Eş'ârî'nin Cübbâî'ye Sorduğu Üç Kardeş Meselesi



c) Bu düşmanlığın izahı hususunda anlatılan bir diğer şey de şudur:

Şeyh Ebu'l Hasen el-Eş'ârî, hocası Ebu Ali el-Cübbâî'nin meclisinden ayrılıp, onun mezhebini terkederek onun görüşlerine karşı itirazları çoğalınca, aralarında büyük bir soğukluk meydana geldi.

Derken, günlerden bir gün, Ebu Ali el-Cübbâî, bir sohbet meclisi düzenledi. O mecliste, bazı alimler de bulunuyordu. Şeyh Ebu'l-Hasen de o meclise giderek, Cübbâî'nin gözüne görünmeden bir köşeye oturdu ve orada bulunan ihtiyar kadınlardan birisine, "Ben, sana (şimdi) bir mesele öğreteceğim; binaenaleyh sen bunu şu hocaya anlat ve de ki: "Benim üç tane oğlum vardı. Bunlardan bir tanesi, son derece dindar ve müttakî İdi. Diğer birisi ise, alabildiğine küfre ve fıska dalmıştı. Üçüncüsü ise, baliğ olmamış bir çocuktu. Derken, bunların üçü de taşıdıkları bu sıfatlar üzerine öldüler. Bu durumda, muhterem hocam, bunların hallerinin ahirette ne olacağını bana haber verir misin?"

Bunun üzerine Cübbâî dedi ki: "Zahid olan, cennetin üstün derecelerinde bulunmaktadır. Kâfir olan ise o da cehennemin derekelerinde bulunmaktadır. Çocuğa gelince, kurtulmuş kimseler cümlesindendir..." der.

Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, yanındaki (ihtiyar kadına), "Ona de ki: "Şayet çocuk, zâhid ve muttaki olan kardeşi için tahakkuk etmiş olan o yüksek derecelere varıp ulaşmak istese, o bunu yapabilir mi?..."

Bunun üzerine Cübbâî, "Hayır, çünkü Allah o çocuğa şöyle der: "O, bu yüksek mertebelere, kendini ilim ve amel yolunda yorup yıprattığı için ulaşmıştır. Halbuki sen, böyle değilsin..." der.

Bunun üzerine Ebu'l-Hasen, (yanındaki bu ihtiyara), "Ona şöyle de: "Bu durumda, şayet o çocuk "ya Rabbe'l-alemîn, benim günahım yok! Çünkü buluğa ermeden beni öldüren sensin. Şayet bana mühlet verseydin, belki de ben, muttaki ve dindar olma hususunda, zahid olan kardeşimi geçerdim!..." derse!.." dedi...

Cübbâî, "Allah o çocuğa, "Ben, yaşaman halinde azacağını, inkâra sapacağını ve cehenneme girmeyi hak edeceğini biliyordum. Sen bu hallere düşmeden önce, ben senin faydanı düşünüp seni çabuk öldürdüm ki azapdan kurtulasin" dedi.

Bunun üzerine Ebu'l-Hasen, sen ona de ki: "Şayet o kâfir ve fâsık olan kardeş, cehennemin en alt tabakasından başını kaldırsa ve "Ya Rabbe'l-âlemin, ya erhame'r-rahimtn, ey hâkimler hâkimi! Küçük kardeşimin buluğa ermesi halinde kâfir olacağını bildiğin gibi, benim de böyle olacağımı biliyordun. O halde ne diye, onun maslahatını gözettin de benimkini gözetmedin.." derse..

Bunu anlatan ravî, "Söz buraya gelince, Cübbâî cevap vermekten aciz akldı, sesi soluğu kesildi. Etrafı araştırınca da, Ebu'l-Hasen el-Eşarî'yi gördü ve bu meselenin ihtiyar kadından değil, ondan sâdır olduğunu anladı."

Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin Üç Kardeş Sorusuna Cevabı

Cübbâî'den dört asır kadar sonra gelen Ebu'l-Hüseyin et-Basrî, (Eş'ârî'nin) bu sorusuna cevap vermek isteyerek şöyle demiştir:

"Biz, bu üç kardeş hakkında, sizin ileri sürdüğünüz cevaba razı olmuyoruz. Burada bizim, sizin ileri sürdüğünüzün dışında iki cevabımız bulunmaktadır."

Ebu'l-Hüseyn el-Basrî, sözüne devamla, "Vereceğimiz bu iki cevap, alimlerimizin, hakkında ihtilaf ettiği "Allah'a, kulunu mükellef tutması vacib midir, değil midir?" meselesine dayanır. Bu cümleden olarak Basralılar, "Yükümlü tutmak, sırf bir lütuf ve ihsandır. Bu, Allah'a vacib değildir" derken; Bağdatlılar, "Bu, Allah'a vacibtir" demişlerdir.

Binaenaleyh, biz bu meseleyi Basralıların görüşüne bina edersek, Allah Teâlâ o çocuğa, "Ben, bir lütuf olsun diye, zâhid olan kardeşinin ömrünü uzattım ve onu mükellef tuttum. Binâenaleyh zâhid kardeşine bu şekilde bir lütufta bulunmamdan, ayntsıyla sana da lütufta bulunmam gerekmez" diyebilir. Ama biz bunu, Bağdatlıların görüşüne da-yandırırsak, o zaman Allah'ın cevabı "Kardeşinin ömrünü uzatmak, ona mükellefiyetler yöneltmek, onun hakkında bir lütuf ve ihsan olmuştur. Bundan, başkasına ulaşan bir zarar olmamıştır.

İşte, bu sebepten ben, bunu böyle yaptım.. Ama senin ömrünü uzatıp mükelleftik müddetini artırmamdan başkası mutazarrır olabilirdi. İşte bu sebeple, bunu senin hakkında yapmadım, aradaki fark da meydanda!" şeklinde olur" demiştir.

İşte, Ebu'l Hüseyn el-Basrî'nin şahsen olmasa da mezhep itibariyle üstadı olan Cübbâî'yi, -daha doğrusu onun inandığı ilahını-Eş'ârî'nin mezkur sorusundan kurtarmak hususundaki çaba ve gayretlerinin özeti bundan ibarettir.

Ebu'l-Hüseyn'in sözünü cevaplamadan önce deriz ki: Kul ile Allah arasında meydana gelen bu ince münazara ancak Mu'tezile'nin görüşüne göre doğru olabilir. Ama, bizim alimlerimizin görüşüne gelince, kul ile Rabbi arasında, kesinlikle böyle bir münazara söz konusu olamaz. Aksine, kul Rabbine, "Niçin bunu yaptın?" veya "Niçin bunu yapmadın?" dahi diyemez.

Binaenaleyh, Allah'ın düşmanlarının ehl-i sünnet değil, Mu'tezile olduğu sabit olur. Bu da, bizim gayemizi takviye edip, maksadımızı ortaya koyar.

Sonra biz şöyle diyoruz: Ebu'l-Hüseyn el-Basrinin, "Allah'ın, kişinin ömrünü uzatması ve onu mükellef kılması bir tütuftur.

Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın bu lütfunu, dilediği bir kimseye tahsis edip vermesi caizdir.." şeklindeki, birinci cevabına gelince,

biz deriz ki bu söz kabul edilemez. Çünkü Allah Teâlâ'nın onlardan birisinie lütufta bulunup diğerine bulunmaması, Allah hakkında kabîh, çirkin bir şeydir. Çünkü, ikincisine de lütufta bulunması Allah için zor bir iş değildir. Ve O'nun mülkünde, hiçbir noksanlığa da yol açmaz.

İkincisi de böyle bir lütfa muhtaçtır. Bu şekildeki kaçınma ve imtinalar, şehadet aleminde de kabîh ve çirkindir. Baksana, bir kimse, bütün herkes için duvara asılmış olan aynaya bakmaktan başkasını men etse, o kimsenin yaptığı bu şey çirkin görülür. Çünkü bu kimse, kendisine hiçbir zararı dokunmayan, faydası da olmayan bir şeyden faydalanmaktan başkasını men etmiştir...

Binaenaleyh, (bir şeyin) güzel ve çirkin olduğuna aklın hükmetmesi kabul ediliyor ise, burada da kabul edilsin.. Eğer aklın hükmetmesi makbul değilse, bu kesinlikle hiçbir yerde makbul olmaz ve sizin mezhebiniz de tamamen bâtıl olmuş olur.

Binaenaleyh, (Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin verdiği) bu cevabın, fasit ve çürük olduğu sabit olmuş olur. Onun ikinci cevabı da fasittir.

Bu böyledir, zira bizim, "Onu mükellef tutmak, bir zarar ihtiva eder" şeklindeki sözümüzün manası, "Bu yükümlülük, bizatihi böyle bir zarar taşır" şeklinde değildir. Aksi halde bu mefsedet ve kötülüğün, herkes hakkında devamlı bir şekilde bulunması söz konusu olur ki, bu bâtıl ve yanlıştır. Aksine bunun manası, "Allah Teâlâ, bu şahsı mükellef tuttuğunda, bir başka insanın kendiliğinden, kabîh bir fiili seçeceğini ve tercih edeceğini biliyordu.

Binaenaleyh, bu kadar şey, Allah Teâlâ'nın onu mükellef tutmayı terk etmesini gerektirmiş olsaydı, aynen bunun gibi o kâfirin de, onu mükellef tuttuğunda küfrü tercih edeceğini bilmiş olması gerekirdi. Bu sebeple onu da mükellef tutmayı terketmesi gerekirdi. Bu ise, Allah'ın kâfir olacağını bildiği kimseyi mükellef tutmasının çirkin olması demektir. Eğer bu meselede gerektirmiyorsa, orada da gerektirmez" şeklinde olur.

Ebu'l-Hüseyn el-Basrî'nin, "Allah'ın, bu mükellef tutma sırasında, bir başkasının kabîh bir fiili tercih edip seçeceğini bilmesi halinde, mükellef tutmamasının vacib olduğunu; ama Allah'ın, bu mükellef tutma sırasında o şahsın kabîh olanı tercih edeceğini bildiğinde, onu mükellef tutmaması vacib olmaz" şeklindeki görüşüne gelince, bu sırf bir tehakkümdür {delilsiz davadır).

Böylece, Ebu'l-Hüseyn'in dört asır sonra, ince ve çok hassas düşünerek ortaya koymuş olduğu bu cevabın zayıf olduğu ve Allah'ın düşmanlarının bizim alimlerimiz değil, Mu'tezile olduğunun apaçık olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/173-174
Devamını Oku »

Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti


Teklif Meselesi





Allah Teâlâ’nın, kullarına yapılması gerekli işleri teklif etmesi; kulların, uşaklarına yaptıkları teklife benzemez. Çünkü efendilerin köle ve uşaklarına vermiş oldukları işlerin, emir ve yasakların, yapılmasında emir sahiplerinin, mutlaka maddî ve manevî, istifâdeleri vardır. Emir ve yasakları bu maksatla vermişlerdir.


Hâlbuki Hakk Teâlâ’nın, kullarına verdiği emir ve yasaklarda böyle bir maksadı yoktur ve o işlerin görülmesindeki faydalar hiç kendisine âit değildir. Allah’ın, kuluna teklifi kulun faydası içindir. Efendinin kuluna teklifi ise tam tersine efendinin kendi istifâdesi içindir. Kul, kendisinin muhtaç olmadığı şeyleri kölesine, uşağına teklif etmez.


Fakat Allah Teâlâ’nın, kullarına teklifi, doktorun, hastasına yaptığı teklifleri gibidir. Bunların yapılmasındaki fayda hep hastaya âittir. Doktor da bu emir ve yasakları sırf onun iyiliği için vermiştir.


Hastanın ateşi yükselince doktor ona soğutucu şeyler içmesini emreder. Ateş düşürücü haplar verir. Doktorun onların içilmesine hiç ihtiyacı yoktur. Hastanın onu içmesi, doktora ne fayda verir ve ne de içmemesi bir zarar getirir. Fakat fayda ve zararın ikisi de hastaya aittir. Doktor, ancak ona fayda ve zararını anlatan bir mürşit, selamet yolunu gösteren bir hidâyetçidir. Eğer hasta, doktorun bütün tavsiyelerini tamamıyla tutarsa hastalığından şifâ bulur, halâs olur. Şayet onlara uymaz ve yapmaz ise hastalığı devam eder ve helâk olur. Hastanın kurtulması veya ölmesi, doktoruna göre eşittir. Çünkü onun yaşamasına ve ölmesine kendisinin hiç bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri, hastalıkların şifâsı için şifâ veren sebepler yaratmıştır. Bu da: hayırlar, iyilikler yapmak ve nefsi, temizleyici mücâhedeler ile hevâ ve heveslerinden menetmektir.


Evet, nefsi kötü huylardan kurtaran haller, ameller vardır. Onu âhirette tehlikelere atan fenâ huylar da vardır.


Nitekim bedene, mizaca zarar veren hal ve hareketlerde bulunmak dünyada hastalıklar getirir. Tehlikelere götürür. Kötü huylar ve Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapmak dünyâ hayatındaki zehirlenmeler gibi âhiret hayatına nisbetle zehirleyici hal ve hareketlerdir.


Bedenîn sağlığını korumak için nasıl bir tıp ilmi ve-tababet var ise ruhun ve nefsin saadetini sağlayan doktorluk da vardır. Bütün Peygamberler -hepsine salât ve selâm olsun- bu konuda birer ruh doktorudurlar. Halkı salâh yoluna irşâd ederler, kalpleri temizlemek yolunu öğretirler.


Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri:


“Nefsini temizleyip parlatan gerçekten muradına erdi. Onu kirletip gömen de eli boş kaldı.” (Şems 9-10) buyurdu.


Doktor şunları yap dedi, şunları da yapmaktan menetti Artık bundan sonra hastanın hastalığı ya artar veya iyiliğe döner, diye hatırlanıldıktan sonra hastalığı arttı denilirse, akla ilk gelen şey : “hastanın doktorun emir ve yasaklarını tutmadığıdır.” Hastalığı şifâ bulunca da : “doktorun kanununa riâyet ettiği, perhizde kusur etmediğidir.” Gerçekten bazen öyle hastalıklar vardır ki doktorun dediklerini yapmadığı halde hastalığı artmaz, iyiliğe döner. Doktorun emir ve tavsiyelerine riâyet etmediği halde hastalığın uzamaması, her halde muhâlefet ettiğinden dolayı değildir. Belki o doktorun emretmiş olduğu sağlık tedbirlerinden başka bir yolla, sağlık yoluna girmiş olmasındandır.


İşte bunun gibi takva da, kalp ve ruh hastalıklarını kalplerden çıkaran, bir perhiz ve korunma çaresidir. Beden hastalıkları, dünyâ hayâtını mahvettiği gibi, kalp ve ruh hastalıkları da, âhiret hayatını elden kaçırtır.


Bir başka misâl verelim:


İnsanlara hükmeden padişahlardan biri, meclisinde, huzurunda ve yanında bulunmayan başka bir yerdeki tebaasından bazısına, para ve binek göndermek suretiyle yardımda bulunur. Bundan maksadı onun kendine yakınlık mertebesine erebilmesi ve bu sebeple mesut olabilmesi için kendi tarafına, huzuruna teveccüh etmesini arzu eylemiş olmasıdır. Kendisi, mülk ve memleketi idâre hususunda hiç de ona muhtaç olmadığı halde bu yardımı yapmıştır.


Hem de onu bir işte kullanmamasını da kafasına koymuştur. Sultan tarafından kendisine gönderilmiş olan eşyanın kadir ve kıymetini, farz edelim ki adamcağız gereği veçhile, takdir edemedi de bineği, vasıtayı çaldırdı yahut öldürdü veya öldürttü. Yolluğu da şuraya buraya harcadı bitirdi. Harçlıksız, azıksız kaldı, kul bu hareketiyle hem sultana, hem de ayağına kadar gelen nimete nankörlük, kâfirlik etti. Eğer o vâsıtaya binerek yoluna çıksaydı ve yolluğu da onun yolunda harcamış olsaydı, Sultana saygı gösteren, nimetin kadir ve kıymetini bilen, şükreden bir kimse olurdu.


Tabiidir ki bu hal ve hareketi ile yani vasıtaya binmesi ve parayı harcamış olması ile, sultana bir menfaat sağlamış olmazdı. Zâten sultan ona bunları böyle şahsî menfâat kasdı ile de göndermiş değildi ve onun huzuruna girmek teklifinde de kendi şahsına âit bir fayda yoktu. O ancak bu ihsan ve irâdesi ile o kulun saadetini, onun mesut olmasını arzu etmişti. Ne zaman bir kul, efendisine, onun arzu ve isteğine, uyar; onun kendi iyiliği için verdiği emirlere riâyet ederse, hem o emre ve onu verene saygı göstermiş, hem de bu yüzden elde ettiği iyilik ve nimetin kadrini bilmiş,yani şükreden kullardan olmuştur. Şâyet emre muhâlefet eder de ondan doğacak nimetleri elde edemez ise, onun bu muhalefeti, düpedüz saygısızlık, ahmaklık ve nankörlük olur.


Allah Teâlâ’nın yanında, Celâline ve her yerde müstağni olmasına nispetle, kâfirlerin küfürleri veya imana gelmeleri eşittir. Lâkin O kullarının kâfir olmalarını hoş görmez. Çünkü kâfirlik kullarına yaraşmaz. Onları ıslah etmez. Mutlaka kötü insan yapar. Şakavete sevk eder. Nitekim doktor dahi hastasının ölümünü arzu etmez de, onu bundan kurtaracak ilâçlar verir. Sultan da böyle.. Hiç bir suretle muhtaç olmadığı, şahsına veya mülküne bir fayda sağlamasını ummadığı bir kulunun, tebeâsından birinin, kendi şahsına zararlı bir harekette bulunmasından, emirlerine, fermanlarına riâyet etmeyerek başını belâlara sokmasından zindanlara girmesinden, kendisinden uzaklaşmasından memnun olmaz.


Bilâkis tebeâsını iyiliği ve rahatı için verilmiş olan emir ve fermanlara, kanun ve nizâmlara riâyet ederek, kendisine yakınlaşmak suretiyle saâdetini arzu eder. Hâlbuki sultan, o kimsenin ne kendine yakınlığına ve ne de kendinden uzak kalmasına muhtaç değildir. İşte Allah’ın teklifini de bunun gibi anlamak doğru olur. Evet, Çünkü taâtlar iyilikler, yararlı işler; Allah’ın emrettiği her şey, maddî ve mânevi hastalıklara birer devâ ve dermandır. Ma’siyetler, Allah’ın yasakladığı şeyler de, beden ve ruh sağlıklarını bozan birer zehirdirler. Bu zehir kalplere tesir eder. Bundan ancak selim kalp, günah kirinden paklanmış bir ruh ile Allah’a gelenler, Onun huzuruna çıkanlar kurtulur. Mutedil bir mizâca sahip, bütün azaları hastalıktan salim olanların sağlık içinde yaşamak, saâdetine sahip oldukları gibi.


Doktorun hastasına: “İşte sana fayda ve zarar verecek şeyleri bildirdim. Eğer beni ve tavsiyelerimi dinler isen menfaati kendine; şayet dinlemez de aksini yaparsan doğacak zarar da yine kendine aittir”, demesinin gayet doğru ve tabîi oluşu gibi Hakk Teâlâ Hazretleri de Kur’an’ında:


“Artık kim doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş ise onun faydasi kendine; kim de sapıtmış, doğru yoldan çıkmış ise onun da zararı kendinedir.” (Yunus,108) Diğer bir yerde de :


“Kim bir iyilik yaparsa kendi faydasına, kim de bir kötülük işler ise o da kendi zararınadır” (Casiye, 15) buyurması da daha doğru ve tabiîdir.


Sağlığın, hayatın ve soyun devam ve bekâsı için kurulmuş olan ilâhî nizâmların, tabii kanunların gerektirdiği, bir işi bırakanın ve menettiğini yapanın gördüğü ceza ve çektiği minnet ve uğradığı kötü âkibete gelince: bu ona Allah tarafından bir gazab ve intikam olarak verilen bir cezâ değildir.


Meselâ: kadını ile cinsi münasebeti bırakan bir kimseye, evlatsız bırakmakla, azab etmesi, çocuğunu emzirmeyeni, çocuğunun ölümü ile, cezalandırması; yiyip içmeyi bırakanı, açlık ve susuzluk ile, kıvrandırması; ilâcı kullanmayanı, hastalığın ıstırabı ile, çırpındırması gibi…


Allah Teâlâ’nın kullarına gazabı ise: iylâm, incitmek ve acıtmak istemesinden bambaşkadır. Sebep ve neticeleri malûm hayat ve tabîat kanunlarına muhalefet etmenin gerektirdiği cezaların gayrısı olan ve sebebi birden apaçık bilinmiyen amellere âit cezâ ve musibetlerdir. Hayât nizâmlarına muhalefet etmenin cezasında istisnâ ve gecikme yoktur. Bu cezalar hemen verilir ve sebepleri de bellidir. Sebep ve netice esasına bağlıdır. Nitekim sebepler ve bunların eserleri yani sebepler ve neticeleri şu dünya hayatında biri birini çeker, olaylar meydana getirir. Bunlar da; sebepleri sebep kılan Hakk Teâlâ’nın takdir ve tertibi iledir. Bakarsın bazı sebepler; elemler, kederler hâsıl eder. Bazı sebepler de; lezzetler, zevkler verir. Bu dünyadaki geçici (elem ve zevklerin âkibetlerini ahirette ne kazandıracakların ancak Peygamberler bilir.             .


Tâatların, ma’siyetlerin, iyiliklerin, kötülüklerin öbür dünyanın elemlerine ve zevklerine nisbeti aynen bunun gibidir.


Ma’siyetlere neden cezâ verilmiştir?


Kötülük neden elem verir? diye sormak:


Hayvan zehirden neden ölür?


Zehir neden ölüme sebep olur?


İnsan bedeni niçin zehirden müteessir olacak halde yaratılmıştır?


Zehir bedene tesir eder de beden niçin zehire müessir olmaz? diye bir şeyler sormaya benzer.


Allah Teâlâ Hazretleri insanın ruhunu, niçin faziletler yükseltecek, sâadet verecek; reziletler de onu alçaltacak, perişan edecek kabiliyette yaratmıştır? demek de buna benzer.


Allah Teâlâ yarattığı canlı varlıkları, yedirip içirmeden, doyurmaktan, beslemekten; ilâç aldırmadan derdine derman vermekten; cinsî münasebette bulundurmadan da çocuk yaptırmaktan ve emzirmeksizin büyütmekten katiyen âciz değildir. Fakat O, canlı, cansız bütün varlık âleminde vukua getireceği oluşlar için sebep ve neticeler tertip eylemiştir. HER VÂKIAYI BİR SEBEBE BAĞLAMIŞTIR. DİĞER DEYİMLE: HER SEBEP BİR NETİCEYİ MEYDANA GETİRİR. HER VÂKIANM MUTLAKA BİR SEBEBİ VARDIR. SEBEPLER ZİNCİRİNİN HER HALKASI KENDİNDEN SONRASINA BİR SEBEP VE KENDİNDEN ÖNCESİNE BİR NETİCEDİR. Her vâkıanın sebep ve netice olarak vücut bulmasında, Cenab-ı Hakk’ın vâkıaları sebeplere bağlamasında nice sır ve hikmetler vardır ki, onları yalnız kendisi ve bir kaçını da, ilimde râsih olanlar bilir. Bunu bilmek şaşılacak bir şey değildir. Asıl şaşılacak olan, insana hayret veren kâinattaki esaslı ve hiç aksamayan, sabit ve değişmez kanunlardır ki; beşerî bilgiler, fen, teknik, hayât, medeniyet, hep bu illet ve malûl (sebep ve neticenin), diğer ifâde ile: akılları durduran İlâhî plânın değişmez, şaşmaz tatbikidir.


Hayatıma yemin ederim ki, âlemdeki bu hayrete şayan hikmet ve nizâmın sırrını ve sebeplerini idrak edemeyenlerin mutlaka akıl ve basîretinde, gerçeği görebilmekte, hakka hidâyetinde bir eksiklik vardır. Böyle olmasaydı yani kâinatın nizamı İlâhî ve mükemmel bir plâna bağlı olmasaydı; bitki ve koyun, davar, keklik, tavuk gibi itidale en yakın olan ve yapı itibariyle en latif hayvanların rızık ve nasipleri zâyi olurdu.


Bir bitkinin, kemâli, kendinden, bir derece üstün olan hayvana gıda (besin) olmaktır. Evet bir hayvan bitkiden ayrılan şeylerle bitkiye varlık veren maddelerin kendi bedenine geçmesi ile) hayatını devam ettiriyor. Bir bakıma hayvan, bitkinin parçalarını kendinde toplamış olmak itibariyle âdeta bitki oluyor. Hayvanın kemâli de budur. Kesilmiş, bir hayvanın insana nisbeti de bunun gibidir. (İnsan da hayvan? besinlerle yaşar) insanın da ADN cennetindeki meleklere nisbeti böyledir. Nitekim Hakk Teâlâ :


 “Melekler onların üzerine her kapıdan girerler.” (Râd, 24) buyurmuştur.


Bazı müdafaasız hayvanların bir kısım yırtıcı hayvana besin olmasına gelince: yırtıcı ve zararlı hayvanlarda siyasî ve tıbbî o kadar çok faideler vardır ki bunları siyâset er- bâbı ve doktorlar bilir. Bir misâlle açıklıyalım:


Azîz ve Hakîm olan Allah’ın takdirine, bu küllî ve şaşmaz nizâmın bütün eşya ve varlıklarda hüküm sürmesine taaccüp eden kimsenin misâli, âdeta bir a’mâ gibidir. Kör adam bir saraya girmiş, sarayın salonuna konulmuş olan süs eşyalarına, sırça ve cam takımlarına toslayınca bunları mutfak eşyası sanarak, konak sahibine:


—     Aklınızdan zorunuz mu var, niye bu eşya ve takımları yerlerine koymadınız?!. Yahut: (onları yersiz ve plânsız sanarak),


—      Niçin yol üstüne, ayakaltına bıraktınız? demiştir. Onlar da cevap olarak:


—     Yok canım; eşyanın her biri yerli yerinde bulunmaktadır. Bozukluk, onlarda değil, onları görecek gözün olmamasından ileri geliyor, demişlerdir.


Bir de: (burnundaki “kokuları bozan” hastalık sebebiyle) koku almıyan bir ahşem de, önüne, güzel kokulu ud ağacı, çiçek saksıları ve kokulu meyvaları koyanı, bunların burada yer kaplamaktan başka ne faydası var da koyuyorsun! diye kınar. Ona cevap olarak meselâ: şu ud ağacının odunluktan başka faydası de vardır. Çok güzel bir koku yayar. Odalar, meclisler bunun ile kokulanır. Şimdi senin bu kokuyu almana burnundaki koku bozan hastalığı yani haşm manidir, denilir.


Burada başka bahisler ve sorular da vardır. Bunlardan biri şudur: Gerçekten Hakk Teâlâ Hazretleri bir şeyi emrettiği halde nasıl olur da ondan bahsetmeyi menediyor? Halbuki, basîret ancak bir şeyden bahsetmekle hâsıl olur, diyen bulunur. Buna cevap şöyledir:


Bu yersiz bir hayret ediştir. Çünkü bir işin vukûu, sağlam ve kat’î bir inancı, yahut hakîki bir bilgiyi gerektirir. Kesin inanç ise tasdik ve îmân yolunda mücerret bir taklîd ile bilinir meydana gelir.


Bilgi ve marifet de burhân ile burhanı elde etmek de o işten bahsetmek ile hâsıl olur. Bu itibarla insanların topu birden, bahsetmekten menedilmemiştir. Ancak, bahsin inceliklerine ve burhânın hakîkatlarına ermeyen âciz ve idrâki zayıflar menedilmiştir.


Bunun misâli şudur: Doktor hastaya bir ilâç içmesini ’emreder. Fakat bu hastalığa dermân olmasının sebebini araştırmaktan meneder. Çünkü hastanın idrâk seviyesi onu kavramaktan âcizdir. Araştırmak onu yoracak, anlamaktan âciz kalacaktır. Bu yüzden de hastalığı artacak, netice itibariyle zararlı çıkacaktır.


Gerçi pek nâdir hastalar vardır, zekîdir. Tıp yoluna girmiştir. Hastalıkların sebepleri hakkında bilgi edinmiştir. Bunları araştırma ve eşelemekten alıkonulmaz. Hatta bunlara kendi hastalığı için verilen ilâçların halinden, münâsebetlerinden bahsedilmesi de menedilmez. Bilakis, onun kuru ve kısa bir söze inanmayacağı, körükörüne bir taklidçi olamayacağı anlaşılır ise gereken izâhat da verilir. Çünkü zekâsı müsâittir. Hastalığın sebeplerini anlayabilecektir. Hastalığını ve ona münâsip ilâcın verildiğini bilince de ilâç ile meşgul olacaktır. Önem verecek ve tavsiyeleri tamamıyla yerine getirmeye çalışacaktır.


Şayet durumu ve tedâvi yolunu anlamaz ise ilâç ve tavsiyelere riâyet etmekten de yüz çevirecek olursa ona hastalığını ilâç ve tavsiyelerin uygunluğunu anlatmak lâzımdır Bilgi ve idrâk kabiliyeti yeterli olan da sorgu ve sualden, düşünme ve araştırmadan menedilmemelidir. Ancak hastalar içinde böyleleri pek azdır. Çokları akıl ve idrâk bakımından zayıftırlar.


İşte dinî ve şer’î meseleler de sebep ve hikmetleri bilmek ve onlardan bahsetmek de bu kâbildendir.


İnsanların, hayvanları kendilerine itâat ettirmesine gelince; meselâ: tenezzüh yerlerine parklara ve güzel şeylere bakmak için gezen, yaya giden, ayaklarını çalıştıran bir kimseye:


-Bakın şu adama! Ayaklarını gözlerine hizmetçi yapıyor ve onları onun hizmetinde yoruyor. Halbuki ayak da onun, gözleri gibi bir organıdır. Buna ne oluyor da birini diğerinin rahatı için yoruyor, birini diğerine hizmetçi yapıyor? denilir. İşte bu, düşünce ve sorular hep eşyalardaki kadirleri ve mertebeleri bilmemektendir. Fakat akıllı olan şu hakikati iyi bilir:


“Kâmil olan dâima nâkıs olanla beslenir. Noksan, zayıf ve aciz, olan da kâmil olanın hayatı için musahhar kılınır. Onun fayda ve hizmetinde tutulur.” Bu da hikmetin ta kendisidir, bunda zulüm ve haksızlık yoktur. Çünkü zulüm: “Başkasının mülkünde tasarruf etmektir.” Halbuki Hakk Teâlâ, kendi mülkü içinde bir başkasının mülküne tesadüf etmez ki onda tasarrufu zulüm olsun! Bu gerçeğe göre Allah’tan zulüm vâki olması tasavvur olunamaz. Doğrusu kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf etmek, istediğini yapmak hakkına mâliktir. Bu itibarla Onun bütün yaptıkları zulüm değil, adalet olur.


Yine akıllı olan bilir ki İlâhi vahiy, gerçek şeriat, hak din, “aklın almıyacağı hiç bir şeyi getirmez, ileri sürmez” sözü ile mümkün görmediği ve muhâl olarak kabul etmiş olduğu bir şeyi, meselâ: Allah Teâlâ’nın kendisi gibi bir Allah yaratmasının yahut da biri birinin zıddı, aksi olan iki şeyin bir yerde, bir noktada birleşmesinin mümkün olmadığına aklî burhânın delâlet ettiğini söylemek isterse; din ve şerîat bunu reddetmez, kabul eder.-Eğer o: “aklın alamayacağı ve aklî burhân sözü ile aklın idrâk edemediği bir şeyin künhü ve hakikati idrâk ve ihâta olunmaz, demek, isterse, işte bu hüküm her yerde, bâhusûs fizik, kimya ve tababet ilminde doğru değildir. Meselâ: mıknatısın demiri kendine çekmesi ve hâmile bir kadının bir tür yılanın üzerinde yürümesiyle çocuğunu düşürmesi gibi. Ve bundan başka birçok eşyada kendilerine mahsus hassalar, özellikler vardır. .


İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu hassaIardan her birinin hakîkatı üzerinde durmaz ve kendi başına bunların sırrına vâkıf olamaz. Hem de onun muhâl olduğuna hüküm vermekten geri dönmez. Halbuki: Aklın almadığı her şey haddi zâtında muhâl değildir. Meselâ; biz ateş ağacını ve ateş çıkarmasını görmeseydik ve birisi de bize: “Ban hakikaten bir odun parçasını odun parçasına sürttüm de ikisi arasından mercimek büyüklüğünde kırmızı bir şey çıktı. Bu kızıl madde şu şehri ve içinde bulunan her şeyi yedi, bitirdi. Canlı, cansız o’ kadar çok çeşitli şeylerden hiç birisi onun içine girmedi, onun cisminde ve hacminde bir ziyâdelik yapmadı. Üstelik o kendi kendini de yedi. Neticede ne kendi kaldı ne de bu şehir ve eşyası…” diye çok garip bir haber vermiş olaydı biz ona: “böyle şey olmaz, bunu akıl kabul etmez.” der idik.


Halbuki bu: “ateş ve onun hassasıdır” his bunu tasdik eder, göz ateşi ve yaptığını görür, beş duyumuz bu olguyu doğrular. Fakat akıl bundaki sebeplerin sırrını, hakîkatını kendi burhânı ve delilleri ile keşfedemez. Edemeyince de: “mümkün değildir, muhaldir.” der. Hâlbuki muhâl değildir. Madde ve hadise meydandadır.


İşte şerîat, dini emir ve yasaklarda aslında, muhâl olmayan iç yüzü hakkiyle bilinmeyen bunun gibi acayip şeyleri ihtivâ eder ki, hakîkaten onlar aklın sahasından uzaktır. Uzak ile ınuhâl arasında fark vardır: Akıldan uzak olan şey; işitilmemiş, görülmemiş şeydir. Muhâl ise; olması tasavvur edilemeyen şeydir.


Gelelim Allah Teâlâ’nın:


“O Allah yaptığından, yapacağından sorulmaz. Onlar ise sorumludurlar.” (Enbiyâ, 23) kelâmına, bir de : “Yarabbi bu kıyamet gününde beni niçin a’mâ olarak hasrettin; halbuki ben dünyâda görürdüm. (Tâhâ, 124-125) âyetine,


—     Soru, bir şey sormak, bazan mutlak olur. Ve bununla ilzâm kasdolunur. Meselâ: filân filân ile munâzara yaptı, ona bir sual yöneltti, denir. Fakat bazan da suâl mutlak olur ve onunla bir haber ve bir mesele sorulur. Talebenin hocasına bir şey sorması gibi, Hakk Teâlâ Hazretlerine ilzâm için aslâ soru tevcîh edilmez, Ona yaptığından yapacağından sorulmaz, cümlesi bu manâdadır. Çünkü ona ilzâm manâsında kullanılan “niçin, neden? denilemez. Fakat bir haber ve bir mesele sormak ve anlamak istemek meselesi böyle değildir.


“Yarabbi beni kör haşrettin, hâlbuki ben hakîkaten görüyordum” kelâmından da maksat budur. Bu sorulara cevap, bunlardaki maksadı izah, husûsunda bu kadar söylememiz kâfidir. Biraz zekâ ve dirâyet ile taklid seviyesinden yükselip istidlâle, tahkik ve istidlâl mertebesine, erişemeyenler, helâk olanlara katılır. Fayda vermeyen kiyâsetten (zekâdan) Allah’a sığınırız. Çünkü cehalet (bilmemek) kurtuluşa, halâsa faydasız kiyâsetten daha yakındır. Şiir :


İnsanların ayıpları, kusurları içinde,


Kâmil olabileceklerin eksik kalması gibisini görmedim.



Kaynakça:


İmam Gazzâli trc: Dr.Sabit ÜNAL İki Madnun [Kitap]. – İzmir : İlahiyyat Yay., 1988. s.24-35


https://ismailhakkialtuntas.com/2012/01/16/teklif-meselesi-allah-tealaya-kulluk-etmenin-hikmeti/

Devamını Oku »

Bazı Sorular ve Cevaplar

Bazı Sorular

Arş'ın Su Üzerinde Olmasının Hikmeti?

Birinci soru: Arşın, gökler ve yeryüzü yaratılmadan önce, su üzerinde bulunduğunun anlatılmasının faydası nedir?

Cevap: Bunda birkaç bakımdan, Allah'ın kudretinin çok mükemmel olduğuna bir delâlet bulunmaktadır: a) Arş, göklerden ve yerden daha büyük olmasına rağmen, su üzerinde bulunmaktadır. Binâenaleyh, şayet Cenâb-ı Hak, ağır olan şeyi direksiz olarak tutmaya kadir olmasaydı, bunu yapması mümkün olmazdı. b) Allah Teâlâ, suyu, herhangi bir şey üzerinde olmaksızın tutmuştur. Aksi halde, âlemin kısımlarının sınırsız olması gerekirdi ki, bu da bizim bahsetmiş olduğumuza delâlet eder. c) Allah, yaratılanların en büyüğü olan Arş'ı, altında bir direk, üstünde bir bağı olmaksızın, yedi kat göğün üzerinde tutmuştur ki, bu da yine bizim bahsettiğimize delâlet eder. 29[29]

Yaratılışın İlk Merhalesi

İkinci soru: Şu rivayet doğru mudur? "Ey Allah'ın Resulü, Rabbimiz, gökleri ve yeri yaratmadan önce nerede idi?" denildi de, bunun üzerine Hz. Peygamber: "O. hem altında hem de üstünde hava bulunan bir bulutta idi" buyurdu!

Cevap: Bu rivayet zayıftır. Evlâ olan, meşhur olan haberin kabul edilmesidir ki, o da Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Allah vardı: O'nunla beraber hiçbir şey yoktu. Sonra, Arşı da su üzerinde idi "30[30] şeklindeki sözüdür. 31[31]

Allah'ın Kullarını İmtihan Hikmeti

Üçüncü soru: Cenâb-ı Hakk'ın "hanginizin ameli daha güzel olduğu (hususunda) sizi imtihan etmek için" ifâdesindeki lâm, Allahu Teâlâ'nın, gökleri ve yeri. mükellefleri denemek için yaratmış olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh, bu husustaki durum nasıldır?

Cevap: Bu sözün zahiri, Allah teâlâ'nın, bu büyük âlemi, mükelleflerin menfaati için yaratmış olmasını gerektirir. Bu görüşü, bazı kimseler benimsemiştir. Bu hususta her bir kısmın, diğerinin benimsemiş olduğu görüşün dışında izahları bulunmaktadır.' O görüşleri açıklamak, bu kitaba uygun düşmez. "Allah'ın fiil ve hükümleri, kulların maslahatlarına bağlanamaz!" diyenler şöyle demişlerdir:"Bu ifâdenin başındaki ta'lîl, illet lamı, zahir durum itibariyle gelmiş olup, bunun manası, şayet, "Allahu Teâlâ, öyle bir nizama göre iş yapmıştır ki, şayet fayda gözeterek işlerini yapması caiz olan bir kimsenin yapması halinde de sadece bu maksad göz önünde tutulurdu."

Neticeyi Bilmek İçin Allah'ın İmtihana İhtiyacı Yoktur

Dördüncü soru: İmtihan etmek, ancak işlerin neticelerini bilmeyenler için söz konusudur. Halbuki bu, Allah hakkında imkânsızdır. O halde imtihan etmek, Allah hakkında nasıl düşünülebilir? Cevap: Bu sözü biz. Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki {Bakara. 21) ayetinin tefsirinde detaylı biçimde ele aldık.Bil ki Allah Teâlâ, bu âlemi, mükellefleri deneyip imtihan etmek için yarattığını beyân buyurunca, işte bu. haşrin ve neşrin kesinlikle tahakkuk edeceğine hükmetmeyi gerektirir. Zira, denemek ve imtihan etmek, iyilikte bulunana rahmet ve mükâfaat, kötülük yapana da ceza tahsis edilmesini gerektirir. Bu da ancak, mead'i ve Kıyameti kabul etmekle tamamlanır.

İşte tam bu sırada Hz. Muhammed (s.a.s)'e hitâb ederek: "Andolsun ki, "Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz" dersen, kâfir olanlar mutlaka. "Bu. apaçık bir aldatmadan başka birşey değildir" derler" buyurmuştur. Bu, "Onlar, bu sözü kabul etmez ve öldükten sonra dirileceğini söylemenin yanlış olduğunu söylerler" demektir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/510-511
Devamını Oku »

İnsanın Seçme ve İhtiyar Etmesi Hakkında



Bu husustaki sözün özü şöyle demektir: Kusursuz olan uzuvlar, asıl olan sıhhatleri ile, birşeyi hem yapmaya, hem yapmamaya; hem işlemeye hem de işlememeye elverişlidirler. Bu eşitlik mevcut olduğu sürece, uzvun o iki {yapma ve yapmama) yönlerinden birisi için değil de, diğeri için bir kaynak olması imkansız olur. Aksi halde mümkin olan bir şeyin, bir müreccih olmaksızın tercih edilmiş olması gerekir ki bu imkansızdır.

İşte insan,bir fiilde kendisi için daha çok fayda ve daha çok iyilik bulunduğu neticesine varırsa, o kimse bu yönün (yapma yönünün) kendisi için, bunun zıddı (olan yapmamadan) daha hayırlı olduğuna hükmetmiş olur. Kalbte böyle bir inanç meydana geldiği zaman, o işi yapma tarafı, yapmama tarafına üstün gelmiş olur. Eğer kişi bu tarafın, diğer taraftan daha hayırlı olduğuna hükmetmiş olmasaydı, onun faili olması (o işi yapması) imkânsız olurdu.

İnsanlardan bir fiilin sâdır olması, insanın bu fiili yapmanın yapmamaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmesine bağlı olunca, insana ait bu fiil, ihtiyarî ve iradî (ihtiyara ve iradeye bağlı) diye isimlendirilmiştir. Allah en iyisini bilendir.

Buna göre eğer: İnsan bazan, kendisi için bir hayır değil, bir şer olduğunu bildiği halde, kendisini öldürür, yüksek uçurumlardan aşağı atar?" denilirse,

biz deriz ki: "İnsan bu öldürme sebebi ile, bu ölümden daha büyük bir belâdan kurtulacağına inanmadığı müddetçe, intihara yellenmez. En büyük zarar ve belaya nisbetle, daha küçük olan zarar, bir şer değil bir hayır sayılır. İşte bu durumda soru düşer. Allah en iyi bilendir.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/86-87.
Devamını Oku »

Allah'a İmanın Kapsamı



Birinci Nev: Birinci kısma, yani Allah'a iman meselesine gelince, bil ki bu husus, şu beş hususu kapsar: Cenâb-ı Hakk'ın zatını, sıfatlarını, fiillerini, hükümlerini ve isimlerini tanıyıp bilmek... Hak Teâlâ'nın zâtını bilmek, kişinin Allah'ın varlığını, kıdemini ve bekasını bilmesi demektir. Allah'ın sıfatlarını bilme ise, iki çeşittir:

1) Kendisini tenzih etmek, gerekli olan hususları bilmek. Bu da, Cenâb-ı Allah'ın bir cevher, parça ve kısımlardan meydana gelmiş bir mürekkeb, bir yönde ve mekânda bulunan bir varlık olmadığını bilmek, böyle olmaktan O'nu tenzih etmektir. Kişinin, Cenâb-ı Hakk'ı böylesi şeylerden tenzihi anlatan lafızların şu dört tane lafız olduğunu, yani lafızları olduğunu bilmesi gerekir. Bahsedilen bu dört lafız, Kitabullah'da, Allah'ı tenzih için kullanılmıştır. Meselâ leyse, "O'nun gibisi yoktur" (Şûra, 11) ayetinde; lem "O doğurmadı, doğurulmadı ve hiçbirşey O'na denk olmadı"(İhlas,3-4) ayetinde; mâ "Senin Rabbin unutmaz" (Meryem. 64) "Allah bir çocuk edinmez." (Meryem, 35) ayetinde ve lâ da, "Onu ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutar"(Bakara, 255); "O, doyurur, doyurulmaz"(En-am,14 "O, himaye eder, himaye edilmez" (Mü'minun,88) ve Kur'ân'ın otuz yedi yerinde geçen, "Allah'dan başka ilah yoktur" ayetlerinde kullanılmıştır.

Kur'ân'da Mevcut Sıfatları Bilme

İkinci Nev'e yani Kur'ân'a göre Cenâb-ı Hakk'ın tavsif edilmesi gereken sıfatlarıdır.

Bunlardan birincisi, Allah'ı bilmek ve O'nun mühdis ve halik (var edici ve yaratıcı) olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun" (En'am,1) buyurmuştur.

İkincisi, Allah'ın kadir olduğunu bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kıyâme Sûresi"nde, "Evet, biz onun parmak uçlarını bile derleyip yeniden yaratmaya kadiriz" (Kıyame, 4) ve "(Bütün bunları yapan Allah), ölüleri tekrar diriltmeye kadir değil midir?"(Kıyame. 40) buyurmuştur.

Üçüncüsü, Hak Teâlâ'nın âlim olduğunu bilmek... Nitekim o, "O, kendisinden başka ilah olmayan, gayb ve şehâdet âlemini bilen Allah 'dır" (Haşr, 22) buyurmuştur.

Dördüncüsü, O'nun herşeyi bildiğini bilmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak o bilir" (En'am, 59) buyurmuştur. Yine O, "Allah, her dişinin neye gebe olduğunu bilir" (Rad,8) buyurmuştur.

Beşincisi, O'nun hayy (diri) olduğunu bilmektir. Nitekim Allah, "O, kendinden başka hiç (gerçek) tanrı olmayan hayydır. Dolayısıyla dini O'na has kılarak, O'na ibadet edin" (Mü'min, 14) buyurmuştur.

Altıncısı, Allah'ın, irâde edici olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah kime doğru yolu gösterir, imana muvaffak ederse, onun göğsünü islâm için açar..." (En-am, 124) buyurmuştur.

Yedincisi, Allah'ın semî ve basîr olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, semî ve basîrdir" (Şûra,11) ve "Şüphesiz ben sizinleyim; işitiyor ve görüyorum" (Tâhâ, 46) buyurmuştur.

Sekizincisi, Allah'ın konuşucu olduğunu bilmek. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisine yardım ederek (mürekkeb) olsa, yine Allah'ın kelimeleri tükenmez..."(Lokman,27) buyurmuştur.

Dokuzuncusu, işin, külliyyen O'na ait olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Önce de sonra da, iş, Allah'a aittir"(Rum.4) buyurmuştur.

Onuncusu, Allah'ın, Rahman, Rahîm ve Mâlik olduğunu bilmek... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rahman ve Rahîm olan.. Din gününün mâliki olan... "(Fatiha,2-3) buyurmuştur. Allah'ın, vasıflandığı sıfatları bilme ile alakalı olarak ele alınan husus, bundan ibarettir.

Allah'ın Fiillerini Bilme

Üçüncü Nev': Bunlar, Allah'ın fiillerine dairdir. Bil ki fiiller, ya manevî, ya da maddî olurlar. Manevî olanlara gelince, pek azı müstesna, bunlara vâkıf olmak mümkün değildir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbimin ordularını, kendisinden başka kimse bilemez"(Müddesir, 31) buyurmuştur. Maddî olanlara gelince, bunlar, ya ulvî âlem veya süflî âlemdir.

Ulvî âlemler hakkında, şu bakımlardan söz edebiliriz:

1)  Göklerin hallerinden bahsetmek..

2) Güneşin ve ayın hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde hükümrân olan Allah'dır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi o bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızlan -hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O)"(A'raf, 54) buyurmuştur.

3)  Işınların hallerinden bahsetmek.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (Nûr. 35) ve "Güneşi bir ziya, ayı da bir nûr kıtan O'dur" (Yunus,5) buyurmuştur.

4) Göklerin hallerinden bahsetmek... Nitekim O, "Rabbine bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatmıştır O? Eğer dileseydi onu elbet sakin de kılardı.." (Furkan,45) buyurmuştur.

5) Gece ve gündüzün ardarda gelmesi... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Geceyi gündüze sarar, gündüzü de geceye..."(Zümer, 5) buyurmuştur.

6) Yıldızların faydalan... Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, karanın ve denizin karanlıkları içinde kendileriyle yollarınızı bulmanız için, sizin faydanıza yıldızlan yaratandır.." (En'am, 97) buyurmuştur.

7) Cennetin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Genişliği, semânın ve yerin genişliği gibi olan cennetler için (...) yarışın"[Hadid, 21) buyurmuştur.

8) Cehennemin sıfatları... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onun yedi kapısı, onlardan her kapının ayrılmış birer nasibi vardır" (Hicr,44) buyurmuştur.

9) Arşın sıfatları... Cenâb-ı Hak, "Arşı yüklenen, bir de onun etrafında bulunan (melekler).."(Mü'minun,7) buyurmuştur.

10)  Kürsînin sıfatı... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kürsîsi, gökleri ve yeri kuşattı.."
(Bakara, 255) buyurmuştur.

11) Levh-i Mahfûz'un ve "kelâmın sıfatı... Cenâb-ı Hak, "Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur'ân'dır ki mahfuz bir levhadır" (Burûç, 22) buyurmuştur. Kalem'e gelince, bu da Cenâb-ı Hak'ın, "Nun. Kalem'e ve onların yazdıklarına kasem olsun..."(Kalem,1) ayetinin beyan ettiği husustur.

Süflî âlemin hallerini izaha gelince, bunlardan birincisi, Arz'dır. Cenâb-ı Hak, arz'ı, şu pekçok sıfatlarla nitelemiştir:

1) Onu bir beşik (mehd) olmakla... Allah Teâlâ, "Ki O, arzı sizin için bir beşik (gibi) kıldı" (ta'ha, 53) buyurmuştur.

2)  Döşek (mihâd) olmakla.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, arzı bir döşek (gibi) kılmadık mı?" (Nebe, 6) buyurmuştur.

3) Onu bir toplantı yeri (kifât) olmakla... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, yeri bir toplantı yeri yapmadık mı? Dirilere de ölülere de?" (Mürseiat, 25-26) buyurmuştur.

4) Zelûl (emre âmâde kılınmış, boyun eğmiş) olmakla... Cenâb-ı Hak, "O, yeri, sizin faidenize, kor (ve müsahhar) kılandır...)"(Mülk, 15) buyurmuştur.

5) Halı gibi dümdüz olmakla (bisât)... Cenâb-ı Hak, "Allah yeri sizin için bir döşek yapmıştır, onun geniş yollarından gezip dolaşınız diye..."(Nûh, 19-20)buyurmuştur. Bu husustaki söz, uzundur.

İkincisi, denizdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O, denizi ondan taze et yemeniz... için (hizmetinize) ram edendir"(Nahl,14) buyurmuştur.

Üçüncüsü, hava ve rüzgârlar. Nitekim Cenab-ı Hak "O rahmetinin önünden rüzgârı müjdeci gönderendir... (Araf 57) ve "Bir aşılayıcı rüzgâr gönderdik" (Hicr, 22) buyurmuştur.

Dördüncüsü,gök gürültüsü, şimşek çakması gibi göksel olayları... Nitekim Cenab-ı Hak, "Gök gürültüsü O'nu hamd ile, melekler de O'ndan korkusuna teşbih eder.."  (Ra'd, 13)Ve "İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor... (Nur, 43) buyurmuştur. Yıldırımların, yağmurların ve bulutların terakümünden, üstüste gelmesinden bahsetilmesi de işte bu türdendir.

Beşincisi, ağaçların, meyvelerin halleri ve bunların tür ve çeşitleridir.

Altıncısı, hayvanların halleri. Nitekim Cenâb-ı Hak, "..deprenen her canlıyı, orada üretip yaydı.."(Bakara. 164) ve "Davadan da o yaratmıştır ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve nice nice menfaatler vardır" (Nahl. 5) buyurmuştur.

Yedincisi, insanın ilk yaratılışındaki enteresanlıklar.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun biz insanı çamurdan bir hülâsadan yarattık..." (Mü'minûn,12) buyurmuştur.

Sekizincisi, insanın gözü, kulağı, dili, aklı ve anlayışındaki harikalar... Dokuzuncusu, âlemin ilk yaratılışından Kıyametin sonuna kadar, peygamberlerin ve hükümdarların tarihi ile, insanların hallerinin ele alınması.. Onuncusu, insanların ölürken ve öldükten sonraki hallerinden; Öldükten sonra dirilmesi ve Kıyametin keyfiyetinden bahsedip, said ve şakî kimselerin hallerini izah etmek.. Böylece biz, gökler âleminde mevcut ilim çeşitlerinden on tanesi ile, unsurlar, yani arz alemindeki diğer on çeşit ilme işaret etmiş olduk. Kur'ân, işte bu denli yüksek yüce ilim çeşitlerinin İzahını kapsamaktadır.

Allah'ın Hükümlerini Bilmek

Dördüncü Nev'e gelince, ki bu, Allah'ın hüküm ve tekliflerinin açıklanmasıdır. Biz diyoruz ki: Bu teklifler, ya kalbin işleri, yahut da uzuvların amelleri hususunda olurlar.. Bunlardan birincisi, ahlâk ilmi yani güzel ahlâkın kötü ahlâktan ayırdedilmesi ilmi adını alır. Kur'ân, bütün bunları kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği, akrabaya vermeyi emreder. Taşkın kötülükten, münkerden, zulüm ve tecebbürden nehyeder" (Nahl,90) ve "Kolaylığı tut. İyiliği emret. Câhillerden yüz çevir.."(Araf. 199) buyurmuştur. İkincisine, yani uzuvların amellerine dair olan mükellefiyetlere gelince, bu da, Fıkıh ilmi adını almaktadır. Kur'ân, bu ilmin düsturlarını en mükemmel bir biçimde kapsamaktadır.

Beşinci Nev'e, yani Allah'ın isimlerini bilmeye gelince, bu hususta da Cenâb-ı Hak, "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla duâ edin" (A'râf,18o) buyurmuştur. İşte bütün bunların hepsi de, Allah'ı tanıma ile İlgilidir.

Meleklere İman

İman konusunda nazar-ı dikate alınan esaslardan İkinci kısım da, meleklere
inanmaktır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müminlerin hepsi, Allah'a, meleklerine ... iman ederler"(Bakara, 285) buyurmuştur. Kur'ân, bazen kısa, bazen de tafsilatlı bir biçimde, meleklerin sıfatlarının açıklanmasını kapsamaktadır. İcmali açıklama, meselâ Cenâb-ı Hakk'ın, (bu ayette olduğu gibi), "... ve meleklerine ..." Duyurmasıdır.

Ayrıntılı açıklamaya gelince, bu şunlardır:

a) Onların, Allah'ın elçileri olduğuna delâlet eden ifâdeler... Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Melekleri .... elçiler yapan Allah..." (Fatır, ı) buyurmuştur.

b) Bu âlemin görevlileri olduklarını gösteren ifadeler... Cenab-ı Hak, "... sonra iş bölümü yapan melekler ..."(Zâriyat,4), "bir de icra edenler..."(Naziat,5) ve "Saflar bağlayıp duranlara ... yemin ederim ki..." (Saffât. 1) buyurmuştur.

c) Meleklerin, Arşın taşıyıcıları olduğunu bildiren ifadeler... Nitekim Cenâb-ı Allah, "O gün Rabbinin Arşını, üstlerinde bulunan sekiz (melek) yüklenir" (Hakka, 17) buyurmuştur.

d) Meleklerin, Arşın etrafında dönüp dolaştıklarını ifade eden ayetler... Cenâb-ı Hak, "Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arşın etrafını kuşatmışlardır" (Zümer, 75) buyurmuştur.

e) Meleklerin, cehennemin bekçileri olduğunu bildiren ayetler... Nitekim "(o ateşin) üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır..." (Tahrim, 6) buyurulmuştur.

f) Meleklerin, kerîm yazıcılar olduklarını ifâde eden husus... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Halbuki sizin üzerinizde hakiki bekçiler, çok şerefli yazıcılar vardır" (İnfitâr,10-11) buyurmuştur.

g) Meleklerin, takipçiler olduğunu gösteren ifadeler... Cenâb-ı Hak, "Onun önünde, arkasında kendisini... takip eden (melek)ler vardır.''(Ra'd,11)buyurmuştur. Cinlerin ve şeytanların halleri de, meleklerin halleri babında zikredilir.

Kitaplara İman

İmanda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan üçüncü kısım, kitapları tanımaktır. Kur'ân, Hz. Âdem (a.s)'in kitabının hallerini açıklamayı kapsamaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Derken, Adem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyip aldı.." (Bakara. 37) buyurmuştur. İbrahim (a.s)'e verilen sahifelerin hallerinden bahsetmek de, bu kısma dahildir. Nitekim, "... Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince..."(Bakara, 124) buyurulmuştur. Tevrat, İncil ve Zebur'un hallerinden bahsetmek de, yine bu kısma dahildir.

Resullere imân

İmân konusunda, nazar-ı dikkate alınan esaslardan dördüncü kısım, peygamberleri tanımaktır. Allah Teâlâ, bir kısım peygamberlerin hallerini genişçe anlatmış, diğerlerinin hallerini ise, müphem bırakmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onların içinden, sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, sana bildirmediğimiz kimseler de var.." (Mü'min, 78) buyurmuştur.

Allah'ın İnsanlara Emirleri

Beşinci kısım: Mükelleflerin halleriyle ilgili olan kısım olup, bu da ikiye ayrılır:

a) Mükelleflerin, kendilerine yüklenen bu mükellefiyetlerin farz oluşlarını kabul etmeleridir. Ki bu, mevzûbahs, "dinledik ve itaat ettik, dediler" {Bakara,285) şeklindeki ayetinden kastedilendir.

b) Bu ameller sırasında, kendilerinden bir takım kusurlar sâdır olduğunu İtiraf edip, daha sonra da, ilahî bağış talep etmiş olmalarıdır ki, bu da, "Ey Rabbimiz, senin bağışını isteriz.." (Bakara, 286) ayetinden kastedilendir. Sonra, kulluk duraklarındaki kusurları görmenin miktarları,  rubûbiyyetin  izzetini  mütalâa etme nisbetinde artacağından ötürü, kulun "Ey Rabbimiz! Senin affetmeni isteriz" sözü de fazla miktarda olmuştur.

Ahiret Hakkında Bilgi

Altıncı Kısım: Ahiret, öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti bitmek... Ki bu, ayetteki, "Dönüşümüz sanadır" ifadesinden kastedilendir. Bu da, dini talep hususunda, mühim olan birtakım esasların bilinmesi gerektiğine bir işarettir. Kur'ân, bu esasların izahı, tarifi ve açıklaması hususunda, sonu olmayan bir ummandır. Sen, Kur'ân'ın bunları kapsadığı gibi, yerin ne doğusunda ne de batısında bunları kapsayan başka bir kitap göremezsin. Yaptığımız bu tefsiri iyice düşünen herkes, bizim, Kur'ân'ın faziletler denizinin sadece bir damlasından bahsettiğimizi anlar. Durum böyle olunca, pek yerinde olarak Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı "Allah, kelâmın en güzelini ... indirmiştir" diyerek medhetmiştir. Allah, en iyisini bilendir.

 

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 19/172-177
Devamını Oku »

Peygambere Mahsus Sıfatlar



Halîmî, "Minhâc" isimli kitabında şunu söylemiştir: "Peygamberlerin gerek cismânî, gerekse ruhanî kuvvetlerde, mutlaka diğer insanlardan farklı olmaları gerekir. Cismânî kuvvetler, ya müdrike (idrâk eden, kavrayan), yahut da muharrike (hareket ettirici) olur. Müdrike kuvvetler ya zahirî, ya da bâtınî olan nişlerdir.
Zahirî hisler beştir:

a) Görme Kuvveti: Yemin olsun ki Hz. Peygamber (s.a.s)'de bu sıfatın en mükemmel şekli vardı. Bunun böyle olduğuna şu iki şey delâlet etmektedir:

Birincisi: Hz. Peygamber (s.a.s): yeryüzü benim için toplandı ve bana onun doğusu batısı gösterildi"(Müslim,Fiten 19] buyurmuştur.

İkincisi: Hz.Peygamber (s.a.s)"Saflarınızı düzeltin ve sıklaştırın,sağlamlaştırın. Çünkü ben, arkamdan sizi görüyorum" ( Müsned, 3/102,182; Buhâri, Ezan, 71-72.) buyurmuştur.

Bu kuvvetin bir benzeri de, Hz. İbrahim'de vardır. O da, Hak Teâlâ'nın, "Biz İbrahim'e,göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk" (Enam, 75) âyetinde ifâde edilen husustur.

Alimler bu âyeti tefsir ederken, Allah Teâlâ'nın Hz. İbrahim'in görme hissini kuvvetlendirdiğini ve böylece onun melekût âleminin en yücesinden en alt tabakasına kadar görüp müşahede ettiğini belirtmişlerdir." Halimi (r.h) şöyle devam eder: "

Bu uzak görülecek bir ihtimal değildir. Çünkü her gören bir değildir.Rivayet edildiğine göre Zerkâu'l-Yemâme, bir şeyi üç günlük yoldan görebiliyordu.Binâenaleyh, Hz. Muhammed (s.a.s)'in görme kabiliyetinin onunkinden daha kuvvetli olması uzak bir ihtimal değildir.

b) İşitme kuvveti: Hz. Peygamber (s.a.s), bu hususta da insanların en güçlüsü idi. Bunun böyle olduğuna şu İki husus da delâlet etmektedir:

1-Hz. Peygamber (s.a.s), "Sema gıcırdadı; onun gıcırdamaya hakkı var. Semada orada bir ayak koyacak hiçbir yer yoktur ki, orada Allahu Teâlâ'ya secde eden bir melek bulunmasın..."(Tirmizi, Zühd, 9 (4/556);) buyurmuştur. Böylece Hz. Peygamber semânın gıcırtısını duymuştur.

2- Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.s), bir ses duymuş da ve bunun, cehenneme yuvarlanan, fakat cehennemin dibine henüz ulaşamayan bir kaya parçasının çıkardığı ses olduğunu söylemişti. Hafimi, "Felsefecilerin bunu imkânsız görmeleri mümkün değildir.Çünkü, onlar Pisagor'un kendisini eğittiğini, böylece de onun, feleklerin çıkardığı en alçak sesleri dahi duyduğunu kabul etmektedirler.Bu gücün bir benzeri de, karınca kıssasında, Hz. Süleyman için söz konusudur. Nitekim Cenâb-ı Hak bundan bahsederek, "Bir karınca dedi ki: "Ey karıncalar, yuvalarınıza girin" (Neml, 18) buyurmuştur. Böylece Allahu Teâlâ Hz. Süleyman'a karıncanın sözünü duyurmuş ve O'nu bunun mânasına vâkıf kılmıştı. Bu aynı zamanda, anlama kuvvetini de ilgilendirir. Hz. Muhammed (s.a.s) kurt ve deve ile konuşurken de, bu durum kendisi için gerçekleşmiştir.

c) Koklama kuvveti: Bu, Yakûb (a.s) hakkında tahakkuk eden durum gibidir. Çünkü Yusuf (a.s), gömleğinin götürülüp babası Yakûb (a.s)'un yüzüne değdirilmesini söyleyip de kervan Mısır'dan yola çıkınca, Hz. Yakûb, "İnanın ki, (şimdi) Yusuf'un kokusunu duyuyorum" (Yusuf, 94) demiş ve bu kokuyu bir günlük yoldan almış idi.

d) Tatma kuvveti:Bu, Hz. Peygamber (s.a.s), "(Hayvanın) bu kolu, bana kendisinin zehirli olduğunu haber veriyor"(Dârimî, Mukaddime, 11)dediğinde, kendisi hakkında tahakkuk etmiş olan durumdur.

e) Dokunma kuvveti: Bu, Hz. İbrahim hakkında tahakkuk eden şey gibidir. Çünkü Allahu Teâlâ, ateşi onun hakkında serin ve emniyetli kılmıştır. Bunun bir benzeri, ateşte yanmadığı söylenen, hatta bir madde çıkararak ateşi söndürdüğü kabul edilen "semende!" kuşuyla, kızgın çöllerde yürüyen devekuşu'nda müşahede edilirken, bunun olması nasıl imkânsız görülebilir?

Bâtınî hislere gelince, hafıza (ezberleme) kuvveti bundandır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Seni okutacağız da, asla unutmayacaksın" (A’la, 6)buyurmuştur.

Zekâ kuvveti de bunun gibidir. Nitekim Hz. Ali (r.a), "Allah'ın resulü bana bin çeşit ilim öğretti. Ben de bu bin çeşidin her birinden bin çeşit ilim çıkardım" buyurmuştur. Bir velinin durumu böyle olunca, ya peygamberin durumu nasıl olur?

Muharrik kuvvetlere (kuvâ-yı muharrike) gelince, bu, meselâ Hz. Peygamber (s.a.s)'in miraca, Hz. İsâ (a.s)'nın da canlı olarak göğe yükselmesi ve, haberlerde yer aldığı gibi, Hz. İdris ve Hz. İlyas (a.s)'ın göğe kaldırılması gibi şeylerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Nezdinde kitaptan bir (Hm olan, "Ben, göz açıp kapamadan önce onu sana getiririm" dedi" {Neml, 40).

Ruhânî-aklî kuvvetlere gelince, bunun da son derece mükemmel ve son derece berrak olması gerekir.

Bil ki bu konuda sözün tamamı şudur: Nebevî, kutsî nefisler, mahiyetleri itibari ile diğer nefislerden farklıdırlar. Zeka, metânet, asalet, hükümran olma ve cismânî ve şehevî duygulardan berî olma hususlarındaki kemâl, bu peygamber nefislerinin ayrılmaz vasıflarıdır. Çünkü ruh, berraklığın ve şerefin zirvesinde olup, beden de temizliğin zirvesinde bulununca, bu muharrik ve müdrik kuvvetler, alabildiğine mükemmel otur. Zira bu nefisler, ruhun özünden çıkan ve bedene ulaşan nurlara göre akıp giderler. Gerek fail (verici merkez), gerekse kabil (yani, alıcı) ne zaman mükemmelliğin zirvesinde olsalar, onlardan sâdır olan şeyler de aynı şekilde kuvvetli, kıymetli ve hâlis olurlar.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/266-268.

 
Devamını Oku »

Risale-i Nur'da Hüsn ve Kubh



Beşerin iradesi ve sair sıfatları mevcudatın hüsn kubh, büyüklük küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi sıfât-ı İlahiye müteessir olamaz. Sıfât-ı İlahiyeye göre hepsi mütesavidir.(İşarat-ül İ'caz[Y] - 148)

----------

Evet Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ü fesad denilen şu âlemde hüsün, kubh, nef', zarar gibi zıdları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için, vesait ve esbabı vaz'etmiştir. Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Sâni'ini görür ve hakikî Mâlikini bilir.(İşarat-ül İ'caz - 180)

----------

Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. (Sözler - 276)

----------

Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş'et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayr ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır. (Muhakemat - 40)

----------

Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık hilkat-i kâinatta cüz'îdir. Maksud değil, tebaîdir ve dolayısıyladır. Yani meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikatı çok hakikatlara inkılab etmek için çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi cüz'î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halkedilmiş.

İşte kâinatta hakikî maksad ve netice-i hilkat istikra-i tamme ile isbat ediyor ki; hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksud onlardır. (Hutbe-i Şamiye - 39)

----------

Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; ve şerr ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur.
(Lemalar - 331)

----------

Kâinatın iki ciheti var, âyinenin iki vechi gibi. Biri mülk, biri melekûtiyet. Mülk ciheti ezdadın cevelangâhıdır. Hüsn kubh, hayr şer, sıgar kibr gibi umûrun mahall-i tevarüdüdür. Onun için vesait ve esbab vaz'edilmiş, tâ dest-i kudret zahiren umûr-u hasise ile mübaşir olmasın. Azamet, izzet öyle ister. Hakikî tesir verilmemiş, vahdet öyle ister.

Melekûtiyet ciheti ise, mutlaka şeffafedir. Teşahhusat karışmaz. O cihet vasıtasız Hâlık'a müteveccihtir. Terettüb, teselsülü yoktur. İlliyet ma'luliyet giremez. İ'vicacatı yoktur. Avaik müdahale edemez. Zerre şemse kardeş olur.

Kudret hem basit, hem nâmütenahî, hem zâtî, mahall-i taalluk-u kudret hem vasıtasız, hem lekesiz, hem isyansızdır. Büyük küçüğe tekebbürü, cemaat ferde rüchanı, küll cüz'e nisbeten kudrete karşı fazla nazlanması olamaz.(Sünuhat - 20)

Said Nursi r.h

 

 
Devamını Oku »

Varlık-Bilgi İlişkisi



en-Nesefî

Necmuddin Ömer b. Muhammed en-Nesefî (ö. 537/1142), Ebû'l-Yusr Pezdeyi'nin öğrencisidir. Tefsir, hadis, fıkıh, akaid ve kelam tahsil etmiş ve bu dallarda çeşitli eserler kaleme almıştır. En ünlü eseri, el-Akaid'dir. Bu eserin birçok şerhi vardır. En muteber şerhi Teftazani'nin Şerhu'l-Akaid’dir. Bu şerhin de pek çok haşiyesi ya­pılmıştır. Akaid metin, Ebû'l-Mu'in Nesefinin Tabsıra fihristi gibidir. Her şeyden önce eserinin başında ilim ve varlık konularına yer vererek diğer meselelere giriş yaptığı için şerhleri ile birlikte asırlarca medreselerde temel eserlerden biri olarak okutul- muştur. M. Watt'ın, -sadece Arapçada olanların başlıcaları olarak- Brockelmann'a dayanarak verdiği bilgiye göre, "bunun bir düzine kadar şerhi, otuz kadar haşiyesi (Teftazani tarafından yapılan şerh üzerine) ve bunlardan biri üzerine yapılmış yirmi kadar haşiyenin haşiyesi" vardır.

Kâtip Çelebi, Akaid'in Ömer b. Mustafa tarafından manzum hale getirilip bizzat kendisi tarafından şerhedildiğini ve son olarak Celaleddin Suyûtî (ö. 911/1505) ve Aliyyu'l-Kârî (ö. 1014/1606) tarafından da Teftazani şerhinde geçen hadislerin tahriç edildiğini kaydeder. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla eser, Amasyalı Taci Bey-zâde Sa'di Çelebi tarafından Arapça manzum hale getirilerek Sultan II. Bayezid'e (1481-1512) ithaf edilmiştir. Bundan başka Sultan İbrahim (1640-1648) adına, ismini vermeyen bir zat tarafından meâlen bir tercümesi de yapılmıştır. Akaid daha sonra, Şeyh M. Nuru'l-Arabî (Ö.1889) tarafından Selânik-Usturumca'da kısa açıklamalarla tercüme edilmiş ve Şahkulos-zade Ömer Efendi tarafından basılmıştır.(2)

Teftazani'nin bu Akaid metnine yazdığı şerhin bizde birçok tercümesi bulun­maktadır. Sırrı Giritli'nin Tuna mektupçuluğunda bulunduğu bir sırada hazırladığı bir tercümesi vardır. Araştırabildiğimiz kadarıyla kataloglarda kaydına rastlayamadığımız ve kütüphanelerin tozlu raflarında beklemiş Akaid Tercümelerinden biri de, Trabzon İl Halk Kütüphanesi'nde yazma eserler arasından yayın dünyasına sundu­ğumuz eserdir.(3)

-----------

Ehl-i Hakk dedi: Yani hakk olan i'tikâd ve ashâb dedi: Cemi’ eşyanın ha­kikatleri vardur. Meselâ insan, at ve koyun; yer ve gök gayriler gibi. Dahi cemi’ eşyânun hakikatlerini bilmek mütehakkakdur. Yani bilinmişdür. Bu kavil, Sofestâiyye'nin kavline muhâlifdür. Anlar dirler ki cemi’ eşyâ, evhâm ve hayâlât-ı bâtıl(a)dur; aslı yokdur.

Mahlûkât içün bir şeyi bilmenün sebebleri üçdür, yani yaradılmışlar, eşyâdan bir şey’i bilmek murâd eyleseler üç sebeb ile bilürler. Evvelkisi havâs-ı selimedür. Yani âfetlerden ve marazlardan sâlim olan havâsdur. İkincisi ha- ber-i sâdıkdur. Yani gerçek olan haberdür. Üçüncisi akıldır. Hâsseler beşdür: Evvelkisi kulak ile işitmekdür. İkincisi göz ile bakmakdur. Üçüncisi burun ile kokmakdur. Dördüncisi ağız ile tatmakdur. Beşincisi teni ile dokunmak.

Ancak bu beş hâsseden her biri ile şol şey üzre ıttıla’ olunur ki hâsse vaz’ olundu, yani halk olundu, ol şey içün halk olundu. Yani kulak ile yalnız sesler bilünür; gayri şeyler bilinmez. Göz ile yalnız aydınluklar ve renkler bilünür; yeşil, kırmızı ve beyaz gibi. Ve güzellikler ve çirkinlikler ve bazı şeyler dahi bilünür ve ğayri şeyler bilinmez. Burun ile kokularun güzeli ve çirkini bilünür, gayri şeyler bilinmez. Ağız ile tatlular ve ekşiler ve tuzlular gibi şeyler bilünür, ğayri bilinmez. Beden ile ısıcaklar ve soğuklar ve yumu­şaklar ve pekler ve yaşluklar ve kurıluklar bilünür, ğayri nesneler bilinmez.

Yani gerçek haber iki nevi’ üzredür, yani iki dürlüdür: Mütevâtir olan haberdür. Yani haber-i mütevâtir lisanları üzre sâbit olan haberdür ki ol cemâatun yalan söylemek üzre ittifak itmelerini akıl câiz görmez. Yani ol cemaatun çokluğından ötüri bunlarun virdüği haberi akıl yalandur, demez. Belki bu haber gerçektür deyü hükm ider, şüphe itmez. Bu haber-i mütevatir ilm-i zarurîyi, yani şüphesiz ilmi ifade ider. Geçmiş zemanlarda gelüb geçen padişahlara ilim gibi.

Meselâ Selatîn-i Osmaniyye’den bizden evvel geçen padişahlarun (Allah kendilerine rahmet ve vârisleri, sultânımız sultânu’l-a’zam, halifetulllahi ve zilluhu Teâlâ ale’l-âlem, es-Sultan Süleyman Han es-sâni el-velî’yi muammer eylesin) her biri dâr-ı fenâye gelüb fi sebi- li’llâhi Teâlâ cihâd ile tevsi’-i bilâd-ı İslamiyye idüb din u devlet hizmetinde bezl-i mechûd ve sa’y-i nâ-mahdûd itdüklerini bu zamanda bulınanlar eğerçi görmediler, lâkin gündüzi şüphesiz gündüz bildükleri gibi bildiler, asla şüpheleri yokdur. Zira bir mertebe çok kimesneler anlarun geldüklerini ve din u devlete bu kadar hizmet itdüklerinden haber virmişlerdür ki ol mikdar çokluk olan kimesneler hakkında âkil olan, bu cümle yalan söylerler, dimek ihtimali yokdur. Dahi uzak olan şehirlere ilim gibi. Meselâ Bağdad’ı ve Bas­ra’yı görmeyenler asla şüphe itmeksizin bu iki şeher var idüğin bilürler. Zira yukaruda zikrolunan gibi ziyade çokluk kimesneler bu iki şeher var idüğin haber virmişlerdür.

Haber-i mütevatirün ikinci nev’i, peygamber olanun haberidür. Öyle yganıber ki risâlet ve nübüvveti mu’cize ile sabit ola. Haber-i rasûldelil evkîle hâsıl olan ilmi isbât ider. Haber-i rasûl ile sâbit olan ilim, bedâhet ile âbit olan ilme müşabih olur, yani benzer; yani yakîn hâsıl olmada. Ya’ni ol haberi işiden, yalan olmamasına (olmasına!) ihtimal virmez. Dahi sâbit olup zâil olmamada, yani ol haberi işiden gerçek idüğine bir mertebe i’tikad ider ki ba’zı kişiler gelüb yalandur deyü işiden kişiyi i’tikadından döndermek murad eyleseler i’tikadı üzre sâbit olub o i’tikadından dönmez.

Akıl ilme sebebdür. Ya’ni bir nesneyi bilmeğe sebebdür, havâss-ı selime, dahi haber-i sâdık ilme sebeb olduğu gibi. Akıl, sebep olduğu ilimlerden fikr itmeksizin sâbit olan ilim, ol ilm-i zarûrîdür.

Her nesnenin küli cüz’inden a’zam, yani büyük idüğine ilim gibi. Külden murad her şey’ün bütünidür. însanun kendüsi gibi. Cüzden murad her nes­nemin parçalaridür. Dahi insanun yalınız eli ve yalınız ayağı gibi. İmdi her âkil fikr itmeksizin ibtidâda bilür ki insanın bitüni yalınız başından büyük- dür ve yalınız elinden büyükdür. Asla şüphe eylemez. Akıl, sebeb olduğu ilimlerden delil getürmeğile sâbit olan ol ilim kesb ile hasıldur. Zira sebebi olan deliline teşebbüs ile hâsıl oldı. Kesb dimek kişi ihtiyârile bir nesnenün sebebine teşebbüs itmekdür. Yani Allah Teâlâ tarafından bir kulun kalbine bir ma’nanun konulması, kul sebebine teşebbüs itmeksizin. Şey’ün sıhhati olanlar katında, hasıl Ehl-i hak dirler ki bir şey’ün eyüliği, ya kemlüği, ya olduğı ya olmadığı kul tarafından bilmeğe çalışmaksızın Hak Teâlâ tarafından kulun kalbine gelse kul ol nesneyi bilmiş olmaz.

Allah Teâlâ’dan ğayri ne kadar varlık sahibi olanlar var ise cümlesi. Alem, cemi’ eczâsile insan ve hayvan ve yer ve gök ve ğayriler gibi, evvel yoğiken sonra var olmişdur. Zira âlem, bazısı a’yândur ve bazısı a’râzdur. Yani a’yân- şol nesnedür ki anın içün kendü ile durmak vardur. Yani bir mekânda turmasında ğayrinün turmasına muhtaç değildür. Meselâ insan bir mekânda kendüsi turur. 0l mekânda ğayrisinün turmasına muhtaç değildür. Bi-zatihi kâim olan âlem, ya iki cüzden, yani iki parçadan ziyâdeden yapılmışdıır. Bu mürekkeb olan cisimdim Yahut eczâdan mürekkeb değildür. Cevher gibi. Cevher, kısmet kabul itmeyen cüzdür, yani bu cüz asla (...) ölünmeğe mecâl yokdur. Her cisim böyle cüzlerden mürekkebdür.

’Araz kendü ile durmayandır. Belki ’araz ğayr ile durur. Yani ’araz ol nesnedür ki bir mekânda turmasmda ğayrinün ol mekânda turmasına muh­taç ola. Meselâ beyazlık bir ’arazdım; anun bir mekânda turması beyaz olan cismun ol mekânda turmasına muhtaçdur. Mademki beyaz olan cisim ol mekânda turmaya, beyaz kendüsi yalınız ol mekânda turamaz. ’Araz, hâdis ve peydâ olur; cisimlerde ve cevherlerde peydâ olur. 'Arazun misali renkler gibi. Yani beyaz ve siyah, kırmızı ve yeşil ve sarı gibi. Dahi kevnler gibi.

Ekvân dörtdür: Biri ictimâdur; birkaç nesnemin bir yere gelmesine dirler. Biri dahi iftirâkdur; bir yere gelen şeylerün biri birinden ayrılmasına dir­ler. Biri dahi hareketdür; bir mekândan bir mekâna gitmeğedirler. Bir dahi sükûndur: bir yere durmağa dirler. Dahi ta’amlar gibi. Ta’am, Türkice tad dimekdür. Tokuz dürlüdür: Birisi tatlulıkdur, İkincisi ekşilikdür, üçüncisi tuzlulıkdur, dördünci yağlılukdur, beşinci kamaşduricilikdür, altıncı buruş- turicilikdür, yedinci yakıcılıkdur, sekizinci tatsızlıkdur, tokuzuncu acılıkdur. Dahi kokular çok dürlidür.

Arab-zâde Abdulvehhâb Efendi 1999. Nesefi Akaidi Tercümesi, yay. Osman Karadeniz, İzmir, s. 21-30.

Dipnotlar:

(2)- Öte yandan bazı müellifler, Kazanlı Mercani'ye (v.1889) ait bir “Nesefi Akaid”i şerhinin bulundu­ğunu zikrederler. Öyle görülüyor ki burada bir karıştırma söz konusudur. Fakat Nesefı Akaidi’nin, diğer birçok ülkede olduğu gibi, Teftazani şerhi ve bunun haşiyeleri ile birlikte Kazan’da da ta­nınmakta olduğunu biliyoruz. Nitekim orada da söz konusu Teftazani'nin Akaid Şerhi, hamişinde İs&m Haşiyesi ile (Kazan,1897); Haşiye-i Kesteli hamişinde Hayali ve Ramazan Efendi ile (Kazan. 1898) tarihlerinde basılmıştır.

(3)- Metnin yazılış tarihi, 27 Safer 1195 (22 Şubat 1781)'dir. Kitabın, sonundaki kayıttan (ve aşağıda aynen aktardığımız, eserin başında bilgi vasıtaları-haber bahsinde adının zikredilmesinden) an­laşılacağı üzere, II. Süleymana (1642-1691) okutulduğuna bakılırsa, bu tarihten en az yüz sene kadar önce tercüme edilmiş olduğu ortaya çıkar. Bu bakımdan eser, Sultan İbrahim'e sunulan yazan belirsiz nüshadan yaklaşık 50 yıl sonra tercüme edilmiş, yazan belli en eski tercüme-şerh mahiyetinde olması bakımından orijinal sayılabilir.

 

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı
Devamını Oku »

Allah’ın Fiilleri Hakkında

 Kâdı Beydâvi


Üstad şöyle dedi: “Kulların fiilleri, bütünüyle Allah’ın kudreti ile vuku bulmakta ve onun yaratmasıyla olmaktadır”. Kâdı ise şöyle dedi: “Onların ta’at ve ma’siyyet oluşu kulların kudretiyledir.” İmamu’l-Haremeyn (Cüveyni) (ve Ebu’l-Hüseyin) ve filozoflar ise şöyle dediler: Onlar, Allah Teâlâ’nın kulda yarattığı bir kudretle vuku bulmaktadır. Üstad (Ebu İshak İsferayini) da şöyle dedi: “Fiilde müessir olan, Allah Teâlâ’nın ve kulun kudretlerinin bir araya gelmesidir.” Mutezilenin cumhuru da şöyle dedi: Kul fiilini kendi seçimiyle (ihtiyar) ortaya koyar. Bu birkaç yönden reddedildi:

Birincisi, eğer, fiilin terki, filin halini imkânsız kılıyorsa, bu takdirde kul, cebir altında olur; muhtar olmaz. Aksi takdirde, kulun fiili terki, teselsülü red için, kendi dışında zorunlu bir tercih ediciye ihtiyaç duyar; bu durumda da cebir gerekir.

İkincisi, şayet kişi fiilini kendi ihtiyarıyla ortaya koyarsa, bu takdirde onun ’tafsilat’ını bilir; bunu bilince de, yavaş harekete dâhil fasılaları (sekenat) ihata eder ve onların aralarını bilir.

Üçüncüsü, eğer kişi tercih eder ve kendi muradı Allah’ın muradıyla çatışırsa, onu bir araya getirmek veya kaldırmak veya müreccihsiz tercih gerekir. Onun kudreti, her ne kadar kuşatıcı olsa da, bu durumda eşittir.

Bu konuda akli ve nakli delil olarak getirdiler.

Birincisi şudur: Kul, muhtar olmazsa, bu takdirde sorumluluğu (teklif) doğru olmaz. Ve onun müşterek olduğu kabul edildi; zira sebeplerin eşit gelmesi durumunda, emredilen şeylerin sebeplerinin tercih edilmesi imkânsızdır; üstünlüğü anında vacibtir. Eğer vukuu malum ise, vukuu gerekir; eğer vuku bulmayacağı malum ise, bu takdirde imkânsız olur. Bununla beraber Allah Teâlâ, yaptığından sorumlu değil (onlar sorumludur).

İkinciye gelince, birkaç yönüyledir: Birincisi: Fiilleri kullara izafe eden ve kendi isteklerine (meşiet) bağlayan ayetlerdir. Allah’ın şu sözü gibi: “Vay o kimselere ki kitabı kendi elleriyle yazıyorlar” (Kur’ân 2: 79), “Onlar sadece zanna tabi oluyorlar” (Kur’ân 6: 116; Kur’ân 10: 66), “Bir topluluk kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe…” (Kur’ân 13: 11)… Allah’ın şu sözleriyle buna karşı delil getirildi: “Allah her şeyin yaratıcısıdır” (Kur’ân 39: 62), “Sizi ve yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır” (Kur’ân 37: 96)…

İkincisi: Va’d ve va’idi, medih ve zemmi içine alan ayetlerdir ki bunlar sayılmayacak kadar çoktur. Saadet ve şekavetin daha önce kendilerine yazıldığı tabiatlardır (cibilliyet), şeklinde kabul edildi. Ameller işaretlerdir; sevap ve ikab, zaruri işlerden değil, maruf şeylerden olması yönüyle onlara göre düzenlenir.

Üçüncüsü, peygamberlerin (as) günahlarını itiraf etmeleridir. Allah Teâlâ’nın Âdem’den: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.” (Kur’ân 7: 23), Hz. Yunus’tan: “Seni tesbih ederiz, ben zalimlerden oldum.” (Kur’ân 21: 87), Hz. Musa’dan: “Ey Rabbim! Ben kendime zulmettim.” (Kur’ân 27: 44) hikâye ettiği ayetler gibi. Buna da Allah’ın şu sözü ile itiraz edildi: “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değil; onunla dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirirsin.” (Kur’ân 7: 155).

Dördüncüsü, Allah Teâlâ’nın fiillerinin, zulüm, ihtilaf, çelişki gibi kulların fiillerinin sıfatlarıyla nitelendirilmeyeceğine delalet eden ayetlerdir. Allah’ın şu sözleri gibi: “Allah zerre kadar haksızlık etmez” (Kur’ân 94: 40), “Rabbin kullara zulmedici değildir” (Kur’ân 41: 46), “Biz onlara zulmetmedik” (Kur’ân 11: 101), “Eğer Allah’tan başkası tarafından olsaydı, orada pek çok çelişkiler bulurlardı” (Kur’ân 4: 82), “Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk (tefavüt) göremezsin” (Kur’ân 67: 3).

Kâdı Beyzâvî 1991. Tavali’u’l-envar, tahkik: Abbas Süleyman, Beyrut, s. 197–200.
Çeviren: Osman Karadeniz

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Akıl-Nakil İlişkisi:el-Gazzâlî ve İmam Maturidi

 

el-Gazzâlî


Selçuklu Sultanı Alparslan (ö. 465/1072)’ın saltanatı ele geçirerek Mutezile taraftarı olan vezir Muhammed b. Mansur el-Kunderî (ö. 455/1063) yerine Nizâmu’l-Mülk’ü (ö. 485/1092) tayin etmesi Eş’ariyye’nin daha da canlanmasına ve süratle yayılmasına yol açmıştır. Nizâmu’l-Mülk kuvvetli bir Eş’arî taraftarı olduğu gibi, ilme ve ilim adamlarına da büyük değer veren bir kişiydi. Cüveynî (ö. 478/1085) ve Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi Eş’arî ekolüne mensup büyük âlimler, onun destek ve yardımlarına mahzar olup Bağdat ve Nişabur’da kurduğu Nizâmiye medreselerinin başına getirilmişlerdir. Böylece Eşarîlik devletin resmî mezhebi haline gelmiştir.

Ebû Hamid Muhammed el-Gazzâlî, 473 tarihinde Nisabur Nizâmiyye’sinde Cüveynî’nin öğrencisi oldu. Burada mantık, kelam ve felsefe okudu. 484’te vezir tarafından Bağdat Nizamiyye Medresesi’ne müderris olarak tayin edildi. Çoğu eserlerini bu yıllarda kaleme almıştır. Daha sonra, Nizâmülmülk ve Melikşahın ölümü üzerine, yerini kardeşi Ahmed’e bıraktı; bundan sonra toplumsal ve ahlaki yozlaşma sebebiyle İhyau ’ulumi’d-din’i yazmaya koyuldu. En önemli eserleri şunlardır: el-İktisad fi’l-İ’tikad, Kavâidu’l-Akaid, İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, el-Munkız mine’d-Dalal, Faysalu’t-Tefrika, Fedaihu’l-Batınıyye.

Kelam İlmi, Gazzâlî ile muhteva ve metod bakımından bir gelişme kaydetmiştir. Mantık metodu, Cüveynî ile kelama girdi. Gazzâlî de, hocası gibi, Bakıllanî tarafından kabul edilen ’in’ikâs-ı edile’yi (=Delil geçersiz olursa delillendirilen şey de geçersiz olur) reddederek aynı yolu tuttu. Onun için mantık kurallarında reddedilecek bir husus yoktur. Gazzâlî felsefeyi tetkik ederek felsefî ilimlerin temeli olan mantık ilminin İslamî ilimler için de gerekli olduğu kanaatine varmıştır. Mantık ilmine dair Mi’yaru’l-İlm ve Mihakku’n-Nazar isimli iki eser yazmış ve “mantık bilmeyenin ilmine itibar edilmez” diyerek daha önce dikkate alınmayan bu ilmin vazgeçilmez olduğunu ortaya koymuştur.

--------

İlk bakışta, zahiren akıl ile nakil arasında bir çelişki görülebilir. Bundan dolayı konu ile meşgul olanlardan bazıları, nazarlarını sadece nakil yönüne; diğer bazıları ise akıl tarafına çevirmişlerdir. Ayrıca akıl ile nakli cem’ ve uzlaştırmak isteyenler de vardır. Bu orta yolu tutanlar şu kısımlara ayrıldılar: Aklı asıl, nakli ona tabi kılanlar ve aksine nakli esas alıp aklı ona tabi kılanlar ve nihayet her ikisini esas alıp iki grup arasında telfik ve uzlaştırmaya çalışanlardır. Bu takdirde bunlar beş fırkaya ayrılır:

1. Nazarlarını sadece nakle hasredenler. Bunlar bu yolun birinci basamağında kalmış, mesmu’un (naklin) zahirinden ilk anladıklarıyla kani olmuşlar, nakli olduğu gibi tasdik etmişlerdir. Onlara naklin zahirindeki çelişki ileri sürülüp tevile zorlanacak olurlarsa, bu işten kaçınırlar ve şöyle derler: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela, “şeytanın şahsı, aynı zamanda iki ayrı mekânda farklı surette nasıl görülebilir?” dendiği vakit, bu Allah’ın kudretinde olmayacak bir iş değildir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. Bunlar nerede ise şöyle diyeceklerdir: Bir kişinin aynı halde iki mekânda bulunması Allah’ın gücü dâhilindedir.

2. Bunlar, birinci grubun karşısında, tamamiyle onlardan uzaklaşarak nakle ehemmiyet vermeden nazarlarını yalnız akla çevirmişlerdir. Dinde kendi (akıl)larına uygun olanı duyduklarında onu kabul ederler; akıllarına uygun gelmeyen konuda ise peygamberlerin böyle tasvir ettiğini iddia etmişlerdir; zira onların avam seviyesine inmeleri gerekiyordu…

3. Bunlar, aklı asıl kabul ederek ondan geniş anlamda söz etmişler; nakle iltifat etmemişlerdir.

4. Bunlar, nakli asıl kabul ederek mümareselerini ona yoğunlaştırmışlar.

5. Bunlar, mutavassıt bir fırka olup akıl ve nakil arasındaki konuları cem’eder; bunlardan her birini mühim asıl kabul eder ve nihayet akıl ile naklin çelişmesini de inkâr ederler.

İmdi, aklı yalanlayan, şüphesiz nakli de yalanlamış olur. Çünkü naklin doğruluğu ancak akılla bilinebilir. Şayet akli delilin doğruluğu olmasaydı, nebi ile mütenebbi (hak ile yalancı peygamber) ve doğru ile yalancı kişi arasındaki farkı bilemeyecektik. Akıl, dini nasıl yalanlayabilir; din ancak akılla sabit olabilir.

İşte (akıl ve nakle lâyık oldukları değeri veren) bu son fırka, en sağlam metodu benimsemiş hak ve hakikat ehlidir…

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid 1988. Kanunu’t-te’vil (Mecmu’ Resail el- İmam el-Gazzalî), Beyrut, s. 123–126.
Çeviren: Osman Karadeniz




Akıl - Nakil İlişkisi:

İmam Maturidi

Maturidilik, çok genel anlamda bahsedilecek olursa, Eşariliğe göre aklı biraz daha ön plana alan bir mezheb olarak kabul edilmiştir. Aklın prensiplerinin kullanılması konusunda Mutezile’ye yakındır. Allah’ı bilme, ilahi fiillerde hikmet-sebep arama ve eşyanın tabiatındaki iyi-kötüyü (hüsun-kubuh) tesbit etme gibi meselelerde akıl tam yetkilidir. Mâturîdî, akılla nakli anlama noktasında, aşırılığa kaçmadan orta yolu izler. Ona göre de akıl, kendisine son derece güvenebileceğimiz bir bilgi vasıtasıdır. Kendileriyle eşyanın hakikatlerine ulaşabildiğimiz yollar, ’ıyan (duyular), haber ve nazardır (tefekkür). Duyular ve haberle elde edilen bilgilerin sıhhatini tayinde akla şiddetle ihtiyaç vardır.

Mâturîdî, vahyi anlamada şu metodu izler: Muhkem ayetler, manaları açık ve kolayca anlaşılır ayetlerdir. Müteşahih ayetler ise, anlaşılması zor, bu sebeple de üzerinde ihtilaf edilen ayetlerdir. Burada yapılması gereken, manası açık olanlara kıyasla kapalı olanları anlamaya çalışmaktır. Bunu yaparken de Kur’ân’ın ruhundan ayrılmamak esastır.

--------------

İnsanların mezheplere ve dinlere bağlanma hususunda farklı tutumlar sergilediklerini, din benimsemekte ayrılığa düştükleri halde herkesin kendisinin tuttuğu yolun hak, diğerinin ise batıl olduğu noktasında ittifak ettiğini görmekteyiz…

Bütün insanların, üzerinde birleşecekleri dinlerinin ve sığınacakları temellerinin bulunması gerekli olduğuna göre, bilinmelidir ki dinin öğrenilmesinde başvurulacak vasıtalar iki olup biri nakil, diğeri de akıldır. Nakil ve haber, hiçbir topluluğun güvenle uygulamaktan ve başkalarına da tavsiye etmekten müstağni kalamayacağı yöntemlerden biridir. Öyle ki nesnelerin mevcudiyetini ve gerçekliğini benimseyen(ler) bir yana, bütün gruplarıyla sofistler bile diğerleriyle aynı kanaati paylaşmaktadır...

Dinin öğrenilmesinde başvurulacak akıl vasıtasının izahına gelince, evrenin sadece fena bulmak için vücut bulmuş olması hikmete uygun değildir; aklı yerinde olan herkesin, davranışlarıyla hikmet yolundan ayrılması da ona yakıştırılamayacak bir husustur. Şu halde aklın da bir parçasını oluşturduğu evrenin yaratılmış olma ihtimali söz konusu olamaz. Kanıtlanan bu gerçek, evrenin, fenaya maruz kalmak için değil, süreklilik arzetmek için yaratıldığını gösterir…

Yararlı olan şeylerin, ayrıca hakkın ve güzelliklerin zıtlarından ayrılarak bilinmesini sağlayan vasıtalar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları meşruiyeti zihninde sübut bulan şeyle kişinin amel etmesi gerekir derken bazıları da şöyle demiştir: İnsan bilginin kaynağını kavramaktan acizdir, o sadece kendisine ilham olunan şeyle amel etmelidir, çünkü bu, evrenin yönetimine sahip bulunan Allah’tan gelmektedir.

Bu iki husus bilgi vasıtası olmaktan uzaktır. Çünkü dinler arasında tezat ve tenakuz noktalarının mevcudiyeti açıktır; hem de her din salikinin kanaatine göre kendisi haklıdır. Doğru bilgi vasıtası olan bir şeyin bu fonksiyonu işlemesi imkânsızdır, çünkü bu durumda (kişi zihninde) yanlışa bizzat doğrunun şeklini giydirmektedir...

Nesne ve olayların gerçekliklerinin (hakaiku’l-eşya) bilinmesine götüren yollar idrak, haberler ve istidlalden ibarettir.

İdrak duyular yoluyla oluşur. Bu zıddı olan bilgisizliğin bahis konusu olamayacağı bilginin temel vasıtasını teşkil eder…

Haberler iki nevidir, bunların her ikisini de inkâr eden önceki gruba katılmış olur. Çünkü o, bir haberden ibaret bulunan kendi inkârını da benimsememiş olur, yani reddi sırasında kendi inkârını da reddetmiş durumuna düşer.

Akılların tek başına kavrayamadığı iyiliklerle kötülüklerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak algılayanların “konuşması” ve diğerlerinin de kulak verip “dinlemesi” ile mümkün olur…

Diğer bir haber de vardır ki ilim gerektirmede ve rahmet peygamberinden gelen bir hak olduğuna şehadet etmekte bu dereceye ulaşamaz. Onunla amel etmek veya hiç dikkate almamak gibi ki alternatif söz konusudur…

Akıl yürütme yoluyla bilgi edinmenin gerekliliği birkaç esasa dayanır. Onlardan biri gerek duyu gerek haber yoluyla bilgi edinirken istidlale olan zaruri ihtiyaçtır…

Belirtmeliyiz ki akıl yürütmeyi inkâr eden kimsenin elinde, onu reddetmek için akıl yürütmekten başka bir kanıt yoktur. Bu da istidlalin gerekliliğinin bir delili olmuştur, demektir ki kendisini bertaraf etmenin yolu yine kendisidir…

el-Mâturîdî, Ebû Mansûr 2002. Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara: İSAM, s. 3–4, 9-14.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

İman-İslam ve Amel Meselesi

 




İslam Kelamında en çok tartışılan konulardan biri de İman- İslam, dolayısıyla amelin imandan bir cüz/parça olup olmaması konusudur. Ebû Hanife’ye göre amel imandan bir cüz değildir; bu nedenle de imanda artma ve eksilme söz konusu değildir. Netice olarak, iman eden aynı zamanda Müslümandır; Müslüman olan da mümindir.

Aşağıdaki metinde bu husus delilleriyle açıkça ele alınmış ve önemli noktalara değinilmiştir.

İman dil ile ikrar ve kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar iman olmaz. Eğer sadece ikrar ile iman olsaydı münafıkların tümü inanmış olurlardı. Aynı şekilde bilgi de tek başına iman olmazı. Çünkü bu şekilde iman olsaydı, ehl-i kitabın tümü inanmış olurlardı. Halbuki Yüce Allah münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur: “Allah münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir” (Kur’ân 63: 1). Cenab-ı Hak ehl-i kitap hakkında ise şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” (Kur’ân 2: 146).

… İman: Tasdik, marifet, yakin ve ikrardan oluşur. İslam ise: Kulun, Allah’ın kendi rabbi olduğunu ikrar etmesi, O’na yakin derecesinde bağlanması ve Allah’ın, rabbi olduğunu bilmesidir. Bunlar (lafız olarak) farklı isimler olup manaları birdir, o da “iman”dır. İslam ise teslim olma ve Yüce Allah’ın emrine boyun eğme manasına gelir.

… İman ile İslam her ne kadar lafız yönünden ayrılırlarsa da İslamsız iman ve imansız İslam olmaz, bu ikisi sırt ve karın gibidir. Din ise iman, İslam ve şeriatların hepsine birden verilen bir isimdir…

İnanan gerçekten mümin, inkârcı da gerçekten kâfirdir. Küfürde şüphe olmadığı gibi imanda da şüphe yoktur. Çünkü yüce Allah: “Onlar gerçekten mümindir” (Kur’ân 8: 4) ve ayrıca “Onlar gerçekten kâfirdir” (Kur’ân 4: 151) buyurmuştur… Kişinin “Ben gerçekten müminim” demesi ve imanında şüphe etmemesi gerekir…

Kim, “Ben inşallah müminim” derse veya kendisine “Sen mümin misin?” diye sorulduğunda “Allah bilir” şeklinde cevap verirse, münafık değildir, fakat imanında şüphe taşımaktadır. Böylesine şöyle söylenmelidir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ve melekleri Peygamber’e salat getirirler. Ey iman edenler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verir” (Kur’ân 33: 56)…

Amel imanın gayrı, iman da amelin gayrıdır. Zira Allah Teâlâ Hz. Muhammed’i (sav) insanları İslam’a davet etmesi için göndermiştir. O da insanları, Allah’tan başka ilah olmadığına, bir olduğuna şehadet etmelerine ve O’dan getirdiklerine ve O’ndan getirdiklerini kabul etmeye çağırdı. Bu davet üzerine İslam’a giren mümin sayılmış ve şirkten uzak kalmıştır. Böylesinin malı ve canı güvence altına alınmıştır ve Müslümanlara tanınan hak ve saygınlık kendisi için de tanınmıştır… Daha sonra iman ehli için bazı farzlar konuldu. Bu farzların gereği inanılması hem de yapılması şemlin olmuştur. Bu nedenle Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuştur: “İman eden, Salih amelde bulunan, namaz kılan ve zekât verenler…” (Kur’ân 2: 277). “Allah’a iman edip Salih amel işleyenler…” (Kur’ân 64: 9; 65: 11) ve Kur’ân’dan mevcut bulunan bazı ayetler. Buna göre amel işlemeyen tasdiki kaybetmiş olmaz, ancak amelsiz bir tasdiki elde etmiş bulunur…

Eğer Allah’ın emrettiklerinin tümünü yapmak ve yasak ettiklerinin tümünden kaçınmak din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut yasaklarından herhangi birini işleyen kimse Allah’ın dinini terk etmiş ve küfre düşmüş olur. Bu durumda da kâfir olan kişinin Müslümanlarla kendi arasında cereyan etmiş olan nikâh, miras, cenazesine katılma, kestiklerini yeme ve benzeri hususlar ortadan kalkardı. Çünkü Allah bu hususları, müminlerin arasında can ve malların korunup haram kılınmasının sebebi olan iman dolayısıyla gerekli kılmıştır. Ancak hukuki bir durumun ortaya çıkması müstesnadır.

Yüce Allah müminlere farzları, dinî kabul etmelerinden sonra emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden kullarıma namaz kılmalarını söyle” (Kur’ân 14: 31). “Ey iman edenler oruç size farz kılındı” (Kur’ân 2: 183)… Eğer bu farzlar bizatihi iman olsaydı; Allah, onları yapmadan önce kullarını mümin olarak isimlendirmezdi. Yüce Allah imanı amelden ayırmış ve şöyle buyurmuştur: “ İman eden ve Salih amel işleyenler…” (Bu ifade ile pek çok ayet var)… İşte Allah bu örneklerde imanı amelin gayri kılmıştır. Müminler, Allah’a iman ettikleri için namaz kılıyor, zekât veriyor, oruç tutuyor… yoksa namazlarını kılmalarından, zekâtlarını vermelerinden… dolayı iman etmiyorlar. Yani onlar önce iman, sonra amel ediyorlar…

Gök ve yer ehlinin imanı artıp eksilmez… İmanın eksilmesi ancak küfrün artması ile; onun artması da ancak küfrün eksilmesi ile düşünülebilir. Bu durumda bir kişinin aynı anda hem mümin, hem kâfir olması nasıl mümkün olur?..

Mademki iman amelden hayrıdır ve artıp eksilmez, öyle ise bizim imanımız meleklerin ve peygamberlerin imanına denktir…

Beyazizade 2000. el-Usulu’l-münife li’l-İmam Ebi Hanife, terc. İlyas Çelebi, İstanbul: M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları, s. 119–120, 125–131.

 

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Malumat ve Mevcudat Hakkında

 




Kâdı Ebû Bekir el-Bakıllânî (kimdir)(ö. 403/1013),

Basra’da doğmuş ve orada bulunan zamanın meşhur âlimlerinden ilim tahsil etmiştir. Özellikle kelam ilminde şöhret bulmuştur. Daha sonra ilim tahsiline Bağdat’ta devam etmiş ve nihayet orada vefat etmiştir. Kâdılık görevinde bulunması sebebiyle Kâdı ünvanı ile anılmaktadır. Bakıllânî, Eş’ari ekolünü sistemleştirip geliştiren kişidir. Akılcı bir kelam yolu kurmuş ve izlemiştir. Mesleğinde akıl ve felsefe yoluyla yeni izah metodları geliştirmiştir. Bulunduğu bölgelerde oldukça yaygın ve tesiri bulunan bazı Rafizilere, Mutezile, Cehmiyye ve Haricilerle münazara ve tartışmalarda bulundu; onlara karşı reddiyeler yazdı. Bu arada Ehl-i Sünnet inancını yaymaya gayret sarf etti.

Büveyhilerin sarayında bulunmuş, en kudretli devlet adamı Adududdevle’nin (949–83) yanında yer almıştır. et-Temhid adlı eserini kendisine takdim etmiştir. Adududdevle’nin huzurunda vuku bulan tartışmalarda Mutezile’ye karşı Ehl-i Sünnet inancını savunmuş sonunda kendisinin takdirini celbetmiş ve oğlunun yetişmesi için görevlendirilmiştir. Bakıllânî bu arada, Kadılık görevlerinde bulunmuş ve elçilik vazifesi ile Bizans’a gitmiştir. Bağdat’ta camide ders verme görevinde iken kendisine, Irak, Horasan ve Endülüs gibi İslam dünyasının her tarafından talebe gelip ders almışlardır.

Filozofları red için Dekaiku’l-Kelam’ı yazdı. Diğer taraftan Şi’a ve Bâtınilere reddiyeler yazdı. Elçilik göreviyle geldiği İstanbul’da, Bizans sarayında Hıristiyan inançları üzerine çeşitli münazaralarda bulunmuştur. Bakıllânî vefat ettiği zaman geride, 55’e yakın pek çok eser bırakmıştır. En önemlileri şunlardır: Kitabu’t-Temhîd, Kitabu’l-İnsaf, İcazu’l-Kur’ân, el-İntisar li Nakli’l-Kur’ân, Kitabu’l-Beyan. Temhid’de; öncelikle bilgi, varlık ve âlem meselelerine yer vermektedir.

Bakıllânî eserlerinin pek çoğunda varlık-yokluk ve kısımları hakkında uzunca bilgiler vermiştir. Bu husus, Mutezile ikliminde yetişmiş İmam Eş’arî ekolünü sistematik hale getiren Bakıllânî için Kelam İlmi’nde, Allah’ın varlığını temellendirme konusunda önemli bir yer işgal eder. Aşağıdaki metin, kelam tarihini ilk dönemlerinde eşya ve varlık konusunun nasıl ele alındığı ile ilgili faydalı bilgiler içermektedir.

------------------------

Bütün malumat iki kısımdır: Madum (yok olan) ve mevcut. Mevcut, var ve sabit olandır; çünkü bir şeyin manası, bize göre, mevcut olmasıdır. Lügatçıların sözü buna delalet eder: “Şey” var etmedir. Onların “bir şey değildir” sözleri yok kabul etmedir (nefy). Şu söz bunu açıklamaktadır: Zeyd’den bir şey almadım; ondan bir şey duymadım; bir şey görmedim. Bunlar zikredileni reddetmedir. Aksine onların: Bir şey aldım; bir şey duydum ve bir şey gördüm, sözleri mezkûru ispat ve mevcut bir var olana rucüdur. O halde her mevcudun şey ve her şeyin mevcut olması gerekir.

Madum, şey olmayan, varlığı nefyedilendir. Malumun bir kısmı, asla bulunmayan ve bulunması da doğru olmayan madumdur. Bu, şey olmayan muhal, imkânsızdır; iki zıddın bir araya gelmesi ve bir cismin iki mekânda bulunması gibi çelişkili sözdür. Ve asla var olmayan ve ebedî olarak da bulunmayacak bunun gibi olaylardır. Bir kısmı ise, şu anda yok ve ebedî olarak da var olmayacak; ancak olması mümkün ve sahih olan madumdur. Allah’ın, makduratından (yaptıkları) olmadığını bildiği ve ahiret ehlinin dünyaya göndermeyeceğini bildirdiği ve her ne kadar yapabileceği işlerden olsa da, âlemin benzerini yaratma ve bunun gibi bildiği ve yapmayacağını bildirdiği olaylar.

Ve bir malum da, şu anda madum bulunan, haşir ve neşir, ceza, sevap, ikap, kıyamet vb. gibi bundan sonra olacak hadiselerdir. Allah Teâlâ’nın bunları yapacağını ve olacaklarını bildiği şeylerdir. Diğer bir malum da, şu anda madumdur; ancak bundan önce olduğu gibi, dünkü günümüzde geçen hallerimiz, tasarruflarımız, sözlerimiz, ayakta oluşumuz, oturuşumuz hep mevcut idiler. Geldi geçtiler. Diğer bir malum, kudretimiz dâhilinde ve olması ve olmaması mümkün olan ve olacak mı olmayacak mı şeklinde idrak edilmeyen şeyler. Bunlara misal, yapıp yapmayacağını bilmediğimiz, sakin cismi harekete getirme ve hareketli olanı sakin hale getirme vb. gibi şeylerden Allah’ın gücü dâhilinde bulunanlar.

(...)

Mevcudat bütünüyle iki kısma ayrılır: Ebedî olan Kadim (başlangıcı olmayan) ve varlığının başlangıcı olan muhdes.

Kadim, varlıkta kendi dışındakilerden önce gelendir. O, bazen ezelî olanı, bazen da varlığının başlangıcı bulunanı ifade eder. Bunun delili şu sözleridir: Kadim bina. Bununla, kendisinden sonra ortaya çıkandan (hadis) önce var olanı kasdederler. Bazen, varlığıyla kendisinden sonra ortaya çıkanlara tekaddüm eden şeyin kıdemi, belli bir sınıra kadar sürer. Bu da, belli bir zamana bağlı ve sonradan olan (muhdes) varlıktır. Bazan da onun kıdemi, sonsuza dek devam eder; bu Kadim olan (cc) varlık ve zatının sıfatlarıdır. Çünkü O, zamanla kayıtlanabilen bir vakte kadar mütekaddim (önce gelen) olsaydı ve O, kendisinin âlemden bir veya yüz bin yıl önce var olduğunu söyleseydi, varlığının bir zamanla kaydedilmesi, kendisinin, bu vakitten önce mevcut olmadığını ifade ederdi ki Allah bundan münezzehtir.

Muhdes, yoktan var olandır. Bu hususa şu sözleri delalet eder: Filancıda, kendisinde yokken, daha sonra bulunduğu vakit, hastalık veya baş ağrısı ortaya çıktı. Kendisine ölüm geldi ve filancı bu arsada bina yaptı, yani daha önce olmayan şeyi yaptı.

Bakıllânî, Ebû Bekir 1987. K.et-Temhid, tahkik: İmaduddin Ahmed Haydar, Beyrut, s. 34–37.
Çeviren: Osman Karadeniz


Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »