bir zâhiri, bir bâtını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan herbirisinin (hadîsce "şucûn ve gusûn" tabir edilen) füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır. " mealindeki hükmüyle, Kur'an hakkında nâzil olan bu âyet-i kudsiye, fer'î bir tabakadan ve bir mana-yı işarîsiyle de Kur'an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakîse değil. Belki o lisan-ül gaybdaki i'caz-ı manevîsinin muktezasıdır.

İkinci Nokta: Bir tabakanın mana-yı işarîsinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet ben,Risalet-ün Nur'un has şakirdlerini işhad ederek derim:

Risalet-ün Nur sair te'lifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitablardan alınmamış. Kur'andan başka me'hazı yok, Kur'andan başka üstadı yok, Kur'andan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'anın feyzinden mülhemdir ve sema-iKur'anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.

Üçüncü Nokta: Resâil-in Nur baştan başa ism-i Hakîm ve Rahîm'in mazharı olduğundan bu üç âyetin âhirleri ism-i Hakîm ile ve gelecek yirmibeşinci dahi Rahman ve Rahîm ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki: “tenzülil kitab” cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek şu asırda bir şakirdini ve bir lem'asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.

Dördüncü Nokta: İşte bu risalede mezkûr otuzüç âyet-i meşhurenin bil'ittifak tekellüfsüz, manaca ve cifirce Risâle-in Nur'un başına parmak basmaları ve başta Âyet-in Nur on parmakla ona işaret etmesi; eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hattâ hususî tarihlerde ve mezar taşlarında ediblerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmî iledir. Eğer o kanuna tasannu' karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'î ve kasdî yapılsa, yalnız bir letafet, bir zarafet, bir cezalet olur.

Evet edibler hususî ve şahsî tarihlerde onun taklidini yapmakla kelâmlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedî ile işaret ise; her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfî halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayanKur'anın bu kadar âyât-ı meşhuresi icma' ile ve ittifakla Risâle-in Nur'a işaret ve tevafukları sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirdlerine bir beşarettir.

Beşinci Nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini nümune için beyan edeceğiz:
Birincisi: Bir zaman Benî-İsrail âlimlerinden bir kısmı huzur-u Peygamberî'de sûrelerin başlarındaki “Elif, lami mim, kef ha ya ayn, sad” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: "Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti azdır. " Onlara mukabil dedi: "Az değil. " Sair sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var. " Onlar sustular.

İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahü Anh'ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Cafer-i Sadık Radıyallahü Anh ve Muhyiddin-i Arabî (RA) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zâtlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip, eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için, iradî ve sun'î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun'î ve kasdî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en latif düsturları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hattâ fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ; nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, a'sabları, kemikleri, hattâ hüceyratları, mesamatları hesabca birbirine tevafuk ederler. Öyle de; bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni'-i Hakîm-i Zülcemal'in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.

İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrası ve lisan-ül gayb olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, o kanun-u tevafukîyi işaratında istihdam, istimal etmesi i'cazının muktezasıdır.”

Bu ihtar ve cevaptan Kur’an’ın her kelimesinin hatta bir harfinin dahi ne kadar önemli olduğu kitap yazılacak kadar derin hakikatleri ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle “Cifir” ilmini inkar etmek doğrudan doğruya Kur’an hazinelerinin ortaya çıkmasını engellemekten başka bir şey değildir.

Bu ilim, Bıyıklı’nın ifade ettiği üzere uydurulmuş ve İslamiyetten sonra ortaya çıkmış değildir. Yahudi âlimleri Tevrat’tan gelen malumatlarıyla huruf-u mukatta ile tarih verilebildiğini bildikleri anlaşılıyor. Harflerden tarih anlaşılması ise ebced hesabına dayanmaktadır. Bu hesaba göre her harfin bir rakam değeri vardır ve Kur'an bir yandan harflerle manaları anlatırken, bir yandan da bazı tarihlere işaretler etmektedir. Mesela, elif lam mim “71” ettiği için Yahudiler, ümmetinin ömrü az demişler.

Bu hususla ilgili olarak cifir ilminin hakikatının teyid eden tarihte o kadar çok örnek vardır ki: Mesela,Kur'an'da güzel belde manasına gelen "beldetün tayyibetün" ibaresinin İstanbul'un fetih tarihini gösterdiğini Osmanlı alimleri keşfetmişlerdir.

Bu ebced hesabı ve daha geniş ifadesi ile cifir ilmi, gizli, ince fakat makbul bir ilimdir. Peygamberimiz (asm)'ın yahudilere aynı tarz ile cevap vermesi bu hakikati gösterdiği gibi, Kur'an'dan yapılan bir çok tarih tesbitleri de bunu isbat eder. Mesela Yavuz döneminin büyük âlimi İbn-i Kemal Hazretleri Mısır'ın fetih tarihini bir ayetten çıkarmıştır.

ÜstadBediüzzaman da ilm-i cifirle pek çok tarihleri Kur'an'dan çıkarmıştır. Mesela Kevser suresinden İstanbul'un fetih tarihini çıkarmasının yanında yine aynı suresinden Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılış tarihini dahi bulmuştur. Hatta Osmanlılar'ın Avrupa'ya ilk ayak bastığı tarihi dahi çıkarmıştır.

Ayrıca İslam dünyasında Hz. Ali, Cafer-i Sadık, Muhyiddin-i Arabî ve Nercmeddin-i Kübrâ gibi en büyük âlimlerin ilm-i cifirle meşgul olup üstadlık yapmaları da onun makbuliyetine çok kuvvetli bir delildir.

Bediüzzaman "Elbette nev-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir. " Hem o Kur’ân-ı Mu'cizü’l-Beyan, cezâlet ve belâgat-ı Kur’âniyeyi mükerreren ileri sürdüğünden remzen anlattırıyor ki: "Ulûm ve fünûnun en parlağı olan belâgat ve cezâlet, bütün envâıyla âhirzamanda en merğub bir suret alacaktır. Hattâ insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve hükümlerini birbirine icra ettirmek için, en keskin silâhını cezâlet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini belâgat-ı edâdan alacaktır. ” Diyerek Kuran’ın bu mucizevi yönünü ele almakta ve insanlığın son döneminde en keskin silahının belagat ve cezalet olduğunu ifade etmektedir.

Belagat, son zamanlarda İngilizceden alınarak söylendiği hali ile “retorik” en kısa ifadesi ile muktezai hale mutabık söz söyleme sanatı olarak ifade edilmektedir. Bunu basitleştirerek “mevcut hale en uygun söz söylemek” şeklinde söyleyebiliriz. İşte herşeyin Kitab-ı Mübînde mevcud olduğunu tasrih eden "ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbin mubînin" Âyet-i Kerîmesinin hükmüne göre; Kur'an-ı Kerim, zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş ve gelecek her şeyi ifade ediyor.

Yine başka bir Ayette "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılıp (mürekkep) olsaydı, yine de Allah’ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, halimdir. "(Lokmân, 31/27). Bediüzzaman bu ayeti şöyle tefsir ediyor: "De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve etsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce o denizler tükenir. "

Ayetin manası şöyle anlaşılabilir: Denizleri ne kadar geniş ve büyük görürsen gör, bil ki bunlar sınırlıdır. Ama Allah’ın ilmi sonsuzdur. Sınırlı olan şey, kesinlikle sınırsız olana yetmez.

Bediüzzaman bu ilmi kullanırken şu hususu da atlamamış ve demiştir ki “Ve o risalede, biz demiyoruz ki, "ayetin mana-yı sarîhi budur; " ta hocalar "Fihi nazarun (bir bakalım)" desin. Hem dememişiz ki, "Mânâ-yı işârînin külliyeti budur. " Belki diyoruz ki, mana-yı sarîhinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mana-yı işârî ve remzîdir. Ve o mana-yı işârî de, bir küllîdir; her asırda cüz’iyatları var. Risale-i Nurdahi bu asırda o mana-yı işârî tabakasının külliyetinden bir ferttir. Ve o ferdin kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde câri bir düstur-u cifrî ve riyaziyle karineler, belki hüccetler gösterilmişken, Kur’an’ın ayetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’câz ve belağatine hizmet ediyor. Bu nevi işârât-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın, nihayetsiz işârât-ı Kur’aniyeden had ve hesaba gelmeyen istihracatlarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.

Bu cifir meselesini teferruatlı ve akademik bir anlayışla yazayım dedim fakat tam 69 word sayfası büyüklüğünde neredeyse bir kitap yazmak icap edecekti. İbni Sina’nın “sözün güzelliği kısalığındadır” demesine binaen kısa kesip arif olan onu anlar diyerek Bıyıklı gibi sathi nazarlara cevap vermek değil bu ilmi anlamak isteyenlere yardımcı olmayı murad ettim. Rabbim bu ilimden istifade etmeyi cümle İslam’a nasip etsin, vesselam…


Vehbi Kara


Devamını Oku »

İman Şuurunun Hükmetmediği Cemiyette Anarşi ve Vahşet Doğar


İman Şuurunun Hükmetmediği Cemiyette Anarşi ve Vahşet Doğar






.. Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.


Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.
Çocuklara der: "Cennet var, haylazlığı bırak." Kur'an dersiyle temkin verir. Gençlere der: "Cehennem var, sarhoşluğu bırak." Aklı başlarına getirir. Zalime der: "Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin." Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: "Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış." Ağlamasını gülmeye çevirir. Bunlara kıyasen cüz'î ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev'-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın! İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairleri kıyas edilse kat'î anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır. (Şualar - Onbirinci Şua - Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsası)



.. Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalalettedir. Bunun izahı ise; bir şahıs, kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birdenbire düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belalar hücum etmeye başlarlar. Bir meded, bir yardım için müsterhimane tabiata ve anasıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdad etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hacetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder; bakar ki: Vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba hiçbir cihetten hiçbir teselli çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meadi, Sâni' ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?


Evet o bîçare havf ve heybetten, acz ve ra'şetten, vahşet ve gönül darlığından, yetimlikle me'yusiyetten mürekkeb bir vaziyet içinde olup kudretine bakar, kudreti âciz ve nâkıs.. hacetlerine bakar, def'edilecek bir durumda değildir. Çağırıp yardım istese, yardımına gelen yok. Herşeyi düşman, herşeyi garib görür. Dünyaya geldiğine bin defa nedamet eder, lanet okur. Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir halete inkılab eder. Şöyle ki:


O şahıs, hücum eden belaları, musibetleri gördüğü zaman, Cenab-ı Hakk'a istinad eder, müsterih olur. Yine o şahıs, ebede kadar uzanıp giden emellerini, istidadlarını düşündüğü zaman, saadet-i ebediyeyi tasavvur eder. O saadet-i ebediyenin mâ-ül hayatından bir yudum içer, kalbindeki emellerini teskin eder. Yine o şahıs, başını kaldırıp semaya ve etrafa bakar; herşeyle ünsiyet peyda eder. Yine o şahıs, semadaki ecrama bakar; hareketlerinden dehşet değil, ünsiyet ve emniyet peyda eder.. ve onların o hareketlerini, ibret ve hayretle tefekkür eder. Yine o şahıs, ecram-ı ulviye ile öyle bir kesb-i muarefe eder ki, hangi bir cirme bakarsa baksın, o cirmlerden: "Ey arkadaş! Bizden tevahhuş etme! Hareketlerimizden korkma! Hepimiz bir Hâlık'ın memurlarıyız" diye, me'nus ve emniyet verici sesleri kalben işitmeye başlar.


Hülâsa: O şahıs, evvelki vaziyetinde, vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için teselliler ile hissini ibtal ve sarhoşlukla o halleri unutmak ister. İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır. (İşarat-ül İ'caz)


Devamını Oku »

Irkçılık, Unsurculuk Millî Beraberliği Bozar

Irkçılık, Unsurculuk Millî Beraberliği Bozar



"Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet asrı olabilirdi. Şu asır unsuriyet asrı değil! Bolşevizm, sosyalizm mes'eleleri istila ediyor; unsuriyet fikrini kırıyor, unsuriyet asrı geçiyor. Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milliyetini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez. Evet muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat pek muvakkat ve akibeti hatarlıdır.

Hem Türk unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık, bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa; bir batman kuvvet, o iki kuvvet ile oynayabilir; yukarı kaldırır, aşağı indirir." Mektubat - Yirmidokuzuncu Mektub - İşarat-ı Seb'a)

Yukarıda işaret edilen Türkçülük fikri ve haretleriyle sair milletlerin ırkçılık hissiyatını tahrik ederek kabil-i iltiyam olmayacak bir surette bir inşikak (bölünme)  olacağına ve sonu hatarlı olacağına dikkat çeken ve ikaz eden Bediüzzaman Hazretleri, birinci Büyük Millet Meclisinde neşrettiği beyannamesinde; inşikak-ı asâ, yani bölünme tehlikesinden de bahisle, aynı manayı te'yid eden şu ihtarı görüyoruz:


".. Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,
ﻭَ ﺍﻋْﺘَﺼِﻤُﻮﺍ ﺑِﺤَﺒْﻞِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺟَﻤِﻴﻌًﺎ
âyetine zıddır." (Tarihçe-i Hayat - İLK HAYATI - Ankara'ya gidişi)


Bediüzzaman Hazretleri siyasi partiler hakkında yazdığı bir ikaznamesinde, Türkçülük (veya Kürdçülük) esasına dayanan bir partinin iktidar olup o istikamette, yani Türkçülük hissiyle hareket etmesiyle sair ırktan olan vatandaşları tahrik edeceğini ve böylece bölünmelere ve mücadelelere sebebiyet vereceğini hatırlatarak şöyle der:

"Milletçilere gelince:
Eğer bu partide sırf İslâmiyet esas olsa, {(Haşiye): İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.} Demokrat Parti'ye yardım ettiği gibi, muhalif ve muarız olmayarak, iktidara gelmesine çalışmaz. Eğer bu partide ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman Hürriyetin başında olduğu gibi bu asil ve masum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek, o vakit hakikî Türkler'i ecnebiler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcud ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir ecnebiye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar." (Emirdağ Lâhikası II)

Demek, ırkçılık, unsurculuk millî beraberliği bozar. 

".. Sâniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir." (Emirdağ Lâhikası II)


Hatta Emevî Devleti'nin Arap milliyetine istinad etmesiyle sair milletlerin de hissiyatını tahrik ederek büyük zararlar meydana geldiğini beyan eden Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:

"Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler:

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez.
ﺍَ ْﻻ‌ِﺳْﻼ‌َﻣِﻴَّﺔُ ﺟَﺒَّﺖِ ﺍﻟْﻌَﺼَﺒِﻴَّﺔَ ﺍﻟْﺠَﺎﻫِﻠِﻴَّﺔَ ﻻ‌َ ﻓَﺮْﻕَ ﺑَﻴْﻦَ ﻋَﺒْﺪٍ ﺣَﺒَﺸِﻰٍّ ﻭَﺳَﻴِّﺪٍ ﻗُﺮَﻳْﺸِﻰٍّ ﺍِﺫَﺍ ﺍَﺳْﻠَﻤَﺎ
ferman-ı kat'îsiyle: Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider." (Mektubat - Onbeşinci Mektub)

Demek, muhtelif unsurlardan müteşekkil bir millet içinde bilhassa siyasî iktidat ırkçı davransa, diğerlerinde de ırkçılık tarafgirliğini uyandırır.


"Üçüncü sualiniz:
"O mübarek zâtların başına gelen o feci gaddarane muâmelenin hikmeti nedir?" diyorsunuz.

Elcevab: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin'in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: "Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir."

İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: "Milletin selâmeti için herşey feda edilir."

Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an'anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebeb de: Hazret-i Hüseyin'in taraftarlarında bulunuyordu ki; Emevîlerin Arab milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradına "memalik" tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin'in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir." (Mektubat - Onbeşinci Mektub)

Demek siyasî iktidarlar, ırkçı hareketlerden çekinip millî müşterekiyete dayanan bir yolu tutmalıdırlar. Bunun için İslam milletlerinin en kudsî müşterekiyetleri, İslâmiyet milliyetidir.

Devamını Oku »