Ahmed b.Hanbel(r.a)'ın Akidesi



Ahmed b. Hanbel’in akidesi, Allah’ın kitabında varid olan mü-teşabih (âyet) ile sahih hadîste sabit olan müteşabih şeyler hakkında diğer müctehid imamlar ve sâlih selefler gibi, te’vili gerekli olanın, te'vil cihetine gidilmesidir. Meselâ; Kur’ân-ı Kerim’de, zahiri mânâsı «Rabbin geldi»(Fecr,22) (Rabbinin emri geldi); «Her nerede bulunursanız O (Allah) sizinledir»( Hadid,4), âyetleri ile Peygamber efendimizin «Siyah taş (Kâbe-i Muazzama’nın bir köşesinde bulunan ve hacılar tarafından ziyaret edilen taş) Allah’ın yeryüzünde sağ elidir»(1) buyurduğu hadîs-i şerifin tevili gibi.

Âyet ve hadîslerdeki müteşabihlerin te’vili, muayyen olmayanların ilmini Allah’a havale etmekle, Allah’ın hâdis olan şeylere benzemekten tenzih edilmesidir.

İbnü’l-Cevzi, «Menakibül-İmam Ahmed» adlı eserinin yirmi- birinci babında der ki: Açıkça Ahmed b. Hanbel’in usûlü’d-din (akaidi’deki itikadı: îman, kavil ve ameldir. Ziyadeleşir ve noksanlaşır. Tüm iyilik, hayır, imanın parçasıdır. Günah, imanı azaltır. Kur’- ân hakkında da diyor ki: O, Allahü Teâlâ’nın kelâmı olup mahlûk değildir. Mahlûktur (sonradan yaratılmıştır), diyen kimse kâfirdir. Fakat Kur’ân’ı okuyup da, telâffuz ettiğim kelimeler mahlûktur, diyen kimse, Cehmiye tâifesindendir.

Ahmed b. Hanbel, müteşabih hadîsler hakkında da diyor ki: Ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olan mü’minin bazı sıfatları, şudur: Bilmedikleri şeylerin mânâsını Allah’a havale etmektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) ’den rivayet olunan, «Şüphesiz cennet halkı Rabbini göreceklerdir», hadîsini tasdik eder. Ona hiç meseller getirmezler.

İşte dünya çapındaki müslüman âlimlerin, üzerine ittifak ettikleri şey budur.

Sahabelerin biribirlerine karşı faziletçe üstünlükleri hakkında, îmam Ahmed b. Hanbel’in akidesi: Evvelâ Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman’dır. Bu üç zâtdan sonra, şûrâ heyeti olan beş kişidir ki, Hz. Ali, Hz. Zübeyir, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman ve Hz. Said’tir. Hepsi de, hilâfete lâyık kişilerdir. Hz. Ali’nin hilâfetini hak görmeyen kimse, kabilesinin eşeğinden daha sapıktır. Yine diyor Ki: Gerçekten, Peygamber (s.a.v.)’den rivâyet edilmiştir.

Yine Îbnü’l-Cevzî, mezkûr babın sonunda, Ahmed b. Hanbel’- den şöyle rivayet eder: Resûlullah’tan sonra insanların efdali, (üstünü) Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Resûlullah (s.a.v.)’in amcası oğlu Ali’dir. Allah hepsinden razı olsun!

El-Hafız Ebu’l-Hasan ed-Dârekutni’nin çağdaşı olan el-Hafız Ebû Hafs b. Şahin demiş ki: îki sâlih adam olan Câfer b. Muhammed ve Ahmed b. Hanbel, birçok kötü arkadaşlarının belâsına çarpılmışlardır. El-Hafız Ebu’l-Kasım b. Asâkir (Tebyinu kazıbi’l-müf- teri fimâ nüsibe ilâ-İmam Ebi’l-Hasani’l-Eş’arî) adlı kitabında bunu El-Hafız Ebu’l- Hasan’a isnad ederek demiş ki: Rafıziler, Câferi Sâdık b. Muhammed el-Bakır’ın onlardan berî olduğu birçok çirkin meseleleri kendisine isnad ettiler. Keza Ahmed b. Hanbel’in de, bâzı talebe ve tabileri, Allah’ın cisim olduğu mânâsında birçok bâtıl sözü kendisine isnad etmişlerdir. Halbuki, Ahmed b. Hanbel bu sözlerden uzaktır. Şüphesiz İmam Ahmed ile ilk tâbilerinin, Kur’ân ve hadiste geçen birçok muhal tâbirleri, te’vil ettiklerini gösteren rivâyetler sabit olmuştur.

Takiyyüddin el-Husani, «Defu’ş-şübhe men teşebbehe ve temer- rede ve nesebe zâlike ile’l-İmam Ahmed» adlı kitabında, açıkça der ki:

İmam Ahmed, Kur’ân-ı Kerim’deki «Rabbin geldi»(Fecr,22) meâlinde olan âyetin hakikî mânâsının, «Rabbin emri geldi» demek olduğunu söylemektedir.

Kadi Ebû Ya’lâ ise şöyle der:

İmam Ahmed, bu âyetten maksadın, Rabbin kudreti ve emri olduğunu söyler. Nitekim Allahü Teâlâ bunu, «O kâfirler, Rabbinin emrinin gelmesini bekliyorlâr»(Nahl,33) âyeti ile beyan eylemiştir. İlk âyet mutlak olup ondan mukayyed bir mânâ irade edildiğine işaret ediyor ve bu tâbirin üslubu, Kur’ân, hadîs, icma-i ümmet âlimlerinin kelâmında çokça geçer. Çünkü ilk âyetin zahirinden nakil anlaşılmaktadır. Nakil ise, Allah sübhanehu hakkında câiz değildir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, «Rabbim gecenin bir kısmında, dünya göğüne iner», buyurduğu hadîsin durumu da buna benzer; te’vil edilir. Bunu açıkça îmam Evzaî ile îmam Mâlik de söylemişlerdir. Çünkü intikal ve nakil, hâdis sıfatlarıdır. Aziz ve yüce Allah, zâtını hâdis sıfatlardan tenzih etmiştir.

Bu müteşabih âyete ve hadise benzeyip te’vili lâzım olan âyet lerden biri de Allahü Teâlâ’nın, «Allah, Arş üzerine istivâ etti»-(2) âyet-i celîlesidir. Avam tabakasından biri, bunun mânâsını sorarsa, «Allah’ın, Arş üzerine istivâsı (istilâsı) malûmdur. Keyfiyeti ise (istilânın ne şekilde olduğu), bizce meçhuldür. Ona iman etmek vacip olup, ondan sual edilmesi, bid’attır diye kendisine cevap verilir. îmam Rebîa ancak bu şekilde cevap vermiş, talebesi Mâlik de, bu hususta, ona mütabaat etmiştir. Zira avam tabakası, Arapça olan istivâ kelimesinden, zahire göre hadis (sonradan olan) sıfatlardan olduğunu anlıyorlar.

Halbuki Allah sübhanehu ve Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de «O’nun (Allah’ın benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi (dahi) yoktur. O, hakkıyle işiten, kemâliyle görendir» (Şura sûresi, âyet: 11), diye kendini o sıfatlardan tenzih eylemiştir. Demek ki, Allah’ı zerre kadar bir şeye benzetmek, Kur’ân'a inanmamak demektir. Bundan küfür lâzım gelir. İmamlar, mezkûr âyetteki, istivânm mânâsını sormanın bid'at olduğunun sebebini şöyle açıklamışlardır:

Fıkıh ve diğer bâzı ilimlere mensup olan birçok kimseler, müteşabih olmayan âyet ve hadîslerin mânâlarını idrak edemiyorlar-, müteşabihlerin mânâlarını nasıl idrak edecekler? Müteşabih âyet ve hadîslerin mânâlarını ancak Allah sübhanehu bilir. Kur’ân ve hadisler, aziz ve yüce olan Allah’ı, yakışmayan sıfatlardan tenzih etmekle dolup taşmaktadır. Allah’ın bir ismi de Kuddûs’tür (hissin duyduğu şeylerden münezzeh ve Zat-ı Bârisi noksan sıfatlardan beridir). Bu ismin mânâsında, Allah'ın noksan sıfatlardan çok tenzih edilmesi ve teşbihi (benzetmeyi) hayale getirilmemesi işareti vardır. Allahü Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de, «(Ya Muhammed) de ki: Allah, birdir, Her şey O’na muhtaçtır. Doğurmuş değil, doğurulmuş da değildir? O’na hiçbir kimse eş olmuş da değildir.»(İhlas) meâlen buyurduğu âyetlerde de, bu işaret vardır. Çünkü bu âyetlerden Allah'ın cinsiyet, cüz’iyet ve daha başka noksan sıfatlardan münezzeh olduğu anlaşılır.

İmam Ahmed, «Hadîsleri nakil olundukları gibi nakledin», diye buyuruyordu. Talebeleri, İbrahim el-Harbî, Ebû Davud ve Esrem gibi yüce tâbiin ve muhakkik âlimlerden olan Ebu’l-Hüseyin el-Mü- nadi, Ebu’l-Hasan el-Temimî ile Ebu Muhammed Rızkullah b. Ab-dülvahhab ve bu mezhebin direklerini teşkil eden diğer âlimler, İmam Ahmed’in sözlerine göre hareket edip, kendisi Abbasî halifesinin işkencesine uğramadan önce ve daha sonra söylediği sözlere uydular. Zamanının halifesinin emri üzere kamçıyla dövülürken de, «(Allah ve Resûlü tarafından) denilmeyen sözü (Kur’ân mahluktur, sözünü) nasıl diyeyim?» derdi. Kur’ân-ı Kerim’de geçen mezkûr istivâ kelimesinin mânâsı için «İstivânın mânâsı, Allah’ın irade eylediği gibidir.» diyordu, öyle ise, istivânm mânâsı hakkında Allah’ın sıfât-ı zatiyesi veya sıfât-ı fiiliyesindendir veya istivâ kelimesinin zahirine göre (oturmak) mânâsınadır, diye Ahmed b. Hanbel’den rivayet eden kimsenin ona iftira edip, aziz ve yüce Allah’ı kâinata benzetmek mânâsını ifade eden ve sarahaten küfür olan şeyleri ona isnad edenin muhasebesi Allahü Teâlâ’ya aittir. Çünkü ona, isnad edilen, Allah hakkındaki bu tür sözler, bizzat Allah’ın kendini o şeylerden tenzih eylediğine muhaliftir. Allah sapıkların söylediklerinden uzaktır.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:30-33,Bedir yay.

Dipnotlar:

(1)-Bu hadîs-i şerifte geçen «sağ el», teşrif ve kerem mânâsına hamledilmiştir. Yâni «sag el» mübarek olduğu gibi Allahü Teâlâ bu mübarek taşa da şeref vermiş; onu öpmek veya istilâm etmek için yeryüzüne vaz’etmiştir. Geniş bilgi için, İhyâıı Ulûmi’d-din’in akaid kısmına bakınız.

(2)- îstivâ; kelimesi Kur’ân-ı Kerim’in birçok sûresinde geçtiği gibi, A’raf sûresinin 54’üncü âyetinde de geçmektedir. Mezkûr sûredeki âyetin meâl-i şerifi şöyle-dir: «Rabbiniz cdur ki; gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Ars’a hükm (istivâ) etmiştir».

İmam Gazâli de, «İhyâu Ulûmi’d-Dîn» kitabının Akaid bahsinde der ki:

Kur’ân’da geçen «istivâ» kelimesi, ‘istikrar’ ve «temekkün» mânâsına telâkki edilirse, mütemekkin olanın Arş ile temas eden bir cisim olması gerekir. O cisim, ya Arş kadar veya Arş’tan daha büyük veyahut da ondan daha küçük olması icabeder. Bütün bunlar Allahü Teâlâ için muhaldir. Muhale götürücü bir şey de elbette muhaldir. öyle ise, istivânın lügavî mânâsı, muhaldir.

Bu babda en doğru yol, selefin cumhurunun mezhebidir. Selef imamları bu gibi rriüteşabihlerin Allah'ın şanına lâyık olduğu veçhile hakikatına iman ve bizim hakkımızda müteârif olan zahirî şeklin Şâriin matlubu olmadığını beyan etmişlerdir. Binaenaleyh selef hudûs şaibelerinden Allah’ı tenzih ile beraber, böyle nassların zahirindeki yed, vech, gadab, rahmet, istivâ, nüzûl gibi müteşabihleri te’vil yoluna gitmemişlerdir.

Şârih aynı özetle şöyle diyor: Nüzûl, intikal, i’lan, kavi, teveccüh vs bir hüküm suduru mânâlarına kullanılmıştır. Bu mânâların hepsi lügatçılar arasında malûm şeylerdir. Madem ki nüzûlün böyle müşterek mânâsı vardır. Allahü Teâlâ’nın kendisiyle tavsifi câiz olan bir mânâya hamledilmesi en doğru bir harekettir. Burada Allah'ın rahmetle dileklerini vermekle, mağfiret etmek suretiyle teheccüd sahiplerine teveccüh buyurmasıdır, denilebilir. Bu, bir te’vil değil, fakat lafzı, medlûlü olan müşterek mânâlardan birisine hamletmektir ki, îmam Mâlik gibi seleften bâzılarının te'villeri de hep bu şekilde bir te’vildir. Hakikatta bu te’vil değil, bir nevi mânâ tercihidir.

Nevevî de bu hadîs hakkında şunları söylüyor:

Bu, müteşâbih hadislerdendir. Bunda âlimlerin iki mezhebi vardır. Bîri, selefin cumhuru ile bâzı kelâmcıların mezhebidir ki, onlar Allah’ın intikal, hareket vb. mahlûk alâmetleri olan mahlûk sıfatlardan tenzihine itikat ederek bunun Allahü Teâlâ'ya yakışacak surette hak olduğuna, hakkımızda müteâref olan zahirinin kasdedilmemiş olduğuna inanıp te’vili hususunda kelâm etmezler.

İkincisi, birçok kelâmcıların ve seleften birtakım cemaatların mezhebidir: Bu, müteşabihler çeşitli yerlere göre ve lâyık olacak surette te’vil olunur. Bu esas üzerinde onlar bu hadîsi iki türlü te’vil ettiler: Biri Mâlik b. Enes ve diğerlerinin te’vilidir ki hadisin mânâsı» Allah’ın rahmeti, emri yahut melekleri iner demektir. Nitekim tâbiler hükümdarın emrini yerine getirdiklerinde de, «Sultan şöyle şöyle yaptı...» denir. İkincisi, bunun istiare üzere olmasıdır. Bunun da mânâsı Allah'ın dua edenlere icabet ve lütufla teveccühüdür. Allah, yegâne bilendir (Nevevi).

Devamını Oku »

Ehl-i Sünnet Kitaplarının Tahrifi,Sinsice Yapılan İlaveler



EBÛ CÂFER B. CERÎR VE EBU’L-HASAN EI-EŞ’ÂRÎ ZAMANINDAN BERÎ EHL-Î SÜNNET ULEMASININ YAZDIKLARI KİTAPLARDAKİ TÂBİRLERİN SİLİNİP GİZLİCE » TEŞBİH DERÇ VE TAHRİFLERİ YAPILMASI

Bid’atçılar, Eş’ârî ile diğer İslâm âlimlerinin kitaplarına, sayılamayacak kadar çok şeyleri gizlice ilâve etmişlerdir. Meselâ: İmam İbn Cerîr et-Taberi’nin Kur’ân-ı Kerim’deki: «Rabbin seni (ey Muhammed) bir alkışlanacak makama yükseltecekir.»(İsra,79) âyetine yaptığı tefsir yerine kapalı bir ifade kullanarak ondan tecsim anlaşılan bir tâbiri sokmuşlardır. Hindistan’da basılmış İmam Ebu’l-Hasan el-Eş'ari’nin «El-İbâne» adlı eserine, teşbihi (Allah’ı mahlûkata benzetmeyi) ifade eden şeyleri; Kurtubî’nin, «O (Allah), kullarının üzerinde galibdir»(En’am,18) mealindeki âyet-i celileye yaptığı tefsire ilâve yapıp ondan teşbih anlaşılan tâbirleri dercetmişlerdir. Mezkûr tefsiri mütalâa eden kimse, ibarede çelişki olduğunu anlayacaktır. Teymiyeciler de, Alûsî’nin tefsirine çok şeyler ilâve etmişlerdir. Hele kendini meşhur selefi diye lakablandıran Münir Ağa'nın tabettiği tefsirde...

Kendisi birçok kitap tabetmiş ve kitaplarda birçok fâsid yorumlarda bulunmuştur. Alûsî’nin tefsirine gizlice soktuğu en önemli ibaresi, Allahü Teâlâ’nın «Ey iman edenler! Allah’ın azabından sakınıp O’na yaklaşmaya yol arayınız» (Maide sûresi, âyet: 35) meâlinde buyurduğu âyet-i celilenin tefsirindedir. Orada söylediği uzun sözünü mütalaa eden sonu evvelini nakzettiğini (çeliştiğini) anlar. Teşbih inancını, Seyyid Abdulkadir Geylânî’nin «Gunye» adlı eserine de gizlice sokmuşlardır.

Ulemanın eserlerinden sözlerini silip, tahrif etmişlerdir. Bu hususta Tacü's-Subkî, «Tabakat» kitabının cerh ve ta’dil(1) kaidesinin altında, Basralı Ahmed b. Salih’in hal tercümesi bahsinde şöyle der: Araştırılması lâzım olan meselelerden biri de, Şeyhu’l-îslâm İbn Dakik el-îd’in de belirttiği gibi, birçok sûfiye tâifesi ile hadîs âlimlerinin arasmda vaki olan ihtilâflı konulardır ki, yekdiğerine dil uzatmalarına sebep olmuştur. Nitekim bâzıları, Haris el-Muhasibî ve daha başkaları aleyhinde konuşmuşlardır. Bu tartışmaların hakikatte en mühim sebebi akaid ile ilgili farklı itikatlardır. En büyük belâ, ise, taassup ve nefsanî arzuya dayanan inançlardır. Evet, dünyevî arzu ve mal toplama hırsı da bunlardandır. İyi olmayan bu ahlâk, Mütekaddimîn (evvelki)lerden daha çok, muteahhirın (son gelen) âlimlerde mevcuttur. Halbuki hakikî îslâm akidesi nazarında her iki zümre de birdir. Zamanımızdaki bâzı Mücessime taifelerinin durumları o safhaya varmıştır ki. Nevevî’nin Sahih-i Müslim’e yazdığı şerhdeki müteşabih hadîsler hakkındâki ibaresini şerhten çıkarıp yazmamışlardır. Zira, Nevevinin akidesi Eş’âriye akidesidir.

Demek ki, bu kâtip Nevevi'nin inancından hoşlanmayıp müellifin dediğini yazmayı hazmedememiştir. Bence bu, büyük günahlardan dır. Çünkü, bu durum Şeriat’ı tahrif etmek (değiştirmek), İslâm âlimlerinin eserlerine ve halkın ellerindeki İslâmî kitaplara karşı bir itimatsızlıktır ve itimatsızlık kapısını açmaktır. Allah böyle yapanı, kötüleyip utandırsın! Öyle yapan kimsenin, Nevevfnin şerhini yazmaya ihtiyacı ve şerhinde ona ihtiyacı yoktu. Burada Tacü’s- Subki’nin dedikleri sona erdi.



Ben de şunu derim ki, âlimlerin eserlerinden sözlerini silme bayrağını bu zamanda elinde tutan kimse Mecelletü’l-Menar’ın sahibidir. Yaptığı hatâların bâzısı şunlardır: Hocalarımızın hocası olan Muhaddis Falih ez-Zahiri, nakil eylediği «Encehu’l-mesai fî sıfati- yi’s-sâmi’ ve'l-vâî» adlı eserinin Ahkâmü’l-Mesâcid bahsinde, daha kitabı basılmadan önce, Muğni b. Kudametü’l-Hanbeli’den, ölen ve hayatta kalan evliyâ ve sâlih zatlardan tevessülün mübah olduğuna dair «İslâmiyet’teki her dört mezheb sahipleri ittifak etmişlerdir» diye nakletmiştir. Bu «El-Menar» kitabını tabedince kitapta yazılı bu nakli yazmayıp içinden çıkardı. Ulemanın kelâmını tahrif etmesi, onlara iftira edip yermesi, kendi arzusuna ve İbn Teymiyecilerin arzularına uygun olmayan meseleleri ve hadisleri kendi mecellesinde ve yorumlarında tahrif etmesi sayılamayacak kadar çoktur.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:96-98,Bedir yay.

Dipnotlar:

 1) Cerh ve ta’dil: Cerh: sözlükte yaralamak ve sövmek mânâsında kullanılmıştır. Hadîs usûlünde terim mânâsı: «Hafız ve mütehassıs bir hadîs âlimi'nin günahkârlık,telhis,yalancılık gibi bâzı sebeplerle bir râvinin rivayetini reddetmesidir.>

Tadil: Düzetmek. temizlemek gibi, sözlük mânâsından alınarak, hadîs ilminde bir raviyi,rivâyeti kabul olunacak şekilde vasıflandırmaktır.
Devamını Oku »

Zümer Suresi 3.Ayet'in Tahkiki


ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN MÜŞRİKLERDEN HİKÂYETLE «BİZ ONLARA (PUTLARA) ANCAK BİZİ TANRIYA İYİDEN İYİYE YAKLAŞTIR­SINLAR DİYE KULLUK EDİYORUZ» MEÂLİNDE BUYURDUĞU ÂYETİN TAHKİKİ

Allah tebareke ve teâlâ; «...Onlar ki Allah’tan başka dostlar (gö­zeticiler) edindiler (ilâh edindiler)...» (Zümer sûresi, âyet: 3), diye âyet-i celilenin başında belirttiği husus, ihlâsın terkinden ibaret olan şirkin iptalini beyan etmekle tevhitten ibaret olan dindeki ih­lâsın doğruluğuna dair bir tahkiktir. Ayette geçen mevsûl ellezîne (Onlar ki mânâsına) kelimesi, müşriklerden ibarettir. Müpteda (öz­ne) olup haberi (yüklemi) aynı âyetin devamında gelen-, «... Şüphe­siz Allah onların çekiştikleri şeyler hakkında hükmedecektir.» (Zü­mer sûresi, âyet: 3) cümlesidir.

Âyette, Allahü Teâlâ’dan başka ma­butları (tapındıkları) ise melekler, îsâ Peygamber, Üzeyr ve put­lar ile daha başka şeylerdir. Allahü Teâlâ’nın onlardan hikâyet ey­lediği; «Biz onlara, ancak bizi tanrıya iyiden iyiye yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.» meâlindeki cümle, kavi kelimesinin takdiriy­le edindiler mânâsına olan «ittehazû» kelimesinde çoğul zamiri olan (vav), müşriklerin Allah’a ortak edindiklerinin keyfiyetini ve din­lerinin Allah için hâlis olmadığını beyan eder.

Âyetteki istisna, istisna-i müferrağdır. Yaptıkları ibadet akla gelen bütün illet ve sebeplere şâmildir. İyiden iyiye yaklaştırmak mânâsına olan (zülfâ), mânâ itibariyle önceden geçen «liyukarri- bûnâ» kelimesinin masdarı (kökü) için bir mef'ûl-ü mutlaktır. Bu­na göre, âyetin meâl-i şerifi: «Allahü Teâlâ’ya ihlâs ile ibadet etme­den, belki yaptıkları şeyi, Allah’tan başkasına yapılan ibadete ben­zetenler, «herhangi bir şey için değil, ancak bizi Allah’a yaklaştır­mak için putlara ibadet ediyoruz.» derler.» Allahü Teâlâ yine bu âyette onlardan hikâyet eylediği bu sözlerinden sonra şöyle buyu­rur:

«...Gerçekten Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında (ha­sından olan dinde ihlâslı kimselerin arasında) hükmedecektir...» (Zümer sûresi, âyet: 3). Karine-i haliyye hasımlarına delâlet ettiğin­den açıkça zikredilmeyip tâbirden hazfedilmiş (atılmış)tir. Sonra âyette, din hususunda aralarındaki tevhid ile işrak konusunun ih­tilaflı ve her taifenin kendi dininin doğru olduğunu iddiasına işa­ret edilerek «... Uyuşmadıkları şeyleri Allah’ın hükmü bildirecek­tir...» ve âyetin sonunda, «...Şüphesiz Allah, yalancı ve inkarcı kim­seyi hidâyet etmez.» Yâni kurtuluş yolu olan doğru yola yalancı ve inkarcı müşrikleri ulaştırmaz; diye buyurur. Bundan maksat, Allah’a inanma hususunda yalan söylemekte aşırı giden ve küfür üze­rine devam edip tevbe etmeyen kimse, hidayetten mahrum kalaçaktır. Yalanlarından murad, tapınmaya lâyık olmayan putları, iba­dete müstehaktırlar diye söylemiş ve itikad etmiş olmalarıdır.

Tapındıkları şeyleri uluhiyyetle tavsif etmeleri, apaçık bir ya­lan olduğu malûmdur. Ayette bahsi geçen küfürleri ise, itikada ait olan küfür olduğu muhtemeldir. Gerçeği de budur. Çünkü bâtıl mabudlarına uluhiyyet atfetmeleri düpedüz yalandır, haklarında uluhiyyet itikat etmeleri de hem cehalet hem de küfürdür. Küfürden maksat, niyet inkârı olduğu da muhtemeldir. Sebebi şudur:

 İbadet, tazimin son derecesidir. Tazimin son derecesi ancak in’- amın son derecesi kendisinden sâdır olana lâyık olup öyle nimet verici ancak Allah subhanehü ve teâlâdır. Mezkûr bâtıl mabutların nimet vermede hiçbir ilişki ve müdahaleleri yoktur. Öyle ise, onla­ra ibadet etmekle doğru nimet vericinin nimetini inkâr etmek icab- eder. Hiç şüphe yok ki, doğru yoldan sapanlar, Allah’tan başka mez­kûr şeylere taptıklarını açıklayıp onlara yaptıkları ibadetlerinin se­bebine dair fasid bir illet ileri sürmüşlerdir ki, o da şu görüştür: Onlara, yaptıkları ibadet kendilerini Allah’a yaklaştıracaktır...

Şer’i kıyasın illeti, fiil için değil, ancak bir şeyin haram veya haram olmaması içindir. Meselâ: İkisinin içilmesinde de iskâr (sar­hoşluk) hasıl olduğundan dolayı nebiz içilmesinin haram olduğu hük­mü, rakının içilmesine kıyas edilmiştir. Bu mesele fıkıh usulü ulema­sının nezdinde güneşten daha açık olup üzerinde ittifak etmişler­dir.

Şayet Allahü Teâlâ, meselâ; putlardan bir rütbe sağlamak mak­sadıyla onlara ibadet edilmesi haram edilmiş diye buyurmuş olsa veya buna işaret etse, veya şer’î illetlerin nev’inden bir nev’ini uyar­mış olsaydı, ancak o zaman müşriklerin yaptıkları fiillerine dair ge­tirdikleri illet, şer’î bir illet (sebep) olacaktı. Halbuki Allahü Teâlâ bunu buyurmadı ve asla ona işaret bile etmedi. Belki Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Allah’tan başkasına yapılan ibadetin haram olmasının ve fâilinin tekfir edilmesinin asıl sebebi, ibadeti, müstehak olan Yaradan’dan başkası için olduğu ve yaptıkları işin yerinde ol­madığı için haram olduğuna işaret edilmiştir.

Böylece, iki defa müşriklerin fasit delillerine binaen fasit bir kı­yas sahasına aşırıca gitmiştir. Fâsit (bozuk) temelin üzerine kuru­lan herhangi bir şey de fâsittir. Kendisi, Müslümanların, «Biz hali­feyi veya bir âlimi veya bir mürşidi Allah için seviyoruz.» dedikleri sözlerine inanmayıp hattâ onları tekfir etmiştir. Ve bundan önce ip­tal ettiğim ve kâfirler hakkında nâzil olan âyetleri Müslümanlara hamleden selefleri Haruriyye tâifesinin görüşünü teyit ve tesbit eden kelâmında, Allahü Teâlâ’nın; «İnsanlardan öyleleri var ki, Allah’a ortak edinirler? onu Allah’ı sever gibi severler...» (Bakara sûresi, âyet: 165) buyurduğu âyet-i celileyi Müslümanlara hamletmiştir. Halbuki herhangi akıllı bir kimse nezdinde, tevessül ile ibadetin ayrı ayrı işler oldukları malumdur. Her ikisinin hakkındaki beyanımız açık olarak geçmiştir.

Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:211-213,Bedir yay.
Devamını Oku »

Rahmetli Muhakkik Yusuf ed-Dicvi'nin(1)Makalesi(2)



Allah’ın tevfikiyle kitabımın bu faslında, rubûbiyyet, ulûhiyyet tevhidleri, ibadet ile mülhakatı hakkında İbn Teymiyye ile îbn Kayyım’ın birçok sözlerinin ve İbn Abdülvehhab’ın bâzı görüşlerinin iptalini yazdım. Ve merhum Allâme Şeyh Yûsuf ed-Dicvi’nin (1365, öl.) rubûbiyyet ile ulûhiyyet tevhidi hakkında yazdığı makalesiyle bu konuya son veriyorum. Allah ona rahmet eylesin! Bu makale­sinde şöyle dedi*.

ULÛHİYYET TEVHİDİ VE RUBÛBİYYET TEVHİDİ

«Ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidinin mânâları nedir ve mânâca aralarındaki farkı kim tefrik etmiştir, sahih veya bâtıl ol­duğuna dair delil nedir?» diye bize gelen birçok mektupta soruyor­lar. Dolayısiyle biz de Allah’tan başarı dileyip deriz ki: Bu fikir

İbn Teymiyye’nin saplantısıdır. Demiş ki: Şüphesiz, Peygamber­ler, yalmz Allah’a ibadet etmek mânâsına olan ulûhiyyet tevhidini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ kâinatın Rabbidir. Onların işlerinde tasarruf edici olduğunu itikat etmek mânâsına olan rubûbiyyet tevhidi hususunda ne müşrik ne de Müslümanlardan hiçbir kimse, mualefet etmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ: «Andolsun ki onlara (müşriklere) “gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye soracak olursan hiç şüp­he yok ki, “Allah’tır!” derler.» (Ankebût sûresi, âyet: 61) diye bu­yurdu.

Daha sonra, İbn Teymiyye ile Vehhabîler demişler ki: Peygam­berlere ve velilere tevessül edip onlardan şefaat dileyenler, sıkıntı zamanında onları yardıma çağıranlar, tıpkı sıkıntı anlarında put­lara, meleklere ve Mesih’e (İsa’ya) rubûbiyyet itikat ettikleri için kâ­fir olanlara benzerler. Zira onlar,Vehhabiler, putlar, melekler ve Mesih (îsâ) hakkında rubûbiyyet vasfını itikat ettiklerinden dolayı kâfir olma­dılar. Belki, onlara ibadet ettikleri için ulûhiyyet tevhidinin terkin­den ötürü kâfir oldular. Mezarları ziyaret edip evliyâya tevessül edip, onlardan yardım talep eden ve Allahü Teâlâ’dan başka hiçbir kimsenin gücü yetmediği şeyi kendilerinden isteyenlere de bu hü­küm şâmildir. Hattâ Muhammed b. Abdülvehhab, bunların küfrü­nün, putlara ibadet edenlerin küfründen daha çirkin olduğunu söy­lemiştir. Arzu edersen onun üzücü ve korkutucu ibaresini sana zik­redeyim. îbn Teymiyye ile Vehhabîler mezheblerinin izahiyle birlikte -ki, hulâsası şudur- ve içinde birçok dâvâları da vardır. Kısal­tarak ondan bahsedip sözlerini evvelâ akıl ve nakil yolu ile muha­keme edelim. Ve deriz ki:

İbn Teymiyye taraftarları ile Vehhabilerin; «Tevhid, rubûbiy yet tevhidi ve ulûhiyyet tevhidi şeklinde iki kısma ayrılır.» diyerek yaptıkları bu taksim İbn Teymiyye’den önce, hiçbir kimse tarafın­dan ortaya atılmamıştır. İlerde görüleceği üzere akla yatacak bir şev de değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dahi, İslâmi­yet’e dahil olan hiçbir kimseye, «İslâmiyet’te iki tevhid var; sen ulû­hiyyet tevhidine itikad etmedikçe Müslüman olamazsın» diye bu yurmadı, buna tek bir kelime ile de işaret etmedi. İbn Teymiyyecilerin, her şeyde onlara uyduklarını ve onlarla iftihar eylediklerini söyledikleri selef âlimlerinden olan hiçbir kimseden de böyle bir taksim duyulmamıştır ve tevhidin bu taksiminde hiçbir fayda yok­tur. Zira, şüphesiz hak ilâh, hak Rab, bâtıl, ilâh da bâtıl Rab demek­tir. İbadete, ilâhlaştırılmaya, ancak gerçek olan Rab müstehaktır.

Bir şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna itikad etme­diğimiz takdirde, kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Bir şeye ibadet edilmesi o. şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna inanılmasına terettüp eder. Nitekim, Allahü Teâlâ; «Gök­lerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerin Rabbi O’dur. O’na kul­luk et ve ibadetinde güçlüğe katlan!..» (Meryem sûresi, âyet: 65) diye meâlen buyurmuştur.

İşte Cenâb-ı Hak Teâlâ, bu âyet-i celilenin mealinde ibadeti, rubûbiyyet vasfına bağlamıştır. Çünkü biz, Allahü Teâlâ’yı menfaat ile zarar, kudreti altında bir Rab olarak itikad etmediğimiz zaman kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Yine Allahü Te­âlâ; «Ayılın! Göklerde ve yerde gizli şeyleri çıkaran Allah’a, secde edin...» (Nemi sûresi, âyet: 25). Allahü Teâlâ, bu âyetin mealiyle kendisinde tam bir kudret sabit olan zattan başkasına secde edil­mesinin câiz olmadığına işaret eder. Ve başkasına secde edilmesi­nin bir mânâsı yoktur. Aklın kabul ettiği şey de budur. Kur’ân-ı Kerim ile Peygamber (s.a.v.)’in hadîsi de buna delâlet etmektedir.

Nitekim Allahü Teâlâ, Kur’ân’da; «Size melekleri ve peygam­berleri rablar olarak benimsemenizi emretmesi yaraşmaz...» (Âl-i îmran sûresi, âyet: 80). îşte Allahü Teâlâ, müşriklerin tek bir Rab değil, müteaddit rablar edindiklerini açıkça belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin melekleri kendilerine Rab edindiklerini saraha­ten bildirdiği hâlde, İbn Teymiyye ile Muhammed b. Abdülvehhab, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidine itikad etmiş olup muvahhittirler! itikadlarına göre, bir Rabtan başka rab yoktur. Ancak ulûhiyyet tevhidi hususunda Allaha şerik koşmuşlardır.» demişlerdir. Halbu­ki Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf (a.s.)’un, iki hapis arka­daşını rubûbiyyet tevhidine davet ettiğini belirterek şöyle buyurur:

«...Ayın ayn birçok rablar mı daha iyidir, yoksa üstün olan bir Ailalı mı?» (Yûsuf sûresi, âyet: 39). Yine Allahü Teâlâ;

«...Onlar, (ümmetinden önceki ümmetler) kendilerine çok acıyıcı (Rahman) olan Allah’ı inkâr ettiler. (Onlara), O, benim Rabbimdir, de...» (Ra’d sûresi, âyet: 30).

İşte bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, müşrikler kendilerine bir değil, birçok rablar edinip onlara ibadet ederlerdi. Allahü Teâlâ’nın rubûbiyyetini inkâr eden müşrik bir kimseye hitaben; arkadaşın­dan hikâyetle; «Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: “Seni toprak­tan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allahtır...’’ dedi.» (Kehf sûresi, âyet 37 - 38). Bu âyet-i celile de mânâca öncekine benzer. Cenâb-ı Hak kıyamet günü diyecekleri sözleri hikâyetle buyurduğu; «Allah’a and içeriz ki biz apaçık azgınlık içinde idik; çünkü biz si­zi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk.» (Şuarâ sûresi, âyet: 97 - 98).

Bu âyet-i celilelerin mânâsına dikkat edildiğinde, zahire göre biz sizi kendimize rablar edindiğimiz için, demektir. Yine; «Bir de onlara, “bağışlayıcıya (Rahman’a) secde edin!” denildiğinde, “bağış­layıcı (Rahman) nedir? Senin emrettiğine secde eder miyiz?” der­ler...» (Furkan sûresi, âyet: 60) meâlen buyurduğu bu âyetin mâ­nâsına bak! Acaba bu sözün sahibi olan kimse, muvahhid mi (tek bir Allah’ın varlığına inanan mı) dır? Veya bunu itiraf ettiğini bi­liyor musun?Daha sonra, Allah’ın; «...Onlar (insanlar) ise, Allah hakkında mücadele ederler (çene yarışı yaparlar)...» (Ra’d sûresi, âyet: 13) buyurduğu bu ve buna benzer âyetlerin mânâsına bak ki, hepsini zikretmekle sözü uzatmıyoruz.

Demek ki hakikat, îbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi değildir; aksine müşrik olan bu kâfirlerde rubûbiyyet tevhidinin inancı yok-tur. Yûsuf (a.s.) zindandaki iki arkadaşını rubûbiyyet tevhidinden başka bir şeye davet etmiyordu. Zira Yûsuf (a.s.)’un itikadında, bir şeye rubûbiyyet tevhidi, diğer başkasına ulûhiyyet tevhidi denilir,diye bir şey yoktu. Yoksa Hz. Yûsuf (a.s.) 'un, tevhide davet eyledi­ği iki arkadaşı, tevhidi kendisinden daha iyi biliyorlardı da onu ilahlar diye tâbir etmeyip, «Birçok rablar mı iyi?» diye buyurduğu sözünde yanıltıyorlar mı idi?

Allahü Teâlâ (insanlar, ruh âleminde iken) onlardan rubûbiyyetin ikrarı için aldığı ahdi hakkında; «...Rabbiniz değil miyim?» di­ye sordu “Evet Rabbimizsin” dediler...» (A’raf sûresi, âyet: 172) di­ye buyurur. Şayet, «Müşrikler nezdinde rubûbiyyet tevhidi tahak­kuk etmiş, fakat bu iman hususunda yeterli olmayıp kıyamet günü Allah’ın azabından onların kurtulmalarına yetmez.» diyen İbn Teymiyye’nin dediği gibi olsaydı, bu âyette buyurduğu üzere rubûbiyyeti için, onlardan söz alması, âyetin devamında onlardan hikâyetle; «...Gerçekten biz bu ahidden gafil idik...» (A’raf sûresi, âyet: 172) diye müşriklerin kıyamet günü ileri sürecekleri böyle bir mazeretleri de sahih değildir. Rubûbiyyet tevhidi itikadı imanlarına yeterli ol­saydı (îbn Teymiyyecilerin dediği gibi) Allahü Teâlâ’nın, misak (ahid) tâbirini, ulûhiyyet tevhidini itiraflarını icab ettirecek tâbirle değiştirmesi vacip olacaktı.

Bu dâvâlarının iptaline dair uzun uzadıya konuşmak imkânı­mız olmasa dahi bu husus açık bir gerçektir. Her hal ü kârda bu âyetten anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak Teâlâ, şüphesiz olarak in­sanlardan, yalnız rubûbiyyet tevhidinin ikrarıyla iktifa etmiştir. Eğer, rubûbiyyet tevhidi ile ulûhiyyet tevhidi birbirlerinden ayrı hakikatler olsalardı, Allahü Teâlâ, ulûhiyyet tevhidinin ikrarını da onlardan talep edecekti.

Akaid ilminin teriminde Allah ile Rab kelimeleri bir mânâda olduklarına, Cenâb-ı Hakk’ın meâlen; «...Göklerin yerin ve ikisi ara­sında bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yüce­dir.» (Zühruf sûresi, âyet: 84) buyurduğu âyeti de delâlet eden de­lillerdendir. Çünkü, âhirzamanda O’na ibadet edecek hiçbir kimse olmasa da yine yeryüzünün ilâhıdır.

Şayet İbn Teymiyyeciler, bu âyette geçen ilâh kelimesinin mâ­nâsı, «O, yeryüzünde mabuddur. Yâni, ibadete müstehaktır» diye­cek olsalar, cevabında; «Öyle ise, ilâh ile Rab arasında mânâca hiç­bir fark yoktur. Zira ibâdete müstehak olan Zât, Rab olandan baş­ka bir şey değildir,» deriz.

Firavun’un Musâ (aleyhissalâtü vesselam) ile yaptığı mücade­le ancak rubûbiyyet sıfatı hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ondan hikâyetle; «Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi.» (Nâziât sûresi, âyet:24) , yine ondan hikâyetle; «(Firavun), “İnan ki benden başka tann tanırsan seni zindanlıklar içine atarım.” dedi.» (Şuarâ sûresi, âyet: 29). Bu konunun uzatılmasına artık hiçbir sebep yoktur.

İbn Teymiyye’nin, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidini bilir.» diye iddiasının iptaline dair hadîs-i şerif ise, mezarda iki sual meleğinin ölüden ilâhın demeyip «Rabbin kimdir?» diye sual ettikleri hakkın­da varid olan hadistir. Çünkü melekler, Rab ile ilâh arasında tefrik etmezler. Zira onlar ne İbn Teymiyyeci, ne de doğru yoldan sapmış kimselerdir. İbn Teymiyyecilerin mezhebine göre, sual meleklerinin ölüden «Rabbin kimdir?» değil, «Allah’ın kimdir?» diye veya her ikisinden sual açmaları vacip idi.

Allahü Teâlâ nın, «Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Allah...” diyecekler.» (Lokman sûresi, âyet:25) meâlen buyurduğu âyet-i celile İbn Teymiyye’nin dâvasına de­lil olamaz. Çünkü, kesin deliller ve mânâları açık olan âyet-i keri­meler delâlet ediyorlar ki, müşrikler, zamanın hükmüne icabet et­meye zorunlu olduklarından gönüllerinde olmayan şeyi söylerler. Onların kalplerinde istikrar etmeyen veya akıllarına yatmayan şey­leri de söylemiş olabilirler. Çünkü müşrikler, böyle cevap vermekle beraber böylece itikad etmeyip yalan söylediklerine delâlet eder, şeyler, kendilerinden sadır olmuştur. Zarar ve menfaati Allah'tan başkasına isnat ediyorlar. Koyu cehaletleri yüzünden Allah’ı bil­mez, hattâ küçük işlerin husulünde bile başkasını O’nun üzerine takdim ederler.

Allahü Teâlâ’nın müşriklerden hikâyet eylediği; «Ne diyelim, sana mabutlarımızdan bazısının kötülüğü dokunmuş olacak.» de­diler... (Hûd sûresi, âyet: 54) sözlerini düşünerek bak! öyle ise, İbn Teymiyye, «Müşrikler, putlar, ne ziyan ne de menfaat veriyorlar di­ye itikad ederler...» şeklinde sonuna kadar devam eden sözü nasıl diyebilir?
Daha sonra müşrikler, ekin ve davarları hakkında Cenâb-ı Hakk’ın onlardan hikâyet eylediği; «Kendi zanlarına göre, “Bu Al­lah’ındır, bu da putlarımızmdır.” diyerek Allah’ın yarattığı hayvan­lardan ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıklarını Allah için vermez, ama Allah için ayırdıklarını putları için verebilirlerdi...» (En’âm sûresi, âyet: 136) sözlerini düşün ki, onlar en küçük ve hakir şeylerin hâsıl olmasında Allah’a ortak koştukları şeyleri Allah’tan önce tutmuşlardır.

Allahü Teâlâ müşriklerin putları hakkındaki itikadlarına dair buyurdu ki: «...Ortak koştuğunuz, yardımlarını umduğunuz şeyleri sizinle birlikte görmüyoruz...» (En’âm sûresi, âyet: 94). Allahü Te­âlâ bu âyet-i celilede müşriklerin, putların Allah’a ortak oldukla­rına itikad ettiklerini bildirmiştir. Ebû Süfyan’ın Uhud gazvesi gü­nü:
— «Ey Hübel (bir putun ismidir) yüksel!» deyince, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin:
— «Allah her şeyden daha üstün, daha yücedir.» diye verdiği cevabı da müşriklerin itikadına delâlet eden delillerdendir.

İşte bunu iyi düşün! Sonra İbn Teymiyye’nin müşriklere isnat ettiği «tevhidde müşrikler, Müslümanlar gibi olup müşrikler ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlardan ayrılmışlardır,» de­diği kavlinden ne anladığını bana söyle!

Yukarıda geçen delillerden başka Allahü Teâlâ’nın; «Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşın gidip Allah’a sövmesinler...» (En’âm sûresi, âyet: 108) buyurduğu âyet-i celile ile izahı uzun sürecek daha açık deliller dâvamıza delâlet edi­yorlar.

Zikredilen bu delillerden sonra, müşriklerde bir nevi tevhid olup bunun akaid’deıi bir mesele olduğunu düşünebilir misin? Lâkin Teymiyyeciler, -bütün bunlara rağmen- müşrikler rubûbiyyet tev­hidini bildiklerinden dolayı, muvahhittirler. Peygamberler, müşrik­lerin onunla kâfir oldukları ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlarla savaşmışlardır, diyorlar. îbn Teymiyyecilerin, peygamberle­rin, müşriklerle yaptıkları savaşların sebebini sadece buna hasret­melerinin mânâsını anlamıyorum. Halbuki müşrikler, peygamber­leri tekzib ederek, kendilerine Allah’tan nâzil olan âyetleri inkâr edip haram şeyleri helâl kılmış, haşr ve kıyameti de inkâr etmiş, Allah'ın eşi, çocuğu olduğuna ve meleklerin, Allah’ın kızları olduğu­na dair bâtıl bir itikatta bulunmuşlardır.

Nitekim Allahü Teâlâ bu hususta şöyle buyurur: «Dikkat edi­niz! Onlar, yalan uydurup söylüyorlar; “Allah’ın çocuğu var” diyor­lar. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.» (Saffat sûresi, âyet: 151, 152). Müşriklerin bu durumlarına rağmen îbn Teymiyyecilerin görüşü­ne göre, peygamberler onlarla bu itikadlarından dolayı savaşma­mış, ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için savaşmış. Kendi­leri itikatta (Ehl-i sünnetten olan) Müslümanlara eşittirler. îbn Abdülvehhab’ın görüşüne göre ise, kendi zümresinden olmayan Müslümanlar, müşriklerden daha kâfirdirler.
îtikad ettikleri bütün bu şeylerden dolayı gelecek zarar kendi­leri içindir.

Bize hiçbir şey yoktur. Lâkin zikrettiğimiz bu deliller­den sonra, onlara deriz ki, bâtıl itikadınıza göre, haydi ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidi arasında fark olduğunu farzedelim. Ama tevessül, ulûhiyyet tevhidine muhalif değildir. Zira tevessül, lügat, Şeriat ve örf itibariyle ibadet değildir. Salih kişilere tevessül etmek veya onlardan yardım talep etmek için onlara nida etmenir. ibadet olduğunu hiçbir kimse söylememiş ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle bir şeyden haber vermemiştir. Eğer teves­sül, ibadet veya ibadetin benzeri bir şey olsaydı, ne diri ne de ölü kişiden tevessül edilmesi câiz olmazdı.

Tevessül eden kimsenin, bir peygamber veya velinin Allah nez- dindeki manevî makamının vesilesiyle, Allah’tan emelinin husulün den başka bir şey talep etmediği malûmdur. Şüphesiz hayatta ol­sun, öldükten sonra olsun, her iki zatın da Allah nezdinde manevi şerefleri vardır.

Şayet birisi, «Allahü Teâlâ bize köprücük kemiğimizden daha yakındır, öyle ise hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur.» dese, cevabında şu şiirin mısraını deriz:

«Bir şeyi hıfzettin Halbuki birçok şeyi unuttun.»

Zira bu görüşüne göre her şeyi Allah’a havale edip her şeyde sebep ve vasıtaların düşünülmesi terkedilmelidir. Halbuki, bu kâi­nat, Allah’ın koyduğu sebep ve müsebbeplerin üzerine bina edil­miştir. Yine bu görüşe göre, kıyamet günü şefaatin olmaması da gerekir. Zira bu görüşe göre, Allah subhanehû ve teâlâ insana her vasıtadan daha yakın olduğu için şefaata ihtiyacı yoktur. Halbuki şefaatin kıyamette oluşu bedihî olan din meselelerindendir.

Hem de Hz. Ömer b. Hattab’ın, «Bizler (ey Allah’ım) Peygam­berin amcası olan Abbas’a tevessül ederek sana dua ederiz.»(3)dediği sözünde hatâ etmesi lâzım gelir. Hulasâ îbıı Teymiyyecilerin itikadlarına göre, sebep ve müsebbep, vesile ve vasıtaların kapılarının ka­patılması gerekir. Bu düşünce ise, kâinatın evvelinden sonuna ka­dar üzerine inşa edildiği İlâhi kanuna muhaliftir. Bu takdire gö­re, onların Müslümanlar hakkında verdikleri hüküm onlara da şâ­mildir. Çünkü sebep ve vasıtaları terketmeleri mümkün değildir. Hattâ onlar halktan daha şiddetli sebeplere, vasıtalara, ilgi ve iti­mat göstermektedirler.

Şunu da diyelim ki, tevessül hususunda diri ile ölü kişinin ara­sında ayırım yapmakta hiçbir mânâ yoktur. Zira tevessül eden kim­se, ölüden hiçbir şey talep etmemiş, ancak Allah nezdindeki bu ölü­nün şerefini veya sevgisini veya başka özelliklerini vesile ederek Allah’tan hacetini dilemiştir. Acaba, mütevessilin (tevessül eden kimsenin) bütün bu düşünceleri ölüyü ilâh edinmek midir? Yoksa bunda şüphe götürmeyen sakınca mı vardır? îbn Teymiyyeciler ise, işi tahkik etmeden tahmine dayanarak söyleyen bir kavimdir. İşin hakikati nasıl böyle olmasın ki, bütün Müslümanlarca tevessülün cevazı, hattâ güzelliği malûmdur.

Dört mezhep kitaplarına, hattâ Hanbelilerin Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemi ziyaretin âdabı hakkındaki mezheplerine bak ki, Allah’tan bir şey dilemek için Peygambere tevessülü müstahap kılmışlardır. Bu İbn Teymiyye’nin meydana çıkıp ümmetin icmai hükmünden dışarı çıkarak akla ve nakle muhalefet edip Müs­lümanların fıtratlarında yerleşen tevessül hakkında mücadele et­mesine kadar böyle devam etmiştir.

Yûsuf ed-Dicvi’nin tevhid hakkındaki makalesi burada sona erdi.

Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:217-224,Bedir yay.

1) Yûsuf ed-Dicvî, Dicveli olup Dicve Mısır'da Dimyat yakınındadır. Yûsuf, fıkıh Alimi olup Muhammed Abduh’un itikadı konulardaki birçok görüşünü reddetmiştir. «Tütün içmek haram değildir.» demiştir. Saadet-i Ebediye'ye bakınız,

2)Makalesi, 224’üncü sahifede bitiyor.

3) Resûlullah (s.a.v.) efendimizi vesile edip Allahü Teâlâ’ya yapılan duâlar kabul olunduğundan. Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında Medine’de kıtlık olunca. Hz. Ab-bas b. Abdülmuttalib’i vesile edinerek yağmur duâsına çıkmış ve «Yâ Rabbi sevgili Peygamberini vesile yaparak duâ ederiz'. Resûllullah’ın muhterem amcası hürmetine, senden yağmur isteriz. Duamızı kabul buyur. Bize yağmur ihsan eyle» demiş, hemen yağmur yağmıştır.
Devamını Oku »

Namazda 'Seyyidina'Denilmesi Hakkında



NAMAZDA PEYGAMBER SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEMİ «SEYYİDİNÂ (EFENDİMİZ) » DİYEREK YÜCELTEN KİMSENİN İBN TEYMİYYECİLERİ TİKSİNDİRMESİ

Namazda veya namaz haricinde, «seyyidinâ» diyerek Peygam­ber sallallahü aleyhi ve sellemin yüceltilmesi, Teymiyyecileri tiksin­diriyor. Bunu büyük bir münker olarak biliyorlar. Çünkü İbn Abdülvehhab peygamber bile olsa, herhangi bir mahlûka «seyyidinâ» ve «mevlânâ* demekten onları nehyetmiştir. Halbuki, emirler hakkın­da gazete ve diğer basında gözleriyle görüp işittikleri aşınca tazim ifade eden lafızlara karşı çıkmıyorlar ve bu tazim onları tiksindir­miyor. Hattâ, sahifelerde sıkça geçen, yabancı şahıslara, memleket­lerine gelen tüccarlara ve diğer benzeri kimselere ait yazılı tazim ve hürmet ifade eden kelimelere karşı çıkmıyorlar.

Vehhabiler, pirlerinin kendileri için çizdiği kanuna göre, Allah tebareke ve teâlâ; «...Şüphesiz ki (Allah) onun (Muhammed’in) mevlâsı (görüp gözeticisi), sonra da Cebrail, müzminlerden sâlih kişi­ler ve melekler de onun yardımcısıdırlar.» (Tahrim sûresi, âyet: 4) meâlen buyurduğu için ona karşı da bulunması lâzımdır. Lâkin Veh­habiler, bu âyeti okuyup düşünmeden geçiyorlar. Dilin yanlış söyle­mesinden ve aklın bozuk düşünmesinden Allah'a sığmıyoruz.

Yine pirlerinin onlara , gösterdiği yola uyarak, Allahü Teâlâ’nın Yahya b. Zekeriyya aleyhimüsselâm hakkında: «Mâbedde namaz kılarken ona seslendiler: Allah sana Allah’ın emriyle (vücut bulan îsâ’yı) tasdik eden, seyyid (efendi), iffetli, iyilerden bir peygam­ber olarak Yahyâ’yı müjdeler.» (Âl-i İmran sûresi, âyet: 39) buyur­duğu için de ona itiraz etmeleri gerekirdi. Hattâ, Allah tebareke ve teâlâ, «...İkisi de (Yûsuf ile Züleyha) kapının önünde Züleyha’nın seyyidine (efendisine, kocasına) rastladılar...» (Yûsuf sûresi, âyet: 25) âyet-i celilesinde bir kâfire siyadeti (efendiliği) isbat eylediği için de buna karşı çıkmaları lâzım idi. Dilin yanlış söylemesinden, akılların bozuk düşüncelerinden Allah'a sığmıyoruz.

Vehhabîler, bu hususta hadîs-i şerif kısmından Peygamber sal­lallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, «Seyyid Allah’tır» buyurduğu kav linden başka bir şey bilmezler. Ve yine Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin; «Ben kıyâmet günü âdemoğulunun seyyidiyim (efendisiyim)»(1); «Kıyamet gününde insanlığın seyyidi benim.»(2); «Şüp­hesiz bu oğlum (Hasân) seyyiddir.»(3); «Hasan ile Hüseyin, cennet hal­kı gençlerinin seyyididirler.»(4); «Nebiler, resûller hariç bu iki kişi (Ebû Bekir ve Ömer) ilk ve son cennet ehli olan kâhillerin (yaşları otuz ile elli arasında) seyyididirler.»(5); «Haydi seyyidinize (büyüğü­nüze) ayağa kalkınız.»(6); «Ey Benî Seleme! Seyyidiniz kimdir?» bu­yurduğu bu hadislerden ve Arabinin birisinin kendisine söylediği:

«Ey resullerin seyyidi ve Arapların en dindarı!
Şifası olmayan hastalıklardan bir hastalıktan sana şikâyet ediyorum.»

Bu şiirinde «Ey resûllerin seyyidi» deyince, ona itiraz etmeyip kabul ettiği de çok cahil olduklarından bilmezler! Hz. Ömerü’l-Faruk’un (Allah ondan razı olsun) dediği; Ebû Bekir seyyidimizdir ve seyyidimizi azat etmiştir» sözünü de bilmezler. Yine Peygamber sal­lallahü aleyhi ve sellemin şu kavillerini de bilmezler: «İstiğfarın sey­yidi (ulusu, Allahü Teâlâ’dan şu yolda mağfiret dilemektir): Alla­hım Sen Rabbimsin, Senden başka ibadete layık hiçbir ilâh yok­tur...»(7); «Günlerin efendisi, cuma günüdür. Âdem aleyhisselâm o günde yaratıldı.»(8); «Ayların seyyidi, Ramazan ayadır. Hürmet ba­kımından ayların en muazzamı Zilhicce’dir.»

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:235-236,Bedir yay.

Dipnotlar:

1) Buharı, Hz. Ebû Hüreyre’den rivâyet etmiştir.

2) Buharı ve Tirmizi, Ebû Bekrete’den rivâvet etmişlerdir.

3) Tirmizî, Hz. Ebıı Said’ten rivâyet etmiştir.

4) Tirmizî, Hz. Enes'ten. Bu onların dünyadaki vasıflarına göredir. Yoksa cen­net halkının hepsi gençtirler. «Tâcü’l-Usûbün dip notunda «Ğayetü’l-Me’mûl'e bakılabilir.

5) Buharı, Müslim ve Tirmizî, Ebû Said’ten rivâyet ederler ki: Sa’d yaralı İken Benî Kureyza’ya hakemlik için gittiğinde Peygamber (s.a.v.) orada bulunanlara: «Hay­di büyüğünüze ayağa kalkınız.» buyurmuştur.

6) Buharî, Şeddat b. Evs’ten rivâyet etmiştir.

7) Ebû Davud ve Nesaî, Evs b. Evs’ten rivâyet etmişlerdir.

8) Bezzar ve Deylemı, Ebû Said’den rivâyet etmişlerdir.
Devamını Oku »

Tevessül ve İstiğase Konuları



Bize Mekkeli bir Müslümandan uzun bir yazı geldi. Sahibi beni herhalde keskin bir kılıç zannederek, uzun uzadıya konuşup, söz­lerini tekrarlayıp, ısrar ediyor ve hattâ yazının sonunda diyor.- Ey faziletli hocam! Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, tevessül ve istiğâse meselelerinin insafla tahkikini senden rica ederim, diyor ve sorular yöneltiyor.

Biz, Vehhabîlerin o suallerini özetleyip ondaki târiz ve yakış­mayan şeylerden yüz çevirip, başarı Allah’dandır diyerek sual ve cevaplara başlıyoruz.

S — Resûlullah (s a.v.) salih ölülerden hacet ve dua talep edil­mesi hakkında velev bir hadis-i şerif bile buyurmuş ise, zikretmeni­zi rica ederim.

C — Evvelâ biz bu sorunun tersini onlardan soralım ve diyelim ki: Hadîs-i şerifte Resûlullah’dan (s.a.v.), insanları salih kimseler­den dua etmek, onlardan haced talep etmekten nehy hakkında bir şey varit oldu mu? Bu hususta velev bir hadîs bile olsa zikretmeni senden rica ederim.

İkincisi: Soru sahibine diyoruz ki: Usûl-i fıkıh ilminde sabit olup bilindiği üzere, bütün şeylerin cevazı, hakkında emir olmasına bağ­lı değil, belki ondan nehy edilmemesine bağlıdır. Şeriat’ta ondan nehy edilmeyen şey câizdir. Herhangi bir şeyin haram olması hak­kında şer’î bir nass olmadığı takdirde o şey mubahtır.

Şüphesiz Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahih hadîsinde bizlere yap­mayı emrettiği şeyi terk etmeyerek yaptık, ondan nehy ettiği şey­den kendimizi koruduk.

İşte âlimlerin bildikleri ilim kuralları budur.

Tevessül ve istiğâsenin ölülerden yapılmaması meselesi ise, za­yıf bir fikirdir. Zira bu hususta durumunuzun şu iki ihtimâli var­dır:

Ya ölülerin idrak etmelerini, ilim sahibi olmalarını, dua etmele­rini, işitmelerini inkâr edip kabul etmezsiniz veya kabul edersiniz. Şayet inkâr ederseniz, isbatı için Âdem ile diğer peygamberlerin (a.s.), sahih hadis kitapları olan Buharî ve Müslim ile diğer ha­dîs kitaplarının rivâyetlerine göre Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Mi'rac gecesi yaptıkları dualarını ve Peygamber Efendimizin, «Si­zin amelleriniz bana gösteriliyor, onda hayır bulsam Allah’a hamd- ederim, ondan başkasını bulsam, Allah'dan size af dilerim» buyur­duğu hadîs-i şerifi ile dirilerin yaptıkları amellerin Peygamber’e gösterildiğini beyan eden bu hadîs-i şerif gibi dünyayı dolduracak kadar kesin deliller getirebiliriz.

Hiç şüphe yok ki, îbn Teymiyye bizatihi «Fetava» kitabında bu­nu zikretmiş ve îbn Kayyım dahi bunun tamamiyle sabit olduğunu itiraf etmiştir.

Ölülerin böyle hususiyetleri olduğunu, bu çağın (ruhçu) Avru­palılarının da itiraf etmeleri, tesadüf eden güzel delillerdendir. On­lardan on asır önce Eflâtun ile diğer feylozoflar dahi bunu kabul et­mişlerdir. Demek ki, bu mesele din ve dünya ilimlerinin âlimle­ri; müslim ve gayrimüslim, eser ve nakil ehli olanlar ile fel­sefe ve akılcılar arasında ittifak edilmiş bir konudur. Lâkin Vehhabîler, hadîs-i şerifte varit olduğu gibi ölülerin, ilim, idrak, işitme duygusu olduğunu, dua edip kendilerine selâm verilirken selâm al­dıklarını itiraf ve kabul ettikten sonra, ölülerden bu hususların ta­lep edilmesini kabul etmezlerse tenakuza düşeceklerdir. Veya mü­nakaşanın mukaddimelerini kabul edip, neticesini inkâr ettikleri veya mantık kuralına göre lâzımları melzumlarından kestiklerini söyleyebiliriz. Lâzımı melzumlardan ayırmayı akıllı kimse yapmaz.

Kaldı ki, faziletli (üstün) kimse yapabilsin! Hele bu münakaşayı kökünden izale edecek öyle şeyler zikrettik ki, meselâ Peygamberd­in (s.a.v.) hayatında ve vefatında kendisine tevessül edilmesi hak­kında Osman b. Hanîfden rivayet ettiğimiz sahih hadîs-i şerif, on­da, «Ey Muhammed! Rabbinin katında bana şefaat et!» cümlesini kullanmıştır. Adamın ondan talep ettiği şefaattan maksadın, Peygam­berim (s.a.v.) kendisine dua etmesini istemekten başka bir mânâ­sı yoktur.

«Allah’ım! Bana, Senden istemem için dilekte bulunanların hür­metine Senden hacet diliyorum», diye sahih hadîs de vardır. Di­ğer bir hadis-i şerifde, «Peygamberin ile ondan önceki peygamber­lerin hakkı için» diye geçmektedir, öyle ise, salih zatlara tevessül edilmesi sabittir.

Yazdığımız bazı makalelerde, Vehhabîlerin iddia ettikleri gibi, tevessül asla şirk sayılamaz, dedik. Çünkü diri kimse, ruhu ile diri olan ve Berzah hayatının özelliklerinden faydalanan ölüden, bir şey talebinde bulunduğunda, icad ve yaratma yolu ile değil, sebebiyet ve kesb cihetiyle ondan talep eder. Zira onu, diri kimsenin rütbe­sinden üstün tutmaz. Hattâ o kimse, diri kimseden bir şey isterse, icad ve yaratmasını talep etmez. Mahlûktan bir şeyi kesb yolu ile talep etmek, ne şirk, ne de küfürdür.

Ölünün hiçbir tasarrufu olmadığını farzetsek bile, onu çağıran veya ondan yardım isteyen kimse ulûhiyyet değil, sebebiyetin itika­dında hata etmiş olur. Allah’dan başka zahirî sebebiyet olduğunun itikad edilmesi câhillerin itikad ettikleri gibi ulûhiyyet itikadı de­ğildir. Gerçekten yukarıdaki beyanımızdan anladığın üzere Allah’­dan başkasına sebebiyet itikadı yanlış bir şey değildir. Ancak Vehhabilerce yanlıştır. Şayet tevessül, ölünün Allah katındaki rütbesi­ne olursa işin câiz olduğu açıktır. Çünkü ölüm, insanın dünyada iken Allah katındaki makamını değiştirmez.

S — Peygamber (s.a.v.), Allahü Teâlâ’ya tevessülün bir türü­nü veya Allah’a yaklaştıran bir şeyin beyanını terk etti mi?

C — Hayır, Resûlullah (s.a.v.) insanı Allah’a yaklaştıran veya tevessülün çeşitlerinden hiçbirisinin beyanını terk etmemiştir.

Yukarıda geçen Osman b. Hanîf hakkında rivayet edilen hadis­teki tevessülü anladın. Hattâ Peygamber Efendimiz kendi yüzüsuyu hürmeti ile, ondan önceki peygamberlerin hürmeti ile tevessül etmiştir. Âdem (a.s.), Peygamber Efendimiz dünyaya gelmeden ön­ce onunla tevessül etmiştir. Bunların hepsi bundan önceki makale­lerimizde yazılmıştır. Bundan sonra, soranlara rehber olacağı umu­lur. Resûlullah’ın (s.a.v.) makamı diğer insanlarınkinden üstündür. Şunu da ekleyelim ki, Efendimiz (s.a.v.) ubûdiyetin kemalindeydi. Kendisi, Allah’ın rububiyyetini ve sonsuz kudretini; herkesin O’nun kulu olduğunu; Allah’ın geniş fazl ve kereminin şümûlünü iyi biliyor­du. Yine Efendimiz (s.a.v.) mutlak Efendinin (Allah’ın) katında kul­ları için manevî makamlar olup, her birinin bir meziyeti olduğunu, Allah’ın verdiği nimetler için ancak Aziz ve Çelil olan O’na kulluk yapmak gerektiğini biliyordu. Kullar arasında irtibat ve menfaat tebâdülü olması da gerekir. Peygamber (s.a.v.) bu inceliklerin tü­münü herkesten daha ziyade bilirdi ki, Hz. Ömer’den dua talep etmiş ve Uveysü’l-Karanî’den de talep etmesi için Hz. Ömer’e em­retmiştir.

Fatıma binti Esed hakkında geçen hadîse göre, kendisi de önceki peygamberlerin hürmetine tevessül ederek Allah’tan dilekte bulunmuştur. Bir ihtiyacımız olunca, bize tevessül etmemizi emret­miştir. Hattâ hikâyesi geçen âmâya, «Şayet öyle bir ihtiyacın olur­sa bunun gibi yap!» diye buyurdu. Hz. Osman'ın hilâfeti zamanın­da bir iş için kendisine gidip gelen adam da Hz. Peygamberin bu­yurduğu gibi yapmıştır. Bu olayı daha önce beyan ettik. İşte Veh- habîler hiçbir mahzur olmayan bu tevessül işinde Müslümanları tekfir etmektedirler.

S — Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilen, «Sizi Allah'a yak­laştıracak hiçbir şeyi terk etmeden hepsini size beyan etmişimdir», hadîs-i şerifi sabit midir? Bu doğru ve sabit ise, dirilerin ölülerden dua talebinde bulunmaları, Resûlullah’ın (s.a.v.) buyurduğu emir­lerden olup bunu yapmak câiz mi olmaktadır?

C — Evet Peygamber’in (s.a.v.) böyle buyurduğu sâbittir. ölü­lerin dirilere yaptıkları dua bir kardeşin kardeşine duası kabilin- dendir. Gerçekten, sahih hadis bize bildirmiş ki, dua hususunda di­ri kişi ile ölü kimse arasmda hiçbir fark yoktur. Yukarıda geçtiği üzere ölü kimse, diri kimse gibi dua eder. Zira ölüm câhillerin zan­nettikleri gibi fânilik veya yokluk ve bitiş ve hiç oluş değildir. Ölüm, ancak bir yurttan başka bir yurda intikâl etmekten ibarettir.

Şiir:

ölümü ölüm zannetmeyin çünkü o,
Gerçek bir hayattır, emelin sonudur.
ölümün hücumu sizi korkutmasın çünkü o, bu dünyadan bir intikaldir.

Devamla tekrar ediyoruz ki, şüphesiz Âdem (a.s.) ve diğer pey­gamberler, Peygamberimiz’e (s.a.v.) dua etmiş ve o da, Berzah âle­minde ümmetine dua etmektedir. Hattâ izahımızdan anladığın ve ilerde de anlayacağın üzere, vefat etmiş babalarımız da bize dua ediyorlar. Şunu diyelim ki, bizler sîzlerden, tevessüle mübahdır de­menizi, Müslümanları, önderiniz Muhammed b. Abdulvehhab gibi tekfir etmemenizi istiyoruz.

Vehhabîlerin Müslümanları küfürle suçlamalarının hiçbir ge­çerli delili yoktur. Vefat etmiş ve ruhu âhiret âlemine gitmiş sâlih bir kişiden dua istemek niçin küfür olsun? Farz edelim ki ölülerin, Vehhabîlerin dediği gibi duymaları, anlamaları, bir şey yapmaları mümkün değildir. Bu faraziyeye göre bile -haşa- onda uluhiyet vas­fı tasavvur edilmiş değildir ki?.. Vehhabîlerin görüşüne göre Müs­lümanların yanıldıkları farz edilse bile, bu hatâ ölmüş kimseyi bir sebep, bir vesile kabul etmekten ileri gelmektedir ki, ehl-i İslâmın tekfir edilmesi için sebep teşkil edemez.

Müslümanların bu davra­nışları aklın, vicdanın, mantığın ışığında; din kurallarının aydınlı­ğında hiçbir vecihle küfüre yorulamaz. Bir kimse aslında sebep teş­kil etmeyen bir şeyi sebep edinirse o adam cahil olabilir-, ama asla kâfir olamaz. Bu sorunun cevabı bu kadar yeterlidir.

S — Resûlullah (s.a.v.) Allahü Teâlâ’nın, «Ey Resûl! Sana Rab- binden gönderilen şeyleri tamamıyla bildir» (Maide, 67) meâlinde buyurduğu âyet-i celile ile amel ederek, yine Mâide sûresinin, «Ey iman eden kimseler! Allah’ın azabından sakınıp ona vesileye (yak­laşmaya) yol arayınız» (âyet, 35) âyetinde buyurulan vesileyi hal­ka bildirdi mi?

C — Bu doğru bir soru değildir. Doğrusu şöyledir: Maide sûre­sinde, mü’minlere, onunla emir olundukları vesileyi halka beyan et ti mi, diye sorulmalıdır. Zira bu âyette bilfiil mü’minler emr olun­muştur. Gerçi âyet-i celilenin hitabına Peygamber de (s.a.v.) dahil­dir.

Soru sahibinin sualinin tamamında, Allahü Teâlâ’nın meâlen buyurduğu, «Ey Resûlüm! Sana Rabbinden gönderilen şeyleri tama­mıyla bildir» (Mâide, 67) âyet-i celilesini delil olarak zikretmesi cehâlet eseridir ve bir şaşırtmacadır. Çünkü bu âyetteki emir ve hitab, Allah’ın risâletini ve vahyini bütün halka bildirmesi ile ilgili olarak yalnız Peygamber’e (s.a.v.) mahsustur, öyle ise soranın bu sözü fazladır, tekrardır. Zira Efendimiz (s.a.v.) emir olunduğu ve­sileyi ümmetine bildirmiş ve onu hadis-i şerifinde yeterli bir ifade ile yorumlamıştır.

Hz. Âişe (r.a.) anlatıyor: Bir kimse sana Resûlullah (s.a.v.), Al­lah’ın kendisine indirdiği şeylerden bir şey ketmettiğini (sakladı­ğını) bildiğini haber verse, şüphesiz yalan söyler, diyerek sonra şu âyet-i celileyi okudu: «Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirilen şey­leri bildir!» Müslim ve Buharî bu hadîs-i şerifi rivayet etmişlerdir.
Kur’ân-ı Kerim Arapça’dır ve Arap lügatiyle nâzil olmuştur. Ve­sile kelimesinden yalnız bir mânâ (diri kimse) kastetmenizin hiçbir mânâsı yoktur. Delilsiz bir iddiadır. Bunu gerektiren bir şey de yok­tur. Şüphesiz Osman b. Hanîf ile başkasının hakkında rivâyet edi­len hadîslerde mutlak tevessül sarahaten bildirilmiştir. Hele hadî­sin sonunda, «Şayet bir ihtiyacın olsa, yaptığın gibi yap», buyruğu ile açıkça tevessüle işaret etmiş ve diğer makalelerimizde beyan et­tiğimiz üzere Hz. Osman b. Affan’ın (r.a.) hilâfeti zamanında onun­la amel edilmiştir.

S — ölülerin dua etmemesi ve meşrû olmayan şeylerle onlara hitab etmemek itikadından, onların kerametlerinin inkân lâzım ge­liyor mu? Evet, lâzım gelir, dediğiniz zaman, bize kesin delillerini beyan edip bu nev’i tevessülün (ölüye tevessül) cevazı hakkında sa­habeden, tabiînden veya onlara tâbi olan imamlardan bir nakil zik­rediniz.

C — Evet Enbiya ve salih zatların Allahü Teâlâ katındaki ke­rametlerini inkâr eden sizin gibilerin, ölülerin kerâmetlerini de in­kâr etmeleri lâzım gelmektedir. Çünkü Allahü Teâlâ katında hiçbir makamları olmayıp bize dua etmeleri mümkün olmaz şeklindeki iti­kadınıza göre ruhların hiçbir şey yapmaya güçleri olmazsa, onların ne gibi bir kerametleri olacaktır? Sizin de onlara keramet isbat et­menizin ne mânâsı olacak ve bununla beraber sizler onlar için hiç­bir fiil olmadığını ve onların Allahü Teâlâ nezdindeki makamlarıyla tevessül etmek küfür olduğunu iddia ettiniz.

Şu halde onlar için ne gibi bir şey olabilir?

Mezkûr tevessül için (ölülere) sahabe, tâbiîn ve onlara iktida eden imamlardan caizdir, diyen kimseler hakkında bizden açıklama istemenize gelince, şunu deriz ki;îbn Teymiyye’den önce ve sonra gelen bütün ümmet câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Sorduğunuz bu suali çevirip sizden soralım: Acaba sizin de sahabe, tabiîn ve on­lara uyan imamlardan bu nev’i tevessülün men’ini .ve şirktir diyen kimseyi bize zikretmeniz mümkün müdür? Bütün hak mezheblerde Peygamber’in (s.av.) türbesini ziyaret edenlerin ona tevessül etme­lerinin câiz olduğunda ittifak etmediler mi? Bu husus için size Han- belilerin, kezâ bütün imamların nasslarını zikrettik. Fakat inkârcı iddianız için ne selef, ne de sened hiçbir isnad yoktur. Hattâ âlim­lerin tümü Kabr-i Şerifi ziyaret eden her kişinin tevessül etmesi yalnız câiz değil, belki ondan matluptur dediler.

İşte ümmetin icmâı budur. Kâfi ve kalblere şifa veren akli ve nakli deliller kitabı­mızda geçmişti. Sonra size şunu da diyelim ki, ölümden sonra ruh­larda öyle bir güç vardır ki, hayatta, dünyada oldukları zaman o kadar iş göremezlerdi, diye imamınız İbn Kayyım bunu itiraf et­medi mi?

Bu konu tâ imamlarınıza kadar ulaşmıştır. Sizler ise, enbiyânın mucizeleri ve evliyanın kerâmetleri hakkında arasıra hevânıza tâ­bi oluyor, arasıra da hakkı kabul ediyorsunuz. «Ibtalci, inkarcı ki­şi, ister istemez illâ tenakuza (çelişkiye) düşer» diyene Allah rah­met eylesin. Bizim sizi dalâletle vasıflandırdığımızın sebebi ise, sizin Müslümanları tekfir edip kendilerini, mallarını helâl etmekle Ce­hennemin köpekleri olan selefiniz Haruriye tâifesinin yoluna sülük ettiğinizdendir.

Hiç şüphe yok ki, Haruriye tâifesinin kınanması hakkında Peygamber’den (s.a.v.) tevatür yolu ile birçok hadîs-i şerifler rivayet edilegelmiştir. Şayet diyecek olsaydınız ki: İnsanların bütün işlerin­de vasıtasız olarak Allah’a müracaat etmeleri evlâdır. Allah katın­da, sebeblerin, vasıtaların sona erdiği bir makam vardır. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) (ateşe atılırken) Cebrail (a.s.) ona, «Bir ihtiya­cın var mı?» diye sorunca İbrahim (a.s.), «Ama senden yoktur», de­miştir, diyecek olsanız ve bu yolda gidip itikad ederseniz, bizler si­ze itiraz etmeyip, sizinle şiddetle münakaşa etmeyecektik. Eğer, te­vessül hakkında tekfir’den başka bir fikriniz olsaydı, biz sizin için bunlar kendi kafalarına müctehidtirler ve böyle zannetmişlerdir, iş­lerin sonucu Allah'a havale edilir.

Birçok müctehidler ictihadlarında hata etmişlerdir, diyecektik. Ama size böyle diyemeyiz. Çünkü ictihadlarında hatâ eden âlimler; kendilerini sizin yaptığınız gibi takdis etmeyip halka zorla, kılıçla kendi fikirlerini beğendirmedi­ler. Belki doğru, başkalarının fikrinin daha doğru olduğu ihtimali­ni câiz kılar. Peygamber’den (s.a.v.) rivâyet edilen, «Müslümana sövmek fâsıklıktır, onunla dövüşmek küfürdür (küfre benzer büyük bir günahtır)» ve (Taberâni İbn Mesud’dan) «Birisi Müslüman kar­deşine «Ey kâfir» deyip de o adam hakikat kâfir ise (mahzuru yok); değilse, söylediği söz kendisine döner», hadîsi mâlumdur. îmam Mâ­lik te lif eylediği «Muvatta» kitabı için Abbasîler’den El-Mansur’un halkı o kitabı esas olarak kabule zorlamasına razı olmadı. İslâm ümmetini, âlimlerin hürmetini, hidâyet imamlarını ve Resûlullah’-ın vârislerinin hukukunu ve nefsini küçültmeyi düşünerek «Muvatta» ile amel edilmesi için Harun er-Reşid’in teklifini reddetti. Fakat câhil kimse, kendi nefsini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Âlim kimse ise, Rabbini tâzim etmekten başka bir şey bilmez. Alla­hü Teâlâ’nın makamını yükselttiği kimseyi tâzim etmek Allah’ı tâzim etmek demektir. Nitekim Allahü Teâlâ, «Kişinin Allah’ın ni­şanlarına hürmet göstermesi, kalbleri Allah’a karşı gelmekten sa­kındırır» (Hac, 32), diye buyurmuştur.

Daha sonra soru sahibi der ki: Rabbini bilen ve zikrine özenen bir Müslüman, Allah’ın hitab ve münâcatından zevk aldıktan son­ra bu âlemden diğer bir âleme naklolmuş, Allah’dan başka kimse­nin onun hâlini bilmediği ölü kullardan birine teveccüh ederek on­dan hacet dileyip ona hitab etmesi caizdir, dememiz bizim için mümkün değildir. Buharî’nin «Sahih» kitabında zikredilen Ümmü’l- Â’lâ’nın hadisi sizce malûmdur ki, ondan şöyle rivâyet edilir: Sa­habenin muhacir kısmından Ebu’s-Saib, Ümmü’l-Â’lâ’nın yanında vefat ederken, ona şöyle der: «Benim sana şehâdetim budur ki, ger­çekten Allah sana ikram etmiştir» deyince, Resûlullah (s.a.v.) Ümmü’l-Â’lâ’ya, «Allah ona ikram ve ihsan eylediği hangi şeyi sana haber verdi?» diye buyurmuştur. Buna benzer çok hadîsler vardır. Hepsi de, ölülerin dünyada yaptıkları amellerine göre Berzah âlemine göç ettikleri yolundadır. Bedir savaşında şehid olan veya Ukkâşe ve Muhsan gibi, haklarında Cennet ehli olduklarına dair hadîs nassı olanlardan başka ölen hiçbir kimse hakkında Cennetlik veya Ce­hennemliktir, diye kesin hüküm vermemiz câiz değildir.

Ben derim ki: Soru soran hazretin, söylediği bu vaaz şeklinde­ki cümlelerin içine dercettiği bazı şeyleri kaçırmadan eleştirip he­sabını yapacağız. «Rabbine teveccüh edip manevî zevk alarak onun zikrine özen gösteren...» ifadesiyle sözünün zâhirini süslediği cüm­lesine evet deriz. Allah’ın zikri o kadar zevklidir ki, kalblerinin tü­müne tesir ediyor. Fakat ancak tevessül meselesi ilmî, tahkiki bir konu olup hakkında kapalı konuşma ve dedikodunun faydası yok­tur.

Bu şekilde reddedilmez.

Yukarıda dedik ki: Şayet Vehhabîlerin fikirleri, sualde zikret­tikleri mânevi kemâl makamı olsaydı, bunu eleştirmeyecektik. Fa­kat onlar Müslümanlardan, Resûlullah’a (s.a.v.) ve ümmetinden sâlih zatlara tevessül eden kimseyi tekfir ettiler. Bu konu nerede, sual­deki konu nerede? Bunlar, biribirlerinden uzak mânâlardır. Şayet soru soranın maksadı, Allah’ı zikredip ona münâcaatta bulunmak tevessülden evlâdır demek ise, evleviyyet hususunda bizimle onla­rın aramızda muhalefet yoktur. Fakat insanların manevi derecele­ri ayrı ayn olup, bazılarının diğerlerine nazaran dereceleri daha üs­tündür. Bazıları, her hususta Evvel ve Âhir olan Allahü Teâlâ dan medet umar. Her şeyin O’ndan geldiğini yine O’na döndüğünü bil­diği halde, kendisine sebep ve vasıtalar edinmesinde hiçbir mahzur yoktur. Kezâ müsebbib olan Allah’a itimat eden kimsenin, Allah’­ın kudretini düşünüp, hikmetine bakıp sebepleri terk ederek hace­tini doğrudan doğruya Allah’dan istemesinde hiçbir mahzur yok­tur. öyle ise, ne bu kimse ve ne de öteki kimse günahkârdır.

Bazı insanların faziletçe bazılarından üstün olduğu sözünü ka­bul etsek bile, soruyu soranın dediği gibi ölülere hitap etmek Al­lah’ın zikrinden gelen zevk ve ünsiyeti keser demesi doğru mudur? Yoksa tevessül konusunu vaaz ve edebiyat üslubuyla kendi lehine mi çevirmek istiyor? Niçin bunu bir diriye yapılan talep ve tevessül hakkında demiyor? Ondan hacet talep edip tevessül edilen bir vezir veya kral veya bir halife bile olsa, mütevessil kimsenin Allah’a münacaatı ve talebi ve O’nunla ünsiyeti daha iyi değil midir?

Soru sahibi sorusunda «Birçok câhillerin, ölülerin halini ve han­gi durumda öldüklerini bilmiyoruz» diye câhillerin dedikleri sözle­ri sualine dercetmiş; bu ise Müslümanlar hatta Allah hakkında bes­lenen kötü bir zandır.
Soru soranın dikkatini şuna çevirelim: Hadîs-i şerifte, «Hayatı ne şekilde (hayır veya şer) geçmişse kişi o hâlet üzere ölecektir.» Bu Allah’ın bir âdetidir. Bu âdet ve kaidenin dışmda kalan ölünün hükmü şazzdır, istisnadır.
Daha sonra deriz ki: Bu âlemde (dünyada) bazı işler hattâ Şe­riat işleri ve fıkıh hükümleri bile, zannî bilgiler üzerinde tesis edil­miştir. Buna göre, ölülerimizi yıkamamız, kefenlememiz, üzerinde namazları kılıp Müslümanların mezarlıklarında gömmemiz, malla­rını vereselerine vermemiz ve daha başka şeyler yapmamız vâcibtir. ölülerin durumları hakkında, tahkiki bir bilgi sahibi değiliz. (Lâkin o tahkiki bilgiyi zaten hiçbir kimse şart koşmamıştır).

Öyle ise, hayatta iken hayırlı ve iyi durumda olan kimseyi ölümünden sonra, hayırlı ve salih kişilerden saymamız vâcibdir. Sâilin sorusun­da geçen vesveselere uyup da, ölüler hakkında bundan başka ko­nuşmamız caiz değildir.
Biz Vehhabîlerden birisine, ölü babasının durumu nedir, Müs­lüman mıdır, kâfir midir? desek, kendisi öfkelenecek mi, yoksa öf­kelenmeyecek mi? Pederi hakkında cezm ve yakîn bilgiden başka bir şeyle (zanla) amel etmememizi ister mi? Yine sâil, müteveffa pederi hakkında cezm ve yakin bilgiden başka, bir şeyle (zan, şek) ile amel etmememizi ister mi?

Sâilin işaret ettiği Osman b. Mazun’un hadîsine gelince, o ha­dîs-i şeriften maksat, Allah’ın geniş tasarrufunu anlatmak ve ubu- diyyet rütbesi, Allah’a yapılan rica ve yalvarma makamından öte­ye geçmez, demektir.

Ümmü’l-Â’lâ’nın söylediği sözüne gelince, Saib’e yaptığı dua­sında, Allahü Teâlâ’nın kesin olarak Ebu Saib’e ihsan edeceğine ka­naat getirerek cezm etmiş ve bu kesin kanaatinin şâhidlik olduğu­nu nitelemiştir. Zannederim ki, Ümmü’l-Â’lâ, adama dindarlık ve sâlihlikle tanıklık etseydi Resûlullah’ın cevabı da, ona göre olacak­tı. Hazret-i Peygamber, bu mezkûr hadisin sonunda, «Şüphesiz ben ona hayr ümit ediyorum» diye buyurmuştur. Acaba soru sahibi hayr ricasıyla, hayr zannedilmesinin arasındaki farkı biliyor mu? Niçin kendisi Buhari’nin Enes b. Mâlik’den (r.a.) rivayet ettiği şu hadîsi zikretmedi? Halk bir cenazeyi götürürken onu iyilikle övdü­ler. Peygamber de (s.av.), «vacip oldu» diye buyurdu. Diğer bir ce­nazeyi götürürken, ondan kötülükle bahsettiler. Efendimiz buna da «vacip oldu» diye buyururken, Ömer b. Hattab (r.a.), «Ne vacip ol­du», diye sordu? Resûlullah, «Evvelki hakkında iyilikle konuştunuz, ona Cennet vacip oldu. Bundan da kötülükle bahsettiniz, ona Ce­hennem vacip oldu. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz», di­ye buyurdu.

Veya sâil niçin Buharî’nin Hz. Ömer’den rivayet etti­ği şu hadisi de zikretmedi(1). Hz. Ömer Peygamber’den (s.a.v) şöyle anlattı: «Herhangi bir Müslümana dört adam iyilikle tanıklık ederse, Allah onu Cennete dahil edecektir.» Biz sahabiler ve «üç adam da olsa», dedik. Kendisi «Ve üç de olsa», «Ve iki de olsa» diye buyur­du. Hz. Ömer, «Sonra şahidin bir adam olmasının kendisinden sor­madık», demiştir.

Ya sâil, yine Hz. Ömer’in Peygamber’in (s.a.v.) Uhud şehidleri- hakkında «Ben bunların şâhidiyim» buyurduğunu neden söylemedi?

Sonra Vehhabîlerin hepsine deriz ki: Sizler, Buhari’nin rivayet ettiği Peygamber’in (s.a.v.), «Allah'a yemin ederim ki, şirkten (sîz­lerin Allah’a ortak yapacağınızdan) korkmuyorum. Lâkin dünyada zengin olup ona rağbet etmenizden korkuyorum» buyurduğu kav­lini niçin zikretmediniz? Veya ona inanmadınız mı? Sizler, ancak heva ve hevesinize göre konuşmayanın (Peygamberimizin) kavlini yalanlıyor, ona düşmanlık ediyorsunuz. Peygamber (s.a.v.) ümmeti hakkında şirk korkusundan emin olduğu halde siz onlara müşrik­tir deyip kan ve mallarını mübah kıldınız.
Yine sual edene deriz ki: Müslümanlar hakkında iyi zannımız bi­ze kâfidir. Zaten Şeriate göre Müslümanlar hakkında güzel zan et­mek bizden talep edilmiştir. Kaldı ki, has kullar salihler... Ama Müs-lümanlar hakkında, iyi sayılmaları için kesin bilgi olması gerekir de­diğin şeyi ulemadan hiçbirisi dememiştir.

Sâil daha sonra der ki: Hakkında iyilik rivayet edilmeyen o ma­sum kimse hakkında hüsn-i zan (güzel zan) etmekten ziyade, tah­mini bir kanaattir. Biz ona deriz ki: Hakkında yerme vârid olmayan masum bir kimseye karşı kötü zan etmen de tahminidir. Hele bil­hassa üzerinde hayır ve salâh alameti zâhir olan veya hayatında veya vefatından sonra kendisinden kerametler zâhir olan kimseler hakkında kötü zan, daha beterdir, öyle bir kimsenin halinin değiş­tiğine itikad etmek de Müslümanlara, Allah’a karşı kötü zandır. Ni­tekim insanın anne ve babasına karşı tahmini de böyledir. Hüsn-i zandan bir şey tahminidir şeklindeki bu cümleden maksadınız ne­dir? Zaten hüsn-i zan etmenin ötesi ne olursa olsun hepsi hüsn-i zannın eseridir.. Meselâ, bir zattan dua talep etmek de yine buna binâendir.
Sonra sâil der ki: ölüleri vesile etmemenin cevazı hakkında açık bir nassı bize bildirdiğinden dolayı cidden çok seviniyorum.

Ben de derim kis Akli ve nakli delillerin çoğunu zikrettik. Hal­buki söylediğimiz delillerden tek bir hadîs bile kâfi idi.Ruhlara hayat, idrak ile ilim olduğunu isbat edip de, sonra on­lara tevessül ve istiğâseyi men eden kimse, son derece tenâkuza düşmüş, melzumu lâzımlarından kesmiş bir kimsedir. Peygamber’in (s.a.v.) kabri ziyaret edilirken ona tevessül edilmesine dair ümme­tin icmaı olduğunu zikrettik. Bu konuda Osman b. Hanif’in hadîsin­den başka bir delil olmasa bile, o tek başına kâfi ve şâfi bir delildir. Hulâsa, bütün şeriatlar, ilk çağ filozofları, Müslümanlar, Avrupalı, Amerikalı ve Hindliler ruhlara hayat ve hayatla ilgili şeyler oldu­ğunu, bedenden ayrıldıktan sonra bu âlemde kendileri için geniş tasarruflar olduğunun isbatında ittifak etmişlerdir. Bu, İbn Kayyım’ın «Kitabu’r-Ruh» adlı eserinde beyan ettiğinin aynısıdır. Mad­dî perde ve tabiat yoğunluğu ile bedenimizin karanlığını bizden kal dırmasını Allah’dan dilerim.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-i Sünnet’in Müdafaası),syf:616-625,Bedir yay.

Dipnotlar:

1) Buharı, Ömer’den (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet et­miştir: «Hangi bir Müslüman ki, onun hakkında dört (mü’min) hayır ile senâ ile şe­hâdet eder, Cenab-ı Hak o Müslümanı Cennete dâhil eder.» Biz dedik ki, «Üç kişi şehâ- det ederse de böyle midir?» Resûl-i Ekrem:

«Üç kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Sonra, «İki kişi şehâdet ederse e böyle midir?» dedik. Resûl-i Ekrem, «İki kişi şehâdet ederse de böyledir», buyurdu. Bundan aonra biz, Resûl-i Ekrem’den bir şâhidden sormadık.» (Tecrid-i Sarih c. 4, s. 571.)

Devamını Oku »

Mülhidlerin Tevhidi İkiye Ayırmak Konusundaki Hatalı Görüşleri

 


MÜLHÎDLERlN KÂBE VE HACERÜ’L-ESVED’E YAPILAN TAZİMİ SENÎYYE TAİFESİNİN İNANCI OLARAK GÖSTERMELERİNİN YANLIŞLIĞI VE TEVHÎDÜ’R-RUBUBİYYET İLE TEVHİD-Î ULÛHİYYET ARASINDA MÜLÂZEMET OLMADIĞI YALNIZ RUBUBİYYET TEVHİDİNİN KURTULUŞA KÂFİ OLMADIĞINI SÖYLEYEN KİMSENİN CEHALETİ


Yukarıda geçen izahtan, Kâbe’nin etrafını dolaşmak, Hacerü’l-Esved'e el sürmek, onu öpmek ve üzerine baş koymak, onları tazim etmektir. Ne Kâbe’ye ne de Hacerü’l-Esved’e yapılan şer’î bir ibâdettir. Belki onları ziyaret edip tavaf eden kimsenin yaptığı, rububiyyetine inanıp kendisine bunu yapmayı emreden Aziz ve yüce Allah’a bir ibadettir. Şeriat’ta bir şeye yapılan bütün tazimler, ibadet etmek değildir ki, şirk olsun! Belki yapılması emir olunan veya yapılmasına teşvik edilen bazı tazimler, vacib veya mendubtur. Bazısı mekruh veya haram, diğer bazısı mubahtır. Beraberinde rububiyyete ait hususlardan bir hususiyet itikadı olmayan herhangi bir şeyin tazimi şirk değildir.

Bir şeyi tazim eden kimse, o şeyde rububiyyetin hususlarından birisinin mevcut olduğunu itikat etmedikçe Şeriat’ta o kimse mezkûr şeyin ibadetçisidir, diye iddia etmenin önemi yoktur. Şüphesiz âdemoğlu, sağlam düşünce sahibi olduğu müddetçe, ancak rububiyyet vasfı kendisinde sabit olan zat, ibadete (tapmılmaya) müstehak olduğu, rububiyyet vasfı kendisinde bulunmayanın ibadete müstehak olmadığı fikri, akıllarında yerleşmiştir. Demek ki, Allah'ın kurduğu şeriatlarda ve insanların akıllarında yerleşen fikirde, rububiyyetin sübutu ile ibadet istihkakı, birbirlerinden ayrılmayan iki vasıftır.

Müşriklerin (Allah’a ortak koşanların), Allah (sübhanehu) dan başka haklarında rububiyyet itikad ettikleri şeylerin ibadete müstahak olduklarına dair itikadları, rububiyyette ortaklık taslama temeli üzerine kurulmuştur. Bu itikadın temeli, düşünceden sıyrılıp yıkıldığı zaman, üzerine kurulduğu Allah’tan başkasına ibadete istihkak düşüncesi de yıkılır.

Müşrik kimse, Aziz ve yüce Allah'ın, rububiyyet vasfiyle münferid olduğunu teslim (kabul) etmiyor ki, yalnız Allahü Teâlâ’nın ibadete müstahak olduğunu kabul etsin. Kendisinde Aziz ve yüce Allah’tan başkasının rububiyyet vasfiyle muttasıf olduğu inancı bulunduğu müddetçe, o şeyin ibadete müstahak olduğuna da tâbi olacaktır (inanacaktır).

İşte akıllı kimseler nezdinde, (bu nedenle) rububiyyet tevhidi ile ülûhiyyet tevhidi, sübut ve itikad bakımından mütelâzım (birbirlerinden ayrılmayan) iki vasıf oldukları açık bir gerçektir, öyle ise Allah’tan başka bir Rab olmadığını ikrar eden kimse, O’ndan başkasının ibadete müstahak olmadığını itiraf etmiş ve anlamış demektir. îşte bu ikinci şık bütün Müslümanların kalbinde olan «LÂ ILÂHE İLLALLAH (Allah’tan başka ilah yoktur.)» kelime-i tevhidinin mânâsıdır. Rububiyyet ile uluhiyyet tâbirleri bir mânâda oldukları için Kur’ân-ı Kerim, birçok âyetlerde birisinden bahsetmeyip diğerinin zikriyle yetiniyor.

Rububiyyetin mevcut olmamalarından lâzım gelen muhal şeyleri de herhangi birisinin mevcut olmadığına da bağlıyor ki, mezkûr muhal şeylerin yokluğu ile herhangi birisinin sübutuna (mevcudiyetine) istidlal etsin. Allahü Teâlâ’nın «Yerde ve gökte Allah’tan başka bir ilâh (mabud) olsaydı, yer, gök düzeninden çıkardı.» (Enbiya sûresi, âyet: 22); «O’nunla birlikte hiçbir ilâh da yoktur? olsaydı, her ilâh, kendi yarattığı ile beraber gider, biri ötekine üstün gelirdi.» (Mü’minûn sûresi, âyet: 91) meâlen buyurduğu bu âyetleri düşün ki, bunlarda ilâh kelimesiyle tâbir edip Rab kelimesiyle tâbir buyurulmadı.

Keza, Allah sübhanehû, insan- oğlundan aldığı ilk ahdinden (sözünden) bahsederken, «Şunu da hatırlayınız ki, Rabbin, âdemoğullarının sulbünden nesillerini çıkararak kendi üzerlerine şahit tutmuş? onlara «Rabbiniz değil miyim?» diye sormuş? «Elbette, Rabbimizsin? şâhidiz» demişlerdir» (A’raf sûresi, ayet: 172) âyetinde ilâhmız diye buyurmadı. Resûlullah (s.a.v.)den meşhur olarak rivâyet ediliyor ki, «İki melek kabirde ölüden «Rabbin kimdir?» diye sorar. (Kendisinden yalnız rububiyyet tevhidinden sual açmakla yetiniyorlar.) Ölü, meleklerin bu sorularına karşı, «Allah Rabbimdir.» diye cevap verir ve bu cevabı kâfidir», diye hadîs-i şerifte geçer. İki melek; ona; «Sen ancak rububiyyet tevhidini ikrar ettin. Halbuki rububiyyet tevhidi yalnız iman için kâfi değildir» demezler.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın halili (dostu) olan İbrahim (aleyhissalâtü vesselâm)’dan hikâyet ederek o zâlime (Nemrud’a); «O Rabbim ki, dirilten ve öldürendir.» (Bakara sûresi, âyet: 257) der. Zalim, «Ben de diriltir ve öldürürüm» diye onunla mücadele eder. Tâ ki. Halilullah o zalimin rububiyyet dâvâsı ile tapmılmaya müstahak olduğu iddiasını tekzib edici delillerle onu susturuncaya kadar... Allah, Firavun hakkındaki bir tâbirde «Firavun, sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum.» dedi (Kasas sûresi, âyet: 38).

Yine Kur’ân’da ondan hikâyetle diğer bir tabirde, «Ben sizin en büyük Rabbinizim» (Nâziat sûresi, âyet: 54) dediği belirtilir.

Hülâsa: Kur’ân-ı Azim ile meşhur hadîsler, rububiyyet tevhidi ile uluhiyyet tevhidi arasında mulâzemet olup, mânâ itibariyle birbirlerinden ayrılmaz iki tâbir olduğuna işaret buyurmuşlardır. Aralarındaki bu mülâzemet dolayısıyle Allah sübhanehû, kendi kulundan iki tâbirden birisini kabul etmekle yetinmiştir. Mukarrebûn (Allah’a yakın olan sual melekleri) de bu şekilde ölünün vereceği cevabı kabul edip onunla iktifa etmişlerdir. Aralarındaki bu münasebeti, insanlar, hattâ kâfir olan firavunlar bile anl amışlardır. Öyle ise, bid’atçı taifelerin iftira ettikleri bu şey nedir? Onlar, Müslümanlar rububiyyet tevhidine inanmış, lâkin ibadet tevhidine (tek bir mâbuda ibadet edilmesine) hüküm etmediler.

Bu ise, onların küfürden çıkmalarına, kanlarının dökülmekten emin olunmasına kafı değildir,diye Müslümanlara dil uzatıyorlar. Hattâ onlarla sulh halinde olup (Lâ ilâhe ilalllah) diyen Müslüman bir kimsenin öldürülmeşini mübah sayıyorlar. O kimse hakkında uluhiyyet tevhidini itiraf etmeyip sadece rububiyyet tevhidini itiraf etmiştir, bu ise yeterli değildir, diyorlar. Onlar Müslümanın sarahaten İslâmiyetine delâlet eden kelime-i tevhidi kendisinden kabul etmez. Nitekim Allah, kulundan aldığı birinci ahidde (sözde) onunla yetindiği, melekleri de kabirde kuldan itikadı hakkında sordukları sualin cevabmı yeterli sayıp razı oldukları hâlde onlar, rububiyyet tevhidi sözünün yeterli olduğunu kabul etmiyorlar.

Allah’ın, birinci ahidde kulundan yalnız rububiyyet tevhidini itiraf etmesiyle yetinmesinin ve meleklerin de kabirde kula açtıkları sualin cevabında yalnız rububiyyet tevhidinin itirafını yeterli bulmalarının sebebi; ikisinin de mânâları bir olduğundan birisinin sarahaten zikredilmesi, diğerini de açıkça belirtir. «Lâ ilahe illallah» kelime-i tevhidini telaffuz eden kimse, Allah’ın rububiyyet ve ulu- hiyyetinin ikisini birden itiraf etmiştir. Keza, «Allah Rabbimdir» diyen kimse de, her iki tevhidi itiraf etmiş olur.

Şimdi ey muhakkik! Allahü Teâlâ’nın buyurduğu şu kavline göz gezdir: Şüphesiz, «Rabbimiz Allah’tır.» deyip sonra da dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara korkmayın, kaygılanmayın, «size söz verilen Cennet ile müjdelenin!» derler. (Fussilet sûresi, âyet: 30)». Bu, Allah’ın Kitabı’nda iki yerde mevcuttur (Ayrıca, Ahkâf sûresi, âyet: 13). Bu iki yerde de «Rabbimiz» denilmiş, «İlâhımız» denilmemiştir. Ayrıca Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemden bütün hayır işlerini içine alan bir vasiyetten soran kimseye cevap olarak buyurduğu, «Rabbim Allah’tır de. Sonra doğdoğru ol.»( hadisine de bak ki, Allah ve Resulünün şehadetiyle uluhiyyet tevhidi, rububiyyet tevhidinden ayrı olmadığı ve Allah’ın azabından kurtulmasına, cennetine girebilmesine rububiyyet tevhidi kâfi olduğu için, adama, «İlâhî (Allah’ım) de!» dememiştir..

Yine Allah'ın buyurduğu, «Allah’ınız bir Allah’tır, O’ndan başka ilâh yoktur.» (Bakara sûresi, âyet: 163) ve Resûlullah sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemin, «Allah’dan başka ilâh yok, deyinceye kadar insanlarla savaşmam bana emrolundu.» (Müslim, Kitabü’l-İman’da Ebû Hüreyre’den) buyurduğu kavline de bak! Üsâme b. Zeyd, (Lâ ilâhe illallah) dediği hâlde bunu korkusundan söylediği, olayın tafsilinden anlaşılan bir kimseyi, bu zannına dair kuvvetli karineler olduğu için kılıçla öldürdüğünde, Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisine:

—   «Ey Üsame! (Lâ ilâhe illallah) dedikten sonra onu öldürdün mü?»

Üsame:

—   «Bunu korkudan söyledi.» deyince,

—   «Kalbini mi yardın ki, onun korkudan söyleyip söylemediğini biliyorsun?»(2) buyurduğu kavlini de düşün ki, Üsâme, «adam, bunu söylerken (ulûhiyyet tevhidini kasdetmeyip) rubûbiyyet tevhidini kasdetmiş-, bu ise, îslâmiyete dahil olup bununla kanını kurtarmasına yeterli değildir» diye Peygamber (s.a.v.)’den özür dilemedi. îşte, bütün zikrettiğimiz ve zikretmediğimiz delillerde bu konu için çok bariz beyanlar vardır. Zira her iki tevhidden birisinin kabul edilmesi, diğerinin de kabulü demektir.

Mülâhîde tâifesinden olan bu bid’atçi kimse (îbn Teymiyye) ile bâtıl inançlarına aldananların doğru yoldan sapmaları, ancak ibadetin şer’î mânâsını anla- madıklarındandır. Nitekim Allahü Teâlâ’nın ve Resûlü sallallahü aleyhi ve sellemin kelâmında belirtilmiş olan kelime-i tevhidin mânâsının araştırılması sonucu ortaya çıkan durum da buna delâlet ediyor: Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme ve bütün salih zâtlara tevessül edilmesini, onlardan istiğase edilmesinin câiz olduğu itikadiyle birlikte, kendileri hidâyetin sebepleri olup bir faydanın sağlanmasında ve bir zarar vermekte başlıbaşına hareket etmedikleri, rububiyyet vasfından onlarda hiçbir vasfın bulunmadığı, lâkin Allah'ın onları hayrın anahtarı, iyiliğin kaynağı, kullarına çeşitli hayırları yağdıran bir bulut yapmış olması itikadının insanı İslâm Dini’nden çıkaran bir şirk olduğunu zannetmiştir.

Allah’ın kendisine başarı nasip edip kendisinden rezalet vasfını kaldırdığı araştırıcı, insaflı, basiret gözü ile dikkatlice bu hususu inceleyen kimse, tevessül, istiğase ve îbn Teymiyye’nin saydığı diğer şeylerin hiçbirisinin, şer’î ibadet denen şeyin mânâsı kapsamına girmediğini, hiç şüphe olmayan yakinî bir ilimle anlayacaktır. Hattâ bunlar ibadete benzemezler bile. Çünkü tazime delâlet eden her şey, yapılan o tazim ile birlikte tazim edilen de, rububiyyet veya ru bubiyyet vasıflarından birisinin bulunduğuna itikad edilmesiyle bu tazim ibadet saydır. Asker olan bir eri görmez misin ki, bir saat, hattâ saatlerce âmirinin karşısında terbiye ve hürmet için dikiliyor da bu durumu ne Şeriat, ne lügat bakımından âmirine yapılmış bir ibâdet sayılmıyor.

Halbuki namaz kılan kimse, birkaç dakika veya daha az bir zaman, yâni Fatiha’yı okuyacak kadar namazda, Rab- binin huzurunda ayakta duruyor ve bu ayakta durması şer’i bir ibadet sayılıyor. Bunun hikmeti; namaz kılan kimsenin ayakta durma süresi az ise de, huzurunda durduğu Zât’ın rububiyyet vasfına sahip olduğuna itikad ettiği için ibadet olur. Er ise, âmirine karşı ayakta durması onda rububiyyet vasfı olması itikadiyle değildir.

Burada Şeyh Selâmetü’l-Azama’nın dedikleri sona erdi.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:126-131,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)   Süfyan’ın, Abdullah (r.a.) «Bir gün, yâ Resûlallah! Bana sımsıkı sarılacağım bir amelden haber ver!» dedim. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Rabbim Allah’tır de, sonra da dosdoğru ol» dedi.

2)   Üsâme b. Zeyd (r.a.)’den rivayet edildi. «Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, «Bizi Cüheyne kabilesinin Huraka diyarına gönderdi. Bunları sabahleyin bastırdık. Ensar’dan biri ile onlardan bir adama ulaştık, üzerime gelince, Lâilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) dedi. Bunun üzerine ensarî olan arkadaşım onu bıraktı, ben mızrağımı sapladım. Nihayet öldürdüm. Medine’ye geldiğimde Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem vak’adan haberdar oldu ve bana: «Yâ Üsâme! Lâ ilâhe illallah dedikten sonra o adamı öldürdün mü?» buyurdu.

— Yâ Resûlallah! Mücerret hayatını kurtarmak için şahadet getirdi, dedim. Bunun üzerine, «Lâ ilâhe... dedikten sonra öldürdün ha!..» buyurdu ve bu sözü (birkaç kere) tekrarladı. (Ben günahtan sâlim olmak için) bu va’kadan evvel Müslüman olmasaydım diye temennide bile bulundum.»

Müslim’in bir rivayetine göre: «Lâ ilâhe... dediği halde onu öldürdün mü?» dedi.

Yâ Resûlallah! Kelime-i tevhidi silah korkusundan söylemiştir, dedim. Bunun üzerine «Kalbini mi yardın? (Korkudan) söyleyip söylemediğini ne biliyorsun?» buyurdu ve bu sözü o kadar tekrarladı ki, o gün Müslüman olmamayı temenni ettim (Riyazus- Sâlihin). (Daha sonra Müslüman olaydım da önceki günahlarımdan arınmış olsaydım... mânâsına).
Devamını Oku »

Alimlerinin Allah'ın Hadise Benzememesinde İttifakları



İSLÂM ÂLİMLERİNİN ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİS’E (SONRADAN OLAN ŞEYLERE) BENZEMEMESİNDE İTTİFAKLARI

Ehl-i sünnet taifesinden Şafiî, Hanefi, Mâliki ve faziletli Hanbelî taifeleriyle diğer âlimler, Allah tebareke ve teâlânın, cihetten, cismiyetten sınırlanmaktan, mekândan ve mahlûkatına benzemekten münezzeh olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

EBU’L-MEÂLİ ÎMAMÜ’L-HARAMEYN «LÜMAÜ’L-EDİLLE» ADLI KİTABINDAKİ, «ALLAHÜ TEÂLÂ’NIN HÂDİSLERE (SONRADAN YARATILANLARA) BENZEMEKTEN MÜNEZZEH OLDUĞUNA DAİR KELÂMI İLE MEZKÛR KİTABIN ŞÂRİHİ (ONU ŞERH EDEN) ŞEREFUDDİN B. ET-TELEMSÂNÎ’NİN SÖZLERİ


Ebu’l-Meâlî İmamül-Harameyn, (Lumaü’l-Edille fi Kavaîd-i Eh- li’s-Sünne) adlı eserinde diyor ki: Rab (Allah subhanehû ve teâlâ), cihetlerle tahsis edilmekten, cihetlerle sınırlı olan vasıflandırmalardan münezzehtir. Fikirler onu sınırlandıramaz, mekânlar onu içine alamaz, ölçülere girmez, sınır ve ölçülerin tahdidinden yücedir. Çünkü kendisine mahsus ciheti olan her şey, o ciheti işgal edicidir. Mekânı kabul eden her şey, cevherle mülâkatı ve ayrılmayı kabul eder. Halbuki birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, cevherler gibi hâ- distir.

Şeyh Şerefuddin b. et-Telemsânî mezkûr «Lümâü’l-Edille» adlı kitabın şerhinde bu konuya ait uzun beyanda bulunup der ki: Allahü Teâlâ’ya cihet isbat etmek için, Kur’ân’da, hadîs kitaplarında geçen müteşabihlerle delil getirenin reddine icmalen cevap şudur: Şeriat, ancak akla dayanarak sabit olur, akıl onun ölçüsüdür. Öyle ise aklı tekzib edecek şey, Şeriat’ta varid olması tasavvur olunamaz. Çünkü akıl, Şeriatın şahididir. Eğer, Şeriat aklın düşündüğüne muhalif bir şey getirseydi, Şeriat ile aklın ahkâmları her ikisi de birden bâtıl olacaktı (çünkü ikisi de birbirlerini tekzib ederlerdi).

Sadeddin et-Teftazanî «Şerhü’l-Makasıd» adlı kitabında şöyle der: Allahü Teâlâ’ya hakikî cismiyet, mekân olduğuna hükmeden kimseler, yalan ve kuşkulu kıyaslardan lâzım gelen neticeler, müteşabih olan Kur’ân âyetleri ve hadîslerin zahirî mânâları üzere mezheplerini kurmuşlardır. Vehmî kıyasdan olan delillerinden, meselâ, demişler ki: Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cismin içinde bulunur. Allahü Teâlâ ise, başkasına ihtiyacı muhal olduğundan dolayı,bir cismin içinde bulunması da muhaldir, öyle ise, Allahü Teâlâ cisim olduğu muhakkaktır. Yine dedikleri gibi: «Her varlık ya mütehayyizdir (bir mekândır) veya kendisi bir yerin içindedir».

Yukarıda beyan olunduğu üzere, bir şeye muhtaç olması muhal olduğu için bir mütehayyizin içinde bulunması da muhaldir. Öyle ise,kendisi mütehayyizdir. Yine dedikleri gibi: «Allahü Teâlâ'ya cihet, yön olduğuna dair delil: Vacib Teâlâ, ya bu âlemle muttasıldır (bitişiktir) veya munfasıldır (ayrıdır). Muttasıl olsun, munfasıl olsun, illâ bu âlemin bir cihetindedir.» Yine kendisine cihetin isbatı için demişler ki: «Vacib Teâlâ (Allah), ya bu âleme dahildir. Ki, o zaman mütehayyizdir veya bu âlemin dışındadır. Ki, o zaman bu âlemin bir cihetinde bulunur. Öyle ise bu âlemin bir cihetinde bulunuyor ve bu karşıt önermeler sahih olup zarurî (bedihî) olan önermeler kısmına münhasırdırlar» diye iddia ederler.

Bu kıyasla ilgili delillerin ibtali için cevabımız şudur ki: Getirdikleri bu deliller menedilir. Nasıl sahih olsunlar ki, delillerindeki önermeler, mantık ilmindeki munfasıl önermelerine muhalif olup mânâ itibariyle önermeler, karşıtları veya karşıtına eşit olan ikinci önermelerden müteşekkil değillerdir. Bununla beraber, akıllı kimseler, Allah cisim ve cihet olmadığına dair ittifak ederek şöyle bir kıyası delil getirmişlerdir. Mevcut olan her şey, ya cisimdir veya bir cisme dayanır veya ne cisim, ne de bir cisme dayanır. Mücessime tâifesi ile Allah’a cihet iddia eden tâifelerin yukarıda beyanları geçen önermelerinin taksimatı ve önermelerin iki kısma münhasır olan iddiaları da vehimden (kuşkudan) meydana gelen yalan hükümlerdendir. Delillerinde geçen önermelerinin bedihî oldukları dâvâları da, ya inat ve mükebberelerine binaen ve yahut birçok kuşkulu önermeler zaruriyat (bedihiyat) önermelere benzeyişlerinden ileri gelmiştir.

İkincisi, yâni Allah’a cisim, tehayyüz (bir yerde yerleşme), cihet olduğuma zahiren delâlet eden müteşabih âyet ve hadîslerden oluşan delilleri ise, âyetlerden: «Onlar (İslâm’a girmeyenler), illâ Allah’ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilivermesine mi bakıyorlar? Halbuki, (bütün) işler Allah’a döndürülür.» (Bakara sûresi, âyet: 210); «Rahman (Allah) Arş’ı istivâ etti.» (Tâhâ sûresi, âyet: 5); «Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakîdir.» (Rahman sûresi, âyet: 27); «Kim ululuk hevesine düşerse, (bilsin ki) bütün ululuk Allah'ındır. Güzel kelimeler ancak O’na yükselir.» (Fatır sûresi, âyet: 10)(1), «Gerçek sana (ey Resûlüm) biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir» (Fetih sûresi, âyet: 10), «And olsun ki biz sana diğer bir zamanda (ey Mûsâ) annene vahy- olunacak şeyi ilham ettiğimiz vakitte de lütfetmiş ve kendisine onu tabuta koy da denize (Nil nehrine) at! Deniz de onu sahile atıversin.

Benim ve onun düşmanı olan biri alacak diye (emreylemiştik). Sana karşı (ey Mûsâ) gözümün önünde yetiştirilmen için kendimden bir sevgi bırakmıştım.» (Tâhâ sûresi, âyet: 37, 38, 39), «Ey İblis! İki elimle (yani bizzat) yarattığıma secde etmekten seni hangi şey menetti?» (Saad sûresi, âyet: 75); «Müşrikler, Allah’ı hak (ve lâyık) olduğu şekilde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü (Kürre-i) arz topdan (ancak) O’nun kabzasıdır. Gökler de O’nun sağ eliyle (toplanıp) dürülmüşlerdir» (Zümer sûresi, âyet: 67); «O gün (azap günü) her nefis, «Allah yanında işlediğim taksiratlardan dolayı vay hasret (ve nedamet) ime. Hakikat ben, (O’nun diniyle, kitabıyla) eğlenenlerdendim.» diyecektir (Zümer sûresi, âyet: 56). Bu âyetlere benzer başka âyetler de vardır.

Müteşabih hadîsler ise, Peygamber aleyhissalâtü vesselâm’ın bir cariyeden, «Allah nerededir?» diye sorduğu suale, cariye(2) «Göktedir» diye cevap verdi. Resûlullah onun bu dediğini inkâr etmeyip İslâmiyetine hüküm vermiştir. «Gerçekten Allahü Teâlâ, her gecenin üçte biri geçerken dünya semasına iner...»(Müslim), «Allah, Adem’i şekline göre yarattı.», «Cebbar (Kahredici Allah) ayağını cehenneme koyar...»(Buhari,Müslim), «Allah, evliyasına gülüyor», «Sadaka Rahman’ın (Allah'ın) ayasına düşer...» ve daha başka hadîsler de vardır.

Cevap: Bu naklî müteşabih(3) âyet ve hadîsler ile duyuları zannî deliller, akli ve kesin delillere karşı oldukları için zahiren onlardan anlaşılan mânâlara göre olmadıklarına kati olarak hükmedilir. Hatâdan en selâmetli yol ve Kur’ân-ı Kerim’in, «Halbuki müteşabih âyetin te’vilini, ancak Allah bilir...(Âl-i İmran sûresi, âyet: 7) meâlindeki istisnâ mânâsını ifade eden, (illallah) ancak Allah kelimesinin üzerine yapılan vakfa münasip olmak üzere, müteşabihleri tefsir etmeyip Allah’a havale etmektir. Veyahut tefsir kitaplarıyla, hadîs şerhlerinde beyan olunduğu üzere bu hususta en kuvvetli yol ve mezkûr âyette, «Ancak Allah ve ilimde çok kuvvetli olanlar, (müteşabihin mânâsını) bilir.» diye geçen atfa dayanarak aklî delillere münasip ve olgun bir şekilde te’vil edilirler.

Eğer denilse ki, gerçek din olarak Allahü Teâlâ’ya mekân ve cihet olmadığı için, niçin semavî kitaplar ile hadis-i nebevilerin çoğunda sayılamayacak kadar tahayyüz ve cihete işaret edilmiş; hiçbirisinde açıkça bunların olmadıklarına değinilmemiştir? Nitekim,Allah’ın varlığına, birliğine, ilmine, kudretine, kıyâmetin hakikati na ve cisimlerin haşrolacaklarından birçok yerde tekrar tekrar bahsedip gayet te’kit etmişlerdir. Halbuki Allah’a cihet ve mekân olmadığına dair tahkik ve te’kit ile bahsetmeleri daha lâyıktır. Çünkü, muhtelif din ve görüşler olduğu hâlde, akıllı kimselerin yaradılışında olduğu gibi duâ edilirken semaya (göğe) doğru teveccüh edilir (yönelir) ve eller göğe doğru yükselir.

Bu itiraza şöyle cevap verilmiş.- Avam tabakasının akılları, Allah’ı cihetten tenzih etmeye ermediği, hattâ bir cihette olmayan herhangi bir şeyin olmadığına cezm ettikleri için, zahiren teşbihe ve Sâni’in (Allah’ın) en şerefli cihette bulunmasına delâlet eden sözlerle onlara hitab edilmesi daha münasip, ıslahlarına daha yakın, onları doğru yola çağırmaya daha lâyıktır. Bununla birlikte, Allah'ın, hâdis olan şeylerin alâmetinden kesin olarak münezzeh olduğuna dair, (Kur’ân’da ve hadîs-i şeriflerde) dikkatli uyan ve işaretler vardır. Akıllı kimselerin duâ esnasında yüzlerini göğe karşı kaldırmaları, Allah’ın gökte olduğunu itikad ettikleri için olmayıp belki gök, duânın kıblesi olduğu içindir. Çünkü hayırların, bereketlerin, nurların ve yağmurların yukarıdan inmeleri beklenilmektedir.

Burada Îmamu’l-Harameyn’in dedikleri sona erdi.



Bazı âlimler, bu itiraza cevaben demişler ki: Yukarıya doğru el ve baş kaldırmakta, Allahü Teâlâ’nın bir cihette olduğuna dair hiçbir delil yoktur. Bu sabit bir hakikattir. Çünkü, Müslümanlar namazda Kâbe’ye yönelmekle emrolunmuşlar; halbuki Allah, Kâbe cihetinde değildir, namaz esnasında, secde edecekleri yere bakmakla emrolunmuşlar; halbuki Allah yerde de değildir. Keza... Secdeye kapanmalarında almlarını, yüzlerini yere koymak emrolunmuş; halbuki o yer altında değildir. Belki bu hareketler, mücerred bir şekilde Allah’a ibâdet etmek ve O’ndan korkmak içindir. İşte duâda ellerin yukarıya kaldırılması ve göğe doğru yönelmesinin sebebi de budur.

HUCCETÜ’L-İSLÂM İMAM I GAZÂLÎNİN ALLAHÜ TEÂLÂ İÇİN CİHET OLMADIĞI HAKKINDAKİ GÜZEL BİR TAHKİKİ

Huccetü’l-îslâm Gazâlî, «El-İktisad fi’l-İtikad» adlı kitabında, der ki: Allahü Teâlâ, bilinen altı cihetin hepsinden münezzeh olup kendisine mahsus bir ciheti yoktur. Cihetin ve mahsusiyetin mânâsını anlamış olan kimse, cevahir ve arazlardan olmayan bir şeyde cihet bulunmasının muhal olduğunu kesinlikle bilir. Zira, makul (akılca bilinen) hayyiz (mekân) malûmdur. O cevherlere mahsustur. Lâkin hayyiz, o hayyizden başka bir hayyizde yerleşmiş olan diğer bir şeye nisbetle cihet olabilir.

Eğer denilse ki, cihetin olmaması, muhaliyete sirayet edicidir. Yani bir şey mevcut olup da bu kainattaki altı cihetten hiçbirisinin kendisinde mevcut olmaması, ne bu kainatın içinde, ne dışmda olduğunun, ne onunla bitişik, ne de ayn bir şey olduğunun isbatıdır ve bundan muhaliyet lâzım gelmektedir.

Bunun cevabında deriz ki: Bu kâinat ile birleşmeyi kabul eden her mevcudun varlığı, bu kâinatla muttasıl (bitişik) olmaması ile munfasıl olması (ayn olması) muhaldir. Ve bu kâinatta hususî bir ciheti kabul edecek herhangi bir mevcudun var olması ve bu altı cihetten birisinin kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama bu kâinatla ittisali veya infisali ve herhangi bir ciheti kabul etmeyen bir mevcud (Allah), iki mutenakız (aralarında çelişki olup birleşmeyen) şeyden de ayn bulunması muhal değildir. Bu itiraz, bir varlığın ne âciz, ne güçlü, ne âlim ne de cahil olması muhaldir denmesine benzer. Çünkü her hangi bir şey, iki zıd olan vasıflardan birinin ittisafından ayrılamaz.

Bu itirazın cevabında denilir ki: Şayet, o mevcut olan şey, birbirine zıt olan iki vasfı münasebe suretiyle kabul ederse, o vasıflardan hiçbirisi kendisinde bulunmaması muhaldir. Ama misal olarak diyelim ki, duvarın içinde zıt olan iki vasfı kabul şartı mevcut olmadığından, birbirine zıt olan mezkûr iki vasıftan hiçbirisi kendisinde mevcut olmayışı mümkün olup muhal değildir. Hattâ duvarda iki zıt vasıf mevcuttur. Demek ki, bir varlığın bir vasıfla ittisali (birleşmesi) ile cihetlerle ihtisası olabilmek için, mekân ve bir mekân ile kaim olması şarttır. Kendisinde bu şart mevcut değilse, her iki çelişik vasıftan hiçbirisi de kendisinde mevcut olmaması muhal değildir.

Kaynak:Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:113-118,Bedir yay.

Dipnotlar:

1)-  «Güzel kelimeler»e ait sahifeler, dergâh-ı kabul ve icabete vasıl olur (Beyzavi, Medarik). Güzel kelimeler, tevhid ve şehadet kelimeleridir. Zikre, duâya, Kur’ân’ın tilâvetine de şâmildir. Beyzavi.

2) Hadîs-i şerifte şöyle rivâyet ediliyor: «Adamın birisi, siyah bir cariye ile beraber Peygamber (s.a.v.)’e gelerek:

—   Yaptığım bir dinî hatâdan dolayı mü’mine bir cariyeyi azat etmek üzerime vacib olmuştur. Acaba bu cariye kâfi midir?» deyince, Peygamber (s.a.v.) cariyeye hitaben:

—   «Sen mü’mine misin? (Allah’a iman etmiş misin)».

Cariye:

—   «Evet» dedi. Peygamber (s.a.v.):

—   «Allah nerededir?» buyurdu. Cariye göğe işaret etti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) adama:

—   «Onu azat et. Çünkü iman etmiştir.» buyurdu (Ebû Mutî, Ebû Hanife’den rivayet etti. «EI-Fıkhü’l-Ebsat» kitabı Beyhaki’nin rivayeti).

«Şerhü’l-Mevakıf» kitabında Peygamber (s.a.v.)’in cariyeden bu şekildeki sorusundan maksadı, cariyenin Allah’ın varlığına inanıp inanmadığını anlamaktı, öyle ise, bu olay Allahü Teâlâ için mekân olduğuna delâlet etmez.

3) MÜTEŞABİH, muhkemin zıddıdır (karşıtıdır). «Müteşabih», usul-i fıkha göre, ümmet için maksudun ne olduğunu bilme ümidi kesilmiş olan lafız demektir. Müteşabih iki kısmıdır:

1)   Hiçbir şey anlaşılmayan lafızlardır. Kur’ân sûrelerinden bâzılarının başında bulunan «Tâhâ, Eliflâm ve emsali huruf-i mukataa vb. gibi.

2)   Mânâsı akla aykırı olduğu için irâdesi mustahil olan (mümkün olmayan) lafızlardır. Tâhâ sûresinin 5’inci âyetindeki «istivâ» ile Fetih sûresinin 10’uncu âyetindeki «yedullah» gibi. Bunlara «müteşabihü’l-mefhum» denilir. «Cenâb-ı Hak, üzerinde müstevi oldu» deyince, O’na cisim isbatı lâzım gelir. Halbuki, Allah, zamandan, mekândan ve keyfiyetlerden münezzehtir. Bunun gibi anlamda «yed-el» tasavvuru da bir tec-sim olur ki. o da şan-I İlâhide muhaldir. Müteşabihin hükmü, o lafızların hak olduğuna itikat etmek ve selefin    re’yine göre, te'villerinden kaçmaktır.

Müteşabihlerin te’vili hususunda iki meslek vardır:

a — Selef mesleki,

b — Halef mesleki.

Selefe göre, müteşabihi, te’vilden kaçınmak gerekir. Onlar müteşabihin ilmini, keyfiyetini Cenabı Hakk’a terketmişlerdir. Halefin re’yine göre, müteşabihi akla, Şeriat’ın zahirine, yani sahih mahmiline göre, te’vil câizdir. «İstiva» demek «istilâ» (kudreti hâkim oldu) demektir. «Yed» de «kudret» mânâsınadır.

Gayr-i İslâmi müte.şafcihlere ve onların bâtıl te’villerine gelince; bizden, bizim usûlümüzden tamamen ayrı olan -çünkü biz daima Hakk'ı tenzih ederiz-bu noktada şu- iki misali arzedebiliriz:

a) «Tevrat» ve «İncil’in nüzulünden evvel mürebbi ve muallimlere «Aba-ebler babalar», terbiye ettikleri insanlara da «ebna-ibinler-oğullar» denilirdi. İsrâil oğulları arasında yaşayan bu tâb rler. o kitaplarda teyid edilmişti. Onları önce aralarında kullanılan o belirli örflere hamletmek gerekirken, sonraları Hıristiyanlar. Cenab-ı Hakk’a bildiğimiz lügat mânâsınca «baba»İsâ aleyhisselâm’a «O babanın oğlu» hattâ, o peygamberin vekili olduğunu iddia eden «kıssis»lere de «papa» demeye başlamışlar. Yahudiler de (üzsyr) aleyhisselâm'ın Allah’ın eğlu olduğunu söylemişlerdir.

b) Bazılar' da «ve’r-râsihûn» kelimesini «illalllah»daki lafza-i Celâl’e atf ile «Onun te’vilini Allah’dan ve bir de ilimce rasih (ilimde kök salmış) olanlardan başkası bilemez’ diye mânâ vermişlerdir. Halbuki, Lafza-i Celâî’de «vakfı lâzım» işareti olmak üzere bir mim vardır.

3)Biz ona inandık hepsi Rabbimiz kalındadır» mealindeki karine-i celile, öyle bir mânâ vermeye manidir

4)Allah'ın İlmiyle râshlerin ilmini cem etmek, İksini de aynı seviyede göstermek, hem hakikate hem edebe münefidir

5)O telakki ve mânâ kendisini râsihlerden sanan ve kalplerinde eğrilik bulunan bir takım adamların akıl ve dinden hariç fitne koparıcı’ ve cahilane tevillerine yol açmış, bu yüzden de Îsİâm’-ın birliği çok mühim zararlar görmüşür.
Devamını Oku »