Hz Mevlana'nın Kadına Bakışı

Hz Mevlana'nın Kadına Bakışı

Müslüman toplumlarda târih boyunca kadının konu­munu belirleyen unsurlar şunlardır: Dînî kurallar, sosyal, siyâsî ve etnik çevre ve İslâm öncesinden gelen kültür mîrâsı. Bu sebeple İslâm dünyâsında, kadının her yerde ve her dönemde aynı konumda ve durumda olduğu söylene­mez.

Kur’ân-ı Kerîm’de kadının gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkekle müsâvî konumda olduğu görülür. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir. Dînî hak ye sorumlulukları da aynı düzeydedir. Hz. Peygamber’in kadınlara yönelik söz ve uygulamaları da benzer çerçevededir.

Hz. Peygamber 25 yıl boyunca Hz. Hatice ile tek eşli olarak yaşadı. O da kendisini dâima destekledi, ona teselli kucağını açtı. Sonraki eşi Ayşe, kızı Fatma, hem sağlıklarında, hem de sonraları toplumda çok seçkin bir yere sahip oldular. Onlar “ümmü mü’minindirler.

Ne yazık ki İslâm toplumlarındaki uygulamalar her zaman bu çizgide devam etmedi. Hz. Peygamberden sonraki dönemlerde kadının mevkii geriledi. Kökleşmiş ataerkil aile anlayışı ve erkek egemen tavır, kadın haklarını kısıtladı. Sıhhati şüpheli bâzı hadisler yaygınlık kazandı. Naslar bu istikâmette yorumlandı.


Tasavvuf ve Kadın



Tasavvuf çevrelerinde ise kadının yeri, başka alan­larda olduğundan daha ileri seviyededir. İlk önemli kadın eren Râbiat-ül-Adeviyye’nin ismi bir sembol hâline geldi. O, bu alanda tek örnek değildir.

“Bana dünyâdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nûru olan namaz” hadisi, tasavvuf muhitinde daha çok tanındı, revaç buldu ve zengin yorumlarla iz bıraktı.

Bilindiği gibi tasavvuf düşüncesine göre, her şey Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellîsidir. Bu du­rumda erkeklik-dişilik gibi bir ayırım izafi kalır. İnsan olarak her iki cins, en azından müsavi olmak gerekir.

Kadının da erkeğin de kemâle ermesi asıl hedeftir. Bir kıyaslama olacaksa bunun ölçüsü “kemal”dir. Kâmil bir kadın nâkıs bir erkekten elbette üstündür. Kural her­kes için geçerlidir; ilâhı beyan şöyledir: “Allah katında en değerüniz, en müttaki olanınızdır”.

Tasavvuf hayâtı duygu yoğunlukludur. Genel olarak kadınlar daha duygusal bir yapıya sâhiptir. Bu durum tasavvufla kadın arasında ortak bir payda, ortak bir zemin saydır. Bu sebeple İslâm dünyâsında, başka dallardan çok sûfîlik kadın nev’inin gelişmesine elverişlidir denebilir.

Sûfılerin hayat hikâyelerinde “ana”lar mühim yer tutar. Menkıbelere göre birçok velînin annesi, daha hâ- mdeliğinden îtibâren dindarca ve müttaki yaşamaya önem vermiştir. Çocuklarına abdestsiz süt emzirmemeye dikkat etmişlerdir.

Abdülkâdir Geylânî’nin annesi, ne pahasına olursa olsun yalan söylememesi konusunda kendisine tenbihte bulunmuştur. Muhyiddin İbn-i Arabi’nin mânevî hayâtın­da, Fâtıma isimli ermiş bir kadının yeri mühimdir. Ona göre “Ebdâl” (Kırklar) arasında kadınlar da vardır.

Erzurumlu İbrâhim Hakkı (1703-1780)’nın İstanbul seyahatleri sırasında eşi Zeliha’ya yazdığı sevgi ve hasret yüklü mektuplar ilgi çekicidir.

Son dönem mürşidlerinden Ken’an Rifâî’de, manevî kıvılcımları ilk çaktıran kimse annesi Hatice Cenan sul­tandır. Annesi onun ilk mürşididir. Ken’an Rifâî'ye göre: “Fikir, his ve îman alışverişinde, kadın erkekten daha mü­sait bir araç, daha verimli bir zemindir.”Bütün bunlara rağmen şu bir gerçektir:

Târih içinde hemen her toplumda kadın konusunda farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Erkek egemen bir tav­rın yaygınlığı açıktır. Buna tepki olarak doğan feminist cereyanların bâzı zorlama düşünceler ileri sürdüğü de bir gerçektir.

Bütün bunların ötesinde, soğukkanlılıkla meseleye ba­kılcak olursak şunu görürüz: Kadın, yaratıkların en üstünü olan insan nev’inin bir örneğidir. Tıpkı erkekte olduğu gibi, onun da meziyetleri ve zaafları vardır. Yapı olarak  genellikle duygusal tarafı ağır bastığından, bu meziyet ve  zaafları daha belirgin şekilde ortaya çıkar.

Hz. Mevlânâ’nın kadına bakışma gelince; onda tasavvuf düşüncesindeki kadına olumlu yaklaşımın ağır bastığı açıktır. Gölpınarlı’nın belirttiği gibi, Mevlânâ’nın zaman zaman “kadınları dâima erkekten aşağı gören Orto­doks düşünceye teması, ancak bir gelenekten, herkesin söylediği sözü icap ettiği için tekrarlamaktan başka bir şey değildir.”

Bu tutum, realist oluşuyla da ilgilidir. Evet, kadın bir şeytan değildir, ama o, bir melek de değildir. Her insan gibi olumlu ve olumsuz örneklere sahiptir; kişi bazında da bâzan iyi bâzan kötü davranışlar sergileyebilir. Ne ki Mevlânâ’da kadınlailgili olumlu unsurların daha çok öne çıktığı görülür.

Kendisinin mutlu bir evlilik hayâtı olmuştur. Buna rağmen Fîhi Mâfih’in bir yerinde evlilik hakkında olum­suz ifâdelere yer verir. Ona göre kadınlarla birlikte yaşa­mak çok sabır gerektirir. Bu berâberlik insanın kendisini iyileştirip olgunlaştırması için bir vâsıtadır. Tıpkı elleri kirden temizlemek için bir havluyla silmek gibidir. Hayat­ta asıl olan, evlilik ve onun zahmetine katlanmaktır. Ama buna güç yetiremıyecek olanlar, Hz. Isa gibi bekarlığı tercih edebilirler.

Mesnevide ki  Şeyh Harakânî (Ö.425/1033) hikâyesi ilgi çekicidir: Bir müridi bu şeyhi ziyâret için bin bir sıkın­tıya katlanıp gelir. Kapıyı şeyhin karısı açar ve kocası hakkında fevkalâde kötü sözler eder. Onun bir sahtekâr ve riyakâr olduğunu söyler. Çok üzülen mürid ayrılır, ormanda Harakânî’yi aramaya koyulur. Nihayet onu bulur. Harakânî bir arslan üzerine binmiş ve elinde kamçı olarak bir yılanı tutmaktadır. Der ki: “Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim, arslan benim yükümü çe­ker miydi?”

Aynı durum kadın için de söz konusudur (Men sa-bera zafera).A’râbi’nin karısı hikâyesinde de yoksulluktan müşte­ki olan bir kadının dırdırını tasvir eder. Hikâyenin so­nunda iş tatlıya bağlanırsa da, yer yer kavga şiddedenir, koca: “Ey kadın, kavgadan çekişmeden vazgeç, vazgeç­meyeceksen benden vazgeç!” der. “Susarsan ne âlâ! Yoksa şu dakikada evi barkı terk ederim” noktasına kadar gelir. Bu arada ağlamaya başlayan kadın için şu hakîma-ne söze yer verir: “Göz yaşı kadının tuzağıdır.” Hikâyenin devamındaki şu ifâdeler ne kadar beşerî tasvirlerdir:

“Ağlamadan bile gönül çekici olan kadının, gözyaşı ve âh ü vâhı hadden aşınca; gözyaşı yağmurundan bir şimşek çakıp o merd-i vâhidin kalbine bir kıvılcım sıçradı.

Güzel yüzüyle erkeği esir eden kadın, kendine bendelik süsü verince hal ne olur?

Azametinden yüreğini oynatan, kibrinden seni tir tir titreten o, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hâle gelirsin?

İstiğnası ile gönülleri kanatan o güzel, işi yalvarmaya dö­kerse ne hâle girersin?

Cevr ü cefâsının tumağına düşürmüş o dilber özür dilemeye kalkışırsa ya bizim özrümüz ne olabilir ?

Allah (Züyyine linnâs..) hükmünce kadının muhabbeti ile insanı tezyin etmiştir. Hakk'ın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir ?

Zira Allah kadını erkeğin sükûn ve teselli bulması için ya­rattı. Bunun için Âdem Havvadan nasıl ayrılabilir ?

Bir kimse yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, ya da Hamza’dan bile ileri geçse, ferman dinlemek husûsunda yine de karısının esiridir;

Sözlerine cümle âlemin mest olduğu Hz Muhammed bile: ‘’Kellimînîyâ Hümeyrâ” derdi (Bana bir şeyler söyle ey Hümeyra).

*

Hz. Mevlânâ bu noktadan itibaren beşen-maddı ale­min üstüne çıkıp metafizik dünyâya adım atar. Önce sem­bollere başvurur; erkeği suya, kadını ateşe benzeterek derki:

(Her ne kadar su ateşe galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır.

Ne vakit bir kap ikisinin arasına girse (ateş) o suyu hava­ya çevirip yok eder.

Zâhiren su ateşe galip olduğu gibi, sen de kadına hâkim isen de bâtınen kadına hem mağlûp hem de tâlipsin!

Böyle bir husûsiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki mu­habbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insandan aşağı olma­sından ileri gelir.

Resûlullah Efendimiz “Kadınlar, âkıllar ve gönül sahipleri üzerine galiptir ” dedi.Diğer taraftan câhiller kadına galiptir, çünkü onlar sert ve kaba muâmeleli olurlar.Câhillerde rikkat, lutuf, muhabbet azdır. Çünkü tabiatla­rında hayvanlık galiptir.Muhabbet ve rikkat insânî sıfatlardır. Gazap ve şehvet ise hayvani sıfatlardır. ”

Ve yüce Mevlânâ son noktayı koyar:

“Kadın Hakkın nûrudur, sâdece sevgili değil, sanki hâliktır, mahlûk değil.”

İşte kadının gerçek değeri buradan gelir. O, Allah’ın yaratıcı kudretinden vasıflar taşımaktadır. Hayâtın devam­lılığında büyük vazife görmekte, böylece İlahî faaliyet ve tecellînin aziz bir rüknü olmaktadır. Belli bir irfan seviye­sine varanlara göre: “Kadına muhabbet, onların vücutlan aynasında Cenâb-ı Hakk’ı müşahede edebilmektendir.”

Maneviyat âlemlerinde mesâfe kat etmiş erkeğin kadına sevgisi, bir bakıma onun vâsıtasıyla İlâhî güzelliğin vus­latını dilemek mânâsı taşır.

*

Kadını Hakk’ın nuru olarak gören ve yaratıcı vasfı­na vurgu yapan Mevlânâ kadın-erkek denkliğine, her ba­kımdan bunların birbirini tamamlayıcı olduklarına, dola­yısıyla tek kalınca ikisinin de eksik ve yarım olacağına işâret eder. Şu benzetme ne hoştur:



“Âlemde her cüz muhakkak kendi çiftini ister: Kehrüba nasîl saman çöpünü çekerse her cüz muhakkak kendi çiftini çe­ker”

Gökyüzü yere ‘Merhaba” der, “demirle mıknatıs nasılsa ben de seninle öyleyim.

Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu bes­ler yetiştirir.

Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar, rutubeti bitti mi rutubet verir.

Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları em­dirip yetiştirmektedir.

Şu halde yerle göğün de aklı var, böyle bil. Çünkü akıllıla­rın işlerini işliyorlar.

Yer olmasa güller, erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?

Dişinin erkeğe meyli ikisinin de işi tamamlansın diyedir.

Bu birlikte âlem beka bulsun diye Tanrı erkekle kadına da birbirlerine karşı meyil verdi.

Gece de böylece gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz süretâ birbirine aykırıdır, ama hakikatte birdir.

*

A’râbî hikâyesine Mevlânâ kendisi yorum getirir. Bu karı kocadan maksat nefis ve akıldır. İyiyi de kötüyü de ayırt etmek için bunların ikisi de çok lâzımdır. ” Bu ikisi (akıl ve nefis) şu toprak evde (yâni bedende) gece gündüz cenkve cidalde­dir,”

Başka bir hikâyede şu benzetme yapılır: “Aklı erkek bil, nefsi ve tamahı kadın” Bunlardan biri nura öteki karan- lığa götürür. Fakat ruh doğru yolu bulunca nefisle akıl birbirini destekleyerek, hep birlikte hakikate, nura kavu­şurlar. Bu durum her iki cins için geçerlidir.

*

Düşünce dünyâsında böyle olan Hz. Mevlânânın gündelik hayâtına, tavır ve uygulamalarına bakarsak, ka­dınlara karşı çok daha sevecen ve anlayışlı olduğunu gö­rürüz.

Mevlâna tek eşli bir evlilik hayâtı yaşadı. Eşinin ölü­mündensonra bir kadın dahaaldı, kendisi ondan önce vefat etti. Evinde ayrıca câriye kullanmadı. Evlilik ku­ramımabakışını oğlu Sultan Veled’e evleneceği sırada yaptığı şu tavsiyelerde görebiliriz. Eşi olacak Fatma Ha­run’la evliliği esnasında oğluna şunları yazar: “Allah için yüzümüzü ak etmek istersen, onun hatırını aziz, ancak pek aziz tut; onunla her günü ilk gün, her geceyi gerdek gecesi say. Hani bir gün Hz. Peygamber kızı Fatma’yı hoş tutması için Hz. Ali’ye "Fatma benim bedenimin bir par­çasıdır” buyurmuştu ya. Eşin için sen de böyle düşün..”Mevlânâ’nın kadınlarla ünsiyetinin çok ileri seviyede kaldığı görülür. Bu kadınlar hem yüksek tabakaya mensup gailelerden hem de sıradan halk İçindendir. Eflâkinin Menâkıbında,ilk gruptakilerden bir kısmı ismen zikredilir.Bu eserde Mevlânâ hakkında birçok kadından rivayetler

yer alır. Mevlânâ’nın asıl ilgi gösterdiği kadınlar ise, halk tabakasından idi. Onlar Mevlânâ’yı severler, toplantılar yapıp onu evlerine çağırırlardı. Irşad için onlara gider, gelince üstüne güller saçarlardı. Gölpınarlı’nın beyânına göre onunla birlikte semâ ederlerdi.

Eflâkî’deki şu rivâyette Mevlânâ’nın kadındaki in­sanlık cevherine saygı duyarak aldığı güzel sonucun örne­ğini görürüz: O, insanların hakir gördüğü bir fâhişe kadı­nın ve maiyetindekilerin, kendisine saygı gösterisinde bu­lunmaları üzerine, onlara gönül alıcı sözler söyleyerek, tövbe edip düzgün bir hayâta dönmelerini sağlamıştır.

Schimmel, Kur’an’daki Belkıs-Süleyman kıssasına dikkâti çeker. Sâdece M evlâna’nın bu konuyu Hz. Süley­man’la Belkıs arasında cereyan eden romantik duygular ve aşk zemininde derinlemesine ele aldığını belirtir

İnsan psikolojisini iyi bilen Mevlânâ, kadın rûhunun inceliklerine dikkati çeker. Aşırı baskıların ters tepeceğini hatırlatır. Fihi Mâfîh’te kadının zorla örtülmesi konusunda hoş bir örnek vardır: .

“Kadın nedir?.. Sen nasıl bakarsan bak, ne söylersen söyle, o neyse odur. Kendi bildiğinden şaşmaz; belki çok söylemekle daha beter olur.”

“Kadına karşı: “Kendini sakla, örtün!” diye ne kadar aşırı gidersen, onda kendini gösterme arzusu o nisbette fazlalaşır. Halkta da, gizlendiğinden dolayı, o kadını görme eğilimi o kadar ziyadeleşir. Şu halde sen oturmuş, iki tarafını da görmek ve görülmek arzusunu ve isteğini artırı­yorsun.

“Meselâ bir ekmek alsan, koltuğunun altına koyup, onu herkesten saklayarak desen ki: “Bunu hiç kimseye vermeyeceğim, hattâ hiç kimseye göstermeyeceğim bile!..” Her yerde ekmek bolluğuna rağmen, sakladığın o ekmeği görebilmek için insanlar senin peşini bırakmazlar ve: “Biz o sakladığını mutlaka görmek isteriz!”diye, tuttururlar. Çünkü “insanlar yasaklandıkları şeye karşı aşın istekli olurlar.”

Ayrıca eğer o kadının özünde kötü iş yapmama eği­limi varsa, sen mâni olsan da olmasan da; o, güzel yaradı­lışına, temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Müsterih ol ve gön­lünü bulandırma. Eğer durum bunun aksine ise, o yine kendi bildiği yolda, yaradılışına uygun şekilde hareket edecektir. Ona engel olmaya çalışmak, isteğinin şiddetini artırmaktan başka bir şeye yaramaz*



Sonuç: Hz. Mevlânâ hayâtın içinde, ayaklan yere basan, gerçekçi bir insandır. Beşeri yönüyle kadını ele alırken, onu meziyetleri ve zaaflarıyla olduğu gibi değerlendirir. Kendisi  tek eşli ve mutlu bir aile hayâtı sürdürdü. Her sınıftan ka­dınla ülfet ve ünsiyeti oldu. Onlarla sâfiyet ve samimiyet içinde ilgilendi. Öte yandan metafizik açıdan ve hakikat gözüyle bulunca kadını alabildiğine tebcil eder. Yaratıcılık ve doğurganlık özelliği dolayısıyla o sanki tanrısal bir vasfa sahiptir. Mevlânâ kadını “Hakk’ın nûru” olarak niteler.

Prof.Mehmet Demirci - Hz.Mevlana ve Mevlevi Kültürü





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder