Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?



Miracı Olmayanın Mevlidi Ne Mana İfade eder?
Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir.

Hz. Peygamber’e dair konuşmak, onun hayatını veya özelliklerini yazmak ‘ilahiyatçı’ olarak mesleğin en hoş yönlerindendir: insanlığın ideal örneği ve onun vasıflarından söz etmek bir imtiyaz ve lütuftur bütün ilahiyatçılara. Böyle bir konuşma hem kolay ve hem zor: kolaydır, çünkü bildiğiniz bütün hakikatleri ve insanı özellikleri anlatsanız hepsi Hz. Peygamber’e münasip düşer. Hz. Peygamber bu itibarla herkes tarafından ‘maruf’ ve herkese aşina olan kişidir. Müslümanların çocuklarına yaygın olarak Hz. Peygamber’in isimlerini vermiş olmalarının sebebi peygambere dair bu aşinalık ve marifettir.  Hz. Peygamber’deki vasıflara delalet eden isimler herkesin bildiği ve ahlak ilkesi olarak kabul ettiği vasıflardır; bu itibarla Hz. Peygamber ideal insanı temsil eder. İşin kolay tarafı bu. Hz. Peygamber hakkında söz söylemek zordur, çünkü her Müslümanın kendince aşina olduğu bir meseleyi anlatırken yeni ne söyleyebilirsiniz? Kolay ile güçlük arasında bir yol bulup Peygamber’in mevlidi hakkındaki düşüncelerimi paylaşmak istedim.

Benim için şu soru anlamlı bir sorudur ve bu soruyu herkesin sorma hakkına inanırım: Müslümanlar Hz. Peygamber’in doğumunu niçin kutluyor? Üstelik Müslümanların bir kısmı –ki niceliksel olarak değilse bile etkileri bakımından önemli bir kısmı- tepki gösterse ve din içerisinde sonradan çıkartılmış bir ‘bidat’ saysalar bile, geçmişten günümüze değin Hz. Peygamber’in doğumunu özel bir münasebetle kutlamaktan geri durmamışlardır. İslam dünyasının bilhassa Hicaz kısmının dışındaki bölgeler olmak üzere İran’da, Hint-Pakistan bölgesinde, Afrika’da ve Anadolu’da Hz. Peygamber’in doğumu vesilesiyle Kuran-ı Kerim’in tilavet edildiği, salavat-ı şerifelerin okunduğu, şiirlerin ve kasidelerin genellikle bestelenmiş olarak okunduğu geceler tertip edilir. Hiç biri 14. Asrın büyük mutasavvıf ve şairlerinden Süleyman Çelebi tarafından yazılmış Mevlid-i Şerif’i kadar tanınmamış olsa bile farklı dillerde ve lehçelerde yazılmış mevlitler İslam dünyasında geniş bir literatür teşkil eder. İslam düşünce geleneklerinde Hz. Peygamber’in yeri ve konumu üzerindeki tartışmaları dikkate aldığımızda Müslümanların bir kısmı için bu kutlamalar bir önem ifade etmeyebilir. Hz. Peygamber’in doğumu, yaşadığı hayat ve ahlaki vasıfları üzerinde geniş bir literatürün ortaya çıktığı bir vakıadır. Zamanla Hz. Peygamber’in yanında başka bazı büyük insanlar için benzer toplantılar tertip edilse bile esas itibarıyla mevlit Hz. Peygamber ile özdeşleşmiştir. Bu nedenle bütün öteki merasimlerin anlamlı olabilmesi için Hz. Peygamber’in mevlidinin niçin kutlandığı ve dikkatin niçin Hz. Peygamber’e teksif edildiği hakkında bir kanaatimiz olmalıdır ki ötekilerden söz ettiğimizde tutarsızlığa düşmeyelim.

Sufiler arasında bir deyim yaygındır: “Allah’a giden yollar nefesler (enfas) sayısıncadır.” Deyimdeki kelime (enfas) bazen nefis (kişi) diye okunur ve her insanın Allah’a giden ‘hususi yolu’ vardır diye tefsir edilir. Bazen deyimdeki kelime ‘nefesler’ anlamında alınarak -her nefes Allah’a giden bir imkân kabul edilerek- Allah’ın kula yakınlığını anlatmak için yorumlanır. Bu yorumda insan her nefeste Allah’a gidebilecek bir imkâna sahiptir. Başka bir anlatımla hayat sonsuz nefeslerden oluşurken her nefesin varlık sebebi Allah’ı anmak ve O’na dönmektir. Sözü aktaranlardan birisi Kübreviye’nin piri Necmeddin Kübra’dır. Onun aktarımıyla  ‘Allah’a giden yollar nefisler sayısı kadardır.’ Süleyman Çelebi’nin ‘bir kez Allah derse aşk ile lisan, dökülür cümle günah mislü hazan’ mısraını hatırlarsak ikinci yorum da muhtemeldir. Öte yandan sufilerin insanın uzun bir ömür olarak tahayyül ettiği hayatı ‘üç gün’ veya ‘üç nefes’ saydıklarını hesaba katarsak, deyimin yorumlanması gereken istikamet ortaya çıkar: ömür denilen şey, ‘alınmış, alınan ve alınmamış’ üç nefesten ibarettir. O kadar!

Öte yandan ‘Allah’a giden yol’ tabiri üzerinde durmak gerekir. ‘Allah’a gitmek’ tabiri bir vehim olabilir mi? Allah gidilen- gelinen bir mekân veya gaye midir ki? Her yerde ‘hazır ve her şeye nazır’ olan Allah’a gitmekten söz etmek bir çelişki değil midir? Naslarda Allah’a gitmek, Allah’a çağırmak gibi ifadeler yer alsa bile İbnü’l-Arabi’nin ısrarla dikkatimizi çektiği üzere, bu ifadeleri algımızı ters yüz edecek şekilde yorumlamak lazımdır. Bu itibarla ‘Allah’a davet’in ilk tesiri algının ters yüz edilmesiyle ortaya çıkar. Bu itibarla tashih edilmesi gereken ilk şey algının ta kendisidir. ‘Allah’a gitmek’ veya ‘Allah’a davet’ çağrısı herhangi birine veya bir mekâna gitmek şeklinde yorumlanmaktan’ tenzih’ edilmelidir ki maksada varmak mümkün olabilsin. Allah’a gitmek ile kastedilen şey, O’nun her yerde ve her zamanda var olan mutlak hakikat olduğuna ‘iman’ ve bunun sürekli olarak akılda tutulması anlamındaki ‘huzur’, her nefesi bu bilinçle almak-vermek demek olan İslam’dır.   İşte Süleyman Çelebi’nin “Bir kez Allah derse lisan, dökülür cümle günah mislü hazân” mısraı bu ilkenin bir yorumu olarak okunabilir.

Deyimdeki ‘enfâs’  kelimesinin ‘nefs’ kelimesinin çoğulu olabileceğini söylemiştik. Bu kez deyim herkesin Allah’a giden hususi bir yolu vardır demekti.  ‘Her insanın Allah’a giden bir yolu vardır’ cümlesi üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu anlamıyla deyim - Allah’a giden yol olarak İslam’ı kabul ettiğimizde- yanlış anlamaya müsait olabilir. Sufiler deyim üzerinde durduklarında şöyle bir neticeye varmışlardır: Allah’a giden yollar çoktur, fakat yollar içerisinde en güvenli, en doğrudan ve tehlikelerden uzak yol sırat-ı müstakim’dir. Sırat-ı müstakim Allah’a giden kestirme yol demektir. Bu yorumda insanın sırat-ı müstakim’i takip etmesi, insan için başarısızlıkla neticelenebilecek yollardan vaz geçerek Allah’ın bildirdiği yolu takip etmesi demektir.  O yol Peygamber tarafından getirilmiştir ve insan sırat-ı müstakime uymakla hususi yolundan vaz geçmiş olur.

Peygamber’in bize getirdiği yol Allah’a giden sonsuz sayıdaki yol arasından en doğru ve en güvenli yoldur. Her insan için Allah’a varabilecek en doğrudan yol, sırat-ı müstakim, yani Hz. Peygamber’in yolu olan Muhammedilik olmalıdır. Artık ‘her yol Allah’a varır’ yerine ‘sırat-ı müstakim insanı Allah’a ulaştırır’ demek gerekir; bu durumda Allah’a giden yol nefisler sayışıncadır’ cümlesini sırat-ı müstakim kapsamında yeniden yorumlamak gerekir. İslamiyet içerisindeki bütün tarikatların üst başlığının Muhammedilik olması bunu anlatır.  Varlık sebebimiz ve maksadımız Allah’ı tanımak ise maksada götürecek yol sadece Muhammedilik olabilir. Binaenaleyh Allah’a Hz. Peygamber üzerinden gidilir. Artık her insan İslam’ı kabul etmekle vaz geçtiği Allah’a giden hususi yolunu sırat-ı müstakim içerisindeki ‘özel’ yolda bulacaktır. Bunu Konevi’nin isimlendirmesiyle ‘vech-i has’, yani Allah’a bakan özel yönümüz ve yüzümüz olarak isimlendirebiliriz. İslam bireysel farklılıkları bu şekilde muhafaza eder: büyük yol içerisindeki özel ve dar yollar. Başka bir ifadeyle Hz. Peygamber’in hakikatinin içerdiği özel hakikatler.

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?

İslam’ın bazı özellikleri vardır ki bunlar özellikle metafizikçi düşünürler tarafından ayrıntılı bir şekilde işlenmiş, İslam’ın zaman üstü ve kişilere münhasır olmayan yönü ortaya konulmuştur.  Bunlardan birisi bir kişiden söz ederken bütün insanları ilgilendiren imkândan söz edebilmemizdir. Bu özellik esas itibarıyla Kur’ân’ın icazından kaynaklanır. Kur’ân-ı Kerîm genellikle kişilerden ve somut hadiselerden söz etmez, daha çok belirsiz bir şekilde imandan, inkârdan, nifaktan vs. söz eder. Bu durum her insanı tekini hadiseye iştirak ettirme maksadı taşır. Kur’ân-ı Kerîm Firavun, Nemrut gibi olumsuz karakterlerden veya Hz. Musa, Hz. İsa vb. gibi olumlu misallerden söz ederken Müslüman düşünürler özel isimlerden genel durumlar çıkartarak ‘firavunluk’, ‘nemrutluk’, musalık’ gibi isim mastarlar türetir. Bu sayede tarihte yaşamış Mısırlı Firavun sadece bir örneğe döner; esas olan ise bir ahlak ve insani durum olarak Firavunluktur. Yukarıda zikrettiğimiz deyimi hatırlarsak, şöyle bir hüküm vermek mümkündür: Allah karşısında işlenmiş kibir ve kendini beğenme suçu olarak ‘nefisler/nefesler sayısınca Firavunluk vardır.’ Benzer yorumu öteki isimler ve ahlak için düşünebiliriz. Acaba Hz. Peygamber’in mevlidini bu çerçevede ele almak mümkün müdür?

Öyle görünüyor ki, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmalarda ‘kırılma noktası’ tam burasıdır: Acaba biz tarihsel bir hadise ve bir kişiyi ilgilendiren –ki isterse Hz. Peygamber olsun- bir hadiseden mi söz etmekteyiz, yoksa her insan ferdini ilgilendiren bir hadiseden mi söz etmekteyiz?  İslam’ın genel bakış açısını ve bu bakış açısıyla ortaya çıkan metafizik düşünceyi hesaba katarsak, bir kişinin mevlidini konuşmak anlamlı değildir. Hele ‘dini’ bir gayeyle tabii bir hadiseyi kutlamak makul bir iş olmasa gerekir. Bir şeyin ‘dini’ değerinin olabilmesi için naslarda karşılığının olması gerekir. Aksi halde tabii bir hadiseyi kutlamak niçin Hakka ‘kurbiyet’ vesilesi olsun ki?  Metafizikçi düşünürler bu paradoksu çözebilecek bir bakış açısı ortaya koymasalardı özel bir doğum ile her insanın doğumu arasındaki irtibatı anlayamaz, Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki faaliyet anlamsız kalabilirdi. Öyleyse buradaki ana soru şudur: Bir tabii hadise olarak ‘mevlid’ veya ‘viladet (doğum)’ nedir ve Müslümanlıkta neye karşılık gelir? Sorunun cevabını bulduğumuzda artık mevlid üzerindeki konuşmalar bir bağlama yerleşir, mevlid kutlamaları bir kişiyi övmek veya anmaktan öteye geçerek hakiki manasını bulur.  Başka bir ifadeyle mevlidin ne olduğu hakkında bir fikrimiz yoksa Hz. Peygamber’in mevlidi üzerindeki konuşmanın da bir anlamı olmayacaktır.

İdeal insan Olarak Hz. Peygamber:

Bir insan Bütün İnsanlık Demektir!



Dedik ki Müslüman metafizikçiler Hz. Peygamber ile her bir insan bireyi arasındaki irtibatı gösterdiler. Bu sayede Hz. Peygamber hakkında konuşmak yabancı ve uzak birisinden konuşmak değil, her bir ferde yakın birisinden söz etmek anla­mına geldi. Bunu izah edebileceğimiz en iyi misallerden birisi onun mevlidi üzerinde konuşmaktır. Onun mevlidi üzerinde konuşmak, biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi, her insanın kendi doğum hadisesinden konuşmayı içerecek şekilde doğum-oluş hadisesi üzerinde konuşmak demektir. Biz Hz. Peygamber'in doğumunu kutlarken zımnen kendi doğumumu­zu kutlamış oluruz ve 'mevlit' üzerinde tefekkür etmiş oluruz. Tabii bir hadiseyi kurbiyete vesile olan ibadete dönüştürebilecek olan bu muhasebe ve tefekkürdür. Mevlidi daha iyi anlayabil­mek için mevlit ile yakın irtibatı olan başka bir misal olarak miracı düşünmek gerekir. İslam, Hz. Peygamber'in miracından

Söz ederken maksat Peygamber'i bir insan olarak yüceltmek değildir. Her insanın müşterek olabileceği bir imkândan söz edilir miraçtan söz edilirken! Hz. Peygamberin miracının çok hususi bir miraç olmuş olması durumu değiştirmez; miracın anlamı Hakkin huzuruna yükselmek ise -ki öyledir- her insa­nın ibadetlerindeki maksadı bu yükseliş olmalıdır. Bir hadis-i şerifte "Namaz müminin miracıdır" denilir. Müslümanlar Hz. Peygamber'in miracından söz ederken de kendilerine aşina bir işten söz ettiklerini bilirler, çünkü miraçta da maksat bir kişinin övülmesi değil, her Müslüman ferdin günde beş vakit iştirak ettiği bir hadisenin hakiki veçhesinin anlaşılmasından ibarettir.

Hz. Peygamber'in miracını konuşmak her kişi için kendi kişisel miraç imkânına ve sorumluluğuna inanmak demektir. Bu bahisteki konuşmalarla da kendi sorumluluğumuzu ve önümüz­deki imkânı yeniden hatırlarız, miraç etmek için yola düşmek isteriz. Sadece miraç ve mevlit için değil! Hz. Peygamber in ahlakından söz ederken de zaman ve mekân itibarıyla uzaktaki bir inşam övdüğümüzü hiç düşünmeyiz. Onun ahlakı bizim için bir imkân ve gerçek insan olma yolculuğunda kaçınılmaz bir görevdir. Öyle ki biz görevi yerine getirmediğimizde kimse bizim adımıza onu yerine getiremeyecektir. Burada günahlardaki gibi ibadet ve ahlak alanında ferdiyetin tam olarak yüceltildi­ğini ve dinin bir insanın özne olarak yerine getirebileceği bir sorumluluk olduğunu görürüz: sen dindar değilsen bu iş olma­mış demektir, velev ki bütün insanlar dindar olsun! Müslümanlar kendi görevlerim konuşmak için Peygamberden söz ederler.

Bu nedenle Hz. Peygamber'in merhametinden, cömertliğinden, güvenilirliğinden, doğruluğundan söz ederiz. Bu sayede Müslümanlar –ki bu noktada aralarındaki görüş ayrılıkları artabilir-  Hz. Peygamber’i yaşayan bir varlık, yaşayan bir ruh, bir mana olarak överler ve övmenin pratik bir neticesi vardır: her bir insan onun gibi olabilir. Hz. Peygamber bir aynadır ve aynaya bakarak konuşuruz, aynaya bakarak istikamet buluruz. Öyleyse Peygamber’i övmek bir rehberi ve O’nun üzerinden insanlık hakikatini övmek/hatırlamak demektir. İnsanlık değerlerinden, insanlık erdemlerinden söz ederiz. Bazen bir kişiye tepkimizi ifade etmek üzere onun 'insan olma­dığı' hükmünü veririz. Hâlbuki ortada sureti itibarıyla insan olan biri vardır ve biz ona 'sen insan değilsin' deriz. Çünkü aklımızdaki 'insan kimdir?' sorusunun cevabı biyolojik bir cevap değildir. Bize göre insan ahlaki bir varlıktır ve iyi ahlak sahibi oldukça insan, insan haline gelir. Bunu Platon'un teorisiyle izah edersek, bir insanlık ideası vardır ve o idea bizim 'ahlaki değer­ler' dediğimiz değerlerle özdeştir. Üstelik Platon'un teorisinde bu değerler, zaman ve mekân dışıdır ve herkes 'insan' olmak itibarıyla bu değerlere sahip olmada müşterektir.

Ancak o zaman şöyle bir sorun ortaya çıkar: Acaba herkes tam olarak insan ise o zaman niçin insanlık değerlerinden söz etmekteyiz? Cümleyi tersinden kurarsak: 'İnsanlık değerleri' bazen kendimizi veya başkalarını eleştirmemize yol açan ideal bir kavram olduğuna göre insanlık henüz kat etmemiz gereken uzun bir yoldur. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak için nefsin arzularıyla mücadele ve ahlaki değerler kazanmak yolunda 'emek' harcamamız gerekir. Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufun -ki tam anlamıyla insan olma serüvenidir- sulhu olmayan bir savaş olduğunu söylerken meselenin bu yönünü bize öğretti. Peki, bu durum herkes için böyle midir? Yani tam olarak 'insan' adım alabilecek ve gerçekte insan olmuş birisi var mıdır, yok mudur?

Sorunun cevabı önemli, önemli olduğu kadar çetindir. Bir ideanın tam olarak bir kişide temessül ettiğini söyleyebilmek büyük bir iddiadır. Öte yandan temessül etmediğini söyler­sek, bu durumda o ideayı nereden bildiğimiz sorusu cevapsız kalır. Sofistlerin bilgi üzerindeki eleştirilerini dikkate alırsak, 'olmayan bir şeyi nereden bildik?' sorusu boşlukta kalır. Çünkü hiçbir şekilde görmediğimiz veya varlığına şahit olmadığımız bir şeyi bilmek mümkün değildir. Belki bir cevap olarak insanlık ideasını, içerdiği değerlerle bileşik bir kavram haline getirebi­liriz ki bu da tutarsızdır. Her hâlükârda insanlık ideasından bahsediyorsak iki şeyden söz edebilmemiz lazımdır: Birincisi o idea varlıkta tahakkuk etmiş (olmuş/bilinmiş) bir şeydir ve en azından bir kişi kamilen ve tam olarak 'insan' haline gelmiştir. İkincisi insanlık ideasından söz ettiğimize göre, öteki insanlar için de tam bir 'insan' olmak mümkündür ve insanlık idealine gidecek yol açıktır. Aksi halde insanlık ideasından her kim söz ediyorsa -metafizik veya din- abes bir şeyden söz ediyor de­mektir. Hâlbuki hem metafizik gerçekleşmiş ve var olmuş bir şeyden söz eder, hem din gerçek ve tahakkuk etmiş bir şeyden söz eder: insanlık ideali en azından bir kişide temessül etmiştir ve her bir insan için kapı açıktır.

Müslümanlar insanlık hakikatinin, kendisinde tahakkuk ettiği kişinin -bilâ itiraz ve ihtilaf- Hz. Peygamber olduğunda hemfikirdir. Bunun anlamı şudur: Gerçek bir insan varsa -ki Allah'ın âlemi yaratma maksadı odur- o kişi Hz. Peygamber'dir. İnsanlık değer ve ahlak demek ise -ki günlük dildeki kullanımı­mız da dâhil olmak üzere bütün felsefi mirasımıza göre bu böyledir- insanlık değerlerinin ölçüsü ve 'aynası' Hz. Peygamber'dir. Binaenaleyh Hz. Peygamber insanlık için sadece Allah'a giden bir yol değil, aynı zamanda insana ve insanlığa giden bir yoldur! "İnsan olmanın anlamı ve ölçüsü nedir?" sorusunun cevabı artık Hz. Peygamber olur. İbnü'l-Arabi'nin Hz. Peygamber'in hikmetinden söz ederken eş anlamlı olarak 'fert' (bir ve tam olmuş insan) demesi ile insanlık hakikati demesi aynı kapıya çıkan iki nitelemedir.

Daha çok sûfîlerin aktardığı bir ifadede şöyle denilir: "Ken­dini bilen Rabbini bilir." Bu ifade hakkıyla Hz. Peygamber'de tahakkuk etmiştir ve evvelemirde onda kendini bir insan olarak tanımanın -ki burada tanımak ile olmak eşitlenir- anlamıyla Rabbi bulmanın anlamı kesişir. Öyleyse mevlidini kutladığımız Hz. Peygamber bizim için 'gerçek insan' olan yegâne kişidir ve âlemde Allah'ın maksadı olan halife odur. Bütün insanlı­ğın öyküsü onun öyküsüyle yeni bir anlam kazandı ve büyük resmin bir parçası haline gelerek ona eklemlendi. Bizim varlık sebebimiz ise onda tahakkuk eden insanlık ideasının bizde de tahakkuk etmesidir. Bunun için ona dair olan her şey bizimle ilgilidir ve bizi bizzat ilgilendirir. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Nefisler sayısınca 'mevlit' vardır, fakat onların sadece bir kısmı kutlanmaya layıktır. Şimdi bunun üzerinde duralım.





İnsana Doğru Yaratılışın Seyri: Özel Bir Yaratılış Tarzı Olarak Mevlid

Hz. Peygamber üzerine pek çok kitap yazılmıştır. Bunların arasında Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Muhammed Bîcan Efendi’nin Muhammediyye’sini zikredebiliriz. Bu eserleri incelerken en dikkati çekecek hadiselerden birisi şudur: Hz. Peygamber’in mevlidini ele alan bahislerin ardından veya öncesinde genellikle miraç bahsi ele alınır. Bu itibarla mevlit ile miraç arasında bir irtibat kurulur. Acaba mevlit niçin miraç ile ikmal olunur? Soruyu doğru cevapladığımızda Hz. Peygamber’e dair meseleleri daha iyi anlamış olmakla kalmayacağız, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, kendi mebde ve mead hikâyemiz hakkında kapsamlı bir cevap bulmuş olacağız.  Müslümanların Peygamber tasavvurundaki merkezi sorulardan birisi budur: mevlit ile miracın ilişkisi. Mevlid Hz. Peygamber’in doğumunu anlatırken öteki kısmı niçin miracından söz ediyor? Öyle görünüyor ki burada İslam marifetinin derin bir varlık tasavvuru ortaya çıkmaktadır. Bu ardışıklık bir varlık yorumuna dayanır ve mebde ve mead ekseninde kurulu varlık yorumu bir insan üzerinden ortaya konulmaktadır. Önce mevlitten söz edelim. Bu bahiste soracağımız ilk soru şudur: Evrenin yaratılışı içerisinde bir insan ferdinin doğumu ne anlam ifade eder? Veya soruyu şöyle de sorabiliriz: Evrenin yaratılmış olmasının herhangi bir insan ferdindeki karşılığı nedir? Bütün Müslümanlar Allah’ın âlemi yarattığını kabul eder ve yaratılışı açıklamak üzere arada bir takım görüş ayrılıkları olsa bile âlemin Allah gibi kadim olduğunu kabul eden herhangi bir Müslüman ekol yoktur.

Mesela İslam filozofları âlemin kadimliğinden söz etmiş olsalar bile, yine de Allah ile âlemin kıdem tarzını ayırt ederler. Her halükarda âlem Allah tarafından yaratılmıştır ve Allah hakkındaki en önemli delilimiz ve bilgimiz Yaratıcı olmasıdır. Allah’ın varlığı üzerindeki tartışmalarda delillendirme yaratılış (hudus) delili üzerinden yapılır, bazen ilk hareket ettirici, bazen âlemin ilkesi şeklinde bir tavsif ile Allah fikrini temellendirmek isteriz. İslam kelamcıları Allah’ın âlemi salt yokluktan yarattığını savunurken Allah’ın temel vasfı olarak yaratıcılık sıfatı üzerinde odaklanmışlardır. Onlar kudret ile yaratma arasında ilişki kurarken de yaratıcılık vasfının ilahi-mutlak kudreti açıklayan en önemli fiil ve nitelik olduğunu söylemişlerdir Kadir olmak evvelemirde yaratmak ve var etmek demektir.  Her halükarda yaratılmış olmak âlemi varlıkta ikincilliğe –ilk ve kadim ve ezeli Allah- indirirken Allah’ın Evvel ve Müteal olması O’nun yaratıcı olmasının gereğidir.

Öyleyse ‘Allah âlemi yarattı’ ve kadim olmayan bir âlemdeyiz ve onun bir parçasıyız. Bu bütün Müslümanların kabul ettiği bir ilkedir. Kur’ân-ı Kerîm’den nazil olan ilk ayet ‘Yaratan Rabbinin adıyla’ diye başlar. Hz. İbrahim’in Allah’a yönelmesini anlatan ayette ‘gökleri ve yeri yaratan Allah’a yüzümü döndürdüm’  denilir. Hz. Peygamber’e gelen ilk ayetten veya Hz. İbrahim’in zikredilen ifadesinden şunu anladık: Yaratıcı olmak Allah’a yönelmemizin en önemli sebebidir.  Bu noktada mesele şudur: Allah ‘yaratmak’ kelimesini kullanırken –ki en azından altı tane yaratma anlamıyla fiil zikredilir ve bunların farklı tarzları naslarda geçer- yeryüzünde biz türemeyi ve çoğalmayı anlatmak için başka kelimeler kullanırız. Mesela bir şey için ‘ortaya çıktı’ deriz, ‘sudur etti’ deriz, bir şey ‘doğdu’, ‘meyve verdi’, ‘neticelendi’ vs.

Bütün bu durumlarda bir şeyin başka bir şeyi meydana getirmesinden veya bir şeyin kendiliğinden husule gelmesinden söz etmiş oluruz. Aslında yaratılışı perdelediğimiz veya ihmal ettiğimiz dil tam da bu dildir: âlemde bir nedensellik kabul ederek nesneleri fiil sahibi kabul etmekle âlemdeki her bir şeyi yaratılış eyleminin dışında tutmak. Hâlbuki yaratılış teorisi hiçbir şeyin fiil ve güç sahibi olmadığını ve -âlemin bütünü gibi- içindeki nesnelerin ve hadiselerin de ilahi kudret tarafından halk edildiğini kabul etmeyi ilzam eder. Bilhassa Ehl-i sünnet kelamcıları ve daha sonra sufilerin savundukları temel görüş buydu. Bu anlamıyla yaratıcı olmak ile kelime-i tevhidin anlamı arasında zorunlu bir irtibat vardı. Allah’tan başka hakiki fail yoktur ve hiçbir şey müstakil bir varlığa ve güce sahip değildir. Âlem bir bütün olarak veya âlemdeki hiçbir şey ‘fail’ vasfını haiz olacak şekilde ‘sebep’ olarak görülemez.

Müslüman bilginlerin nedenselliğe yönelik eleştirileri bu yaratılış teorisini muhafaza etmek gayesinden kaynaklanmıştı.  Öyleyse günlük hayatta yaratılış fiilinden bağımsız ve kendi içinde müstakil bir fiil olarak kullandığımız bütün üreme ve çoğalma fiillerinin ‘halk teorisi’ istikametinde yeniden yorumlanması ve gerçek yerlerine yerleştirilmesi dini düşüncenin icbar ettiği zorunlu bir durumdur. Hiç kuşkusuz dilin ortaya çıkardığı sorunlar düşüncenin hakikatle yüzleşmesi önündeki en büyük engeledir ve dil terbiye edilmeksizin düşünce sahih olamayacaktır (bu meyanda dini olamayacaktır). Artık bir şeyin husule gelmesinden değil, sebebini bildiğimiz veya bilemediğimiz şekilde onun yaratılışından söz etmiş olacağız. Bir şeyin ebeveyn sebebiyle doğumundan değil, vesilelerle yaratılışından söz edeceğiz. Her birimiz için halk eylemi doğumla gerçekleşen bir hadisedir ve biz doğarak yaratılmış oluruz. Bu itibarla mevlit veya doğum bizim için yaratılış demektir.  Anne-baba ise bu doğuma vesile ve şahit olan kişidir. İslam’da anneliğin değeri yaratılış fiiline ‘vesile’ olmasından kaynaklanır. Anne ‘kün’ emriyle başlayan yaratılış sürecinin bizim açımızdan bize en yakın halkasından ibarettir. Müslümanlar için doğum hadisenin kutsiyeti buradan kaynaklanır: İnsan bir âlem demek ise bir insanın yaratılışı-doğumu bir âlemin –mesela bir galaksi- yaratılışı kadar hayret ve heyecan verici olmalıdır. Mevlit kutlamalarının ‘annelik-doğum-yaratılış’ vesilesi olarak da kutlanmaması büyük bir eksikliktir.

Bu itibarla halk kelimesinin kazandığı anlamlardan birisi ‘nüzul’ yani iniştir (Allah’tan geliş). Nüzul statü itibarıyla üstün olandan ayrılış demektir. İnsanın Hak tarafından yaratılışına ‘nüzul’ denilir ve bu nüzul bir kavis çizerek Allah’tan göreceli şekilde uzaklaşarak yeryüzünde ortaya çıkar. Bu itibarla âlem ile insan arasında sufi metafizikçilerin kurduğu irtibatı hatırlarsak aslında âlemin yaratılışı insanın nüzulü ile tamamlanır ve artık ‘âlem yaratıldı’ denilir. Öte yandan insanı ‘kelime’ sayan İbnü’l-Arabi ve takipçileri olan metafizikçilerde nüzul kelimesinin kullanımı sayesinde ayet-kelam ile insan arasında irtibat kurulur: Kur’ân nazil olurken insan da nazil olur. Sufilerin bu yaklaşımı çeşitli ayet ve hadislerin yorumundan hareketle insanı belirli bir gayeye istinaden eşref-i mahlûkat kabul etmelerinden kaynaklanır.

İnsan eşref-i mahlûkattır: yaratılış ona doğru bir seyir takip eder ve nihayetinde bir insanın doğumuyla yaratılış insanda karar kılar. Demek ki doğum (mevlid) yaratılışın son ve mükemmel halkasıdır ve insanın doğumuyla yaratılış tamamlanır veya yeni bir seyre intikal eder. Hz. Peygamber’in mevlidi özel yaratılışın bir tezahüründen ibaretti ve Hz. Peygamber doğduğunda sayısı ‘nefisler’ sayısınca olan ‘nüzul’ kavislerden bir kavis daha çizilmiş oldu. Hikâyenin tabii olan kısmı burasıdır. Bu kısmın kutlanmasının veya bundan dolayı birinin övülmesinin anlamı yoktur; belki yaratan Allah’a hamt etmek ve insanda neticelenen bu mükemmel yaratılış eylemi sebebiyle O’nu övmek doğumda yapılabilecek en yerinde iştir.

Şimdi tekrar sormamız lazımdır: Hz. Peygamber miladi 571 tarihinde herhangi bir insan gibi doğdu, altmış küsur yıla varan bir hayat yaşadı ve hayatının bir bölümünde kendisine nübüvvet geldi.  Nübüvvetin gayesini en iyi anlatan hadislerden birisi şu olsa gerekir: “Ben mekarim-i ahlakı ikmal üzere gönderildim.” Mekarim-i ahlak veya güzel ahlak değerleri ne demektir? Güzel ahlakın mahiyetini açıklarken şunu düşünmeliyiz: Hepimizin insanlık hakkında bir fikri vardır. Bundan daha önce söz etmiştik. Mesela bir insan yanlış bir iş yaptığında “yaptığı insanlıkla bağdaşmaz” deriz. Birisi zulmettiğinde “zülum insanlığa yakışmaz” deriz. Hepimizin kafasında insanlıkla ilgili bir fikir vardır ve buradan hareketle şu önermeleri kurarız: İnsan olan zulmetmez, insan olan merhametsizlik yapmaz vs. Buna mukabil insan olmakla merhametli olmak, âdil olmak, yardımsever olmak, diğerkâm olmak arasında irtibat vardır veya bunlar birbiriyle özdeştir.

Demek ki her insanda insanlıkla ilgili bir fikir var ve bu konuda aşağı-yukarı bütün insanlar hemfikirdir. İslam ahlakçıları ve düşünürleri bunu beyan etmiştir ve onlara göre bütün insanlar “insan olmak nedir” konusunda bir fikre sahiptir; bu fikirde aramızda bir görüş ayrılığı yoktur. Mekarim-i ahlak dediğimiz şey budur: insanlığın müşterek ahlaki değerleri.Ahlak insanlığın ortak dilidir ve bu dil ile birbirimizle anlaşırız.  Doğumunu hatırladığımız Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’  Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İslam metafizikçiler için bir şeyin tamamlanmasından söz etmek, o şeyin Allah’a bağlanmasından söz etmek demektir.  Her insan şu veya bu şekilde bir merhamet duygusu, cömertlik, iyilik vardır, yardımseverlik vardır. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar dindar olmadıkları halde ahlak sahibi olurlar, iyi ahlaktan konuşurlar ve ahlakı müşterek insanlık değeri sayarlar. Bu hususta da haklıdırlar: ahlak insanlığın ortak dilidir.

Ahlak insanlığın ortak dili ise şu soru anlamlıdır: Hz. Peygamber neyi getirdi ve neyi tamamladı? Hz. Peygamber güzel ahlakı getirmedi, çünkü insanlar zaten güzel ahlakın ne olduğunu biliyordu. Bu anlamıyla neyin iyi ve neyin kötü olduğu sorunu üzerinde derin bir tahlile gerek olmadan, ‘insanın aşina olduğu maruf’ şeklinde bir ahlak tanımı yapmak en azından metafizikçi sufiler açısından geçerli bir çerçeve çizmek demektir ahlak için.  Hz. Peygamber ahlakı Allah’a bağlayarak onun istikametini değiştirdi. Ahlakı tamamlamak bu demektir: ahlak ile Allah arasındaki irtibatı ilahi isimler üzerinden kurarak insanı ahlak yoluyla Allah’a bağlamak. Hz. Peygamber insanlara cömertliği öğretmedi, çünkü insanlar cömertliği zaten biliyordu; Araplar cömertlikleriyle meşhur insanlardı. İnsanlara cesareti veya merhameti de öğretmedi, zaten herkes merhametin ne olduğunu biliyordu. Onlar güveni ve emniyeti de biliyorlardı ve bu nedenle Hz. Peygamber’e ‘emin’ diyenler müşriklerdi. Hz. Peygamber’e “sadık” diyenler yine müşriklerdi. Demek ki insanlar “emîn” ve “sadık” olmanın ne demek olduğunu biliyordu, kendileri bu vasfa sahip olmasalar bile. Hal böyleyken soruyu yeniden sorabiliriz: Hz. Peygamber ahlak bahsinde tam olarak ne yaptı?

Hz. Peygamber ‘ahlakı ikmal ederken’ iki şeyi yaptı: Birincisi içimizde dahili ve harici amillerin etkisiyle zayıflayabilecek bir ahlak çekirdeğinin açığa çıkması için şartların hazırlandığı bir ‘şehir’ oluşturdu. Merhametli olmak istiyoruz ama olamıyoruz, cömert olmak istiyoruz ama olamıyoruz, yardımsever olmak istiyoruz ama olamıyoruz.  Hz. Peygamber mazeretleri ortadan kaldıracak şekilde şartları oluşturdu. Buna dinin toplumsal yanı ve ‘şeriat’ getirmek diyebiliriz. Bu sayede içimizdeki nüvenin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkabileceği bir şehir teşekkül etti ve insanın mazereti –ortadan kalkmasa bile- en azından azaldı.  İkincisi ve daha mühimi ise ahlakı Allah’a bağlayarak ahlak ile ilahi isimler arasındaki irtibatı gösterdi.

Hz. Peygamber insana Allah’ın Kerim, Rahman, Rahim, Aziz vb. olduğunu öğretti ve insan için ahlaklı olmanın gereğini en üst hakikat olarak ortaya koydu. Bunun anlamı şudur: İnsan olmak ahlaklı olmaya, ahlaklı olmak ise Allah’a ulaşmaya bağlıdır. Allah’a bağlanmayan ahlak ‘iyi ve yeterli’ bir ahlak olmadığı gibi insan da ahlaksız sadece sureta insan olabilir. Bu sayede artık ahlak yeryüzünde huzurlu bir bireysel ve toplumsal hayatın aracı olmaktan çıkarak gerçek bir insan olmanın ve her şeyden önemlisi Allah’a vuslatın sebebi haline geldi: Allah’ı ancak O’nun vasıflarıyla bulabiliriz-bilebiliriz. Başka bir ifadeyle merhamet sadece bireysel ve toplumsal huzurun vasıtası değil, Allah’a ermenin sebebi haline geldi.

Burada yanlış bir algıyı tashih etmek gerekir: “Her doğan insan iyidir, temizdir.” İslam ahlakçıları insan algısını ters yüz edecek bir önerme kurarak insan doğmak ile insan olmayı birbirinden ayır ettiler. Bu bahsin mevlit ile doğrudan irtibatı olduğu gibi Hz. Peygamber’in mevlidi için yapılan kutlamaların sebebini anlamamıza katkı sağlar. İslam ahlakçılarına göre “her doğan  -insan olarak değil- insan adayı olarak doğar.” Her doğan aslında bir çekirdek insandır. Çekirdeğin –kuvve- insan haline gelmesi önce hidayete, buna bağlı olarak emeğe, gayrete, kısaca ahlaklanmaya bağlıdır. İnsan biyolojik ve fizyolojik değil, bütünüyle ahlaki ve aklî bir kavramdır. Filozofların insanı ‘natık hayvan’ diye tanımlamaları ile sufi metafizikçilerin tanımları bu noktada örtüşür. Nazari ve ameli yetkinlik insanı insan kılar. Özel kabiliyet gerektiren bu ‘elit’ felsefi tanımlamayı Müslüman düşünürler ise her bir insanın ilkesel olarak dahil olabileceği Allah’a bağlanmak ve ahlak olarak tevcih etmişlerdir. Bu yaklaşım anlaşılmadığı sürece mevlid üzerinde konuşmanın bir anlamı olmaz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır.

Her birimiz doğumla yaratılırız ve her doğumla yeni bir kavis çizilir. Bu itibarla kün (ol) emrinden itibaren yeryüzünde ‘nefisler sayısınca’ mevlit olmuş veya kavis çizilmiştir. Bir şey bu kadar genel ve tabii ise onu kutlamanın ne anlamı olabilir? Doğum dediğimiz hadise bir ağaçtan yeni bir fidanın çıkması veya bir hayvandan yeni bir hayvanın üremesi kadar basit ve tabii bir hadise. Bu sayede yeryüzünde tenasül devam ediyor, çoğalma devam ediyor, burada bir övgü yok. ‘Nefisler’ sayısınca olan doğum miraç ile gayesine varmışsa doğumdan konuşmanın anlamı olabilir. Başka bir ifadeyle mevlit ile bir insan değil insan adayı doğdu veya yaratıldı; miraç ile ise insan haline geldi.

Üzerinde durmamız gereken şey nüzul değil, uruc (miraç) olmalıdır. Doğum (nüzul) miracın sebebi iken miraç mevlidin maksadını teşkil eder. İnsan miraç etsin diye doğdu (nüzul uruc kavsi ile tamamlanarak daire haline gelince insan ‘insan’ olur). Bu sayede ikinci bir kavis çizmekle asla kavuşuruz. Bu durumda mevlit maksadına ulaşmış doğum haline gelecektir.   Mevlana’nın benzetmesini hatırlarsak, ‘her tohum toprağa düşer.’ Bir tohumun değeri fidan olmasına bağlıdır. Topum ürün vermeden çürürse o tohum üzerine konuşulmaz. İnsan için miraca ulaşmamış bir mevlit üzerine konuşulacak bir mevlit değildir. Hz. Peygamber’den bereketli bir ağaç çıktığı için O’nun mevlidi üzerine konuşuyoruz.

Mevlidin anlamı ve maksadı miraçtır dedik. Miraç Hz. Peygamber’den bize miras kalmıştır ve nübüvvet olmasaydı biz miracı bilemeyecektik. Demek ki biz mevlit ile miraç edeni ve o bilgiyi getireni hatırlamış oluyoruz.  O miras Müslümanların hayatında namaz adını almıştır. Güzel ahlak, öteki bütün ibadetler vs. hep miracın fraklı tezahür ve tarzlarıdır. Miracı yaptığımızda mevlit maksadını bulur. Mevlit ve miraç ilişkisini dinin başka bir kavramıyla anlatabiliriz: Kadir Gecesi Ramazan içindeki bir gecenin adı iken aynı zamanda bir ahlak terimidir. Bir zaman olarak Kadir gecesi Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’in nazil olduğu gecedir.  Tasavvufta şöyle denilir: ‘Her insanın Kadir Gecesi Kuran’ın davetine cevap verdiği gecedir.” Mevlit ve miraç ilişkisi için aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hz. Peygamber’in mevlidi kutlanmaya ve hakkında konuşulmaya değer bir mevlit idi, çünkü onun mevlidi miraç ile maksadına erdi. Her insanın mevlidi konuşulmaya değer mi? Benim mevlidim hakkında konuşmaya değer mi? Her doğum yeryüzüne ‘nüzul’ etmeye ve bir kavis çizmeye değdi mi, yoksa yeryüzünün taşıdığı bir yük mü oldu? Bunun cevabı miraçtır: Miracı olanın mevlidi maksadına ermiş oldu. Miracın anlamı insanın Allah’a dönerek ve O’nu hatırlayarak hayatın istikametini değiştirmesidir. Miraç ile insan merkezde olanın Allah olduğunu öğrenir, daha doğrusu hatırlar.  Allah’ın varlığın merkezinde olduğunu hatırlamak ahlakı ikmal etmek demek olduğu kadar dinin bütün temel kavramları bu istikamette yorumlanabilir. İslam kelimesi Allah’ın merkezdeki varlık olduğuna iman etmek iken iman, ihsan gibi dinin merkezindeki kavramlar da bu anlama işaret eder.

Netice-i kelam: Doğum günlerini kutlamak günümüzde yaygın bir toplumsal adet haline geldi. Doğrusu bu şekliyle doğum günü kutlamanın bir anlamı olamaz. Ancak miraç ile mevlitleri maksada ulaşanların doğum günü bir anlam ifade eder. Ötekilerin doğum günü yaşadıkları sürece miraç imkânı ortada durduğu için ‘kuvve halinde’ bir manayı içerir: bekleyeceğiz ve göreceğiz, o mevlit kutlamayı değer mi, değmez mi?

Prof.Dr.Ekrem Demirli - Şair Sufiler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder