Bakara 285.Ayetine Göre İmanın Mertebeleri



Mü'minlerden herbiri, Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı"(Bakara 285)

Bil ki bu âyet, şu dört mertebenin bilinmesinin, imânın şartlarından olduğunu gösterir.

Birinci mertebe: Allah Teâlâya imân etmek. Bu böyledir, çünkü âlemin, herşeye kadir olan, herşeyi bilen, her türlü ihtiyaçtan âzâde bir Yaratıcısı olmadıkça, peygamberlerin doğru söylediklerine inanmak imkânsız olur. İşte bu sebeple Allah'a imân edip, O'nu tanıma, imârun temeli olmuştur. Bu sebeple de Hak Teâlâ, burada öncelikle "Allah'a imânı" zikretmiştir.

İkinci mertebe: Allahu Teâlâ melekleri vasıtası ile peygamberlerine vahyetmiş ve şöyle buyurmuştur: "O, kendi emriyle kullarından dilediğine vahiy İle melekleri indirir" (Nahl, 2); "(Ya) bir vahiyle, ya bir perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de kendi izniyle dilediği şeyi vahyetmesi dışında, Allah 'ın hiçbir insana konuşması (vâkî) olmamıştır" (Şûra, 51); "Çünkü (Cebrail), senin kalbine o Kur'ân'ı indirmiştir" (Bakara, 97); "Onu, Ruhu'l Emîn, senin kalbine indirdi..." (Sû'ârâ, 193-194)ve "O (Kur'ân'ı) müthiş kuvvetlere sahip olan öğretti" (Necm. 5).

Allah'ın vahyinin, insanlara melekler vasıtası ile ulaştığı sabit olunca, melekler de Allah ile insan arasında bir vasıta gibi olurlar. İşte bundan dolayı, meleklere imân âyette ikinci mertebede zikredilmiştir. Yine bu incelikten dolayı Hak Teâlâ: "Allah, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipler! de (böylece inandı..)" (Ali İmran, 18) buyurmuştur.

Üçüncü mertebe: Kitaplara imândır. Kitap, meleğin Allah'tan alıp, insanlara ulaştırdığı vahiydir. Bunu, ayın yüzünün güneşin ışığından alarak aydınlanmasına benzetebiliriz. Buna göre melek, ay gibi; vahiy ise ayın nurlanması gibi olmuştur. Ayın bizzat kendisinin, derece bakımından nurlanmasından önce oluşu gibi, meleğin kendisi de "kitaplar" diye ifâde olunan vahiyden öncedir. İşte bu sebeple, âyette "kitaplar" sözü, meleklerden sonra zikredilmiştir. Yine bundan dolayı Allah Teâlâ, kitaplara imânı, meleklere imandan sonra zikretmiştir.

Dördüncü mertebe: Peygamberlere İmandır. Peygamberler, vahyin nurunu meleklerden alan insanlardır. Bundan dolayı peygamberler, mertebe bakımından kitaplardan sonradırlar. Bu sebepten ötürü, Allah Teâlâ, peygamberlere imânı dördüncü sırada saymıştır.

Bil ki bu şekilde yapılan bu dörtlü tertibte, ince sırlar ve kitaplarda açıklanması yerinde olmayan büyük hikmetler vardır. Yaptığımız bu kadar izah, mevzunun şerefi için kifayet eder.

İkinci Mesele:Allah'a imân, O'nun varlığına, sıfatlarına, fiillerine hükümlerine ve isimlerine imândan ibarettir. Allah'ın varlığına imân, insanın bir mekânı olavarlıkların ötesinde, bütün varlıkları yaratan bir Yaratıcının olduğunu bilmesidir. Buna göre, mücessime itikadına sahip olanlar, Allah'ın varlığını kabul etmezler. Çünkü mekan tutan varlıkların dışında, bunlara göre hiçbirşey yoktur.

Binâenaleyh bizim ile mücessime arasındaki ihtilâf, Allah'ın zâtının varlığını kabul etme hususundadır. Felsefeciler ile Mu'tezile, mekan tutan varlıkların (yani maddî varlıkların) Ötesinde, onları yaratan bir mevcudun bulunduğunu kabul ederler. Buna göre, felsefeciler ve Mu'tezile ile bizim aramızdaki ihtilaf, Allah'ın zâtı konusunda olmayıp, O'nun sıfatları hususundadır. Allah'ın sıfatlarına imâna gelince, O'nun sıfatları iki kısımdır, selbî ve subûtî...

Selbî sıfatları: İnsanın Cenâb-ı Hakk'ı her türlü terkibten münezzeh tek bir zat olarak bilmesidir. Çünkü her mürekkeb varlık, kendisini meydana getiren parçalardan herbirine muhtaçtır.

Parçalarından herbiri, kendisinden başka olan şey, mürekkebtir, başkasına muhtaçtır ve "mümkin" bir varlıktır. Binâenaleyh her mürekkeb varlık, mümkin li-zâtihi {zatı gereği mümkin)dir. Zatı gereği mümkin olmayıp, vâcib olan varlığın, kesinlikle mürekkeb olmaması, aksine mutlak mânâda tek olması gerekir. O, zâtı bakımından tek (müfred) bir varlık olunca, onun bir mekan tutmaması, cisim veya cevher olmaması, bir mekanda bulunmaması, bir mekanın sıfatı olmaması, bir mahalde olmaması, değişmemesi ve hiçbir surette başkasına muhtaç olmaması gerekir.

Subûtî sıfatları: İnsanın, zâtı gereği mûcib olan şeyin, mümkinâttan birine olan nisbetinin, diğerlerine olan nisbeti gibi olduğunu bilmesidir.

Buna göre biz, bu mahlûkatın bulunduğu durumların, aksine olabilecek bir şekilde meydana gelmiş olduklarını görünce, bu durumlar üzerinde mü'essir olan zâtın, zâtı gereği mûcib değil, kadir ve irâde sahibi olduğunu anlarız. Sonra bu insan, Allah'ın fiillerindeki sağlamlığı ve güzelliği ile de, O'nun ilminin tam olduğuna istidlal eder. Böylece de o insan, Allah'ın kadir, âlim, hayy, semî, ba,sîr ve celâl ile kemaltsıfatları ile mevsuf olduğunu anlar.

Biz bu hususu (Bakara, 255) âyetinin tefsirinde genişçe anlattık.

Allah'ın fiillerine imân: Senin O'nun dışında kalan herşeyin mümkin ve muhdes (sonradan olma) varlıklar olduğunu; aklının açıkça göstermesi Ne de, mümkin ve muhdes varlıkların zatları gereği meydana gelemeyeceklerini, aksine onları yaratan bir mûcid'in bulunduğunu bilmendir ki bu mûcid ezelî ve ebedî olan Allah Teâlâ'dır. İşte bu delil seni, Allah'ın dışındaki herşeyin, ancak O'nun yaratması, icâd etmesi ve meydana getirmesi ile olacağına kesin hükmetmeye götürür.

Canlıların İhtiyarî Fiillerini Yaratan da Allah'dır

Fakat arada bir düğüm var, o da canlılara ait olan ihtiyari fiiller meselesidir.

Birinci hüküm ki bu, bu fiillerin mümkin ve muhdes olmalarıdır, binâenaleyh bunların da mutlaka, bu hususta değişmeyen vâcibu'l-vücûd bir zâta isnâd edilmeleri gerekir. Buna göre eğer, "Ben, hareket etmek istediğimde hareket ediyor, etmemek istediğimde ise etmiyorum.

Binâenaleyh hareket etmem veya etmemem, başkasının değil benim elimde" dersen,

biz deriz ki: Sen, hareket etmeyi istemenden dolayı hareket etmeni; hareket etmemeyi istemenden dolayı da hareketsiz kalmayı düşündün. Böylece de hareket etmeyi istemenden önce hareket edemedin, ve durmayı istemenden önce de duramadın. Hareket istemen anında mutlaka hareket etmen gerekir.

Bu husus, böyle sabit olunca, biz deriz ki: Sendeki bu istek nasıl meydana gelmiştir. Çünkü bu isteğin meydana gelmesi ya bir muhdis (meydana getiren) tarafından kesinlikle değildir veyahut da bir muhdis tarafındandır. Sonra bu muhdis, ya kulun kendisidir, veya Allah Teâla'dır. Eğer, bu isteğin bir muhdise bağlı olmaksızın meydana çıktığını söylersek, bundan bir yaratıcının olmadığı neticesi çıkar. Eğer o isteğin îcâd edicisinin ve meydana getireninin kulun kendisi olduğunu kabul edersek, kul bu isteği meydana getirmede, bir başka isteğe daha muhtaç olur ki, bu da"teselsüle götürür.

Böylece insanın o isteğini Allah'ın yarattığı ve meydana getirdiği ortaya çıkmış olur. Bunun böyle olduğu da sabit olunca biz deriz ki: İnsanın, o meşî'etin (isteğin) meydana gelişinde, bir tesiri yoktur. O istek meydana geldikten sonra ise, insanın o isteğine terettüb edecek fiil hususunda, ancak onu istemekten başka bir çaresi ve diledikten sonra fiilin meydana gelmesinde de bir ihtiyarı yoktur.

Buna göre insan, ihtiyar (irâde) sahibi görünen mecbur bir varlıktır. Bu, ikna edici güçlü bir izahtır.

Ama şu iki problem bunun karşısına dikilir:

1- Allah'ın hikmetinin kemâline, küfür ve fısk gibi şu çirkin ve kötü amelleri yaratma nasıl uygun düşer?

2- Şayet herşey Allah'ın yaratmasıyla ise, bu durumda insana, nasıl emir ve yasak, medh ve zemm, sevab ve ikâb terettüb eder? Hasmın ileri süreceği problemler işte bunlardır. Fakat, çeşitli yerlerde de izah ettiğimiz gibi, aynı şeyler ilim meselesinde, hasmımız aleyhinde söz konusudur.

Allah'ın Hükümlerine İnanmak Nasıl Olur?

Allah'a imânın dördüncü kısmı da, O'nun hükümlerini bilip inanmaktır.

İnsanın, Allah'ın hükümlerini bilme hususunda, şu dört şeyi bitmesi gerekir:

a) Allah'ın hükümleri, kesin olaralobir illete bağlanamaz. Çünkü bir illete ve sebebe bağlı olan herşeyin sahibi, zâtı gereği noksan, ve başka birşeyle tamamlanmış olur ki bu, Allah Teâlâ için düşünülemez.

b) Allah'ın hükümlerinden maksadım, insanın, Allah'a değil, kula yönelik bir menfaatin bulunduğunu bitmesidir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisi için menfaat celbetmekten ve zarar defetmekten münezzehtir.

c) Allah'ın dünyada nasıl diler ve isterse, öylece hükmedeceğini ve vâcib kılacağını insanın bilmesidir.

d) İnsanın, yapmış olduğu fiil ve amellerden dolayı, Allah'ın üzerinde hiç kimsenin bir hakkının olmadığını; âhirette O'nun istediklerini fazl-ı ilâhisi ile bağışlayıp, dilediği kimselere de adaleti ile azab edeceğini, Allah'tan kabih (= çirkin, yakışıksız) bir fiilin sudur etmeyeceğini ve hiçbir şeyin Allah'a gerekli olmadığını bilmesidir. Çünkü herşey Allah'ın mülkü ve milkidir.

Mecazî mânâdaki mâliklerin, yine mecazî mânâdaki mâlikler ürerinde bir hakkı yoktur. O hâlde gerçek mânâda memlûk (Allah'ın kulu ve kölesi) olan İnsanların, hakikî mânâda mâlik olan Allah'ın yanındaki durumları nasıl olur, siz düşünün! Allah'a imânın beşinci kısmı: O'nun isimlerini bilmektir.

Allah Teâlâ, A'raf sûresinde: "En güzel isimler Allah'ındır" (A'raf 180); İsrâ sûresinde: "Hangi ismiyle çağırırsanız çağırın, en güzel isimler O'nundur" (İsra,110); Taha sûresinde: "Allah, o (Allah)'dır ki, kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur"(Ta-ha,8)ve Haşr sûresinin sonunda: "En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olan herşey O'nu teşbih eder" (Haşr, 24) buyurmuştur. En güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ), mâsûm peygamberlerin lisanı üzere indirilen ilahî kitaplardaki Allah'ın isimleridir. Bu, Allah'a imânın önemli noktalarına işaret eden bir  izahtır.

Melekler, Mahiyetleri, Vasıfları, Vazifeleri

Meleklere imân da, şu dört mertebede olur:

Birinci mertebe: Meleklerin varlığına imân etmektir.

Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Melekler, ya sırf ruhanî varlıklardır yahut cismanî varlıklardır veyahut da bu iki kısımdan mürekkebtir. Meleklerin cismanî varlıklar olduğunun kabul edilmesi durumunda, bunlar ya latîf (şeffaf) veyahut da kesîf (yoğun ve katı) cisimler olur. Eğer bunlar tatîf olurlarsa, bu durumda ya nûranî cisimlerdir, veyahut da hava nev'inden cisimler... Eğer böyle olurlarsa, cisimlerin şeffaftı ki arıyla beraber, son derece güçlü olmaları nasıl mümkün olur? Bu, Kur'ânî ve aklî hikmet ilimlerinde derinleşmiş âlimlerin makamıdır.

Meleklere imân konusunda ikinci mertebe, onların masum ve temiz olduklarını bilmektir. "Kendilerine her suretle kahir ve hâkim olan Rab'lerinden korkarak, kendilerine emredilen şeyleri yaparlar" (Nam, 50) ve "Onlar ibâdet etmekten asla kibirlenmezler, yorulmazlar da" (Enbiya. 19). Çünkü onlar, ancak Allah'ın zikrinden tad alır ve O'na ibâdete ünsiyyet duyar, bununla sevinirler. Nasıl, bizlerden her birinin hayatı havayı teneffüs etmekten ibaret ise, bunun gibi meleklerin hayatı da Allahu Teâlâ'nın zikri, O'nun tâati ve marifeti iledir.

Üçüncü mertebe: Melekler, Allah ile kul arasında vasıtadırlar. Onlardan her bir kısmı, bu âlemin kısımlarından bir kısmın işlerini idare etmekle görevlendirilmişlerdir.

Nitekim Cenâb-ı Hak: "Saflar bağlayıp duranlara, sevk ve men edenlere yemin ederim ki.." (Saffat, 1-2), "Tozutup savuranlara, sonra da yükü taşıyanlara... yemin ederim" (Zariyat, 1-2). "Andolsun birbiri ardınca gönderilip de, sert rüzgârlar gibi estikçe esenlere..." (Murselât, 1-2) ve, "Andolsun (boğulmuş olan) ruhları ta derinliklerinden söküp koparan, (mü'minlerin ruhunu da) yumuşaklıkla çıkaran (meleklere)..." (Naziât, 1-2)buyurmuştur. Biz bu âyetlerin tefsirinde, birçok gizli sırtar zikretmiştik. İlimde derinleşmiş olanlar, yazmış olduklarımızı gözden geçirirlerse, bunlara onlar da muttali olurlar.

Dördüncü mertebe: Allah'ın indirmiş olduğu kitapları, peygamberlere ancak melekler vasıtasıyla ulaşır. Nitekim Hak Teâlâ: "Şüphesiz muhakkak ki o (Kur'ân) çok şerefli bir elçinin kelâmıdır. Ki o (elçi) çetin bir güce sahiptir. Arşın sahibi nezdinde çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 19-21)buyurmuştur. Meleklere imân konusunda, mutlaka bu mertebelerin nazar-ı dikkate alınması gerekir. Akıl, bu mertebelere ne kadar dalarsa, o kimsenin meleklere otan imanı o nisbette tam ve mükemmel olur.

Allah'ın Kitapları: Mahiyetleri, Hükümleri

Kitaplara imâna gelince, bu hususta da mutlaka şu dört mertebenin bulunması gerekir:

Birinci mertebe: İnsanın, bu kitapların Allah'ın peygamberlerine gönderdiği bir vahiy mahsulü olduğunu, onun kehânet, sihir ve şeytanlara kötü ruhların ilkâsı kabilinden bir şey olmadığını bilmesidir.

İkinci mertebe: İnsanın, bu kitapların vahyedilmesinin, her ne kadar temiz ve mutahhar melekler tarafından olmuşsa da, Allahu Teâlâ'nın bu temiz ve lekesiz vahyi indirmesi esnasında, hiçbir şeytana sapıklıklarından hiçbir şeyi ilkâ etme fırsatını vermeyeceğini bilmesi veanlamasıdır Bu durumda da o insan, "şeytanın, vahiy inzali sırasında "Bunlar en yüce kuğulardır." (Putlar hakkında) sözünü ilkâ ettiğini söyleyen bir kimsenin, ne cüretkâr bir söz söylemiş olduğunu ve Kur'ân'ı tenkîd ve onu tâ'netme kapılarını ve yollarını açtığını anlamış olur.

Üçüncü mertebe: Bu Kur'ân'ın değiştirilmediğini ve tahrif edilmediğini bilmesidir. "Kur'ân'ın bu şekildeki tertibi, Hz. Osman'ın tertibidir" diyen kimsenin sözünün bozukluğu da buraya dahildir. Çünkü böyle diyen kimse, Kur'ân'ı hüccet olmaktan çıkarmıştır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih âyetleri kapsadığını, onun muhkeminin, müteşabihin mânâsını beyân edip ortrya koyduğunu bilmesidir.

Peygamberlere îmân

Peygamberlere İmân hususuna gelince, bu hususta da şu dört mertebenin bilinmesi gerekir:

Peygamberler, Vasıfları ve Faziletleri

Birinci mertebe: İnsanın, peygamberlerin günahsız, mâsûm olduklarını bilmesidir. Biz bu meseleyi Cenâb-ı Hakk'ın: "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp, İçinde bulundukları durumdan çıkarıvermişti" (Bakara, 36) âyetinin tefsirinde iyiden iyiye açıklamıştık. Bize muhalif olan kimselerin kendisiyle istidlal ettikleri âyetlerin tamamının muhtemel mânâlarını, Allah'ın yardımıyla bu tefsirde yazdık, anlattık...

İkinci mertebe: İnsanın, peygamberin peygamber olmayanlardan daha üstün olduğunu bitmesidir. Sûfîlerden bu hükme karşı çıkan kimseler vardır.

Üçüncü mertebe: Bazı âlimler, peygamberlerin meleklerden daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerin çoğu ise, semavî meleklerin peygamberlerden üstün olduğunu, peygamberlerin ise arzî, (yeryüzündeki) meleklerden üstün olduğunu söylemişlerdir. Biz bu meseleyi, "hani biz meleklere, "Adem'e secde ediniz.." demiştik" (Bakara, 34) âyetinin tefsirinde açıkladık. Mükâşefe erbabının ise, bu meselede çok ince ve derin görüşleri bulunmaktadır.

Dördüncü mertebe: İnsanın, peygamberlerin bir kısmının bir kısmından üstün olduğunu bilmesidir. Biz bu hususu da, Hak Teâlâ'nın, "Resullerin bir kısmını bir kısmından üstün kıldık" (Bakara. 253) âyetinin tefsirinde izah ettik. Ulemâdan, bunun böyle olduğunu kabul etmeyip de, Hak Teâlâ'nın, "Biz, Onun peygamberlerinden hiçbirini, diğerlerinden ayırmayız" âyetiyle istidlal edenler de vardır.

Âlimler, bu görüşte olanlara şu şekilde cevap vermişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanından maksat, başka bir şeydir ki, o da şudur: Peygamberler hayatta iken, onların peygamberliğini isbat etmenin yolu, dâvalarına muvafık bir şekilde mucizelerin zuhur etmesidir. Peygamberliğin isbâtının yolu bu olunca, dâvasına muvafık bir şekilde mucizesi zuhur eden herkesin sâdık ve doğru olması gerekir.

Eğer bu yol sahih olarak kabul edilmezse, bunun, onlardan herhangi biri hakkında peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesi gerekir. Ama, bunun bazısının peygamberliğinin doğruluğuna deiâlet edip, bazısının da peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmemesine gelince, bu iddia fasit ve çelişik bir iddiadır."

Bundan maksat, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın peygamberliğini kabul edip de, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini yalanlayan yahudî ve hristiyanların yolunun yanlış ve tutarsızlığını ortaya koymaktır.

İşte Hak Teâlâ'nın: "Onun peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız)" beyanından maksat budur; yoksa sizin dediğiniz , onların olmasının caiz olmaması değildir. İşte bu anlattığımız hususlar, Allah'a, O'nun meleklerine, kitap ve peygamberlerine imân etmeye dair olan esaslara bir işarettir.

......

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/81-88.
Devamını Oku »