Bir milyon hadis sayısı hadislerin uydurma olduğunun en büyük delilimidir?



İddia şu ki, muhaddislerin, eserlerini oluştururken 600.000 hadîsten, 1.000.000 hadîsten seçim yaptıkları ifade edilmektedir. Bu kadar hadis olmaz. Bu durum hadislere el atıldığına, onların uydurma olduğuna, hadislerin güvenilmez bir tarihe sahip olduğuna işarettir.

İslamoğlu'na göre hadislerin sayısı konusunda Ebu Davud çok ciddi bir emek vermiştir. Bundan anlıyoruz ki 4500 ile 6300 arasında bir hadis var. Peygamberimizin ağzından çıkan Yaklaşık 6600 civarında olan söz sonraları kaç oluyor? 1 milyon oluyor. Bir söz ki kaynağında 6000 iken vardığı yerde 1 milyona nasıl ulaşır? Evet böyle söylüyor ve bununla hadis tarihi hakkında bir şüphe doğurmayı amaçlıyor.

Esasen İslamoğlu, Üç Muhammed adlı eserinde bu durumun sebepleri üzerinde isabetle durmuş, ama her nedense sonraları bunu unutmuş ve hadislerden şüphesinin temeline bunu da yerleştirmiştir. Gerçi akademisyen Kırbaşoğlu'nun bunda tesiri var mıdır, bilemiyorum. Çünkü o da hadislerin fazlalığını problem görmüş, hatta Hz Peygamber'in 23 yıllık hayatını hadis sayısıyla çarparak-bölerek bize matematikten de haberdar olduğunu göstererek (!) yapmıştır. En önemlisi de böyle bir iddianın müslümandan sadır olması, daha şaşırtıcı olan, meslekten hadisçi olanlardan çıkmasıdır. Bir oryantalistin çok rahat söyleyebileceği böyle bir iddiayı müslü-manın sahiplenmesini anlamak mümkün değildir. Şimdi bu mesele üzerinde kısaca durmak isityorum.

Şu bir gerçek ki, muhaddislerin hafızalarında ve ellerindeki yazılı vesikalarda bulunduğu belirtilen yüzbinlerce hadîs, tarihî süreç içerisinde hadîslerin sayısının ulaştığı boyutu gözler önüne sermektedir. Ancak hadîs sayısındaki bu artış ve muhaddislere nisbet edilen yüksek rakamlar, yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Hâlbuki bu rakamlar tarîklerin ve tabakaların artması, hadîs kitaplarında birtakım fayda ve zaruretlerden dolayı hadîslerin tekrar edilmesi gibi sebeplerin yanısıra, tamamen izâfîlik arzeden hadîs sayımındaki farklı metotlardan da kaynaklanmaktadır.

Hadîslerin tanımı ve sayımında farklı ölçülerin kullanılmış olması, sonuçta hadîslerin sayısını da etkilemiştir. Bu bakımdan hadîslerin sayısı ile alâkalı verileri, ilk önce hadîs sayımı noktasından ele alma gereği vardır. Hadîslerin sayımı konusuna geçmeden önce hadîsin tanımı ve kapsamı üzerinde durmamız yerinde olacaktır.

Muhaddisler arasında yaygın olan kanaate göre hadîs terimi, Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, takrirleri, ahlâkı ve şemâili ile ilgili bilgilerin yanı sıra aynı zamanda sahâbe ve tâbiûna izafe edilen haberlerdir, şeklinde ifade edilmektedir. Söz konusu tanımdan da anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber'in yalnız sözleri değil, onun fiilleri, olaylar karşısında takındığı tavrı, vasıflan, ahlâk ve şemâili de hadis ilmi içerisinde ele alınmış ve bütün bunlar hadîs olarak mütalâa edilmiştir. Resûlullah'ın fiilleri onun sözü değildir.

Bunlar sahabeye aittir. Sahâbiler, Hz. Peygamber'in ya bir fiilini, ya bir takririni veya ahlâkını yahut da şemâilini anlatmış ve her biri bu haberleri kendilerine ait lâfızlarla nakletmişlerdir. Onların Hz. Peygamberin çeşitli yönleriyle anlatmaları sonucunda ortaya çıkan bu lâfızlar da hadîs kapsamına dâhil edilmiştir. Öte yandan bazı muhaddisler tarafından hadîsin kapsamı daha da genişletilerek Hz. Peygamberin peygamberlikten önce söyledikleri ve yaptıkları da bu çerçeve içine alınmıştır.

Diğer taraftan bazı muhaddislerin beyanına göre hadîs, yalnız Hz. Peygamberim söylediği sözler, yaptığı fiiller ve tasvip ettiği davranışlar manasına gelirken, muhaddislerin çoğunluğunun katıldığı görüşe göre ise, Hz. Peygamber ve aynı zamanda sahâbe ile tâbiûn sözleri, fiilleri, hukukî kararları ve tasviplerinden oluşmaktadır. Ancak Hz. Peygamber'in hadîsleri için "merfû"', sahâbe sözleri için "mevkûf" ve tâbiûn sözleri için de "maktû"' terimleri kullanılmak süreriyle aradaki fark belirtilmek istenmiştir. Hadîsin ne olduğu ve nelerin hadîs kapsamına girdiği hususunda birden fazla tanım ve yaklaşım mevcuttur. Bu tanım ve yaklaşımların değişik olması hadîs sayısı bakımından birbirinden farklı sonuçlar doğurmaktadır. Dolayısıyla hadîs sayıları ve sonuçları söz konusu edildiğinde ileri sürülen fikirlerin kim tarafından, hangi maksatla söylendiğini bilmek ayrıca önem kazanmaktadır.

Hadîslerin sened, metin, mevzû' ve sıhhat bakımından nasıl sayıldığı ve sayılabileceği hususlarında değişik uygulamalar ve görüşler bulunmaktadır. Nitekim metni aynı fakat senedi farklı olan bir hadîsi, bazı âlimler tek bir hadîs sayarken, bazıları da her bir senedi, ayrı ayrı hadîsler olarak değerlendirmişlerdir. Diğer taraftan muhaddislerin ezberinde olan hadîslere dair sayılar zikredilirken kimi zaman mevzûlar göz önünde bulundurulmakta, kimi zaman da hadîsin metni kastedilmiş olabilmektedir.

Bir râvinin rivâyet ettiği hadîslerin sayısı verilirken, bazen mükerrer rivâyetler bu sayıdan çıkarılmakta, bazen de o sayıya dâhil edilmektedir. Öte yandan kimi âlimler, kitaplardaki "muallâk" hadîsleri dikkate almazlarken, kimileri de onları ayrı birer hadîs olarak değerlendirmektedir.

Hadîs sayımı konusunda sözü edilen görüşleri inceleyebilmek ve oldukça İzafî olan bu konu hakkında yorum yapabilmek için hadislerin sayımında kullanılan bu farklı ölçüleri incelemek gerekmektedir.
Bir hadîs sened ve metinden oluştuğuna göre, hadîs sayımında her ikisi de vazgeçilmez unsurdur. Senedi aynı olduğu halde metinleri farklı hadîsler bulunabileceği gibi, metinleri aynı olduğu halde senedleri farklı hadîsler de bulunmaktadır. Hatta kimi zaman metni aynı olan bir hadîsin birbirinden farklı pek çok senedinin olduğu görülmektedir.

İşte bu gibi durumlarda hadîs sayımı konusunda farklı değerlendirmeler yapılmakta ve değişik sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Aym şekilde sahâbe sonrası senedleri çoğalan hadîsler olduğu gibi, sahâbe tarîklerinin çokluğu ile de meşhûr olmuş bir hayli hadîs bulunmaktadır.
Fakihler hadîs sayımı konusunda muhaddisler gibi düşünmediklerinden hadîslerin sayısı hakkında verilen rakamlarda her iki grup arasında görüş farklılığı mevcuttur. Hadîsçilere göre, lâfız, mana ve vâkıa aynı kalsa da râvi olan sahâbi değiştikçe, o rivayet ayrı bir hadîs sayılır. Fıkıhçılara göre ise durum böyle değildir. Onların hadîs sayımı konusundaki tutumlarını Abdülaziz b. Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1824) şöyle açıklamaktadır:

"Fakihlerin örfünde durum değişiktir; onlara göre itibar manayadır. Mana aynı olduğu müddetçe hadîs daima tektir. Bazı fazlalıklar asıl mana ile beraber olduğu müddetçe sayıya dâhildir. Manayı değiştirmeyen bu fazlalıklar sayıyı da değiştirmez. Fakihler, faide temin eden kısma; "medâr-i hükm" olan bölüme bakarlar o kadar. Bakışları istinbâttır, onunla neticeye varırlar."

Ahmed b. Hanbel'in bir milyon, Ebû Zur'a er-Râzî'nin yedi yüz elli bin hadîs ezbere bildikleri hakkındaki rivâyetlere rağmen, bugün elimizde bu sayılara nispetle çok az hadîsin bulunduğunu söyleyerek itiraz edenlere karşı Abdülhay el-Kettânî'nin (ö. 1962) verdiği cevap, farklı hadîs tarîklerinin, hadîslerin sayısına etkisini ortaya koymaktadır: "Bu büyük rakamlardan maksatları, sünneti, ashâb ve tâbiûnun asarını kapsayan rivayetlerdir. Yahut da onlar bununla hadîsin çeşitli rivayet yollarını kastediyorlar ve her bir tarîki bir hadis sayıyorlardı. Bazen hadîs bir tane olur da rivayet yolları, lâfızlarının farklılığı ve onu rivayet edenlerin çokluğu bakımından bir tek hadîs yüz hadîs sayılır. Çünkü onlar, 'Biz bir hadîsi yirmi yoldan (vecih) yazmazsak onu tanıyamayız' derlerdi." Görüldüğü gibi senedi ya da metni farklı olan hadîslerin, aynı hadîs mi, yoksa muhtelif hadîsler mi sayılacağı konusunda değişik görüşler bulunmaktadır.

Özetlemek gerekirse hadis sayısının artışında şu etkenlerden bahsetmek mümkündür:

a. Hadîsin tanımı: Merfu, yani Hz Peygamber'e ait hadisler hadis tanımına dahil olduğu gibi sahabe ve tabiun söz ve filleri de hadis tammına dahildir. Bu durum otomatik olarak hadis sayısını artırmaktadır. Muvatta'ya bakıldığında üçte biri merfu, üçte ikisi mevkuh ve maktu hadistir.

b. Hadîs tarikleri: En önemlilerinden biri budur. Metin aynı olmakla birlikte farklı olan isnadlar ayrı birer hadis olarak sayılmaktadır. Bir metin 10 sahabiden nakledildiğinde bu hadis 10 hadis olarak sayılmaktadır. Oysa metin birdir. Hatta diğer tabakalarda değişen ravi sayısına göre de hadis sayısı artabilmektedir. Bu da doğal olarak hadis sayısının fazla olmasına sebep olmaktadır.

c. Hadîslerin sıhhati: Bahse konu olan 1 milyon hadis içerisinde sadece sahih ve hasen olanlar yoktur. Hatta daha fazlası zayıf, çok zayıf ve mevzu hadistir. Ki, bunların çoğu kitaplarda nakledilme-miştir. Muhaddisler ravilerini tanımak için onları bellemiş, ancak çoğunu rivayet etmemişlerdir.

d. 1 milyon hadise bakıp hadisçilerin "sürekli konuşan bir peygamber" arzu ettiklerini iddia edenler vardır. Buna göre peygamberin bu kadar konuşması mümkün değil. Öyle olsun, mümkün değil! Peki ne kadar arzu eder bu beyefendiler "mümkinat" için? Anlaşılan o ki, 6000 hadis makul bir rakam. Demek ki, Peygamber'in ne kadar konuşması gerektiğine de artık biz karar veriyoruz. Bir İznik konsili gibi konsil oturumları yapıp karar almadığımız kaldı?!! Bir peygamber bu kadar konuşur mu, diye lüzumsuz soru soranlar önce hadisin tanımına neyin dahil olduğuna bakmalıdır. Hadîs, söz, fiil ve takrirden oluşmaktadır.

Yani sahabenin gördükleri de hadis kapsamındadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber her zaman, sürekli konuşmamakta, konuştuğundan daha fazla belki de bir davranışta bulunmakta, bu da bize rivayet formunda nakledilmektedir. Buna göre konuşma olarak hadis muhtemelen 6000'ten de azdır. Bunun tespitinin yolu spekülasyon değil, çok ciddi bir araştırmadır. Ama takdir edilir ki, bunun tam tespiti çok zor bir iştir.

e. Son olarak şunu da ifade edelim ki, mevcut hadis kitaplarındaki hadislerin tekrarlarını çıkarırsak elimizde kalan sahih veya hasen hadislerin sayısı tahminen 8-10 bini geçmez. Bu da çok normal bir sayıdır. Ama kesin bir sayı tespit şu aşamada çok zordur.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:218-223
Devamını Oku »

Gazali,Sünnet ve Mutlak İttiba



Şimdi Gazali üzerinden tarihte sünnetin nasıl anlaşıldığı üzerinde duralım. Gazalî'ye göre mutluluğun anahtarı, yeme, içme, uyuma, konuşma gibi davranışlarda olsa bile tüm hal ve harekatında Resullerin Efendisine uymaktır. Gazali, bilinçli bir şekilde bununla Hz. Peygamberin sadece ibadet konularındaki emir ve adabını kastetmediğini vurgular. Zaten ibadet konularındaki sünneti ihmal etmenin hiçbir sebebi yoktur. Ona göre işte böyle yapılırsa ancak sünnete "mutlak/tam/kamil manada ittiba (el-ittibau'l-mutlak)" oluşur. Gazali, "mutlak ittiba" olarak adlandırdığı anlayışını iki ayetle destekler:

1. "De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin". (Al-i İmran, 31)

2. "Resûl size ne verdiyse onu alın; sizi nerden nehyettiyse ondan kaçının". (Haşr, 7)

Gazalî, ortaya koyduğu bu görüşün daha iyi anlaşılması için örnekler de verir. Ona göre kişinin pantolonunu oturarak giymesi, sangım ayaktayken sarması, ayakkabılarını giyerken sağdan başlaması, yerken sağ elini kullanması, el ve ayak tırnaklarını keserken belli bir düzene uyması gerekir. Bu uygulamalar sünnete dayanır ve onlar ihtimama layıkta Resûlullah'ın tüm davranışları böyledir. Resûlullah'ın nasıl yediğini bilmediği için hiç karpuz yemeyen Muhammed b. Eslem'in davranışı böyle bir ittiba anlayışını ortaya koyuyor. Bazıları da unutup ayakkabılarını soldan giymeye başladı mı ardından yiyecek vermek suretiyle kefaret öderlerdi. Bu noktada Gazalî şöyle diyerek uyanda bulunur:

"Bunlar âdet ile ilgilidir, bu konuda ittibanın bir manası yoktur, diyerek gevşeklik gösterilmemelidir. Gevşeklik gösterilirse büyük bir mutluluktan mahrum kalınır."

Gazalî, farklı şeyler söylediğinin bilincindedir. Bundan dolayıdır ki, okuyucusunun merakının arttığını hisseder. Okuyucunun Hz. Peygamber’in her davranışına uymadaki gerekçenin ne olduğunu öğrenmek istediğini belirtir. Gazalî, her bir davranışa uymanın altında yatan sırların çok geniş olduğunu, ancak konunun anlaşılması için genel olarak üç sırra işaret edeceğini ifade eder. İşte "mutlak ittiba"daki hikmetler, sebepler...

1-Beşerî alem (mülk) ile İlahî alem (melekût) arasında; insanın organlarının hareketi ile kalbin onlardan etkilenmesi arasında yakın bir ilişki vardır. Zira kalp ayna gibidir. Eşyanın hakikatleri oraya ancak pasının silinmesi, aydınlatılması (tenvîr) ve düzgün/dengeli hale getirilmesi (ta'dîl) ile tecelli eder. Pasının silinmesi, şehevatın ve kötü ahlaktan kaynaklanan bulanıklığın giderilmesiyle olur. Aydınlatılması, zikir ve ma'rifetin nurlarıyla gerçekleşir. Buna sünnete uygun olarak tam eda edildiğinde halis ibadetler yardımcı olur. Düzgün/ dengeli hale getirilmesi ise organların tüm hareketlerinin denge kanununa (kanunu'l-adl) uygun yapılmasıyla gerçekleşir. Mesela elin yaptığı bir hareket, eğriliği olmayan düzgün, sahih bir niyet taşımadıkça kalbe ulaşmaz. Kalpteki niyet ve tasavvurun düzgün olması da organların ve hareketlerinin düzgün olması yoluyla gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, dünya ahiretin tarlasıdır.

Yine ölümle düzgün kılmanın yolu kapandığı içim organların hareketlerini düzeltmeden ölen insanın büyük üzüntüsü bu sebeptendir. Zira bu halde kalbin organlarla alakası kesilir. Organların hareketleri -buna kalbe gelen düşüncelerin (havâtır) hareketleri de dahildir- adl/denge mizanında ne kadar ölçülü olursa istikamet üzre hakikatleri kabule hazır bir kalpte düzgün ve dengeli bir yapı da o nispette oluşur. Nitekim sadece düzgün bir ayna eğri olmaksızın doğru suretleri yansıtmaya, hazırdır.

İşte bu şekilde hareketlerin inceliklerinde "adle/düzgünlüğe ve ahenge riayet etmeye alışırsak adalet ve doğruluk kalpte kök salar, onun suretleri, tezahürleri de düzgün olur. Böylece kalp mutluluğun suretini kabule hazır ve kabiliyetli bir hale gelir. Bundan dolayı Allah "Onu tesviye ettiğim/şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman..." (Hicr, 29) buyurur. Allah'ın ruhu mutluluğun anahtarıdır. Onun, ruhu üflemesi tesviyeden sonradır. Tesviyenin manası ta'dil, yani düzgün bir şekil vermektir.

Burada Gazali, ince noktalara girdiğinin farkındadır. O, bu anlatılanların hakikatini kavramaktan aciz kalındığında tecrübelerden faydalanma yönünde tavsiyelerde bulunur. "Mesela şunu düşünelim" der: Baksanıza doğruluğa alışmış birinin rüyası genellikle nasıl da doğru çıkıyor! Zira doğru davranış, kalpte sağlam, dosdoğru bir yapı oluşturur. Bu kişi, uykusunda ğaybın bilgilerini doğru bir şekilde alır. Bir de yalan söylemeye alışmış kimselere, yalancıların rüyalarına özellikle şairlerin rüyasına bakın! Bunlar yalancı hayallere alışmışlardır. Bundan dolayı kalplerinin sureti de eğri olur.

2. Bedenimize etki eden şeylerin bazısı akılla anlaşılabilir. Sıcaklık, soğukluk, rutubet, kuruluk ilişkilerinde olduğu gibi... Mesela bal, hararetli olanlara zarar verir, böyle birine soğuk fayda verir... Bazı şeyler de vardır ki, kıyasla idrak edilmez. Bunlar "özel şeyler (havâs)"dir. Bu özel şeylere, kıyasla vakıf olunmaz. Bilakis onlara vahiy veya ilham ile vakıf olunabilir. Mesela mıknatıs demiri çeker.

Bu kıyas yolu ile değil, ondaki bir özellik dolayısıyla böyledir. Bu özellik de ya ilham ya da tecrübe yoluyla bilinebilir. Özel şeylerin [ekserisi ilham ile anlaşılır. İlaç vb. şeylerde söz konusu olan etkilerin çoğu onlarda mevcut özelliklerinden dolayı idrak edilebilir. İşte fiil ve eylemlerin kalbe etkisi de bunun gibidir. Fiillerin kalbe etkisi ikiye ayrılır: Münasebet yönü anlaşılanlar: Mesela dünyevî şehvetlere uymak kişinin bu alemle alakasını artırır. Zira o burayı seviyor, demektir. Yine Allah'ı zikretmeye devam etmek de Allah ile ünsi-yeti artırır. Böylece kulda Allah sevgisi hasıl olur. Bir de münasebet yönü anlaşılamayan fiiller var. Ondaki bir özellik dolayısıyla ahiret mutluluğuna veya bedbahtlığına etki eden öyle ameller vardır ki, bunlar kıyas yoluyla anlaşılmaz; onlara ancak nübüvvet nuruyla vakıf olunabilir.

Resûlullah'ın iki mübahdan birine yöneldiği ve ikisini yapmaya gücü yettiği halde birini tercih ettiğinde bilinmelidir ki, nübüvvet nuruyla o fiildeki bir özelliğe muttali olmuş, ona melekût alemi açılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "Ey insanlar! Allah bana öğrettiğini size öğretmemi, beni terbiye ettiği şekilde sizi terbiye etmemi emretmiştir. Sizden biri cinsel münasebet anında sözü çok uzatmasın, zira çocuk dilsiz olabilir. Sizden biri cima halinde karısının fercine bakmasın, zira çocuk kör olabilir. Sizden biri cima esnasında karısını öpmesin, zira çocuk sağır olabilir. Sizden biri sürekli suya bakmasın, zira bundan dolap aklı gidebilir".

Bu örnekler Hz. Peygamberin eşyanın kendine has özelliklerine muttali olduğunu gösteriyor.

Bu noktada Gazalî, Hz. Peygamberim durumunu bir kıyasla ortaya koyuyor. "Düşün " diyor Gazalî, "insan Zekeriya er-Razî gibi herhangi bir tıpçının hacamat, taşlar ve ilaçların kendine has özellikleriyle ilgili zikrettiği şeyleri kabul ediyor, itiraz etmiyor. Ama iş beşerin efendisi Hz. Muhammed'in (s.a.v) haber verdiklerine gelince onları tasdik etmiyor! Olacak şey değil!".

3. İnsanın mutluluğu, şehevatı terk etmede ve nefs-i emarenin isteklerini kırmada meleklere benzemekle; hiçbir engel olmaksızın, sınır tanımaksızın hevaya ittiba için serbest bırakılmış, değersiz hayvanı duygulardan uzaklaşmakla gerçekleşir.

Insan tüm işlerinde engelsiz, sınır tanımaksızın dilediği her şeyi yapmaya ne kadar alışırsa hevasına uymaya da o kadar alışır, kalbine hayvanı özellikler hakim olur. İnsanın yararına olan şey ise kulluğu unutmaması ve sırat-ı müstakime yapışması için tüm hal ve harekatını kontrol altına almasıdır. Böylece kulluğun izi her hareketinde açıkça ortaya çıkar.Artık tabiatı/he vasi öyle arzu ettiği için değil, Allah emrettiği için amelde bulunur.

Karşılaştığı tüm hususlarda bazı işleri diğerlerine tercih etmeye başlar ve buna devam eder. Mesela yularını köpeğin eline veren, hareketlerini başkasının hükmüne göre yapan kimse gibidir. Böyle birinin nefsinin gerçek riyazete, temrine ihtiyacı vardır. Bu da nefis tezkiyesiyle ilgili önemli bir husustur. (Kitabuî-erbam fi usûli'd-din, s. 55-57)

Gazalî'nin sünnete uymanın arkasında yattığını vurguladığı bu üç hikmete baktığımızda;

1. Ruh ile beden arasında önemli bir ilişkinin olduğunu, organlar ve hareketlerinin kalbi etkilediğini, kalbin ayna gibi olduğunu, davranışların oraya yansıdığını, oranın pasının silinmesi ve aydınlatılması için sünnete uygun ameller yapılması gerektiğini;

2. Eşyanın kendine has özellikleri olduğu gibi davranışların da kendine has özelliklerinin olduğunu, bu özelliklerin bazısının tecrübe vb. yollarla; bazısının ise sadece nübüvvet nuruyla bilindiğini, Hz. Peygamber'in onca davranış şeklinden birini seçmesinin bir hikmete mebni olduğunu, bu hikmetin o davranışın özünde gizli olduğunu, o davranıştaki bir özellik dolayısıyla Hz. Peygamberin onu tercih ettiğini;

3. İnsanın, nefsine hakim olmak ve onu tezkiye etmekle mutluluğa erdiğini, kendini serbest bırakıp hevasına tabi olursa hayvanlaşacağını, kulluğun kendimizi sınırlamakla gerçekleşeceğini, işte sünnetin bu noktada nefsimize hakim olup onu tezkiye etmede ve kendimizi sınırlamada bize büyük yardımcı olduğunu anlarız.

Gazalî'nin sünnete uyma ile ilgili görüşleri böyle... Bunu nasıl değerlendirmeliyiz?

1.  Gazalî'ye göre sünnete uymak şekil-ruh/öz bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. Ne ruhsuz şekil ne de şekilsiz ruh... Şekle uymak oldukça önemlidir. Şekle uymak kalbi etkileyerek ruhu yüceltmek içindir. Zira o şekil, sıradan biri tarafından değil, nübüvvet nuruyla beşerin efendisi tarafından ortaya konulmuştur.

2.Bu sünnet anlayışı herkes için bağlayıcı, zorunlu mudur? Bize göre böyle bir şeyi ima etse de hayır... Çünkü Gazalî bir usûlcü olarak neyin farz, neyin vacip neyin mendup, müstehab olduğunu çok iyi biliyor. Ayrıca bunu ortaya koyan Gazalî'nin sufî yapısı unutulmamalıdır. O, bununla nefisleri tezkiye etmeyi, ahlakî kemale ermeyi amaçlıyor.

3. Bu anlayış, sünnetin sürekli şekil olarak algılanmasına yol açmıyor mu? Zahiren öyle, ancak Gazalî'nin amacı düşünüldüğünde hayır... Çünkü onun amacı şekle uyarak özü, ruhu, ahlakı yakalamak, kemale ermek, nefsi tezkiye etmek...

Kısaca söylemek gerekirse bu sünnet anlayışı bireysel gelişim, ahlaken yücelmek için bize bir imkân sunuyor. İyice düşünüldüğünde bu sünnet anlayışının bir eğitim sürecine işaret ettiği ve nefsi tezkiye etmeye matuf olduğu anlaşılır. Tarih boyunca bu sünnet anlayışına bağlı kalıp güzel örnekler ortaya koyan büyük insanlar, veliler varolagelmiştir. Onların tavır ve davranışları göz önüne alındığında Gazalî'nin teorisi daha iyi anlaşılır. Ama yine de buradan yola çıkarak böyle bir sünnet anlayışının tek, yegane, genel geçer olduğu ileri sürülmemeli, mü'minler sünnetin her boyutunu aynı oranda ve aynı gereklilikte yaşamaya zorlanmamalıdır.

Şüphesiz Gazalî'nin ortaya koyduğu bu anlayış başta da belirttiğimiz gibi sünneti teorik olarak tartışmayı değil, belki her zerresiyle yaşamayı ima etmektedir. Bunun içsel arınma ve nefis tezkiyesi için de önemli bir araç olduğu muhakkaktır.

Bu anlayışın ima ettiği bir şey de kanımca "anla, yaşarsın!" mantığı değil, "yaşa, anlarsın" mantığını ortaya koymasıdır. Bu nokta oldukça önemlidir. Belki anlamak ile yaşamanın birlikte olması gerektiği söylenebilir. Ama sünnetin yaşanacak bir şey olduğu öylesine unutulmuş ki, sünneti anlamanın gerçekte onu yaşamakla mümkün olabileceğini ifade etme gereği hasıl olmaktadır.

Burada son bir noktaya temas etme gereği ortaya çıkmaktadır. Mutlak ittiba anlayışı sünnetin her zerresinin yaşanması anlamında güzel bir yaklaşımdır. Ama daha ziyade bireysel sünnet anlayışını vurgulamaktadır. Şüphesiz Gazalî'nin sünnet anlayışında sünnetin her bir boyutuna uyulması gerektiği vardır. Ama onun öne çıkardığı boyut ibadetler ve en önemlisi de edeblerdir. Bu boyutlar da hiç kuşkusuz mü'minin bireysel yaşamıyla ilgilidir. Bu durum nefis tezkiyesi, ahlaken kemale erme açısından oldukça önemlidir.

Gazalî'nin sufi yapısı düşünüldüğünde bunu anlamak da mümkündür. Oysa sünnette bireysel boyut olduğu kadar, toplumsal ve dahi evrensel boyutlar da vardır. Sünnet içerisinde Hz. Peygamberin hanımlarına, çocuklara, kadınlara nasıl davrandığı; gayr-i müslimlere nasıl muamele ettiği vardır. Zorluklarla nasıl başa çıktığı, ashabında gördüğü davranışlara nasıl tepki verdiği de vardır. Devleti nasıl idare ettiği, piyasayı nasıl düzenlediği, bunları hangi esaslar dahilinde gerçekleştirdiği de vardır. Hakkı, adaleti nasıl gerçekleştirdiği de; zulme, isyana, küfre, haksızlığa karşı nasıl mücadele ettiği de vardır.

Gazalî'nin anlayışında bu unsurlar görünür değildir. Ama sünnet derken bütün bunlar göz önünde bulundurulmalıdır. Bununla birlikte dediğimiz gibi birine sahip çıkarken diğer boyut ihmal edilmemelidir.

Tabii bütün mesele tüm bu boyutlarıyla sünnet nasıl yaşanacak; bireysel hayatımızda, toplumsal hayatımızda nasıl tezahür edecektir, meselesidir. Bunlar dengeli bir şekilde nasıl yaşanacaktır? Yaşanılacak sünnet geniş bir yelpazeye sahiptir. Herkes onu aynı oranda yaşamak durumunda mıdır veya nasıl yaşayacaktır?

Bu noktada bağlayıcılık meselesinin önemi ortaya çıkmaktadır. Herkes için zorunlu olan şeyler vardır, zorunlu olmayanlar vardır. Bir de zorunlu olmasa da mü'minin gönüllü olarak yaptığı şeyler vardır. Namazın farzı vardır, nafilesi vardır. Infakın farzı vardır, nafilesi vardır. İlmin de farzı vardır, nafilesi vardır. Belki de her bir şeyin bir zorunlu boyutu bir de gönüllü boyutu vardır.
Bütün mesele hiç birini ihmal etmeden onun sınırlarının farkında olabilmektir. Zira zorunlu ve gönüllü hallerin sadece sünneti yaşamak değil, topyekûn dini hayatımız için anlamı izahtan varestedir. Bir kutsi hadiste de ifade buyrulduğu gibi "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nâfile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm." (Buharî, Rikak, 38).

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:25-33
Devamını Oku »

İslamoğlu'ndan bazı inciler!



Bilemiyorum, insan bir noktaya kilitlendi mi, artık gözü başka bir şey görmüyor. Kesin tarih vermek zor, ancak en iyi tahminle Üç Muhammed'den sonra bariz bir dönüşüm ortaya çıktıktan sonra bü­tün himmetler hadisleri delil olmaktan nasıl çıkarırız ateşine odun toplamaya sarfedilmiş gözüküyor. İşte onlardan bir kaçı: "Sünnet/ hadisi vahiy ilan etmek cerh-ta'dil ulemasına bir sözün vahiy olup olmadığını belirleme hakkı vermektir. Bir başka ifadeyle vahyin tes­pitini içtihada bırakmaktır. Ravi 'güvenilir' diyene göre vahiy ilan edilen bir davranış veya söz ravi 'güvenilmez' diyen öbür hadisçiye göre vahiy olmaktan çıkmaktadır.

Bu düpedüz beşerî olanın ilahıleştirilmesidir. Kur'an'ın bilgi sisteminin iki ayağını oluşturan gayb ve şehadetin yanına zanna dayalı protez bir ayak eklemektir. Zannın hiçbir türü hakikatin yerini tutamaz. Zanna dayalı spekülatif bilgiyi hakikatin içine katmak, zannı hakikat yapmaya yetmez, fakat haki­kate şaibe bulaştırır."

Bu ifadeleri şöyle değerlendirmek mümkündür: Bir kere çak­tırmadan cerh-ta'dil ilminin sübjektifliğine vurgu yapılarak bu ilimle mi hadislere güvenilecek iması verilmektedir. Bunun üzerinde durmayacağım. Şu kadarını söyliyeyim ki, bu ilim, hadisin h'sini anlamayanlar tarafından hele de masa başında kurulmamıştır. Bu ilim, ümmetin alimlerinin gayretleriyle ve sahabeden bu yana işlene işlene ortaya çıkarılan bir dantel gibidir. Sübjektiflik başka ilimlerin (hatta fizik bilimlerin bile) tabiatında olduğu gibi bunda da elbette vardır. Bu ilimdeki sübjektiflik ya da şöyle diyelim, raviler hakkında verilen bilgilerin tutarsızlığı yapılan araştırmalara göre yüzde 15-20 civarındadır. Bu ise insan unsurunun devrede olduğu bir faaliyette oldukça düşük bir oran olup sistemin tutarlılığını ve güvenilirliğini ortaya koymaktadır.

Gelelim esas meseleye. Vahyin tespitini içtihada bırakmak ta­birine bakar mısınız? Vahiy derken insanların aklına Kur'an'ın gel­mesi amaçlanmıştır. Böyle olunca insan hemen "Kur'an içtihatla nasıl tespit edilir!" tepkisi verilsin diye. Oysa hinlik yapılmaktadır. Hinliğin birinci yönü sünnetin vahiyle hiçbir bağının olmadığını id­dia etmektir. Bize göre sünnetin hepsi vahiy değildir, ama sünnet­te vahiy unsuru bilgiler muhakkak vardır. Konu uzun olduğu ve başka çalışmalarımızda ele aldığımız için şu kadarını söyliyeyim ki, Kur'an'da Kur'an dışındaki iletişimler için vahiy kelimesinin kul­lanılamayacağına dair en ufak bir işaret yoktur, tam aksine çeşitli iletişimler için Allah vahiy kelimesini kullanmıştır. Yine Kur'an'da Allah'ın Kur'an dışında Resul'u ile iletişim kurduğunu gösteren ayetler vardır.

Hinliğin asıl ikinci yönüne gelince cerh-ta'dil ule­masına, kısaca muhaddislere hiçbir zaman vahyi belirleme yetkisi verilmemiştir ve amaçları da vahyi belirlemek olmamıştır. Onların amacı, Hz. Peygamber'e isnad edilen bir sözü tespit etmektir. Yani sözün Hz. Peygamber'e ait olup olmadığını belirlemektir, onun va­hiy olup olmadığını değil. Bir alim bir raviye güvenilir dediğinde o sözün zann-ı galip ile, (yani yüzde yüz bile değil) Hz. Peygamber'e ait olduğu anlaşılır. Aynı raviye başka bir alim güvenilmez dedi­ğinde o alime göre o sözün Hz Peygamber'e ait olma ihtimalinin zayıf olduğu anlaşılır. Dolayısıyla cerh-ta'dil alimleri sözün vahiy olup olmamasını değil, aidiyetini tespit etmektedir. Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki, Islamoğlu bir ravi hakkında iki zıt gö­rüşe sahip alimlerden örnek vermektedir. Bu da ayrı bir hinliktir.

O zaman şunu soralım: İslamoğlu bir ravi hakkında alimlerin ittifak ettiği durumları -ki, bunlar diğerinden daha çoktur- vahiy olarak kabul edecek midir? Yani ihtilaf olmadığına göre o hadisleri vahiy kabul etmek durumunda kalsa gerektir. Bu onun sorunu, ama biz yine de vurgulayalım ki, tüm muhaddisler ittifak etse de onların itti­fakı o sözün vahiy olduğunu göstermez, sadece büyük bir ihtimalle o sözün Hz. Peygamber'e ait olduğunu gösterir. Bundan sonra ikin­ci aşama gelir ki, o da bu sözün bağlayıcılık değerini veya vahiyle irtibatını ortaya koymaktır. Bu da fakihin yahut akaid alimlerinin değerlendirme alanına girmektedir.

Bu noktada denilebilir ki, Hz. Peygamber'in söz ve davranışları içinde vahiy olanlar da vardır, ol­mayanlar da. Ve muhaddis bunun bilincindedir. Hz. Peygamber'in sözü sabit olduktan sonra sözünün vahiy olup olmaması ciddi bir değerlendirme konusudur. Zaten ulema da bu konuda cehd göster­miş, çeşitli tasnifler yapmış ama bazen ihtilaftan da kurtulamamış­tır. İşin tabiatında da bu vardır.

Yukarıdaki iddiada geçen "zannın hiçbir türü hakikatin yerine geçemez" ifadesi mugalatadan başka bir şey değildir. Hadîs Tarihi ve Usulu adlı çalışmamızda hadis-zan konusunu detaylı bir şekilde ele aldık, ancak burada şu kadarını söyliyelim:

Bir: Zandan mak­sat şekk veya şüphe ise bu doğrudur. Yani şekk ve şüpheli bilgiden yola çıkarak amel veya inanç inşa edilemez.Ancak zannın ne mana­da kullanıldığı sürekli karıştırılmaktadır. Bu da tartışmaları tetiklemektedir. Ki, bağlama bakılırsa zan denince yakın, yani kesin ol­mayan şey kastedilmektedir. Bu durumda kesin olmayan şeyler içine de zan, şekk ve vehim de girmektedir. Bu da zannı şekk veya vehim eşitlemektedir. Oysa zan ile diğerileri farklıdır. En basit ifadesiyle Mutezile dahil tüm alimler yakinî ve zannî bilginin amel değerini tartışmışlar,Mutezile dahi en azından zannî bilginin amelî değeri­ni kabul etmiş, ancak şekkî bilginin durumunu bahis konusu bile etmemişlerdir. Herhalde zannı şekk-şüphe yerine kullanmak, çoğu kere Türkçe'de kazandığı anlam dikkate alınarak karıştırılmaktadır.

İki: Zandan maksat şüphe değil de galip zan ise (bunu kastettiklerini pek zannetmiyorum ya!) bu durumda "hakikat" denilerek bir başka yanlış yapılmaktadır. Yani zann-i galip hakikat adına hiçbir anlam gelmemekte midir? O zaman hakikat ne demektir? Şayet maksat Allah, tevhid, ahiret, nübüvvet gibi temel imani konular ise elbette zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Kur'an'ın hakikat karşısında zanna hiçbir değer vermemesi de bu anlamdadır. Ancak bu ifadelerin bağlamına baktığımızda hakikat de genel kullanılıyor.Sadece itikad değil, sanki her türlü bilgi kastediliyor. Böyle ise zannın hakikat ifade etmeyeceği önermesi külliyen hatadır. En azından amelî meselelerde zannın amelî gerçeği ortaya koyması bütün mezheplerce ittifakla kabul edilen bir noktadır.

Son bir iddiaya değinelim. Buna göre, "sünnet vahyini kabul etmenin Kur'an'ın yetersiz olduğu düşüncesinden kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. Kur'an'ın yetersizliği düşüncesi de Yahudi- lerin Tevrat'ın yetersizliği düşüncesini hatırlatmaktadır." İlginç bir mantık örgüsü kurulduğu anlaşılmaktadır. Sünneti bir delil kabul eden hiç kimse ama hiç kimse bunu temellendirirken Kur'an'ın ye­tersiz olması gibi bir argümanı hiç mi ama hiç dillendirmemiştir. Böyle bir ifade söylenebilir mi? Ne demek Kur'an'ın yetersizliği? Kur'an'ın yetersizliği eksik oluşunu çağrıştırır. Böyle bir şey denile­mez ve denilmemiştir. Sünnet ancak Kur'an'ın beyanı olabilir. Hatta yeni ortaya çıkan meselelerde ulemanın içtihadı da Kur'an'ı beyan olarak anlaşılmalıdır. Ulema bu meselelerde Allah'ın muradını tes­pit etmeye çalışmışlardır. Bu yetkiyi de onlara Allah vermiştir.

Şim­di "Kur'an bu meselede bir şey dememiş mi ki, ulema kalkıp İslam adına konuşuyor? Kur'an bu konuda yetersiz mi ki, ulema bu eksik­liği gideriyor?" denilebilir mi? Olacak iş değil! Bunun cahillikten öte bir anlamı yoktur. O halde tekrar vurgulayalım ki, ulema tarafından en güzel ifadesiyle "sünnet Kur'ân'ın beyanıdır, tefsiridir" denilmiş­tir. Biraz daha ileri bir ifadeyle "Kur'an sünnet üzerine değil, ama sünnet Kur'an üzerine kadîdir, hükmedicidir" denilmiştir. Bununla kesinlikle sünnetin beyan edici özelliğine mübalalağalı bir ifadeyle vurgu yapılmıştır. Yani bundan maksad bellidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, sünnetin delil veya vahiy oluşuna sıcak bakmayanlar önce
meseleleri yanlış anlamakta ısrar etmektedir.473

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf;223-227
Devamını Oku »

İslamoğlu ve Tarihselcilik



'İslamoğlu, Kur'ana olması hasebiyle tarihselci olamaz. Acaba gerçekten öyle mi? Önce “Maksad eksenli okuma” dediği şeye üç örnek verir. Sonuncusu hırsızlık cezasıdır. Sorular sorar. Cezanın kendisi mi, maksad mı diye... Ardından bu cezayı Kur’an’ın ihdas etmediğini söyler. Hz. Peygamber in geleneksel cezayı olabilidiğince sınırladığını ifade eder. Mesela seferde bu cezanın uygulanmayacağını buyurmuştur. (Not: Ona göre Hz. Peygamber, şari olamazdı, haram koyamazdı, Kur’an’a ilave bir hüküm getirmezdi. Sadece Kur'an'da olanı uygulardı. Allah, Kur’an'da cezadan umumi bir şekilde bahsediyor, ancak Hz. Peygamber, Kur’an’ı sınırlıyor. Oldu mu şimdi? Ne haddine değil mi ya!!)

Ve ardından “vahyin cezalandırmada maksadı suçluyu değil, suçu mahkum etmek ve caydırıcılıktır” diyerek şu açıklamayı yapmak zorunda kalır: "Bu okuma biçimi tarihselci okuma biçimi değil, makasıtçı okuma biçimidir. Tarihselci şöyle düşünür. Allah sözünü söylemiş, teşriini yapmıştır. Teşrii sırası bize gelmiştir.

Bu, Allah'ın kelamını tarihe mahkum etmektir. Kur’an'ın hükümlerini indiği zaman ve mekanla sınırlayan bu anlayış Kur'an’ı mehcur bırakmanın bir türüdür. Makasıtçı anla-yış, Allah'ın muradının tekil lafız ve hükümlerde değil, o lafız ve hükümlerin hedeflediği maksatlarda olduğunu savunan anlayıştır?“(bk.Kur’an’ı Anlama Yöntemi,s.273)

İlerleyen sayfalarda konuya tekrar döner. Çeşitli örnekler verir. Kölelik ve cariye mesela. Ona göre Kur’an bunu kaldırmayı hedefledi. Bir iki nesil içinde kaldırılabilirdi. Buna rağmen Müslümanlar bunu kaldırmadı ve asırlardır köle ve cariye edinmeye devam ettiler. (Not: Peygamberiyle ashabıyla, 19. asra kadar ümmet ya bu işi yapmak istedi ama beceremedi ya da yapmadı, çünkü mesajı anlayamadılar. Var mı bunun başka Türkçesi!!)

Devam edelim. Çok eşlilik ve kadın hakları da aynı... Mesela Allah mirasta kadına ikiye bir pay verirken bunu mutlak had olarak takdim etmemiştir. Bunu bir başlama noktası olarak ele almış ve muhataplarına zımnen teşri yönünü göstererek ”bu yönde ilerleyin" demiş olmaktadır. Yani Kur'an parantezi açmış, ama kapatmamıştır.Bu istikamette ilerleyen Kur’an'ın hedeflediği maksada varır. Hemen buraya da dipnot düşmüş ve Kur’an’ı tarihin tozlu sayfalarına gönem tarihselcilerle özdeşleştirilmemesini tenbih eylemiştir. Buna göre onun anlayışı şudur: Rabb'imiz bize adeta Kur’an ile şöyle seslenmektedir. Ben bunları evrensel ve dinin değişmez sabiteleri olarak söyledim. Bundan sonra yapacağınız bütün teşriiler bunu ışığında. bunlara aykırı olmayacak şekilde olmalıdır.(bk.Kur’an’ı Anlama Yöntemi,s.381-383)

Şimdi bunlara ne demeli? Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu mu yoksa çocuk mu kandıryorsun, demeli?! Belli ki, tarihselcilik ile yan yana görülmek istemiyor. Ancak maksatçıyım demek, seni tarihselcilikten ayrıştırıyor mu? Verilen örneklere bakılırsa hep maksad, yani mesaj esas alınmış, buna uygun yeni teşriilerin yapılacağını söylemiştir. Peki tarihselciler farklı bir şey mi söylüyor? Hırsızlığa verilen cezada tarihselciler ”burada önemli olan bu cezayı vermekteki gayedir" diyorlar. Gaye mesela caydırılıcık ise ona göre uygun cezalar takdir edilebilir. İlla da şekilsel olarak elin kesilmesi evrensel olarak savunulamaz. Kölelik konusunda da aynı şeyi söylüyorlar. Allah'ın muradı, maksadı köleliği kaldırmaktı. O dönemde bu gerçeldeştiril(e)medi.

Şimdi bunu gerçekleştirip Allah’ın maksadını yerine getirmeliyiz. Miras meselesi de aynı. Zaman değişmiş, farklı durumlar ortaya çıkmıştır. Buna göre miras olayı yeni duruma uygun olarak Allah'ın gaye ve maksadı ışığında yeniden ele alınmalıdır. Tarihselciler Kur’an'daki hükmü reddetmiyorlar. Var diyorlar, ancak o tarihi şartlarla ilgili bir düzenlemedir, diyorlar. Evet, İslamoğlu bunlardan farklı bir şey mi söylüyor? Mesela miras taksimiyle ilgili taksim ”başlama noktasıdır" diyor. Kur’an hedef gösterdi, o noktada ilerleyeceğiz, diye ekliyor. İlerledik ve günümüz şartlarında eşit olması gerektiği kanaatine vardık. Bu makasıtçılık mı oluyor? Tarihselcilik olmuyor mu? Zaten tarihselcilerin tarihi delillerinden en önemlisi Şatıbî ve makasıt düşüncesi değil midir?

Bir de "Ben (Kur'an), bunları evrensel ve dinin değişmez sabiteleri olarak söyledim" demez mi? Ne demek bu şimdi? Anlayan var mı? Neleri böyle söyledin? Miras taksimi, cezalar, kölelik meselesini mi? Eğer böyleyse bunların evrensel ve değişmez sabiteler olarak söylenmesi ne demek? Yani bu hükümler değişmez mi? Ama değiştiriyorsun, maksat ve hedefler doğrultusunda... Yoksa evrensel ve değişmez sabitelerden kastın gaye, maksat ve mesaj mı? Eğer böyleyse tarihselcilerden ne farkın var Allah aşkına?

Sen, dünyayı kör, insanları sersem mi zannediyorsun? İslamoğlu, düpedüz tarihselcilik yapıyor. (Not: Bilemiyorum, acaba bir farkı var mı? Niye bu telaş içinde? Tarihselciliği topyekun bir metot mu kabul etmiyor? Kabul ediyor da hükümlerin hepsine uygulanmasından mı endişe ediyor?

Mesela tesettür, faiz vs. Nerde duruyor tam olarak anlamak mümkün değil. Tarihselciler ise bu noktada daha açık. İman, ahlak ve ibadet dışında her şey tarihsel, o kadar)
Yapsın, ona diyeceğimiz yok! İyi de yaptığı halde niye tarihselcileri kötülüyor, hem de ağır bir şekilde... Tarihselcilerin yerinde olsam ben ona diyeceğimi bilirdim. Ama ben tarihselci değilim! Susuyorum.

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:251-253
Devamını Oku »

İsrailoğulları olmasaydı, et kokmayacak mıydı?



Islamoğlu, Buharî'de Kur’an'a aykırı gördüğü -ama esasen muhtemelen zahiri tecrübe ve akla aykırı olan bir Buharî hadisi vardır. Bunu da Buharî'de sahih senedli bir iftira olarak ballandıra ballandıra anlatmaktadır. Bu hadis şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; "Eğer İsrailoğulları olmasıydı, et kokmazdı...” (Buhârî, Enbiyâ, 2)

Peki, gerçekten bu hadis akla ve tecrübeye aykırı mıdır? Hadîsin zahirinde tabii olan etin bozulup kokmasının kaynağı, İsrailoğullarına nispet edilmektedir. Hadîsin zâhirî etin tabiatında bundan önce bozulma olmadığını göstermektedir. Bu hadisin zahiridir. Ama hakikati değildir.

Oysa meselenin aslı şudur: ”Allah İsrailoğullarına bıldırcın eti ve kudret helvası gibi büyük nimetler vermiştir. Ancak İsrailoğulları buna karşılık Allah'a şükretmek ve onlardan infak etme yerine cimrilik ederek iddihar etmeyi tercih ettiler. Bu durum hadîste belirtildiği gibi ifade edilmiştir.”

Görüldüğü gibi esasen Hz. Peygamber çok veciz bir şekilde, bir cümleyle İsrailoğullarınının tabiatını,karakterini anlatmış ve bunun üzerinden bize mesajını vermiştir.Bunun yadırganacak,akla,Kur'an'a aykırı görülecek ne tarafı vardır?!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf;227-228
Devamını Oku »

Buharî, Müslim'in; Müslim Buharî'nin hadislerine güvenmemiş midir?


İslamoğlu'nun, konuşmalarına bakıldığında belli ki, Buharî ile bir alıp veremediği var. Özellikle Buharî'yi bertaraf etmek için yoğun çaba sarfediyor. Sahih senedli iftira olur mu derken Buharî'den örnek veriyor. Hatta bir münasebetle Buharî'nin, Sahih'ini kendisinin yazmadığını ileri sürüyor. Ona göre Buharî'den yıllar sonra yazılmış. Tabii ki, böyle olunca insanlar onun hadisleriyle oynamış intibaını veriyor. Buna cevap vermeye gerek yok! Malumdur ki, Buharî, kendi hayattayken eserinin kontrollerini yapmış ve kitap vucüda gelmiştir. Bundan daha da ilginci, hadis tarihi söz konusu olduğunda cehaletini ortaya koyan bir iddiadır. Şimdi ona bakalım:

Diyor ki: Sahih isimli eserler var. Bunların başında Buharî'nin Sahih'i gelir. Müslim'in, İbn Hibban'ın Sahihleri var. Ama bu sahihlik iddiası bu eserleri derleyen insanların içtihadıdır. Yani Buharî'nin Sahih'indeki hadislerin sahih olması, kendi kritelerine göredir. Müslim de öyle. Buharî'nin sika dediği ravilerden 420 küsürüne talebesi Müslim güvenilmez demiş ve onların hadislerini kitaplarına almamıştır. Talebesi Müslim'in güvenilir dediği 600 küsür raviye ise hocası Buharî güvenilmez demiştir. O zaman güvenilmenin kriteri ne? İctihadîdir. O halde bir hadisin sahih olması, ona sahih diyene göredir. Yoksa Efendimizin dudaklarından döküldüğü anlamına gelmez.

Şu bir gerçek ki, hadislerin sıhhati meselesi ictihadidir, bu doğrudur. Ama bu doğruyu Sahih hadis kitaplarının çok da bağlayıcı olmaması bağlamında söylemek şüpheleri artırmaktadır. Bu, Kur'an ve sünnetten hüküm çıkarmanın ictihadî olduğunu söylemeye benzer. Bunu demeye gerek var mıdır? Bunu bilmeyen mi vardır? Elbette ki, ictihad olacaktır. Bu durumda müctehidin dışındaki insanlar ya bu içtihada tabi olacak ya da kendileri de ictihad edecek seviyede iseler bağımsız ictihadda bulunacaklardır.

Hadîste de durum aynıdır. Ya bağımsız olarak hadislerin sıhhatini belirlemek suretiyle ictihad yapılacak ya da yapılamıyorsa bir muhaddisin içtihadına uyulacaktır. Bunu bir yana koyarak yukarıdaki iddiayı özetleyelim. Buna göre Müslim, Buharî nin 420 küsür ravisine; Buharı de Müslim’in 600 küsür ravisine güvenilmez demiştir. Eğer böyleyse iş vahim!!

Peki gerçekten öyle midir?

Meselenin aslı şudur: Müslim'de olmadığı halde Buharî'nin münferiden rivayette bulunduğu rical sayısı 430 küsürdür. Bunlardan haklı veya haksız, az veya çok haklarında tenkit söz konusu olan ravi sayısı 80'dir. Buharî'de olmadığı halde Müslim'in münferiden rivayette bulunduğu ravi sayısı ise 620'dir. Bunlardan haklarında tenkit bulunanı 160'dır. Haklarında tenkit olanlardan, Buharî'nin münferiden rivayette bulunduğu kişilerin çoğu, kendi hocalarıdır. Onları görmüş, onlarla oturmuş, hallerini bilmiş, hadislerine muttali olmuş, sahih rivayetlerini vehimli rivayetlerinden temyiz edebilmiştir. Halbuki, böyle ravilerden Müslim'in münferiden rivayette bulunduğu kişilerin çoğu tabiiler ve önceki dönemlerin insanlarıdır. Şüphesiz insan görüp tanıdığı hocasının hadisini, görmediği insanların rivayetlerinden daha iyi bilir. (Kemal Sandıkçı, Sahih-i Buhari Üzerine Yap,lan Çalışmalar, s. 16.)

Şimdi buradan şu sonuçlar çıkar:

1. Bir kere Buharî ve Müslim mukayese yapılmakta; buradan da hangisinin daha üstün olduğu ortaya çıkarılmak istenmektedir. Buna göre Buharî'de şöyle böyle hakkında tenkit bulunan ravi sayısının Müslim'inkinden az olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu da tabii ki, Buharî'nin ravi açısından Müslim'den üstün olduğunu gösterir.

2.  Verilen rakamlar da meselenin anlaşılmadığını gösterir. 420 küsür rakamı Müslim'in rivayet etmeyip olmayıp sadece Buharî'nin rivayette bulunduğu ravi sayısıdır. Bunlardan 80'i haklı veya haksız hakkında laf edilmiştir. Yani eleştirilen ravi sayısı 420 değildir. 600 küsür rakamı da Buharî'de olmayıp sadece Müslim'in nakilde bulunduğu ravi sayısıdır. Bunlardan tenkide konu olan ravi sayısı da 160'dır. Yani eleştirilen ravi sayısı 600 değil, 160'dır.

3. Bunlardan daha önemlisi ise yukarıdaki ifadelerin Buharî  ve Müslim in birbirlerinin ravilerine güvenilmez demekle ilgisinin bulunmadığıdır. Müslim, Buharî'nin 420 ravisine, hatta 80 ravisine güvenilmez dememiştir. 420 raviden mak-sad, sadece Buharî'de olan, Müslim'de olmayan ravi sayısıdır. Aynı şekilde Buharî, Müslim'in 600 ravisine, hatta 160 ravisine güvenilmez dememiştir. 600 raviden maksad, sadece Müslim'de olan, Buharî'de olmayan ravi sayısıdır. Şimdi sadece Buharî'de var diye 420 raviye güvenilmez denilebilir mi?

Aynı şekilde sadece Müslim'de var diye 600 raviye güvenilmez denilebilir mi? Böyle şey olabilir mi? Buharî'nin eleştirilen 80 ravisini de Müslim değil, cerh- ta'dil alimleri eleştirmiştir. Meseleyi böyle ortaya koymak gerekir. Evet, Buharî'de de Müslim'de de tenkide uğrayan raviler vardır. Bunu Buharî ve Müslim'in de dahil olduğu cerh-ta'dil alimleri yapmıştır. Bu durum aslında ne kadar objektif olunduğunu gösterir.

Buharî'de dahi olsa raviler tenkit edilebilmektedir. Bir de "güvenilmez" ifadesi de problemlidir. Sanki "güvenilmez" ise hadisi alınmayacak adam iması verilmektedir. "Güvenilir"in teknik tabiri sikadır. Bir ravi sika değilse, saduk olabilir, ki, hadisi alınabilir ya da zayıf olabilir ki, bunun da hadisi yazılabilir, yani destek almaya müsait demektir. Buharî ve Müslim'in ravileri de böyledir. İçlerinde yalancı veya çok zayıf olan ravi yoktur.
Prof.Dr.Yavuz Köktaş – Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:216-218
Devamını Oku »

İmam Zührî'ye zorla hadis mi uydurttular?


Iddia dehşet verici: "Daha evvel de değindiğimiz gibi hadis toplama hareketinin ilk olarak başlamasında özellikle Emevi halifelerinin zorlama, tehdit ve işkenceleri önemli yer tutar. İlk hadis toplayan kişi olduğu iddia edilen ez-Zührî'nin şu sözü bunun delilidir: "Biz hadisi yazmaktan hoşlanmıyorduk. Ne var ki o yöneticiler (Emevi halifeleri ve adamları) bizi buna zorladılar." Zorlama altında yapılan toplamalarda, mevcut yönetimin iktidar, kültür, gelenek ve tarih anlayışını destekleyen hadisler ortaya çıkmış, buna aykırı olanlar elenmiştir. Mevcut hadisler zaten mana ile nakledildiğinden, birçok hadis kelime oyunlarıyla geleneği hükümleştirme yolunda kullanılmıştır.

Örneğin Peygamberimiz'in kendi şahsi tercihi olarak yaptığı bir fiil anlatılırken "Peygamber buyurdu ki" veya"Peygamber emretti ki" şeklinde, Peygamberimizin amacına uygun olmayacak bir tarzda kullanılmıştır.

Uydurmaların yanında tarihin belli bir dönemi ile ilişkili "tarihsel" kimi uygulamaların, evrensel dini hükümlere çevrilmesiyle de tahribat yapılmıştır. Tüm bu uydurma ve anlam kaydırmaları ise hiç şüphesiz hâkim olan sınıfın, hadis toplama için zorlama yapan sınıfın, görüşleri doğrultusunda olmuştur. Zorlama altında dine sokulan uydurmalar, sırf Emevi ve daha sonra Abbasi dönemleriyle sınırlı değildir. Bu dönemlerde çoğunlukla hadis uydurma yoluyla dine sokulan ilaveler, daha sonra halifelerin, valilerin zorlamasıyla "fetva" ve "içtihad" adı altında kendini gösterir. Mevcut yönetimlerin atadığı ve maaşa bağladığı "din adamları", birçok zaman bağlı oldukları ve kendilerini atayan iktidarların çıkarlarını ve isteklerini gözeterek "dini görüşler" beyan etmişlerdir."

Yazık, çok yazık! Bu nasıl bir zoka yutmaktır diyeceğim ama bu kitabı yazanların kendileri oryantalistleri zaten "baş imam" kabul ettiklerini ilan etmişler, ne diyelim! Tabii bu durum cahil olup da cehaletini bilmeyenlerin durumuna benzemektedir. Hem zokayı  yutacaksın hem de bu zokayı yuttuğunu bilmeyeceksin! Buna cehl-i zoka-ı mürekkep derler herhalde! Biz konuya dönelim:
Yukarıdaki iddia esasen Goldziher'e aittir. Goldziher, hadis ilminin zeminini sarsmak için temellerinden bir imamı tespit etmiş ve ona saldırmıştır. Onu yalancılıkla/uydurmacılıkla itham etmiştir. Goldziher'e gelinceye kadar, cerh ulemasından hiçbirinin yalancılıkla ittiham etmediği ve medh-u senada bulunduğu Zührî, meşhur Said İbnu'l-Museyyib'in talebesi ve yine meşhur İmâm Mâlikin hadîsteki hocasıdır. Hadîsleri, başta Buhârî ve Müslim olmak üzere bütün hadîs kitaplarında yer almıştır.

Hadîs imamlarından Ali Ibnul-Medınî'nin belirttiğine göre Zührî'nin yaşadığı devirde hadis ilmi, hemen hemen altı kişi etrafında dönüyordu ki, bunlardan biri Zührî idi. Sufyân İbn Uyeyne'ye göre, halk arasında, sünneti Zührî'den daha iyi bilen bir kimse yoktu.

Keza Mekhul de onun hakkında buna benzer bir ifade kullanmış ve "yeryüzünde, sünneti Zührî'den daha iyi bilen bir kimse kalmadi" demiştir. Ahmed b. Hanbel'e göre, o, halk arasında hadîsi en güzel ve isnadı en sağlam olan bir kimse idi. Nevevî ise, bütün hadîs imamlarının, onun celâleti, hafıza, zabt ve adalet yönlerinden güvenilir bir kimse olduğu üzerinde ittifak ettiklerini söylemiştir.

İşte, Zührî hakkında bütün hadîs imamlarının kanaatları bu merkezde iken, müsteşriklerin şeyhi Goldziher, onu yalancılıkla itti- ham ediyor ve Emevî halifeleri adına hadîs uydurarak halk arasında yaydığını ileri sürüyor. Onun hadîs uydurmaya müsait bir kimse olduğuna okuyucuyu inandırabilmek için, bazı haberleri tahrif etmekten ve onlara aslına uymayan manâlar vermekten kendini alamamıştır.

Bu haberlerden biri, hadîs kitabetiyle ilgili, Zühri'nin bizzat yukarıda ifade edilen kendi sözüdür. Buna göre Zührî, halifelerin, kendisini hadîs yazmağa zorladıklarını ifade etmiştir.

İşte Goldziher bu sözü ele alarak, iktidarın arzularını desteklemek açısından Zührî'nin pek uysal davranışlı bir kimse olduğunu iddia etmiş ve dolayısıyla bu iddia, onun, Zührî hakkında, halîfelerin arzularına uyarak hadîs uydurulabileceği hükmünü vermesini sağlamıştır.

Fakat Goldziher'in ele aldığı bu sözün, Zührî'nin halîfeler adına hadîs uydurmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Eğer Goldziher, bu sözün sebeb-i vürûdunu araştırmak zahmetine katlansaydı, şüphesiz, Zührî'yi halîfeler için hadis uydurmaya müsait bir kimse olarak tanıtmak imkânından mahrum kalırdı.

Goldziher'in hesaba katmadığı veya katmak istemediği bu sözün sebeb-i vürûdu şudur:
Bir gün, Halîfe Hişâm İbn Abdil-Melik, Zührî'den oğulları için hadîs yazmasını talep etmiş, ona bir de kâtip göndermiştir. Zührî, bu kâtibe 400 hadîs yazdırmıştır. Ancak aradan bir müddet geçtikten sonra Halife, bu hadîslerin kaybolduğunu söyleyerek onların yeniden yazılmasını Zührî'den istemiştir. O da bu emre itaat ederek, bu 400 hadîsi tekrar yazıp Halîfeye göndermiştir. Halîfe Hişâm, ilk yazılan 400 hadîsle sonradan yazılanları karşılaştırmış ve aralarında tek bir harf değişikliğinin dahî bulunmadığını görmüştür.

Bir başka haberde, yine Hişâm b. Abdulmelik, oğullan için Zührî'den hadîs yazmasını istemiş, bu iş için iki de kâtip tahsis etmiştir. Kâtipler, Zührî'ye bir sene müddetle gelip gitmişler ve ondan pek çok hadîs yazmışlardır. İşte bu hâdise üzerinedir ki Zühri, halîfelerin, kendisini hadîs yazmaktan usandırdıklarını söylemiştir.
Görüldüğü gibi, bu hâdisede ve bu hâdise ile ilgili olarak söylenen bir sözde, Goldziher'in iddia ettiği gibi, Zührî'nin halîfelerin emriyle hadîs uydurduğu neticesini verecek hiç bir mâna yoktur. Fakat Goldziher, İslâm dininin en mühim bir kaynağı olan hadîsin değerini küçültmek gayesi güttüğü için, sahih haberleri daima tahrif, güvenilir hadisçileri de yalancılıkla ittiham etmekten çekinmemiştir. Ne var ki, onun bu tahrifleri, meseleye biraz vâkıf olan her insaf sahibi tarafından kolayca anlaşılabilecek bir mahiyet arz eder.(1)

Diğer taraftan şunu da ifade etmek gerekir ki, Zührî'nin "yöneticiler zorlayana kadar hadisleri yazmayı doğru bulmazdık" ifadesini tahrif ederken Goldziher iki hata yapmıştır. Birincisi Zührî'den yaptığı açıklamada uydurma hadis yazdırmakla ilgili bir bilginin bulunmaması; İkincisi ise Emevi yöneticilerin hadis yazma taleplerinin şahsa özel olmasıdır. Kaynakların verdiği bilgiye göre halife Hi- şam, Zührî'den çocukları için hadis yazmasını istemiştir. Daha önce hadis yazdırma taleplerine karşı çıkan Zührî, halifenin çocukları için hadis yazdırınca "yöneticiler bizi yazmak zorunda bırakana kadar hadis yazdırmaktan hoşlanmıyorduk. (Onlar için hadis yazdırınca) diğer Müslümanlar için de hadis yazdırmanın uygun olduğunu düşündük" açıklamasını yapmıştır.(2)

Görüldüğü gibi Zührî'nin açıklamasında hadis uydurmakla ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Halifenin Zührî'yi hadis yazmaya zorlaması da genel bir durum değildir. Sadece o, hadis yazdırma konusunda istekli olmayan Zührî'den, çocukları için hadis yazdırmasını istemiştir. Zührî'nin hadis yazmaya zorlamaktan kastı ise halife çocuklarına hadis yazdırınca diğer Müslümanlara da yazdırma ihtiyacının duyulmasıdır. Bu durumda Goldziher ilgili metnin tamamını değil, bir kısmını alamak suretiyle arzu ettiği görüşü elde etmek istemiştir.(3)

Aslında Zührî'nin sözünde onun hadis yazımına karşı tavrıyla ilgili bir nokta vardır. O da Zührî'nin hadisleri yazmaya değil, hafızaya kazımaya yönelik arzusudur. Buna göre Zührî, insanlara hadis yazmaktan kaçınmaktadır. O, hafızaya dayanmayı istemektedir. Onun için şöyle demiştir: "
" Yani ilmi/hadisleri yazmayı hoş karşılamazdık. Başka rivayette "kitabetul-ilm" yerine "kitabetul-ahadis" geçmektedir. Goldziher, bu olayı "Kitabetu ahadis" şeklinde "elif-lamsız" aktarmıştır. Bununla da şunu kastetmiştir: "Biz herhangi bir hadis yazmazdık, hadisle uğraşmıyorduk. Tâ ki sultanlar bizi zorladı, hadis uydurmaya başladık."

Bu, tam bir tahrif ve hinliktir. Oysa "ahadis" elif-lamlıdır ve burada bilinen, yaygın olan, hafızada olan hadisler kastedilmektedir. Yani, hafızada hadisler vardır, ancak biz onları yazıya dökmekten hoşlanmıyoruz, demektir. Halife çocuklarına ısrarla hadis yazdırılmasını talep ettiler, önceleri hadis yazmayı hoş karşılamıyorduk, biz de hafızamızda olanları onlara yazalım dedik. Olay tarihen böyle vuku bulmuştur. Ancak sonraları Zührî de bu görüşünü esnetmenin sonucunda kapsamlı bir tedvin faaliyetinde bulunmuştur. Çünkü Emevi halifesinin şahsa özel isteği, öylece kalamazdı. Halife çocukları için hadis yazılacaksa diğer insanlar için de hadis yazılabilecekti.

Zührî, genel anlamda hadislerin yazılmasına sıcak bakmıyordu. Bu çerçevede Halife'nin özel talebiyle yazı işine de sıcak bakmaya başladı. İşte yine bir Emevi yöneticisi olan Ömer b. Abdilaziz, ilmin yok olmasından endişelendiği için hadislerin toplanması konusunda talimat yayınladığında da buna ilk cevap veren en geniş hadis muktesabatı bulunan Zührî olmuştur. Demek ki, o dönemde yöneticilerin hassasiyetlerine ulema da iştirak etmiştir.

Şimdi Zührî'ye mi hadis uydurttular yoksa size mi zokayı yutturdular?
Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:298-302

Dipnotlar:

(1)- https://sorularlaisJamiyet.com/imam-zuhrinin-emevilerin-yaninda-hadis-uydurmus-olma-olasiligi-nedir
(2)-Fesevî, el-Ma'rife, 1355; Zehebî, Siyer V, 334'den aktaran Ahmet Yücel, Oryantalist Hadis Anlayışı ve Eleştirisi, s. 135.
(3)- Bk. Ahmet Yücel, Oryantalist Hadîs Anlayışı ve Eleştirisi, i 135-136.
Devamını Oku »

Kur'an'ın mucizevî bir beyanı, öyle mi?


Şimdi ise tam şarlatanlık örneği göreceğiz. Bunu iddia edebilecek nasıl bir zekaya sahipler, anlamak mümkün değil! Evet, Kur'an, hadis kelimesini kullanmış, hem de hep olumsuz bir bağlamda! Bu da hadislerin uyduruk şeyler olduğunu gösteren mucizevi bir beyanmış! Kur'an'dan bi-haber bu Kur'ancılar, ifade etmekten Rabb'i-me sığınırım ama Kur’an'ı şamar oğlanına çevirmişler! Alıntı yapıyorum, sonunda sadece bir cümle kuracağım:

"Kur'an'dan sonra hangi hadise iman ediyorlar?" Bu ifade A'raf Suresi'nin 185. ayetinde geçmektedir. Ayetin Türkçe çevirilerinde "hadis" kelimesinin yerine "söz" denildiğine de şahit olabilirsiniz. Bu çeviri de tabii ki doğrudur, çünkü Arapça "hadis" kelimesi Türkçe "söz" kelimesinin karşılığıdır. Bu ayette ve diğer ayetlerde "hadis" kelimesinin kullanımı ve Kuran'a eş kaynaklar olarak uydurulan sözlere "hadis" denmesi, Kuran'ın bir mucizesidir.

Kur’an, dinimizin temel bir sorunu olacak, Peygamber'e atfedilecek, dinin tek kaynağını yüzlerce kitaba çıkaracak hadislere mucizevi bir tarzda işaret etmiştir. Peygamberimiz'e birçok yalanı atfedenler; "akval— sözler", "ahbar=haberler", hikem=hikmetler" veya başka bir Arapça kelimeyi Peygamberimiz'in sözlerini belirtmek için kullanabilirlerdi. Her hususta çelişen hadisçilerin bu sözlere oy birliğiyle" hadis" deyip, Kuran'ın bu ayetlerinin işaretine girmeleri, Kuran'ın sayısız mucizelerinden biridir: "Bu Kuran uydurulacak bir hadis (söz) degildir. Aksine o önündekini tasdikleyici, her şeyi detaylandırıcıdır. İnanan bir topluluk için kılavuz ve rahmettir." (Yusuf, 111)

Allah, Kuran'ın "uydurulan bir hadis olmadığı"nı söylediği bu ayette, kitabın detaylandırıldığı gibi mezhepçi yaklaşımda bir türlü anlaşılamamış olan bir gerçeği de vurgular. Oysa mezhepçiler, Kuran'ın detaylı olduğunu görmezlikten gelip hadisleri, gelenekleri, şahsi görüşlerini Kuran'ın detayları yetersizmiş gibi dine sokmuşlardır. Bunda ise hadisler başroldedir. Oysa aynı ayet, Kuran'ın "uydurulmuş bir hadis olmadığı"nı söyleyerek, anlamaya niyeti olana mucizesini sergiler. "Şimdi sen bu hadise (söze) inanmazlarsa, belki de arkalarından kendini eritircesine üzüleceksin." (Kehf, 6)

Kuran'da Peygamberimiz ile ilişkili olarak hadis kelimesi sadece iki defa ve aşağıdaki şekliyle kullanılmıştır:

"Ey inananlar, yemeğe çağrılmadan Peygamberim evlerine girmeyiniz... Yemeği yiyince dağılın, bir hadise dalmayın. Böyle davranışınız Peygamber'i rahatsız eder." (Ahzab Suresi 53) (Burada kastedilen bildiğimiz söze dalmayın, değil mi yahu!)

"Hani Peygamber eşlerinden birine gizli bir hadis söylemişti. Derken o bunu haber verdi. Allah da ona bunu açığa vurunca, o da bir kısmını açıklamış bir kısmından vazgeçmişti." (Tahrim, 3)

Görüldüğü gibi "hadis" kelimesi Peygamberimiz ile ilişkili olarak iki defa geçer. Oysa buradaki kullanımın, Sünni ve Şii mezheplerinin "hadis" görüşleriyle hiçbir alakası yoktur. "Hadîs" kelimesini Hz. Muhammed'in sözleri olarak kullananlar için iki ayetin işareti önemlidir. Tahrim Suresi'nde "hadis" kelimesi, Sünnilerin ve Şiile- rin kavramsallaştırdıkları gibi dini öğretiler için değil, Peygamber’in kişisel sözleri için kullanılmıştır. Üstelik her iki yerde de "hadis" kelimesi olumsuz bir bağlamda kullanılır."
Evet, iddia böyle! Böyle adi bir iddiaya cevap vermek gerekir mi bilmiyorum, ama sırf insanlar bu pespayeliği görsün diye buraya alıyor, şaşkın bir halde yazıyorum.

Bu insanların önce semantik dersi veya vucuh ve nezair dersi almaları gerek. Bunlara sözlük anlamı nedir, terim anlamı nedir anlatmak lazım. Yine bunlara Kur'anî kavramların Kur'an'daki kullanımıyla sonradan kazandıkları anlam ve bu anlamın kökle ilişkisini birileri anlatması lazım.
Şu kadarını söyliyeyim. Tahrim suresinde, hadis kelimesinin kişisel sözler için kullanılmış olduğu doğrudur, ama ortada olumsuz bir bağlam yoktur.

Ayet esasen şöyledir: "Hani Peygamber eşlerinden birine [Hafsa'ya] aralarında gizli kalmak üzere bir şey söylemişti. O eş bu sırrı diğer eşlerden birine [Aişe'ye] duyurmuş, ama Allah Peygamber'i durumdan haberdar etmişti. Peygamber de sırrı ifşa eden eşine, [onun Âişe'ye ifşa ettiği] sözlerin bir kısmını hatırlatmış, bir kısmından da hiç söz etmemişti. Bunun üzerine eşi [Hafsa], "Bunu sen kimden öğrendin?!" diye sormuş; Peygamber de, "Bunu bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi." diye cevap vermişti."

Şimdi hadisin olumsuz anlamı ayetin neresinde? Hz. Peygamber eşine bir hadis söylemiş. Bu kadar! Allah, bu hadisi, yani sözü, yani sırrı ifşa edeni olumsuz bir bağlamda zikrediyor. Peygamber'in hadisini olumsuz bir bağlamda zikretmiyor ki!
Esasen bu ayet Peygamber hadisleri için de hadis kelimesini kullanmanın bir delilini teşkil ediyor. Şu da bir gerçek ki, Peygamber hadisleri için kullanılan hadis kelimesi içinde kişisel sözler de vardır. Yani din teşkil etmeyen sözler de vardır, hatta (farz ve vacipleri dikkate alarak ve bunları dışarıda bakarak söylersek) çoğu böyledir desek yeridir. Muhaddisler hadis derken hepsinin din teşkil edecek düzeyde olduklarını kastetmiyor ki! Muhaddisler için önemli olan bu sözlerin onun ağzından çıkıp çıkmadığını tespit etmektir. İşte ayet bile böyle kişisel sözlere hadis demektedir. O halde muhaddislerin Peygamber sözleri için hadis demesiyle Kur'an'ın hadis demesi bir- biriyle uyumlu değil midir? Üstelik Peygamberin bu kişisel sözlerini Allah Kur'an'ına taşımış, yani Kur'an bunları konu edinmiş! Bu bile tek başına Peygamber sözlerinin değerli oluşunun bir delili değil midir?

Diğer taraftan şayet hadis kelimesi böyle hep olumsuz bir manaya sahipse "Musa'nın hadisi sana geldi mi?" (Naziat, 15) ayetini ne yapacağız? Burada hadis gayet olumlu bir anlamdadır. Hatta bağlayıcılığı da vardır. Musa'nın hadisine kulak verilmesi istenmektedir. O zaman soralım: Musa'nın hadisi böyle olumlu ve örnek bir baklamda zikrediliyor da Muhammed'in hadisi mi olumsuz olacak ve örnek alınmayacak? Eğer böyleyse (sözlük kullanımı dışında) olumsuz geçen yerleri Muhammed (a.s.)'ın hadisi olarak yorumlamak şarlatanlık, değil de nedir? Ama böyle söyleyenlerin Yaşar Nuri'nin kötü birer taklidi olduklarını da belirtmeden geçmeyelim.

Kuran'da geçen hadis kelimesini tarihi çarpıtırcasına Hz. Peygamber'in hadisleri için ilk kullanan bilediğim kadarıyla odur. Ayette geçen "lehve'l-hadisi" hadis kitaplarındaki hadisler olarak çarpıtı- vermişti. Şimdi bunlar! Bu izdivaç hayırlı olsun!!! Evet, oryantalistler hadisi çökertmek için olmadık iddialarda bulunmuşlardır. Ama ne yalan söyliyeyim, hadis kelimesinin Kur’an'da bu şekilde kullanılmasından yola çıkarak hadisleri eleştirmek herhalde akıllarından geçmemiş!! Yani anlayacağınız bu iddia şeytanın aklına bile gelmemiş! Eee şimdi şeytan ne yapsın! Dinlenme vaktidir!!!

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:292-295
Devamını Oku »

Basit bir mantık kuralı bilinse...


Evet, mantıkta bazı çelişmezlik kuralları vardır. En basitini söyliyeyim. A ve B önermeleri olsun. Mesela A'nın çelişiği nedir, diye sorsam, ilk akla gelen A, B olursa çelişir şeklinde olacaktır. Yani A, B'dir. Oysa A'nın çelişiği A değildir, şeklinde olmalıdır. Mesela iki cümlemiz olsun. 1. Ali Okula gitti 2. Ali, eve gitti. Sorsam, bu iki cümle çelişik mi?

Akla ilk gelen "evet, çelişiktir; Ali ya okula gitti ya da eve gitti; her ikisine birlikte gitmiş olamaz ya!" şeklinde olacaktır. İşte bu tam da Aristo'nun formel mantığıyla olaylara bakmak demektir. Üçüncü şıkkın imkanına inanmamak demektir. Oysa ihtimaller üç, dört veya beşinci şıkkı da gerekli kılabilir. Buna göre Ali öğleden önce okula, sonrasında ise eve gitmiş olabilir. Ali, dün okula gitmiş, ama bugün gitmemiş olabilir.

Bunlar birer ihtimaldir. Ve ihtimaller varolduğu müddetçe çelişkeden bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Ali okula gitti, cümlesinini çelişiği okula gitmedi, olacaktır.

Bunu bir ayet ve hadise uygulayalım:
Allah şöyle buyurur: "Fakat Allah sizi kalplerinizin kazandığı şeyle sorumlu tutar." (Bakara, 225)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah, konuşmadıkça veya yapmadıkça nefislerinden/kalplerinden geçirdikleri şeylerden dolayı ümmetimi affetmiştir." (Buharî, Talak, 11)

Zahiren bakıldığında çelişki var. Allah, kalplerin kazandığından sorumlu tutuyor. Hz. Peygamber, kalplerden geçen şeylerden sorumlu tutmuyor. Oysa biraz düşününce mesele anlaşılır. Onun için ihtimalleri hesaba katmak durumundayız. Buna göre Allah kalplerde kalıcı olan, yani azmedilen, kesin karar kılınan düşüncelerden dolayı sorumlu tutuyor. Hz. Peygamber ise kalplerde istikrar bulmayan, gelip geçen düşüncelerden sorumlu tutmuyor.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim: Kur'an aykırı olduğu iddia edilen sahih hadisler üzerinde iyi bir tahlil yapıldığında aslında aykırılık bulunmadiği görülecektir. Hasbelkader konuyla ilgili bir çalışma yapmış biri olarak söyleyebilirim ki, Kur'an'a aykırı olduğu iddia edilen sahih hadisler içinde gerçekten aykırı olanlar bir elin parmak sayısını geçmez.;

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:266-267
Devamını Oku »

En büyük azap ressamlara mı?


İddia şöyle:

Kur'an: "Gerçekten Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise dilediği kişi için bağışlar." Nisa, 48.

Hadîs: "Cehennemde en şiddetli azaba uğratılacak kişiler ressamlardır." (Buhari, Tesavir, 89)

Kur'an'a göre en büyük günah Allah'a ortak koşmaktır. Allah, ortak koşmayı affetmeyeceğini söylemekte, bunun dışında her günahın affedilebileceğini belirtmektedir. Bu yüzden Allah'ın en şiddetli azabına uğrayacak olanlar da ortak koşanlardır. Oysa Buhari'nin yukarıda alıntıladığımız hadisine göre en şiddetli azaba ressamlar uğrayacaklardır.

Oysa hadisi Nisa, 48 değil, Gafir, 46 ile birlikte değerlendirmek gerekir. Buna göre mesele şudur:

Gafir suresindeki ayet şöyledir: "Onlar sabah akşam o ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı günde: Firavun ailesini azabın en çetinine sokun (denilecek)!"

Alimler ayet ve hadislerin arasını uzlaştırmada çeşitli yorumlar geliştirmiştir.

Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Ayet ve hadislerdeki eşeddiyet (en şiddetli azaba düçar olan) ancak azabın cinsine göre değil, azap görecek olanların cinsine göredir. Firavun, ilahlık iddia etme bakımından azabın en şiddetlisine sokulacaktır. Suret yapanlar da suret yapan veya yapmayanlara nispetle azabın en şiddetlisine düçar olacaktır. Bir farkla ki, suret yapanın maksadı tapınma/ilahlık ise Firavunla aynı derecede azaba sokulacaktır.

2. Al-i Firavunun kıyamet günü en şiddetli azaba sokulmasıyla suret yapanların da böyle olması arasında bir tenakuz yoktur. Hadişlerde en şiddetli azabı hâk edenlerin bâzı vasıflarından bahsedilmiştir. Ayette ise bizzât isim verilmiştir ki, onlâr da Âl-i Firâvundur. Ayet ve hâdislerde azâbı gerektirecek sebep Allâh'ın yaratmasına benzetmedir. Bu ortak paydayla hem Âl-i Firavun hem de suret yapanlar en şiddetli azaba sokulacaktır. Zira tasvirle ilgili bazı hadisler bu duruma işaret etmektedir. Hz. Aişe'nin nakline göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İnsanların kıyamet günü azap balonundan en şiddetlisi Allah'ın yaratmasına benzetenlerdir". (Buhari, Libas, hd. no. 5954; Müslim, Libas, 2107.)

Suret hadislerinde de maksat Allah'ın yaratmasına benzetmektir. Diğer bir ifadeyle Allah'tan başka tapılacak şeylerin resmini yapmaktır. Bu niyetle resim yapan kafir olur. Böylece Âl-i Firavnın sokulacağı yere sokulması çok da uzak sayılmaz. Bu maksatla resim yapmayanlara gelince bunlar günahkâr olurlar. Günahın cezasıyla küfrün cezası bir olmaz.,

Prof.Dr.Yavuz Köktaş-Modern Zamanlarda Hadisi Savunmak,syf:284-285
Devamını Oku »