Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı

Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı

İnsanlar farklı anlama kabiliyetlerine sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi ictimai hususları, kimi de iktisadi konuları kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda mütebahhirdir. Gazali gibi ilgilendiği bütün ilimleri eba d-ı selase si ile kavrayan alimler ilim tarihinin şaz kahramanlarıdır.
Ademoğlu anlamaktan aciz olduğunu anlayınca büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin oluş zuhur eder. Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.

İrfana ulaşmak bir mevhibe-i rahmani dir. Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler vardır. Hakikat şu ki Her bilenin üzerinde bir bilen olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir nokta var ki orası aklın Sidre-i Münteha sıdır. Onu tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.

Kur an ın vahy edilişinin yegane gayesi anlaşılmaktır. İslami ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslam ın erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin edecek usuller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantuk ve mefhumunu doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemeldir.

Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, talebelerin usul bilgilerini kavramadan icazet almaları yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki yanlış anlama, doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu bulmuştur. Fıkıhtan kelama, tefsirden siyere kadar telif edilen binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.

Yanlış anladığını kabul etmeyen ve bu yüzden hatayı yegane doğru olarak addeden zümre, sorun çözmekten ziyade sorun üretmektedir. Ulemanın yerine ihdas edilen akademisyen-aydın kesim iki asırdır etkin olmasına rağmen çözüm bekleyen meselelerde bir ilerleme kaydedememiştir. Ne İslam coğrafyasının madden kalkınması gerçekleşti ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mücit-müellifler yetişti.

Dünya milletleri yeniden var oluş projelerini hazırlarlarken medeni birikimlerini temel alıp yenilenmelerini onun üzerine kurdular. Yani geleneklerini doğru anlamayı yenilenmenin hareket noktası kabul ettiler. Batı, rönesansını gerçekleştirmeden önce mevcut birikimini tahlil ve terkip edecek anlayış usulünü tespit etti. İslam dan aldığı doğrularla kilisenin bakiyesini birleştirerek Dekart ı Kant ı yetiştirdi. Batı nın rönesansı öz itibariyle yanlıştan kurtulma hareketi olduğundan, aydınlar medeni birikimlerini yeni usule göre okumada şartlı davranmadılar. Ciddi bir öz-posa ayrımına gittiler.

Kilisenin ürettiği yanlıştan kurtulurken akl-ı selimi kullanan Batı, İslam ın hakikatini alırken aynı samimiyeti göstermedi. Ahd-i Cedit yerine Gazali yi okuyan kilise talebeleri, İslam dan istifadeyi İslam ın doğrularını kiliseye mal etmek ve kilisenin hakimiyeti için kullanmak şeklinde anladı. Bunun için yenileşmeleri nisbi bir arınmayla sınırlı kaldı.

İslam coğrafyasında zuhur eden yenileşme arayışları Batı nın İslam dan aldığı ve kiliseye uyarladığı usulü, kilise formatında kabul edip İslam a tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada tashih eden esaslar sahih İslami birikimi muharref bir yapıya dönüştürdü. Tıpkı Hasta bir adama verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp onların sağlıklarını bozmak gibi.

İslam coğrafyasının daimi krizler yaşamasına sebep olan bu yanlış anlama geleneğinin arka planında bir çok neden vardır. Her şeyden önce insanlar farklı niyet , teakkul ve tefakkuh a sahiptirler. Herkes kapasitesine göre hakikatten pay alır. Kimi kasıtlı olarak kimi de sehven yanlış anlar. Yanlış anlama nedenleri farklıdır fakat netice aydır: mülevves bilgi . İnsan bu bilgiyi öğrenme ya da taklit yoluyla sahiplenir.

Allah Teala nın mübelliğ olmanın yanında mübeyyin sıfatıyla da gönderdiği Hz. Resulullah, Kur an ı yaşayarak izah etmesine rağmen insanlar Kur an ın en açık hükümlerinde dahi zaman zaman niza ettiler. Kaderiye den Cebriye ye, Şia dan Mu tezile ye kadar bir çok mezhep bu nev i yanlış anlamadan kaynaklanan nizalarla doludur.

İlmin ve gerçeğin kudretine kafa tutan yanlış anlamayı, hangi nedenler besler ya da insanlar niçin yanlış anlar. Bunu örnekler bağlamında tahlil edelim.

İdeolojik Okuma

İnsanlar küçük yaşlarda taklit yoluyla ya da farklı telkinlerin etkisinde kalarak benimsedikleri ideolojileri ilerleyen yaşlarında savunmayı vazife kabul ederler. Hatta bunun için ayet ya da hadisleri en olmaz şekillerde te vil etmekten geri durmazlar. Bu nev i müevvillerin çoğu yaptıklarının doğru olmadığına müdriktirler. Fakat ideolojilerini yaşatma uğruna Kur an ı gözden çıkarırlar.

Mazisinde Cahız gibi Arap Dili nin inceliklerine vakıf edebiyatçıları barındıran Mu tezile, Esasu l-Belağa gibi şah eserler kaleme alan Zemahşeri nin elinde büyük yanlışlara imza atmıştır. Zemahşeri Kur an daki ceale fiilinin yarattı anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için Biz Onu Arapça Kur an indirdik. ayetini Biz onu Arapça Kur an yarattık [1] şeklinde açıklamış ve meşhur tefsirine Hamd Kur an ı yaratan Allah a mahsustur. diye başlamıştır.[2]

Farklı anlayışların etkisinde kalan günümüz müfessirlerinin bir çoğunda aynı yaklaşım malesef ki mevcuttur. Yanlış yaptıklarını bildikleri halde tahrife devam etmektedirler.

Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etme

İnsanlar, içinde doğdukları cemiyetin değerlerini içselleştirir, hurafelere de kutsallık isnat ederler. Cahiliyye toplumunun İslam ın doğrularını idrak edememesinin arka planında bu yaklaşım vardır.

Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. ayeti inince Mekke li Müşrikler onu anlamakta güçlük çektiler. Çünkü onlara göre ilah insanların görüp ulaştığı ve kendi dünyalarına ait bir varlık olmalıydı. İlah büyük kalabalıklara sahip olamazdı. Bu yüzden Kur an ın bildirdiği ve bütün insanları kapsayan Allah Azze ve Celle yi anlayamıyorlardı. Nitekim; Tek bir ilah bu kadar insana nasıl yeter diye itiraz ediyor[3] tevhide akli deliller istiyorlardı. Onların talebi ardından şu ayet nazil oldu: Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzen gemilerde Allah ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır. [4]

Günümüz Kur an muharriflerinin İslam algısı Mekkeli lerle ayniyet arz etmektedir. Zira onlar, oryantalizmin İslam aleyhinde telif ettikleri fikirleri önce kabullendiler, sonra da onları baz alarak İslam ın mutlak doğrularını reddettiler. Nüzul-ü İsa dan Ehl-i Kitab ın Cennet e girme meselesine kadar bir çok mevzu bu baba dahil edilebilir.

Makam Sevdası

Her din ve ideolojinin kendi çapında kanaat önderleri vardır. Onlar, nüfuzlarını kullanarak insanlar üzerinde baskı kurarlar. Mevkilerini kaybetmemek için de yanlış olduğunu bildikleri bir çok meseleyi hakikat zarfı içerisinde sunarlar.

Yahudiler in alimleri Hz. Resulullah ı Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına [5] rağmen makamlarını korumak ve tebalarını kaybetmemek için O nun (s.a.v.) Tevrat taki sıfatlarını zıtlarıyla değiştirdiler. İnsanlar sorunca da değiştirdikleri sıfatları gösterdiler.[6]

Tarih, iman zafiyeti yaşayan bir çok müellifin makam sevgisiyle hakikati çarpıttığına tanıklık etmiştir. Yahudiler Tevrat ı, Hıristiyanlar İncil i menfaatlerinin devam ve bekası için değiştirdiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül zihniyetiyle aynı ameliyeyi Kur an a da tatbik etmek istediler. Fakat Kur an ın Mushaf haline getirilmesi fiili tahrife mani oldu. Onlar da te vil yoluyla tahrifi denediler. Ve neticede ortaya yığınla mezhep çıktı. Hepsi bir takım batıl te villerle meşruiyetini Kur an a nisbet etti.

İslami İlimleri tedris eden fakat okuduğu Kur an boğazından aşağıya geçmeyen bir çok akademisyen yaptıklarının yanlış olduğunu bilmesine rağmen yanlışı hakikat niyetine müdafaaya devam ediyor.

Kur an ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını Zannetme

Hevalarına esir olan bazı insanlar ayetlerin bir kısmına iman etmenin mümin kalabilmek için yeterli olduğunu düşünür. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirleri yerine getirir fakat faizin haram olduğunu kabullenemez. İslam ın sosyal hayata müdahil olmasına rıza göstermez.

Tasavvuru bir örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: Ben-u Kurayza ve Ben-u Nadir kardeş iki Yahudi cemaatiydi. Aralarında zuhur eden ihtilaflar neticesinde birbirlerinden uzaklaşmış her biri diğerinin şerrinden korunmak için Arap kabileleriyle birliktelik anlaşmaları imzalamışlardı. Bu çerçevede Ben-u Nadir Hazreç ile Ben-u Kurayza da Evs kabilesi ile yakınlaşmıştı. Aralarında savaş patlak verdiğinde anlaşma gereği Ben-u Nadir Hareç in Ben-u Kurayza da Evs in safında savaşa katılırdı. Muharebe etmemeye, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaya dair Allah a söz vermelerine rağmen güçlü olan zayıfı öldürür, yurdundan sürer, mallarını gasp ederdi. Tevrat ta haram olmasına rağmen bunu yapmaktan istinkaf etmezlerdi. Harp bitince de galip gelen Yahudiler anlaşmalı Arap kabilesinin elindeki Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. Kendilerine savaştığınız insanları niçin fidye vererek kurtarıyorsunuz dendiğinde Tevrat ta kendilerine böyle emredildiğini, Ona göre amel ettiklerini söylerlerdi.[7]

Kur an ı Kerim Allah ın emirlerinin bir kısmını ihlal edip bir kısmıyla amel eden Yahudi zihniyetinin iman algısını reddetmektedir: Yoksa siz Kitab ın (Tevrat ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. [8]

Kur an ı mahza bir ibadet kitabı olarak gören modern anlayış mezkür Yahudi telakkisinden farksızdır. Nitekim iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşin kız kardeşlerin iki katını alması gibi çağdaş telakkilere aykırı hükümlere sıcak bakmamaktadır. Bir tarihselci şöyle serzenişte bulunmaktadır: Günümüzün aydın, yüksek tahsilli hanımından, Kur an da var diye kendi cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir. [9] Bu nev i bir yaklaşım Yahudilerin vahiy telakkisinden farklı olmadığı gibi aralarında sebep ve netice itibariyle de tam bir benzerlik vardır.

Okuduğunu Anlayamama

Klasik usulde Alet ilimleri başlığı altında okutulan dersler yılları alırdı. Her bir ilim dalında dört-beş tane kitap okunurdu. Öğrenci, ibare mevzuunda meleke kesbedince Ali ilimler denen gaye derslere başlardı. Ali Haydar Efendi ve Zahid Kevseri gibi klas duruş sahibi allamelerin arka planında bu nev i tedrisat vardır.

Alet ilimleri noktasında çözülmelerin başlamasıyla yanlış anlamalar hız kazandı. Zira doğru okuyamayanların ibareyi yanlış anlamamaları olağanüstü bir durumdur. Sıradan insanlardan olağanüstülük beklemek de saflık olur.

Geçenlerde muhterem bir hoca efendi telefon açtı. Titrek bir sesle şöyle diyordu: Ya Hz. Osman İslam ın ruhuna muhalif bir karar aldı ya da İmam Kurtubi Ona iftira ediyor. Hadise nedir diye sorduğumda, Hoca efendi;

- Hz. Osman ın devr-i hilafetinde bir kadın altı ayda doğum yapıyor, olay kendisine intikal edince kadının zina ettiğini, evli olduğundan dolayı da recm edilmesi gerektiğini söylüyor ve kararını infaz ediyor. Hz. Ali haberi öğrenince Halife ye muhalefet ediyor fakat bu esnada kadın recm edilmiştir.

Hoca efendi; Nasıl olur da Hz. Osman böyle bir yanlışa irtikap eder, masum bir kadını öldürür diye feryat ediyor.

Gerçekte hata yapan Hz. Osman değil, Kurtubi nin ibaresini doğru okuyamayan ve bu yüzden yanlış anlayan Hoca efendi idi. Hadisenin aslı şöyledir: Hz. Osman a altı ayda doğum yapan bir kadın getirilir. Halife ona had cezası uygulamak ister. Hz. Ali ise aşağıdaki ayetleri gerekçe göstererek kadına had cezası verilemeyeceğini söyler. Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır. [10] Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler. [11] Bu durumda Süt emme süresi yirmi dört , hamilelik ise altı aydır. Kadın altı ayda doğum yaptığına göre bu hamileliğin en alt sınırı olan zamana tekabül eder. Bundan dolayı da kadın recm edilmez. Hz. Ali nin açıklamalarını dinleyen Halife, ilk beyanından döner ve kadına had cezası uygulamaktan vaz geçer. [12]

Okuduğunu yanlış anlayanlar doğru anladık zannıyla büyük hatalara imza atarlar. Yanlış üzerine faraziyeler bina eder, mutlak hakikati tezyif ederler. Geçen yıllarda fıkıh kitaplarında evlilik bahsi anlatılan yerlerde zikredilen pîr-i fani yi pire-i fani diye okuyan bir zat, İslam pirelerin kadınlarla evlenebileceğini farz eden bir dindir. diye yüksek sesle cehaletini izhar etmişti.

Okunan bir metni doğru anlamak anlamanın baş rüknüdür. Öyle ki bir noktanın ihlali küz/göz kür/kör eder. Şimdi ortalık körü göz, gözü de kör edenlerle dolu.

Eksik Bilgi

Peygamberler dahil bütün insanların bilgisi sınırlıdır. Kemal sadece Allah Teala ya mahsustur. İnsanın bilmediğini bilmesi gerçekte en büyük irfandır. Allah Resulü bilmiyorum demeyi ilmin bir parçası saymıştır. Sahabe bilmediği konuda tek kelime etmekten sarf-ı nazar etmiştir. Hz. Ömer, minberde acziyetini itiraf etmekten çekinmemiştir. Ebu Hanife cevabını veremeyeceği meselede bilmiyorum der, çözmek için uğraştığı konuyu karara bağlayınca sevincinden Allah-u Ekber diye bağırırdı. Fakihler, Allah Resulü nün cehennemle tehdit ettiği iki nev i kadıdan biri olmamak için bilmedikleri konularda tek kelime etmezlerdi. Gazali ahir ömründe bir hocadan Buhari okumayı planlamıştı.

İlim ilahi bir lütuftur. Büyük alimler bazen sıradan meseleleri bilemezler. Nitekim Efendimiz .a.v.) bir defasında müminin halini bir ağaca benzetmiş, haziruna da özelliklerini tadat ettiği bu ağacın ne olduğunu sormuştu. Ebu Bekir gibi büyük sahabilerin bulunduğu cemaatten hiç kimse doğru cevap veremedi. Ağacın ne olduğu yalnızca Abdullah b. Ömer in aklına geldi. Ne var ki o da utancından huzurda konuşmadı. Bunun içindir ki Hz. Ömer müçtehit sahabilerin Medine dışına çıkmalarını yasaklamıştı. Bir mesele olduğunda onları toplar cemaat halinde içtihat ederlerdi. Ebu Hanife nin 744 talebesi vardı. İçtihat ederken onların özellikle de içtihat derecesine ulaşan 44 talebesinin beyanlarını mutlaka dikkate alırdı.

İlimle iştigal eden kişi yetersiz olduğunu bilmeli ve sürekli kendisini yenilemelidir. Bilmediği konularda sukut etmeyi ve başkalarının müktesabatını değerlendirmeyi fazilet kabul etmelidir. Zira yetersiz bir malumatla görüş beyan etmek insanların dini hayatını imar adına tahrip eder.

Hadiseyi bir örnek çerçevesinde izah edelim. Modernist kimlikleriyle öne çıkan İlahiyatçıların gündemde tuttukları konulardan biri de kadınların özel hallerinde namaz kılıp, oruç tutmalarıdır. .

Halbuki mevzu ile alakalı çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya [13] buyurmuştur. Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu meru) [14] söyledi. Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.

Aişe validemiz kadınlara özel hallerde yapılmayan ibadetler hakkında ne yapılacağını anlatırken Künna nü meru ifadesini kullanmaktadır. Bu, sürekliliği işaret etmektedir. Çünkü kane , fiili muzari ile kullanıldığında sürekliliğe işaret eder. Bu durumda anlam şöyle olur. Biz her özel halimizde namaz ve orucu terk eder daha sonra ise sade orucu kaza ederdik.

Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz e; Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı diye sorduğunda Allah Resulü; Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak [15] buyurdu.

Allah Resulü Abdurrahman b. Avf ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir.[16] İslam ın erken asırlarından günümüze kadar Müslüman kadınların özel günlerinde namaz kılmayıp oruç tutmamaları ve aksi yönde bir delilin varit olmaması bütün müçtehitleri hayızlı kadının namaz kılmayıp, oruç tutmaması[17] yönünde görüş beyan etmeye icbar etmiştir.

Mevcut hadisleri bir takım gayr-i ilmi gerekçelerle hükümsüz addedip aykırı fetva verenler, Kur an da olmamasını gerekçe göstererek kadınların özel hallerinde namaz kılabileceklerini söylüyorlar.[18] Onlar, aynı mantıktan hareketle namazların rekatları, haccın rükünleri, zekatın miktarı gibi Sünnet le tayin edilen meseleleri de ret mi edecekler !

Eksik bilgi, yanlış anlamanın ana damarıdır. Molla Kasım tiplerini bu damar beslemektedir. Yunus Emre ye nisbet edilen hikaye hadiseyi ne de güzel anlatmaktadır:

Molla Kasım adındaki Şeriat bilgini bir ırmak kıyısında oturur ve Yunus un şiirlerini okumaya başlar. Bin şiir okur ve bunları şeriata aykırı bulur, tamamını yakar, sonra bin şiir daha okur, onları da uygun bulmaz, uygun bulmadıkça da suya atar. Üçüncü bin şiirin birinci şiirinde kendisinin bu merhametsiz hükmünü ima eden bir şiirle karşılaşır. Bu sefer hatasını anlar ve böylece geriye bin şiir kalmış olur. İşte insanların okuduğu şiirler bu şiirlerdir.[19]

Eksik bilgiye sahip insanların alemi olan Molla Kasım, şiirlerin üçte ikiden fazlasını okuyunca onların İslam a muvafık olduklarını anlar fakat iş işten geçmiştir.

Eksik bilgi, kişiyi gülünç hallere sokar. Devlet-i Aliye de Kazasker rütbesine kadar yükselmiş birisi bir gün Şeyhulislam ın yanına girer. Şeyhulislam önündeki mangalda yanan ateşi işaret ederek;

- En-Nar-u fakihetu ş-şita (Ateş/nar kışın meyvasıdır.)der.

- Kazasker Evet efendim! Narın en iyisi Manisa da çıkar. cümlesini ilave eder. Kazasker in nar ın Arap Dili nde ateş anlamına geldiğini bilmemesine ve onu Türkçe deki meşhur meyva anlamında anlamasına üzülen Şeyhulislam cehaletin bu derece derinleşmesine teessüf eder.

Huzurdaki Kazasker çıkar biraz sonra içeriye başkası gelir. Şeyhulislam ona da hadiseyi olduğu gibi anlatır. Bu da;

-A efendim o herif cahildir; Taif i görmemiş; Narın en iyisi Taif te çıkar der; Hadise üzerine Şeyhulislam ın sinirleri büsbütün gerilir. Yüksek sesle adama bağırmaya başlar. Gürültü üzerine içeriye giren bir üçüncü Kazaskere iki kişinin verdiği cevapları nakleder. Üçüncü şahıs;

- Bağırın efendim bağırın! Onlar cahil heriflerdir. Sallatellahu l-Kelbe ale l-Hınzır (Allah köpeği domuza musallat etsin.) diyerek Şeyhulislam ı köpek yerine koyar. Ve bu yaklaşımı ile diğerlerinden daha da cahil olduğunu gösterir.[20]

İnsanlar irfani derinliğe erdikçe cehaletten özgürleşip İslam ın hakikatine ulaşırlar. Bunun içindir ki İslam ı gerçek duruşuyla tanıyan farklı din mensupları Müslüman olmayı tercih etmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Sorumluluktan Kaçma

İnsanlar yapmak istemedikleri işleri anlamamaya vurarak sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Gerçekte ise böyle bir ameliye deve kuşunun başını kuma gömerek gizlendiğini zannetmesinden farksızdır.

Sorumluluktan kurtulmayı gaye edinen yanlış anlamanın en çarpıcı örneği Bakara Suresinde anlatılan inek bahsidir: Ben-i İsrail de çokça malı olan buna karşın çocuğu olmayan kısır bir adam vardı. Kardeşinin oğlu da onun varisi idi. Varis, amcasını öldürdü cesedini de gece taşıyarak kendilerinden birisinin kapısına bıraktı. Sabah olunca gerçek katil suçu masum olanların üzerine attı. Neticede birbirleriyle savaşmak için silahlandılar. İçlerinde derin akıl sahibi birisi; Allah ın Resulü içimizde olduğu halde birbirimizi mi boğazlayalım dedi. Musa aleyhisselam a gelip hadiseyi naklettiler. Şu ayet nazil oldu: Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor. Onlar, sen bizimle eğleniyor musun dediler. Musa, Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah a sığınırım. diye karşılık verdi.[21]

Yahudiler eğer Peygamber e itiraz etmeselerdi normal bir sığır onlar için yeterli olacaktı. Fakat anlamamaya vurarak işi yokuşa sürdüler. Allah Teala da her ısrar edişlerinde işlerini zorlaştırdı. Neticede kendilerine kesmeleri emredilen sığıra ondan başka hayvanı olmayan bir kişinin yanında ulaştılar. İneğin sahibi vallahi onu ancak derisi dolusu altına veririm dedi. Sığırı deri dolusu altın karşılığında aldılar, kestiler ve bir kısmı ile adama dokundular. Seni kim öldürdü dediler. Kardeşinin oğlunu göstererek bu dedi. Ardından tekrar öldü.[22]

Ben-i İsrail herhangi bir sığırın kesilmesi ile Allah ın emrinin yerine getirileceğini biliyordu. Maddi külfet altına girmemek için sığıra dair ek açıklama istiyorlar, bu sayede ilahi emri yerini getirmekten muaf tutulacaklarını bekliyorlardı.

Hakim Gücü Memnun Etme Arzusu

İnsanlar gücü takdis ederler. Muhataplarından ziyade güce hürmet gösterirler. Kur an söz konusu olduğunda gücü memnun edebilmek için en olmaz te villere girişirler. Ayetleri hakim gücün istekleri doğrultusunda ya inkar ya da tefsir ederler. Yunus Vehbi Yavuz un yaklaşımı gücün ne derece etkin olduğunun fevkalade bir örneğidir. Diyor ki: Nisa suresinin 34. ayetinde dayak meselesi var ve her zaman temcit pilavı gibi önümüze getiriliyor. Bilhassa İslam a soğuk bakan kadınlar taifesi diyor ki Kur an kadına dayak atmayı emrediyor. Çünkü ayette vellati tehafüne nüşüzehünne fei zuhunne vehcürühunne fi lmezaci ı ve zrıbuhunne. [23] buyruluyor. Ünlü tefsirler ayeti, serkeşliğinden korktuğunuz kadınlara vaaz edin, öğüt verin, olmadı yataklarında onları yalnız bırakın, bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız onları hafifçe dövün şeklindedir. Ben bu ayette ki ıdrıbuhunne ifadesini lügat açısından inceledim, dövmek onun bir manasıdır. Diğer manaları seyahat etmek, terk etmek, yüz çevirmek, vazgeçmek, şeklindedir.[24]

Vehbi Yavuz, hakim zümreye ayeti izah etmede güçlük çektiğinden siyak-sibakı hiçe sayarak izafi bir bakış açısıyla ayeti tefsir/tahrif ediyor. Yavuz Hoca aynı mantıktan hareketle İslam a soğuk bakan kesim faiz, baş örtüsü, içki gibi hükümleri kabul etmiyor diye onları da ret mi edecek !

Yakın dönem modernist tefsircilerden Muhammed Abduh ve Reşit Rıza[25] dahil bütün müfessirler ve dribuhunne ifadesinden kadının dövülmesini anlamışlardır.[26] Çünkü ayetin hem siyak-sibakı bunu gerektiriyor hem de Kur an ın mübeyyini Efendimiz den bu noktada bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu yüzden Yavuz Hoca nın ve dribuhunne ifadesini garip te villere sokmasına hacet yoktur. Zira ayette dövün ifadesi Efendimiz tarafından fazilet olarak görülmemiştir. Allah Resulü Sizin en hayırlılarınız elbette kadınlarını dövmezler. buyurmaktadır. Size isyan ettiklerinde kadınları hafif bir şekilde dövebilirsiniz. [27] hadisinde ki ğayra müberrihin/hafif bir şekilde ifadesinden ne anlaşılması gerektiği İbn Abbas a sorulduğunda şöyle demiştir: Kadın yalnızca Misvak vb. şeylerle dövülebilir [28] Efendimiz kadının aile içerisinde yeniden kazanılmasında nasihat cihetinin kullanılmasını, dayağın hafifte de olsa çirkin addedildiğini ifade etmektedir: İçinizden biri hanımını köle döver gibi dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi [29] İmam Şafii de dövmenin mübah terk etmenin ise efdal olduğunu söylemektedir.[30]

Dayak kadını aile içi düzene uydurmada baş vurulan en son çaredir. Bir anlamda o, tedavi için kullanılan acı bir ilaç gibidir.

Batılı adamın kadın telakkisine ya da modern kadının İslam tasavvuruna bakıp ayetleri anlamak en basit ifade ile tahriftir. Sonra en ziyadesiyle dayak yiyen kadınlar İslami değerlere riayet etmeyen çevrelerdedir. Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde gazetelerde bir mankenin yediği dayaktan dolayı bir kulağının duymadığı yazmakta idi. Batılı adamın kadın telakkisine gelince, Elmalılı Hamdi Yazır onun kadın telakkisine dair şunları söylemektedir: Zamanımızda Kur an ın dövünüz emrini kötü bir şekilde yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu ayetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş bir Fransız karısının açtığı davaya karşı, hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının, yediği dayaktan dolayı boşama davası açmasına hakkı olmadığına hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu. [31]

***

Doğru anlamak için ilim, irade ve iyi niyet olmalıdır. Bunların tamamından ya da birinden yoksun olanların hakikati idrak etmeleri muhaldir. İslami İlimler in özellikle de fıkıh usulünün imkan ve sınırlarını tanımayan kişilerin onların yetersizliklerinden bahsetmeleri ezbere reçete yazma alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.

Klasik metinleri okuyup-anlama noktasında ciddi sorunları olan modernistler klasiği anlayabilselerdi bugün ortada tarihselcilik gibi yanlış anlama ucubeleri olmayacaktı. Tarihin derinliklerinde saklı kalan Mu tezile ve Kaderiye gibi mezhepler ise bütünüyle cehaletin ürünleridir. Cehalet yer yer hakikatin anlaşılmasına mani olmuştur. Hz. Ömer döneminde bir bedevi Medine ye gelir ve kim bana Kur an okur. der. Bir sahabi ona Berae suresini okutur. Bu esnada Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır. [32] ayetindeki rasul kelimesini ref yerine cerr ile okur. Bunun üzerine A rabi Allah, Resulü nden uzak mıdır Şayet Allah resulünden uzak ise ben de O ndan uzak olurum. der. Hazirun A rabinin bu ifadesini yadırgar ve konuşmayı Halife Hz. Ömer e taşırlar. Halife, A rabi yi çağırıp Sen Peygamberden beri misin der. Arabi: Ey müminlerin emiri! Hadise şöyledir. Medine ye gelmiştim. Kur an la alakalı hiçbir malumata sahip değildim. İnsanlara bana kim Kur an okutur diye sordum. Yanındakini işaret ederek bu adam bana Berae suresini okuttu. Onun okuttuğuna göre surenin üçüncü ayetinin anlamı Allah müşriklerden ve peygamberden uzaktır. şeklinde idi. Bunun üzerine ona; Allah Peygamberinden beri midir Eğer peygamberinden uzak ise bende o peygamberden uzağım dedim. Hazreti Ömer;

- Ey A rabi! Ayet böyle değildir.

- O halde nasıldır.

- Resul kelimesinin merfu okunması gerekir. Buna göre anlam Allah ve resulü müşriklerden uzaktır. şeklindedir.

Hadise üzerine Hz. Ömer Kur an ı Arap Dili ne vakıf olan kişilerin okutmasını emretti. Ebu Esved e de Kur an ı harekelemesini söyledi.[33]

Sonuç Niyetine

Muharriflerin belli başlıklar altında toplanan yanlış anlama gayretleri, onları hakikate taşımaktan mahrumdur. Çünkü ortada bir usulsüzlük vardır. Bu durumda onlarla herhangi bir meseleyi ilmi bir zeminde konuşma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira usulsüzlerle neyi, nasıl konuşacağınızı tespit edemezsiniz. Bunun içindir ki eslafımız usulsüz vüsul olmaz. demiştir.

Kabil ile başlayan usulsüzlük , peygamberlere Biz senin dediklerini anlamıyoruz. diyerek karşı çıkan küfür yobazları tarafından temsil imkanı bulmuştur. Abdullah b. Selül yanlış anlamım nasıl en sahih anlama kalıbında takdim edileceğini gösteren tipik örnektir. İslam tarihinde Mu tezile, Kaderiye, Cebriyye gibi anlayış usulleri yanlış anlamının hareket bazında temsilcileridirler.

İşlerine gelince mevzu hadis le istidlal eden işlerine gelmeyince de haber-i ahad zan ifade ediyor deyip Sünnet i reddeden modernistlerin usulsüzlüğünü Merhum Ahmed Davudoğlu nun şu teşbihi ne kadar güzel ifade etmektedir: Trenin yük taşımasına içerlenen Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük düşürmeye karar verir. Yarışa koyulurlar, tren beygiri geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini tarladan yukarı sürüp, makiniste gücün yetiyorsa gel de beni tarla da geç diye bağırır.

***

Usulden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı. Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir hocanın a dediğine bir başkası pekala b diyebiliyor. Bu ise farklı delilleri kullandıklarından değil, ya delili hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından kaynaklanıyor. Nitekim süt akrabalığı ile alakalı hadisleri dolayısı ile de onlar üzerine ibtina eden hükümleri bilmeyen ve bu yüzden yeğen ile dayının evlenebileceğini kail olan fakihler(!) zuhur edebiliyor.

-----------------------------------------------------------------

[1] Kur an, Zuhruf(43): 3.

[2] Ceale fiilini Allah Kur an ı indirdi yerine yarattı anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine yarattı kelimesini daha sonra indirdi şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki t-Tenzil ve Uyuni l-Akâvil fî Vucuhi t-Te vil, Daru l-Ma rife, Beyrut, ty, I, 3.

[3] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Cami-u li-Ahkami l-Kur an, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2000, II, 129.

[4] Kur an, Bakara(2): 164.

[5] Kur an, Bakara(2): 146.

[6] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu t-Tefasir, Daru l-Kur an i l-Kerim, Beyrut, 1981, I, 73.

[7] Bkz. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsiru t-Taberi, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I, 442-6.

[8] Kur an, Bakara(2): 85.

[9] Mehmed Said Hatipoğlu, Kur an ı Kerim de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, VII, sy. 1, s. 12.

[10] Kur an, Ahkaf(46): 15.

[11] Kur an, Bakara(2): 233.

[12] Kurtubi, a.g.e., XVI, 128.

[13] İmam Müslim in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade muttefekun aleyh dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ lau s-Sünen, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.

[14] Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.

[15] Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü l-Evtar, Daru l-Kütübi l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.

[16] Şevkani, a.g.e., I, 290.

[17] Ebû l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu l-Müctehid ve Nihâyetu l-Muktesid, Daru l-Kutubi l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 70.

[18] Yaşar Nuri Öztürk, Kur an daki İslam, İstanbul, 1994, s. 451 vd.

[19] Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989, s. 30.

[20] Bir takım tasarruf ile nakledilmiştir. Bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, 21 nolu dip not , Eser Matbaası, İstanbul, 1977, I, 238.

[21] Kur an, Bakara(2): 67.

[22] Ebû l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali es-Sabuni), Daru l-Kur an i l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 76.

[23] Kur an, Nisa(4) 34.

[24] Yunus Vehbi Yavuz, Asr-ı Saadet te ve Günümüzde Kur an a Bakış Açısı başlıklı tebliğin müzakeresi, Kur an ı Nasıl Anlamalıyız , Rağbet, İstanbul, 2002, s. 59.

[25] Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru l-Kur ani l-Hakim, Beyrut, 1999, V, 60-3.

[26] Taberi, a.g.e., IV, 69-71; Kurtubi, a.g.e., V, 113; Razi, a.g.e., 73; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru l-Muhit, Beyrut, 1993, III, 251.

[27] Bkz. Kurtubi, a.g.e., V, 113.

[28] Kurtubi, a.g.e., V, 113.

[29] Buhari, Nikah, 93.

[30] Razi, a.g.e., X, 73.

[31] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur an Dili, Azim, İstanbul, II, 559.

[32] Kur an, Tevbe(9): 3.

[33] Sabuni, a.g.e., s. 161.





Recep Yıldız
Devamını Oku »

Hayri Kırbaşoğlu’nun "Hz.İsa'yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi" Başlıklı Makalesine Reddiye

Hayri Kırbaşoğlu’nun "Hz.İsa'yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi" Başlıklı Makalesine Reddiye

İhsan Şenocak Hocaefendi | İnkişâf-4


Kur’an’a tarihselci zaviyeden bakan modernist müslümanlar bu gün geldikleri nokta itibariyle ameli hükümlerin yanı sıra itikadi meselelerin arka planında da tarihi motifler aramaktadırlar. Zihinlere nakşedilmeye çalışılan İslam, “buhar gibi yerden göğe yükselen, sonrada yağmur olarak geri dönen” dinin adıdır. Tarihselci anlayış, İslam medeniyetini var eden değerlerin yekununa bu bakış açısını hakim kılma arzusundadır. Bu çerçevede Kur’an’ın açık hükümleri bir takım gayi formüllerle te’vil kılıfına sokulup reddedilirken, Sünnet; “çağdaş” kabul edilen değerler mi’yar ittihaz edilerek doğrudan devre dışı bırakılmaktadır. Sünnet’i etkisiz bir konuma taşımada müracaat edilen en belirleyici unsur ise “metin tenkidi”dir.

Eslafın elinde, hadis-i şeriflerin sahihini zayıfından ayıran bir usul olarak işleyen metin tenkidi, modernist Müslümanlar için İslam’ın müteal değerlerini beşeri formlarda anlamlandırma ameliyesinin bir unsuru olarak faaliyet göstermektedir. Batılılar'ın, özellikle Kitab-ı Mukaddes bağlamında geliştirdikleri, metin tenkidi yöntemi, ellerinde bulunan dini metinlerin beşer müdahalesine maruz kaldığı, hatta beşer eliyle oluşturulduğu gerçeği üzerine ibtina eder. Kur’an’ı da aynı bakış açısıyla okuyan batılılar onun da metin tenkidine tabi tutulmasını talep ederler. Müslümanlar ise bunun, Kur'an'dan şüphe etmek anlamına geldiğini, dolayısıyla küfür olduğunu bilirler. Şu halde eğer metin tenkidi mutlak olarak itibar ve itimat edilmesi gereken bir "hakikati bulma yöntemi" ise, modernistler "bilimsellik söylemleri"ne hakkını vermiş olmak için bu yöntemin sadece hadislere değil, Kur'an'a da (hem de Batılılar'ın İncil metinlerine uyguladığı tarz ve tonda) uygulanmasını talep ve tecviz etmelidirler; değilse, bu yöntemi tedavülde tutarak herhangi bir İslamî metin hakkında konuşmak abestir.

Metin tenkidi zarfında buharlaştırılan hakikatlerden biri de, Hz. İsa’nın kıyametin arefesinde tekrar geleceğini bildiren hadisleri inkar teşebbüsüdür. Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu’nun “Hz İsa’yı Gökten İndiren Hadislerin Tenkidi” başlığı altında telif ettiği makale bunun en uç örneklerinden birisidir.

“Toplumsal Talep”

Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın (a.s.) inişini muhtevi hadislerin niçin mevzu addedilip reddedilmeleri gerektiğini [1] ya da bu rivayetlerin nasıl bir zeminde ortaya çıktıklarını (!) anlatırken şunları söyler:

Toplumsal taleplerini gerçekleştirmede başarısız olan kitleler, ya isyan veya sosyal patlamalar ya da başarısının/zaferin ilahi yardım sayesinde gerçekleşmesini bekleme şeklinde tepki gösterirler; ki, bunların ikincisinin adı, kısaca ‘Mesihçilik’tir. İnsanlık tarihi her iki şekilde toplumsal tepkilerin sayısız örnekleriyle doludur. Bunlardan ikincisi, yani ilahi bir yardım ve bu yardım aracılığıyla gerçekleşecek ilahi kurtarıcıyı beklemek; İslam dünyasında Emeviler döneminde başlayan genel toplumsal huzursuzluklardan itibaren günümüze kadar etkili olmuş, canlılığını korumuştur. İslam kültüründe beklenen bu kurtarıcının adı Mehdi’dir; Ancak Mehdi kadar ön plana çıkmayan bir başka kurtarıcı daha vardır ki, o da Mesih yani Hz. İsa’dır.[2]

Hoca, ‘toplumsal taleplerini gerçekleştirmede başarısız olan kitleler (…) başarının/zaferin ilahi yardım sayesinde gerçekleşmesini bekleme şeklinde tepki gösterirler’ derken zımnen bu baptaki hadislerin sahih olmadıklarını, ictimai sürecin ürünü olduklarını söylemektedir. Meseleyi bütün yönleriyle tahlil etmeden verilen bu muaccel hüküm göstermektedir ki, Hoca’nın, zihninde doğru kabul ettiği bir takım yargılar vardır, onları tevsik edebilmek için muhalif ne varsa reddetme niyetindedir. Rivayetinin çokluğu ve manaya delaletteki açıklığı bakımından “Zarurat-ı Diniyye”den kabul edilen, bu yüzden iman edilmesi zorunluluk arz eden hususlar arasında addedilen Hz. İsa’nın inişi, eğer ‘toplumsal talepleri gerçekleştirme’ gibi ne olduğu sadace yazara zahir olan bir mukaddimeye bağlanabiliyorsa bu durumda her İslami esas, toplumsal taleplere cevap vermiyor diye reddedilebilir.

Yazarın ‘Mesihçilik’ olarak tesmiye ettiği hakikat, Emeviler’le değil, Hz. Resulullah (s.a.v.) ile başlamıştır. Mesih’in geleceğini ve dolayısıyla dünyanın Onu beklediğini İslam tarihinde ilk defa ve defaatle söyleyen de Allah Resulü’dür. Zannedildiği gibi Mesih’in beklenmesi “mükellef” olmanın gereklerini gelecek kurtarıcıya havale etme şeklinde hiçbir zaman anlaşılmamıştır. Nitekim Ehl-i Sünnet’in mevcut yapılanması içerisinde hiçbir aksiyon göstermeden oturup Mesih bekleyen tek bir hareket de olmamıştır. Bu da göstermektedir ki, Hz. İsa’nın inmesi ictimai buhranlar neticesinde oluşmuş bir ‘ütopya’ değildir.

Yanlış Kıyas

İnsanlık tarihinde yer alan bazı hususi oluşumların oturup Mesih beklemesine gelince, bu, İslam’ın nüzul-u İsa hakikatinin reddini mucip olamaz. Böyle bir kıyas, ‘fare kılıyla domuz kılını’ birbirinden tefrik edemeyen ve bu yüzden ikisinin de aynı deriye ait olduklarını söyleyen adamın iddiasına benzer. Ayrıca ‘Doğu ve Batı’da Mehdi ya da Mesih olduğunu iddia edenlerin’ çıkması da bu bapta hiçbir önem ifade etmez. Bütün bunlar İslam’ın doğrusuna bakılarak oluşturulan yanlışlardan ibarettir. Yanlışı mi’yar kabul edip, doğrunun da reddini talep etmek, müşriklerin ibadet başlığı altında işledikleri cürümleri gerekçe göstererek Müslümanların ibadet yapmalarına sınırlama getirmeye ya da ibadeti toptan lağvetmeye benzer.

Hz. İsa’nın inişiyle alakalı Doğu ve Batı’da telif edilen eserlerin büyük bir yekün teşkil ettiğini, hiçbir mevzuun gizli kalmadığını, bu yüzden bu hususta telif edilecek yeni eserlerin hadiseyi irdelemenin ötesinde bir anlam ifade etmeyeceğini söyleyen yazar, makalesinin mevcut literatüre yenisini eklemeden gayri bir işleve sahip olmadığını peşinen bildirir. [3] Kırbaşoğlu’na göre: “İslam dünyasının, içinde bulunduğu şartlarda böylesi bir zaman ve entelektüel enerji israfına (da) tahammülü yoktur.”[4]

İnsanın her hangi bir mevzuyu kavramasına mani olan hususlardan biri de malumat fazlalığıdır. Hz İsa’nın nüzulüyle alakalı (ayet ve) hadislerin fevkalade olması, onlar temel alınarak telif edilen eserlerin de bir hayli fazla olmasına zemin hazırlamıştır. Hz. İsa’nın inişiyle alakalı malumat o kadar çok ve yaygındır ki, çocuklar için telif edilen akide kitaplarında dahi ondan bahisler vardır. Bir anlamda, her yaştan insana Hz. İsa’nın ineceği ve Şeriat ile amel edeceği telkin edilir. Kırbaşoğlu Hoca da malumat fazlalığını kabul eder. Fakat bu kabul, meselenin Hoca’nın zihin dünyasında büyük bir şöhret içerisinde meçhulü yaşamasına mani olamaz. Bu yüzden ‘irdelemeyi’ yeterli görür. ‘Bilimsel’ çalışma zarfı içerisinde basit/müşahhas mütalaayı gerekli, gayrisini ise zaman israfı olarak değerlendirir. Ne var ki Hoca ‘zaman israfı’ olduğunu söylediği zait bir hususa vakit ayırır.

DELİLLER

Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın gökte olduğu ve kıyamete yakın yeryüzüne inip İslam’ın hakimiyetini sağlayacağı inancının temelde Kur’an’dan, bir takım hadislerden ve icma iddiasından beslendiğini fakat ayetlerde Hz. İsa’nın inişinin tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde net olmadığını, aslında söylenenlerin ulema arasındaki te’vil-tefsir ve yorumlardan ibaret olduğunu iddia eder. Bu yüzden Hz. İsa’nın inişinin bir tercih meselesi olduğunu söyler. [5]

Ayetler: Göklere Yükseltilmesi

Hoca’nın yorumdan ibaret gördüğü ve bu yüzden belirleyici olmadıklarını söylediği ayetler, gerçekte te’vile imkan vermeyecek derecede açıktır. O kadar ki, bu hususta hiç hadis varid olmamış olsaydı yine de ayetler Hz. İsa’nın ölmeden göğe çıkarıldığını ve yeniden ineceğini açıkça isbat etmeye kâfi gelirdi. Çünkü Hz. İsa’nın inişiyle ilgili ayetler usulcülerin diliyle “zahir”dirler. Lafzın manaya delaleti açısından “zahir” kabul edilen ayetler, delillerin birbirini desteklemesi ve başka bir ihtimale delalet eden her hangi bir unsurun olmaması durumunda kesinlik ifade ederler.[6] Bu yüzden “zanni” oldukları iddia edilemez. Çünkü her bir ayet aynı husustaki benzer ayetlerin yardımıyla zannilikten kesinlik ifade eden bir yapıya yükselmiştir. Al-i İmran/3, 52-55; Maide/5, 117; ayetlerinde zikredilen “teveffa” kelimesinin bütün kalıpları öldürülmeden göğe yükseltilmeyi muhtevidir. Buna göre kelime bir şeyi almak, tamamiyle kabzetmek anlamına gelir. Bu cihetten “İstîfa” kelimesinin müradifi kabul edilir. Nitekim Zemahşeri, “teveffa” ile aynı kökten olan “vefat” kelimesinin ölüm anlamında kullanılmasının mecazi olduğunu söyler.[7] Buna göre “teveffa” kelimesinin anlamı, Hz. İsa’nın “ölmesi” değil, ölmeden göğe yükseltilmesi şeklindedir. Arap dilinde bir kelime hakiki yani ”lugatta belirlendiği manada kullanılırsa” [8] mecazi manaya hamledilmesi doğru olmaz. Çünkü mecazda, hakiki mananın anlaşılmasına mani bir karine olmalıdır ki, kelime mecaz manaya hamledilsin. Mesela “Şems/güneş” kelimesinin hakiki anlamı sabah doğudan zuhur eden, akşamleyin ise batıdan kaybolan bir yıldızdır. Fakat bu kelime, hakiki manasından alınarak yüzü güneş gibi parlak insanlar hakkında da kullanılabilir. Buna mecazi mana denir. Bunun gerçekleşebilmesi için de asıl mana ile geçici anlam arasında bir alaka bulunmalıdır. Mezkür örnekteki alaka “benzemek”tir. Yani yüzü parlak olan adam aydınlık cihetiyle güneşe benzetilmektedir. Bu durumda yüzü parlak olan bir insan için kullanılan “güneş” kelimesini, insana delalet eden karinelerin mevcudiyetine rağmen hakiki manada kullanmak nasıl doğru değilse “hakiki” anlamıyla kullanılan bir kelimeyi de mecaz manaya sarfetmek aynı derecede yanlıştır.[9] “Tevaffa” kelimesini mecaz manaya taşıyacak bir karine olmadığı gibi bu babtaki diğer ayet ve hadisler de mezkür lafzın “hakiki” manada kullanıldığına delalet etmektedir.

Nüzulü

“Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce, ona (İsa’ya) iman edecek olmasın. Kıyamet günü o (İsa) onların aleyhine şahit olacaktır.” [10] ayetinin manası şu çerçevede anlaşılmalıdır: “Hz. İsa’nın inmesini müteakip Ehl-i Kitab’ın tamamı -Hz. İsa- ölmeden önce Ona iman edecektir.” Ayetin siyakından da anlaşıldığı gibi gerek “bihi” gerekse de “kable mevtihi” (Onun ölmesinden önce) ifadelerindeki “hu” zamiri Hz. İsa’ya dönmektedir. [11] Bu da göstermektedir ki, Hz. İsa ölmemiştir, tekrar yeryüzüne inecek ve ölmeden önce Ehl-i Kitab ona iman edecektir.

“Şüphesiz o (ve innehu) kıyametin kopacağının bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru yoldur.” [12] Bu ayette zikredilen (ve innehu) ifadesindeki “hu” zamiri, surenin önceki ayetlerinin kendisinden bahsettiği Hz. İsa’ya dönmektedir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: “Muhakkak ki İsa b. Meryem kıyametin kopmasının alametidir.” Nitekim Kıraat-ı Seb’a’nın diğer rivayetleri de bu anlamı desteklemektedir. Çünkü “ve innehu le ilmun” yerine “ve innehu lealemun” (muhakkak ki İsa kıyametin alametidir.) tarzındaki kıraat de mervidir.

Kur’an-ı Hakim, Hz. İsa’nın yeryüzünde hakikati beyan ediş devrelerini anlatırken şöyle der: “O beşikte de, yetişkin (kehla) çağında da insanlarla konuşacak, salihlerden olacaktır. [13] “Kehl” insanın geçirdiği devreler içerisinde en olgunu kabul edilen otuz ile kırk yaş arasıdır. [14] Buna göre Hz. İsa, beşikte iken konuşmuş “Ben Allah’ın kuluyum” demişti. Bu bir mucize idi. Konuşmasındaki ikinci mucize ise, Cenabı Hakk Onu otuz üç yaşında semadan indirdiğinde gerçekleşecek ki o zaman da “Ben Allah’ın kuluyum” diyecektir. [15] İlk konuşmasında annesine atılan iftiraları izale etmişti. Gökten indikten sonra, halet-i kuhlünde konuşunca ise Hıristiyanların Onu Allah’a oğul isnat etme garabetini çürütecektir.

Ayetler, Hz. İsa’nın göğe alındığından ve Kıyametin arefesinde tekrar ineceğinden bahsetmektedirler. Bazı ayetler ise –izah edildiği gibi- te’vile imkan vermeyecek derecede açıktır. O halde müfessirlerin kanaatlerinin aynı noktada toplanması -ki o da Hz. İsa’nın tekrar inmesidir- tesadüfi bir ittifak değildir. Bu babta, müfessirler arasında genel bir kabulün oluşmasında “zaruri” bilgi niteliğini taşıyan mütevatir hadislerin de fevkalede bir etkisi vardır: Madem Kur’an'ı açıklama görevi Hz. Resulullah’a (s.a.v.) verilmiştir [16], bu takdirde Onun (s.a.v.) izahları da bağlayıcı kabul edilmelidir. Müfessirler hadiseye bu çerçevede baktıklarından Hz. İsa’nın inişi noktasında icma etmişlerdir. Ayetlerin açık delaleti ve hadislerin tevatürü ortada iken, nasıl olur da bu bir ‘tercih meselesidir’ denilebilir?!

İcma

Hz. İsa’nın inişiyle alakalı delillerin Kur’anî olanlarında kendince işkaller tesbit eden, sonra da onları yine kendince çözen yazar, önünde engel olarak gördüğü icmayı “ayet ve hadisler kadar yoğun ve vurgulu bir şekilde başvurulmadı” [17] diyerek direkt geçer.

Müfessirler, Kırbaşoğlu’nun ‘vurgusuz’ ifadesiyle geçiştirmeye çalıştığı icma ile alakalı şunları söylemektedirler: “’Hz. İsa diridir, ahir zamanda yeryüzüne inecektir,…’ şeklindeki mütevatir hadislerin gerektirdiği mana üzerine icma edilmiştir.[18]

İcma, ictihat derecesine ulaşan alimlerin şer’i bir hususta fikir birliği içersinde olmalarıdır. [19] Buna göre, amel ve itikat cihetiyle istikamet üzere olmayan bidat ve fısk sahibi bir alimin icmaya aykırı görüş beyan etmesi icmanın akdedilmesine mani değildir. [20] Çünkü bidat ehli olan zevat insanlar üzerine şahit (örnek) olma [21] misyonunu kaybeder. Bu durumda ondan gelen ihtilafın mevcudiyeti bir mana ifade etmez.

Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne tekrar inmesi hususunda oluşan icmaya ise, sadece Mu’tezile ve Cehmiyye’nin bir kısmı muhalefet etmiştir. Zahid Kevseri ‘Mu’tezile’nin bir kısmı’ ifadesinden muradın da Cübbai olduğunu söyler. Ne ki Cübbai bu husustaki rivayetlerin tevatür derecesinde olduğunu bilseydi onlara muhalefet etmezdi. [22] der.

Görüldüğü gibi, Hz. İsa’nın inişine Ehl-i Bid’at fırkalardan dahi geniş katılımlı bir muhalefet olmamıştır. Bütün bunlar icma delilinin bu bahiste ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Nitekim Hoca da, (burada söylediğine zıt olarak) icmanın şüyü’ bulduğunu kabul etmiş olmalı ki makalesinin sonuç bölümünde vurguyu değil meşruiyeti tartışır.

Hadisler

Hz. İsa’nın (a.s.) nüzulü bahsinde asıl belirleyici unsurun hadisler olduğunu fakat onların da yeterli olmadığını iddia eden yazar, şunları söyler: “Aslında Hz. İsa’nın nüzulü meselesinde belirleyici olan rivayetler/hadisler konusunda da ihtilaflar ve tartışmalar yok değildir. Genelde konuyla ilgili rivayetlerin mütevatir mi, ahad mı olduğu noktasında yoğunlaşan tartışmalarda, bu güne kadar taraflar arasında bir uzlaşama sağlanamadığı görülmektedir. Bu tür kısır tartışmaların uzayıp gitmesinin temel sebebi ise, konuyla ilgili hadislerin bilimsel bir titizlikle incelenmemiş olmasıdır. [23] Bu hususta kaleme alınan eserlerin rivayetleri bir araya getirmenin ötesinde bir anlam ifade etmediğini iddia eden yazar, şimdiye kadar rivayetlerin sistematik bir analize tabi tutulmadığını da savunur. Selefin boş bıraktığını iddia ettiği o azim gediği(!) kendisi doldurmaya taliptir.

Hoca’nın iddialarının aksine, nüzulü İsa ile ile ilgili hadisler mütevatirdir. Nitekim İbn Cerir, el-Aburiy, İbn Atiyye, İbn Rüşd (büyük), Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer, v.b. allameler bu hükmü tescil ve tevsik etmektedirler. Bunlar, hadiste nüfüz sahibi olan kişilerdir. Ayrıca Şevkani, Sıddık Han ve Keşmiri de hadislerin mütevatir olduklarını eserlerinde açıkça beyan etmişlerdir. [24] Hadis ilminde behresi olan herkes, ki bu herkes halkasına malum zihniyetin şeyhlerinden Şevkani de dahildir, hadislerin mütevatir olduklarını söylerken, Hoca yoğun bir ihtilaftan bahseder. Kırbaşoğlu’nun bahsettiği yoğunluk geçmişte Cübbai ve birkaç alimi saymazsak bütünüyle yakın döneme aittir. Taraflar arasında uzayan tartışma, aslında geçmişten tevarüs etmiş de değildir. Yani ihtilaf modern çağ mahreçlidir.

Malum olduğu üzere Hoca'nın tenkidinin üzerine oturduğu en önemli sacayaklarından birisi, bu konuda mevcut olduğunu ve merkezî bir yer işgal ettiğini düşündüğü ihtilaftır ki, ilgili hadislerin ahad mı yoksa mütevatir mi olduğu noktasında vuku bulmuştur.

Bir konuda, hele de böyle önemli ve hassas bir mevzuda "itibara alınası" bir ihtilaftan söz edebilmek için, ihtilaf ettiği söylenen taraflara ve onların delillerine atf-ı nazar etmek zaruridir.

Bu meselede nasıl geçmiş bir kısım bid'at ehlinin ihtilafı muteber, dolayısıyla meselenin mahiyetini etkileyici değilse, modern dönemde ileri sürülen muhalif görüşlerin durumu da aynıdır. Konuya böyle bakmak yerine, herhangi bir meselede –kimden ve ne suretle sadır olduğuna bakmaksızın– aykırı bir görüş mevcut diye hemen "bu mesele tartışmalıdır, bu konuda farklı görüşler mevcuttur" hükmüne varılacak olursa, Efendimiz'in son peygamber olmasından tutun da, namazın kaç vakit kılınacağına kadar İslam'ın sabitelerini oluşturan bir dolu mesele "muhtelefun fih" kategorisine sokulup tartışılabilir demektir.

“METİN TENKİDİ”

Yazar, muhaddisleri sened tenkidi ile ilgilenip, metin tenkidini ihmal etmekle suçlar. Hoca’nın altını çizdiği bu iddiayı ilk defa dile getirenler müsteşriklerdir. [25] Onları takiben Hint alt-kıtasından Seyyid Ahmed Han, Mısır’da Reşid Rıza ve Muhammed Tevfik Sıdki muhaddislerin temel hatalarının metin tenkidini ihmal etmek olduğunu söylemiştir. Bu argüman bir çok hadis karşıtı tarafından benimsenmiş [26] ve klasik hadis usulünü tenkitte merkez nokta ittihaz edilmiştir. Ne var ki muhaddislerin telifatı Kırbaşoğlu’nun da içerisinde yer aldığı münekkitlerin iddialarını çürütecek delil ve usullerle doludur. Zannedildiği gibi muhaddisler senedle iştigal edip, metin tenkidini terk etmiş değillerdir. [27] Hatta metin tenkidinin tarihi, sened tenkidinden daha da kadimdir. Çünkü metin tenkidi, hadis rivayetinin başlangıç noktasında yer alan sahabe ile başlar.

Kadim Usul

Sahabe, metin tenkidinde iki usul takip ederdi. Bunlardan birincisi, hadis-i şeriflerin Kur’an’a arzı şeklindeydi. Kur’an’a arz edilen hadisler cem, te’vil ya da her hangi bir manaya tevcih şeklinde izah edilemeyecek iseler bu durumda onların reddedilmesine hükmedilirdi.

Böyle bir usul, asla Allah Resulü’nün sözünü reddetme anlamına gelmemektedir. Zira, sahabeye göre bir hadisin Kur’an’a aykırı olması, onun Allah Resulü’nün sözü olmaması anlamına gelmekteydi. [28]

Sahabenin, hadisleri Kur’an muvacehesinde tahlil ettiğine şöyle bir örnek verebiliriz: “Ammar b. Ruzayk Ebu İshak’ın şöyle dediğini naklediyor: “Esved b. Yezid ile Küfe Mescidinde oturuyordum. Şa’bi de bizimle idi. O, Fatıma bint Kays’ın Hz. Resulullah’ın kendisine iddet süresince hayatını idame ettirmesi için ev ve nafaka hakkı vermediğini muhtevi hadisini anlattı. Bunun üzerine Esved, yerden bir avuç taş aldı ve şöyle diyerek Şa’bi'ye attı: ‘Yazıklar olsun! Böyle bir ifadeyi nasıl rivayet edersin?’ Bu hususta Hz. Ömer şöyle demiştir: “Unutup unutmadığını bilmediğimiz bir kadının sözünden dolayı Allah’ın Kitabı'nı ve Peygamberimiz’in Sünneti’ni terk etmeyiz. Boşanan kadının mesken ve nafaka hakkı vardır. Zira Allah Teala ‘Apaçık hayasızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar.’ [29] buyurmaktadır. [30]

Bu hususta İbn Hacer şunları söyler: “Hz. Ömer ‘Peygamberimizin Sünneti’ ifadesiyle belli bir sünneti değil, Sünnet’in Allah’ın Kitabına uymaya delalet eden hükümlerini kasdetmiş olmalıdır.” [31]

Fatıma bint Kays’ın rivayeti, mezkür ayete muarız olduğu gibi, “Onları (iddetleri süresince) gücünüz nispetinde, oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.” [32] ayetiyle de çelişmektedir. Çünkü bu ayetler boşanmış kadına mesken hakkı tanımaktadır. Hz. Ömer, Kur’an’a aykırı bulduğu rivayeti terk etmiştir.

Hadis mecmuaları, sahabenin Sünnet’in Kur’an’a arzı noktasında ne kadar müdakkik olduklarının örnekleriyle doludur.

Ashabın metin tenkidinde geliştirdiği ikinci usul ise Sünnet’in Sünnet’e arzıdır. Bu başlık altında temerküz eden usulü şu şekilde tasnif etmek mümkündür: Rivayete konu olan olayı yaşayan sahabinin görüşünü tercih etme; İhtilaflı iki hadisten birinin farklı bir rivayetle desteklenmesi; Sünneti, birinci derecede ilgili olan kişiye sorma ve onun yaptığı açıklamayı kabul etme. Tasnifin son aşamasında yer alan başlığa şöyle bir misal getirebiliriz: Abdullah b. Amr’ın kadınlara, guslederlerken saç örgülerini çözmeyi emretmesine karşı, Hz. Aişe’nin guslederken ’başıma üç defa su dökmekten başka bir şey yapmazdım.’ şeklinde mukabelede bulunması [33], hadiseyle birinci derecede ilgili olduğundan tercihe şayan olmuştur.

Sahabe kuşağını takiben gelen muhaddisler, metin tahlilinde seleflerinin yolunu izlediler. Yanı sıra değişik ölçüler de tesbit ettiler: Farklı riveyetleri bir birine arz ederek ravilerin garib bir lafzı şerh ederken metne yaptıkları idracları ayıkladılar.[34] “Izdırab”, “kalb”, “tashih” ve “tahrif” de muhaddislerin metin tahlilinde kullandıkları önemli ölçülerdendir. Gerek hadis mecmularında gerekse onlar üzerine yazılan şerh ve haşiye literatüründe bahsi geçen ölçüler muvacehesinde metin tenkidi daimi olarak yapılmıştır.

Fakihlerin manayı anlama sürecinde tesbit ettikleri ‘âmm lafzı tahsis, mutlak olanı takyit, iki farklı rivayetten kronolojik olarak önce olanın muahhar olan tarafından neshi gibi usuller de metin tahlil kriterleri arasında değerlendirilmelidir.

Bunlara, şazz, münker gibi kategorilerin de "metin değerlendirmesi"nin ortaya çıkardığı kriterler sonucunda oluşturulduğu eklenebilir.

Hoca'nın bunların bir kısmına, "sonuçta yine sened kritiğine dayalı değerlendirmeler" diyerek itiraz etmesi mümkündür. Ancak onun anladığı "metin tenkidi"nin, esasen sened sistemini –en azından müslümanlar kadar– tanıyıp uygulaması hiç söz konusu olmamış Batılı ilim adamlarının icat ettiği bir değerlendirme tarzı olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Hadis ilminde ise senedle metin birbirine o kadar sıkı biçimde merbuttur ki, tahlil sisteminin senedden tamamen bağımsız olarak metne ya da metinden tamamen bağımsız olarak senede bir bütün halinde teksif edilmesi mümkün değildir.

Metin tenkidi bahsinde buraya kadar söylenenlerin bir hitamı mahiyetinde şunu söylemek mümkündür: Madem ki bir hadisin senedi metni korumak için tahlil ve tenkit edilir; o halde ravinin adalet ve zabtında bir problem yok ve sair şartlar da bihakkın mevcut ise metinde ne gibi bir problem olabilir?! (Muhakkak ki bu babın istisnaları olacaktır.)

Keşmiri ve Metin Tenkidi

Kudema neyi nasıl yaptı ise, o kadroya ahirde katılanlar da aynı usul müvacehesinde hareket etmiştir. Yönü değişmeyen çerçevenin sadece koordinatlarında oynama yapılmıştır. Mahiyet itibariyle bir takım farklılıklar arz eden çalışmalar bu bağlamda değerlendirilmelidir. Kırbaşoğlu’nun tenkitte esas aldığı Allame el-Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” [35] adlı kitabı da söz konusu ölçüler çerçevesinde telif edilmiştir. Yani Keşmiri, eserini telif ederken metin tahlilini ihmal etmiş değildir. Fakat bunu açıkça izhar etmemiştir. Zira müellif kitabını Kadiyaniler'e ve onların sapıklıklarına karşı muhakkik alimlerin elinde keskin bir kılıç olması için telif etmiştir. [36] Bu yüzden hadislerin izahı sadedinde şerh ve ta’like pek yer vermemiştir. Bu demek değildir ki, “et-Tasrih” metin tahlilinden mahrumdur: Eserde yalnızca Hz. İsa’nın ineceğinden bahseden hadisler mevcuttur. Hz. İsa’yı anlatan fakat sarahaten nüzulden söz etmeyen hadislerin kapsam dışı tutulması başlı başlı başına bir ayıklama cehdi yani bir anlamda da metin tenkididir.

Şu da bir tarafa not edilmelidir ki, nüzül ile alakalı hadisleri cem eden el-Keşmiri -eskilerin ifadesi ile- “sahafi” bir hadisçi değildir; Eslafı gibi güçlü bir zihni donanıma sahiptir. Telifte kullandığı hadisleri muhtevi mecmuaları defalarca okumuş, metin tenkidi ölçülerini direk kavrayacak zihni bir alt yapıya kavuşmuştur. Bunun bereketiyle bir çok esere imza atan Keşmiri “Kadiyaniyye”ye karşı (dolayısıyla Hz. İsa'nın ref' ve nüzulüyle ilintili) da beş tane reddiye yazmıştır. “et-Tasrih” bunların en küçüklerindendir. [37] et-Tasrih’in ne derece muhakkik bir müellifin kaleminden çıktığını yakinen anlayabilmek için el-Keşmiri’nin baş eserlerinden olan Buhari Şerhi “Feyzu’l-Bari”nin yazılış serüvenine bakmak gerekir. Keşmiri’nin Buhari dersinde anlattıklarını ihtiva eden “Feyzu’l-Bari”, yazılmadan önce müellif, baştan sona tam on üç defa Buhari’yi mutalaa eder. Fethu’l-Bari, Umdetu’l-Kari, İrşadu’s-Sari başta olmak üzere Hint ve Hicaz bölgelerinde telif edilen matbu ve yazma şerhlerden de otuz kadarını okur. Bunlar içerisinde “Fethu’l-Bari” ve “Umdetu’l-Kari” sanki gözü önünde açık duran sahifeler gibidir.[38]

Kırbaşoğlu’nun, rivayetleri bir araya getirmenin ötesinde bir şey yapmamakla itham ettiği muhaddisler, “el-Keşmiri” örneğinde olduğu gibi bir dersi okutmaya başlamadan önce (genel icazetin dışında) onunla alakalı metin ve şerhleri defaatle okur sonra telife başlardı. Bu gün onları tenkit edenlerin yani el-Keşmiri gibiler üzerine tenkit yazıları kaleme alanların bir defa olsun Buhari’yi okumadıkları aşikardır. Aksini iddia etmelerine hazırdaki eğitim sistemi geçit vermemektedir.[39]

TENKİT MEVZULARI

Yazar, genelde bütün hadisler için gerekli gördüğü, özelde ise Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadislere tatbik ettiği sisteminin esaslarını şu başlıklar altında ifade eder:

1. Kaynak metodolojisi
2. İsnat tenkidi
3. Metin tenkidi
4. Epistemolojik değerlendirme (Bu başlık öncekilerin bir tekrarı olduğundan tenkitte ona yer vermedik.)

“KAYNAK METODOLOJİSİ”

Abdulfettah Ebu Ğudde’nin tahkik edip, ta’lik düştüğü Keşmiri’nin “et-Tasrih”i, Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadisleri muhtevi en kapsamlı çalışma olduğundan Kırbaşoğlu tenkidinde bu eseri esas alır.[40]

Yazar, Hz. İsa’nın nüzulüne dair hadislerin kaynak ravilerine (sahabe-tabiin) göre dağılımını verdikten sonra şu meyanda bir değerlendirmede bulunur:

Kayanak ravilerin güvenirliği açısından bakıldığında, Abdullah b. Mes’ud ve Enes b. Malik gibi birkaç sahabi hariç, rivayetleri nakledenlerin –veya naklettiği rivayet edilenlerin- büyük ekseriyetinin Hz. Peygamber’in yakın çevresindeki arkadaşları olmadıkları görülür. Şayet genel olarak iddia edildiği gibi, bu konu, sübutu kesin ve dinen inanılması zorunlu bir iman esası olup, inkar edilmesi de küfrü mucip ise; o takdirde, bu kadar önemli bir iman esasının, Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hz. Peygamber’in eşleri ve diğer pek çok önde gelen sahabe, özellikle de dini kavrayış bakımından temayüz eden ‘fakih sahabiler’ tarafından da sonraki nesillere tebliğ edilmiş olması beklenirdi. Buna bağlı olarak, onlardan da bu konuda bazı rivayetlerin bize ulaşması gerekirdi.[41]

Varlıkta Yaşanan Yokluk

Kırbaşoğlu’nun Allah Resulü’nün (s.a.v.) yakın çevresinden ravi aradığı liste içerisinde “müksirun” diye şöhret bulan -binden fazla hadis rivayet eden- sahabenin tamamı vardır: Nüzulü İsa bahsinde Ebu Hureyre: (21); Abdullah b. Ömer: (3); Enes b. Malik (3); Aişe bint Ebi Bekr: (2); Abdullah b. Abbas: (5); Cabir b. Abdillah: (7) hadis rivayet etmiştir. Müksirunun bu babta ne kadar hadis rivayet ettiğinin dökümü Kırbaşoğlu’nun makalesinde de vardır. Fakat O, buna rağmen ‘yakın çevre’ aramaya devam etmektedir.

Kırbaşoğlu, raviler arasında fakih sahabi de arar. Halbuki nüzülü İsa ile ilgili hadislerin ravileri arasında fekahetleriyle temayüz eden “Abadile” nin (Abdullahlar) biri hariç tamamı vardır: Abdullah b. Ömer: (3); Abdullah b. Abbas: (5); Abdullah b. Amr b. As: (3) hadis rivayet etmiştir.

Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali’nin (r. anhum) bu babta hiç hadis rivayet etmemesini, hadislerin reddine referans yapan yazara, niçin müksirun içerisinde bunlardan birisinin yer alamadığını sormak isteriz. İsterseniz bu ‘niçin’in cevabını birlikte verelim: Raşid Halifeler, Efendimiz’den (s.a.v.) sonraki hayatlarında umuru devletle iştigal ettiler, çeşitli bölgelere alimleri, kurraları, kadıları gönderdiler. Onlar da tıpkı halifeler gibi bulundukları yerlerde taşıdıkları emanetin gereğini yerine getirdiler. İslam ümmetinin refahı için çalıştılar. Herkes hususi vazife alanında var oluşunun gereğini ifa etti.

Hadise bu minval üzere iken çıkıp da şunu yapan, niçin bunu da yapmamıştır demek ne mümkün. Futühat ile uğraşan Halid b. Velid’in az hadis rivayet etmesi, nasıl levm edilmesine medar olamayacaksa, ilimle iştigal eden Ebu Hureyre’nin de çok hadis rivayet etmesi yadırganmasına vesile ittihaz edilemez. Bu mantıkla hareket edenler Osman b. Affan’ı (r.a.) ya da Abdullah b. Amr’ı fetih sancağını taşımadılar diye de ayıplayacaklar mı?!

Ebu Bekir (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalinden sonra iki buçuk yıl kadar yaşadı. Bütün bu zaman zarfında devlet başkanı olarak görev yaptı. Şartlar, hadis rivayet etmesine mani oldu.

Hz. Ömer, Medine’de şehrin dışında “Avali” denen yerde oturur, şehir merkezine arkadaşıyla münavebeli olarak inerdi. Hilafet yıllarındaki yoğun devlet gündemi de buna eklendiğinde neden 537 hadis rivayet ettiği aşikar olur. Hz. Osman (r.a.) ve Ali (r.a.) için de benzer nedenler geçerlidir. Buna mukabil “müksirun” ve “abadile” seferde, hazarda sürekli Allah Resülü (s.a.v.) ile birlikteydi. Ömürlerini ilme adamışlardı. Birçoğu siyasi işlerin de dışında kalmıştı. Ayrıca Allah Resulü’nün ahirete irtihal etmesinin ardından dört halifeye nisbetle daha uzun yaşamışlardı. Dolayısıyla zamanın uzamasına paralel olarak rivayetleri de arttı. Bu yüzden Onlarla Raşid Halifeler arasında bir denge aramak, kıyas yapmak büyük bir hatadır.

Ayrıca şu da bilinmelidir ki, İman esasları ile alakalı birçok mevzuda Raşid Halifelerin rivayeti yoktur. Bu durumda bu esaslar tevatüren sabit merviyyat üzerine ibtina etseler de –Kırbaşoğlu’nun kriterlerine muvafık değiller diye– red mi edileceklerdir?!

Ebu Hureyre

Yazarın, Ebu Hureyre’nin Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı rivayet ettiği hadislere geç Müslüman olmasını gerekçe göstererek ya da adının bir takım İsrailiyyat rivavayetlerine karıştığını iddia ederek karşı çıkması ise hadiseleri tahlil zafiyetinden kaynaklanmaktadır.

Ebu Hureyre’nin Allah Resulü ile olan birlikteliğine kıyasla rivayetlerinin aded ve sıhhatine yöneltilen itirazlara karşı şunlar söylenebilir: Her şeyden önce şu bilinmelidir ki, Ebu Hureyre’nin Allah Resülü (s.a.v.) ile olan üç yıllık birlikteliğe 5374 hadis sığdırması olağan üstü bir hadise değildir. Çünkü o devir insanları içerisinde daha kısa zamanda Ondan daha fazla metin ezberleyenler vardır. Nitekim kitaplarda, uzun şiirleri bir defada hıfzeden nice şahsiyetlerin hatıraları mevcuttur. Ebu Bekir’in (r.a.) nesep bilgisi, Aişe’nin (r.ah.) şiir birikimi, Hammad’ın eyyam-ı arab malumatı [42] karşısında Ebu Hureyre’nin üç yıla sığdırdığı nedir ki?

Sonra, kadim usulde bir medrese talebesi tahsil sürecinde Nahiv’de; “Elfiye”yi, Akaid’te; “Emali”yi, Hadis Usulü’nde; “el-Menzumet’ul-Beykuniyye”yi, Furu’ fıkıhta “Kuduri”yi … ezberler, öyle icazet alır(dı). Moritanya’da bu gün bile onlarca Kütüb-i Sitte hafızı var.

Arap olan Ebu Hureyre, üç yılda 5374 hadis ezberledi, Arap olmayan bir talebe ise beş-altı ayda 6666 ayeti (şöhretinden dolayı bu rakam kullanılmıştır.) hıfzedebiliyor. Bu bir vakıadır. Bütün bunlara rağmen niçin anlamakta zorluk çekiliyor, anlayan varsa izah etsin.

Ebu Hureyre’nin beş bin küsür hadisi rivayet etmesi makuldür. Fakat bütün bu makuliyet içerisinde sadece Ebu Hureyre’ye ait bir takım hususiyetler vardır ki; onlar da hesaba katıldığında rivayetlerinin bilinen sayıdan aşağıda olmasında bir olağan üstülük olmaktadır. Çünkü Ebu Hureyre’nin üç yıl Allah Resülü (s.a.v.) ile birlikte olması, Suffe’nin başkanı sıfatıyla Efendimiz’le (s.a.v.) sürekli irtibat kurması, hadis tahsili için aç karnına taş bağlayıp Peygamber’in gündemini takip etmesi, başka türlü izah kabul etmemektedir. Ayrıca Efendimiz, Kureyş’in ateşkesi ardından bütün mesaisini İslam’a davete hasrettiğinden risaletin son üç yılı, ictimai, siyasi, hukuki birçok mühim hadiseye tanıklık etti. Farklı bölgelere İslam elçileri gönderdi. Medine’ye de “Ceziretu’l-Arap”ın her köşesinden kabileler geldi. Ebu Hureyre, Allah Resülü’nün (s.a.v.) başucunda bekleyen müdakkik bir talebe suretinde bütün bu olup-bitenlere tanıklık etti. Gözleriyle gördü, kulaklarıyla işitti ve yüreğiyle ezberine aldı. Kimsenin sormaya cesaret edemediği konuları Hz. Resülülah’a (s.a.v.) sorup-öğrendi. [43]

İbn Ömer [44], Talha b. Ubeydillah [45], Ebu Eyyub el-Ensari [46] (r.anhüm.) gibi sahabiler de Ebu Hureyre’nin hadis ilmindeki yüksek mertebesini itiraf etmekte ve bunu Allah Resülü (s.a.v.) ile olan birlikteliğine bağlamaktadırlar.

Kırbaşoğlu, mutlak olarak kullandığı ‘İsrailiyyat rivayetlerine adı karışanlar’ ifadesiyle muhtemelen Ebu Hureyrenin Ka’bu’l-Ahbar ile münasebetini kastetmektedir. Bu noktada yapılan bir tenkit şu açılardan geçersizdir: Ka’b, Ebu Hureyre’ye geçmiş ümmetlerin haberlerinden nakiller yapmış, Ebu Hureyre de Ona, Allah Resülü’nün hadislerini rivayet etmiştir. Ebu Hureyre’yi Ka’b ile olan bu bilgi paylaşımından dolayı tenkit etmek, hiçbir usul ve esasa dayanmayan ideolojik bir okumadır. Çünkü her hangi bir Müslüman’ın İslami ölçüler çerçevesinde eski ümmetlerle alakalı malumata sahip olması ve onu kullanması meşrudur. Nitekim Allah Resülü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “İsrail oğullarından haber verin. Bunda hiçbir sakınca yoktur.” [47] İsrailî bilgiyi kullanmadaki kesin ölçüye gelince; o şu şekilde formüle edilmiştir: “İslam’ın doğruladığı kabul, tekzip ettiği reddedilir. Bunun dışındakilerde ise tevakkufta bulunulur.” [48]

Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadislerin gerçekte Ka’b’a ait bilgiler olduğunu fakat Ebu Hureyre’nin onları Allah Resülü’ne (s.a.v.) isnat ederek İslamileştirdiğini iddia etmek (İsrailiyyat ifadesiyle neşredilmeye çalışılan düşünceyi başka türlü anlamak maalesef ki mümkün değildir.) ise ancak insaf fukaralarının nasibi olabilir. “Her kim benim ağzımdan bilerek yalan uydurursa cehennemde ki yerini hazırlasın.” [49] hadisini rivayet eden sahabilerden biri de Ebu Hureyre olsun, sonra da Ka’b’tan dinlediği İsrailî bilgiyi hadis diye rivayet etsin, ne mümkün!

Hoca’nın Ebu Hureyre bahsinde örgüleştirdiği fikri, temelinden çürüten bir hakikat var ki o da Ka'b'ın İslam'a Yahudilik'ten geldiği, Yahudilik'te ise İsa ve dolayısıyla nüzul-i İsa inancının bulunmadığıdır.

Hadisleri Rivayet Eden Sahabenin Yaşları

Kırbaşoğlu’nun Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. el-Yeman ve Ebu Sa’id el-Hudri’nin Hz. İsa’nın inişiyle ilgili rivayet ettikleri hadisleri reddedebilmek için “…bazılarının geç Müslüman olması veya Hz. Peygamber zamanında yaşlarının küçük olması v.b. sebeplerle zabt açısından ciddi eleştirilere maruz kaldıklarını…” söylemesi de hilafi hakikattir. Şöyle ki, Cabir b. Abdillah ikinci Akabe Biat’ına katılan Ensari bir sahabidir, [50] fukahadandır, Bedir muharebesi sırasında ise yaşı 18’dir [51]. Yani ne geç Müslüman olmuş ne de çocuk sahabilerdendir. Üstelik fekahetiyle de temayüz etmiştir. Huzeyfe b. el-Yeman ise, Medine’de dünyaya gelmiş [52], Allah Resulü ile birlikte Uhud muharebesine katılmıştır.[53] Hazret-i Resulullah’ın on üç yaşındaki sahabilerin yaşlarını küçük bulup savaşa iştirak etmelerine müsaade etmediğine bakılırsa Huzeyfe’nin yaşı bu sınırın üzerindedir. Bu durumda geç Müslüman oldu ya da çocuktu diye hadislerini tartışmaya açmak mümkün değildir. Ebu Sa’id el-Hudri’ye gelince; O da Ensaridir ve fukahadandır. Uhut’ta yaşı on üç olduğundan Allah Resulü tarafından geri çevrilmiş fakat Hendek muharebesi ve Rıdvan Biat’ına iştirak etmiştir.[54] Yani Ebu Sa’id el-Hudri de Hoca’nın yuvarlak ifadelerinin muhatabı değildir. Çünkü Allah Resulü ahirete irtihal ettiğinde Ebu Sa’id el-Hudri 20 yaşlarındadır. (Bu tayin, Ebu Said’in Hicri 3. yılda cereyan eden Uhut ’ta, 13 yaşında olduğu dikkate alınarak hesaplanmıştır.)

Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadisleri ‘kaynak metodoloji’si açısından değerlendiren Kırbaşoğlu’nun yukarıdaki tavzihattan sonra yapması gereken tek bir şey vardır o da; “Kaynak ravilerin güvenirliliği bakımından durumun çok ikna edici olmadığı…” [55] yönündeki ibaresini tashih etmektir.

Fıkhi Eserlerde Akidevi Mesele Aramak

Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadisleri ihtiva eden eserlerin bir kısmının listesini verir, sonra da şöyle der: “Bu hadisler Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde, Hakim en-Neysaburi’nin Müstedrek’inde…. Müslim’in Sahihi’nde var fakat onlardan daha önce yaşayan “… Ebu Yusuf’un (v. 183), İmam Muhammed’in (v. 189) eserleri…” gibi ilk kaynaklarda yok. Bu noktada ilk ‘musannifler’! rivayetleri yeterince bir araya getirememişler, bundan dolayı hadisleri eserlerine alamamışlar nev’inden yapılacak bir izahın da yersiz olduğunu savunan Hoca, savunmasına gerekçe olarak şunları söyler:

“Mesih konusu İslam’ın sair esasları gibi bilinmesi zorunlu ise, ilk musanniflerin, dinin diğer temel esaslarına dair rivayetleri eserlerinde topladıkları gibi, bu konudaki rivayetleri de toplamış olmaları gerekirdi. Aksi takdirde, onların, dinin önemli bir iman esası konusunda cahil kaldıklarını kabul etmek gerekir.” [56]

Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadislerin mütevatir olduğunu onlarca allamenin sarahaten söylemesini (isbat etmesini) görmemezlikten gelen yazar, nev’i şahsına münhasır bir “muğalata” ile davasını tevsik etmeye çalışır; Niçin Ebu Yusuf’la İmam Muhammed’in eserlerine, Hz. İsa’nın nüzulü ile ilgili hadisleri almadıklarını sorgular. Bu sorgulamayı yapan Kırbaşoğlu, mevzuun itikadi bir mesele olduğunu ya da sevad-ı a’zam tarafından öyle kabul edildiğini vurgulamaktan da geri durmaz.[57]

Kırbaşoğlu’nun sorgusunun tahliline gelince; Hz. İsa’nın nüzulü gibi itikadi bir mevzuyu, ameli meselelerle alakalı eser telif eden Ebu Yusuf hangi kitabına alabilirdi. Mali hususları ihtiva eden: “el-Harac”a mı?! Ebu Hanife ile İbn Ebi Leyla’nın ihtilaflarını konu edinen eserine mi [58], İhtilafu’l-Emsar, er-Red ‘ala Malik b. Enes, Kitabu’l-Vesaya v.b telifatına mı? Evet, tadat ettiğimiz eserlerde Hz. İsa’nın inişiyle alakalı bir kayıt yoktur, çünkü onlar akide kitapları değildir.[59] Kırbaşoğlu’nun İmam Muhammed’in telifatında da nüzulü İsa bahsini bulamaması aynı nedene mebnidir. Çünkü Muhammed b. Hasan eş-Şeyabani’den güvenilir bir rivayet zinciriyle nakledilen ve bu yüzden “Zahiru’r-Rivaye” diye isimlendirilen; “el-Mebsut”, “el-Cami’u’s-Sagir”, “el-Cami’u’l-Kebir”, “ez-Ziyadat”, “es-Siyeru’s-Sagir”, “es-Siyeru’l-Kebir”den oluşan altı kitap’ta ameli mevzularla alakalıdır. Yine İmam Muhammed’ten rivayet edilen fakat ilklerinde olduğu gibi güvenilir bir rivayet zincirine sahip olmayan ve bu yüzden “Nadiru’r-Rivaye” diye şöhret bulan eserler de ameli mevzularla ilgilidir.

Ameli mevzuları muhtevi eserlerde Hz. İsa’nın nüzulü ile ilgili hadislerin olmamasına taaccüp eden ve bu taaccüp üzerine reddiyesini bina eden Hoca’nın hali manav’da kereste arayan, bulamayınca da kerestenin varlığını reddeden adama benziyor. Keresteyi nerede araması gerektiğini bilmeyen adamın ‘eda ehliyet’i kamil değildir. Malını telef etmesi endişesiyle hacr edilebilir. Keresteyi nerede araması gerektiğini bilemeyen hacr edilir de, akidevi bir meseleyi ameli mevzuları muhtevi literatürde arayan Hoca muhaddis diye markalanır mı?!

Bu parantez konunun önemine binaen açılmıştır: (Hoca olan her meseleyi bilemeyebilir. Bu normaldir. Fakat hoca, neyi, nerede ve nasıl araması gerektiğini bilmelidir. Aksi takdirde doğruyu yanlış yerde aradığından bulamayacak, bulamayınca da reddedecektir.)

Kırbaşoğlu, Buhari ve Müslim’den önce yaşayan İmameyn’in (Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) kitaplarında bulamadığı ve bu yolla reddine kapı araladığı Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı ilk kaynaklara, hakikaten ulaşmak isteseydi, konuyu İmameyn’in Hocası Ebu Hanife’nin (v. 150) kitaplarında bulabilirdi. Nitekim Büyük İmam el-Fıkhu’l-Ekber adıyla musemma akide kitabında kıyamet alametlerini tadat ederken Hz. İsa’nın inişinin sahih rivayetlerle sabit bir hakikat olduğunu bildirir. [60] Yine, İmam Ebu Hanife, Ebu Muti’ b. Abdillah el-Belhi’nin rivayet ettiği el-Fıkhu’l-Ebsat, Ebu Yusuf’un rivayet ettiği el-Vasiyye adlarıyla maruf akide kitaplarında da Hz. İsa’nın inişinin akidevi bir mesele olduğunu ifade etmiştir.[61]

Eğer Kırbaşoğlu, malumatı tevsik etmek için İmameyn’in kanaatine ulaşma niyetinde olsaydı, hicri 189’ta vefat eden İmam Muhammed’ten 39 yıl önce ahirete irtihal eden tabiin devrinin allamesi Ebu Hanife’nin beyanını kabul ederdi.

Yazar, mutlaka nüzulü İsa, Ebu Yusuf’un eserlerinde olmalıdır diyorsa bilmelidir ki Ebu Yusuf’un eserlerinin çoğu, Ebu Hanife’den rivayet ettiği ictihatlardan müteşekkildir. Nitekim İmam’ın, Hz. İsa’nın nüzulünün hak olduğunu bildiren risalelerinden “el-Vasiyye” Ebu Yusuf rivayetiyle bize ulaşmıştır. Ayrıca hicri 311’de vefat eden Hanefi Mezhebinin meselede müctehit fakihlerinden allame Tahavi, [62] Ebu Hanife’nin yanı sıra talebeleri Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed’in de Hz. İsa’nın ineceğini benimsediklerini yani nüzul-i İsa meselesinde farklı düşünmediklerini bildirmiştir. [63]

Literatür

Kırbaşoğlu, mündericatında Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadislerin de yer aldığı 52 kitaptan müteşekkil bir liste verir. En muteber hadis mecmualarının da yer aldığı bu listeyi kendince kategorize eder. Kitaplar arasında; tarih, tabakat, rical, cerh-tadil, tefsir, delail vb. türdeki eserlerin önemli bir yekün teşkil etmesini ise bir nakısa olarak gördüğünü ihsas eder.

Kırbaşoğlu’nun listeye dahil ettiği kitaplarla alakalı malumat da tahkikten uzaktır; tasnif rast gele yapılmıştır. Örneğin Muhammed b. Resul el-Berzenci’nin (v. 1103) “el-İşa’a li Eşratı’s-Sa’a” adlı kitabında Hz. İsa’nın inişiyle alakalı bir hadisin yer aldığı belirtilmiş, halbuki mevzu ile alakalı bölümün on satırlık girişinde bizzat nüzül kelimesinin kullanıldığı üç hadis-i şerif mevcuttur. [64]

Ayrıca el-İşa’a müellifi hicri 1103 yılında vefat eden müteahhirundan bir allamedir. Bu nev’i eserler listeye dahil edildiğinde ortaya sayıları yüzlerle ifade edilen muazzam bir külliyat çıkmaktadır. Bu durumda katagorize edilen kitapların farklı disiplinlere ait olmaları bir nakısa değil bir kemal kabul edilmelidir. Çünkü bu geniş yelpaze, Hz. İsa’nın nüzulünün hadisçiden tarihçiye, müfessirden siyer yazarına kadar uzanan bir çizgide kabul görmüş ortak bir akide olduğunu tescil eder. Kırbaşoğlu’nun farklı alanlarda olmaları hasebiyle tenkit ettiği eserler, hiç hesaba katılmazsa yine de mevzu ile alakalı hadislerin tevatür derecesinde bir sarsılma olmamaktadır. Bu husus not edilmesi gereken öncelikli konulardandır.

Parantez: (Hz. İsa’nın nüzulünü muhtevi eserlere bilimsel bir ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini [65] bildiren Kırbaşoğlu, aslında haklıdır. Çünkü selef, bu husustaki merviyyatı asırların birikimiyle oluşan klasik hadis usulü çerçevesinde tahlil etmiştir. Bunu yaparken mevcut sistemi gelecekte tenkit ve tashih edecek Hayri Kırbaşoğlu adıyla malum büyük bir yöntem bilim uzmanın zuhur edeceğini bilememiştir. Bilselerdi, muhakkak Onun için bir açık kapı bırakırlardı.)

Yazara göre, Hz. İsa’nın nüzulüyle alakalı hadisleri rivayet eden sahabe-tabiin ve onların rivayetlerini muhtevi hadis mecmuaları, sonraki dönemlerde yaşayanların görüşlerini yansıtan asar ve o asarın yer aldığı kaynaklar güvenilirlikten uzaktır. Çünkü “gerek kaynak ravilerin, gerekse son ravi olan musannif ve müelliflerin tamamının, rivayetleri nakilde, son derece sıkı bilimsel şartlara titizlikle riayeti prensip edinmiş kimseler olduklarını söylemek mümkün” [66] değildir.

Yazarın bu noktadaki mutalaalarının ne derece ideolojik olduğu, geçen sahifelerde aşikar olduğundan yeniden konuşmak malumu ilam olacaktır. Fakat müellifi istila eden kesif şüphe bulutlarına dair “efradını cami’ ağyarını mani’” bir durum değerlendirmesi yapmak gerekirse sözü Şarkiyatçı Massignon’a bırakmak isabetli bir tercih olacaktır: “Müslümanların her şeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler…” [67]

“İSNAD TENKİDİ”

Hz. İsa’nın inişiyle alakalı hadisleri rivayet eden ilk ravileri cerh eden Kırbaşoğlu, sonraki ravilerden oluşan isnad zincirini de tenkit eder. Ravi zincirinin güven vermediğini söyler. Tevatür derecesine varan hadisler içerisinde birkaç tane mevzu rivayetin yer almasını istismar eder ve bütün hadislerin mevzu olabileceğini ihsas eder. [68] Örnek olarak da nüzulü İsa ile alakalı hadisleri tedvin eden Keşmiri’nin “et-Tasrih” adlı eserini gösterir. Söz konusu eserin 82, 241 ve 242. sahifelerinde “sahih olmadığı açıkça ifade edildiği halde bazı rivayetlerin delil olarak ileri sürüldüğünü” söyler. [69] et-Tasrih’i tahkik eden Abdul Fettah Ebu Ğudde’yi Keşmiri’nin eserini “tamamen destekleyici notlar ve ekler ilave eden” bir meddah olarak takdim eder, sonrada Ebu Ğudde’nin mevzu ya da zayıf dediği rivayetleri kendi tesbiti imiş gibi sunar.

et-Tarih’te rivayetler merfu ve mevkuf-maktu diye temelde iki bölümde verilmesine rağmen yazar şu meyanda bir değerlendirme yapar: ‘Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olduğunu iddia eden Ebu Ğudde ‘Bu suretle de, sanki adı geçen eserdeki bütün rivayetlerin Hz. Peygamber’e ait gerçek hadislerden oluştuğu intibaını uyandırmak istemektedir. Bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husus, eserdeki rivayetlerin tamamının Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadisler (merfu) olmadığıdır. Bilakis toplam 178 (doğrusu 121) rivayetin yaklaşık altmışı mürsel, mevkuf ve maktu rivayetlerden oluşmaktadır ki, bu azımsanmayacak bir sayıdır. Bir başka ifadeyle delil olarak kullanılan rivayetlerin 1/3’ü Hz. Peygamber’e izafe edilen rivayetler değildir; başkalarının (sahabi, tabii, vd.) şahsi kanaatlerini yansıtan ve dini açıdan bağlayıcı olmayan nakillerden ibarettir.” [70]

Kırbaşoğlu, Hz. İsa’nın nüzülünden bahseden 52 kitap içerisinde yer alan 178 hadisle Keşmiri’nin et-Tasri
Devamını Oku »

Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar





Prof. Dr. Muhammed Ali Es-Sabuni: Oryantalizmden Etkilenenler Kur’an-ı Kerim ‘i Doğru Anlayamazlar

 

İhsan ŞENOCAK: Bismillahirrahmanirrahim. Hocam Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabilmesi için İslam’ın erken asırlarından bu tarafa uygulanan ve zaman içerisinde de tedvin edilerek metin haline getirilen tefsir ve fıkıh usulü günümüzde modernist müslümanların yenilenme çağrıları ile karşı karşıyadır. Modernistler, mevcut tefsir ve fıkıh usulü ile Kur’an-ı Kerim’in anlaşılamayacağını, mutlaka batılıların geliştirdiği çağdaş anlambilimin verilerinden istifade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Üç telif tefsirin sahibi olarak ne söyleyeceksiniz? Kur’an-ı Kerim’i anlarken fıkıh/tefsir usulünde yetersizlik gördünüz mü? Görmediyseniz, bu çağrının arka planında ne olabilir?

 

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala’ya hamd ve O’nun bütün beşeriyete rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’ya salat-u selam olsun.

Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın bütün insanlığa gönderdiği Arabi bir kitaptır. Bütün insanlık O’nun nuru ile aydınlansın diye nebilerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- Arapça olarak indirilmiştir. Çünkü; Allah Resul’ü Arap’tı ve Arabi bir çevrede yaşıyordu. Bu yüzden fesahat ve beyanın zirvesi olan Kur’an’da Arapça olarak indi. Niçin indiğini, gayesinin ne olduğunu bizzat kendisi açıklıyor: “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim: 1)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’i irşat için indirdi. O, bütün alemi aydınlatacak, insanlık da O’nun nuru ile aydınlanacaktır.

Kur’an’ın nurundan istifade ede bilmek için, O’nu Arapça’nın esaslarına göre anlamalıyız. Usul kitapları bunun için telif edilmiştir. Bütün müfessirler de bu esasları kullanmışlardır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlambilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapça’yı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?!

Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar. Bu durum “ben Türkçe’nin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer.

Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teala “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa: 174) buyurmaktadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’an’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.” (A’raf: 146) Bu ayet göstermektedir ki, asilerin ya da fasıkların son nebi Muhammed aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Buna göre müsteşriklerin dar akılları ve yetersiz dil bilgileri ile Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fasıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’an’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.

Kur’an-ı Kerim’i anlamak isteyen kişi öncelikle meani, beyan, bedi’, usul-u fıkıh, usul-ü tefsir,…, gibi ilimleri bilmesi gerekir. Aksi takdirde kendi görüşüne göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir eder ki bu fahiş hatalara ve batıl anlamlara irtikap edilmesine yol açar. Tıpkı ayetleri zahir anlamalarına göre tefsir edenlerin fahiş hatalara düşmeleri gibi… Nitekim Adiyy b. Hatim -radiyallahu anh- Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip şöyle der: “işittim ki Allah Teala şöyle buyuruyor: ‘sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için.’ (Bakara: 187)” Bu ayet, Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’dedir. Kitap Arapça, bu sahabi de Arap’tır. Fakat usul bilmediğinden ayeti anlayamıyor. Sahabi ayetten güneşin doğmasına yakın bir ana kadar yani beyaz ipin siyah ipten ayrılmasına kadar yemek yemeye devam etmeyi çıkarıyor. Halbuki “beyaz iplik” fecir vaktini yani tan yerinin ağırmaya başladığı anı, “siyah iplik” de gecenin karanlığını anlatmaktadır. Yoksa gerçek anlamda iplikleri birbirinden ayırmak değildir.

Bu yüzden asıl kaynaklara dönmemiz gerekir. Kur’an’ı Kerim, ihatası imkansız bir deniz gibidir. Lügat ve belagat bilmeyenler O’nun anlamlarını bulup çıkaramazlar. Müfessirlere bakın; her biri lügat, usul ve fesahatta zirve şahıslardır. Buna rağmen takrib yoluyla Allah’ın muradını anladılar. Kesin bir şekilde anladıklarını belirtmediler. Herkes nasibi nisbetinde Kur’an’dan istifade etmiştir. Onlar bu halde iken açıklamalarının altına “her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.” kaydını düşmekten imtina etmediler.
Âma olanlar, gören kişilere yol gösteremezler. Müsteşrikler ulemaya nisbetle âmadırlar. Bu kişilerin Kur’an’ın anlaşılmasında referans kabul edilmeleri ya da görüşlerine itibar edilmesi âmanın görenlere yol göstermesine benzer. Müsteşrikler nasipsiz olmaları cihetiyle âmadırlar.

Usul Bilmeyenler Kur’an’ın
Muradını Anlayamazlar


İhsan ŞENOCAK: Çağdaş anlambilimden etkilenen yakın dönem tefsir telakkilerinin bir çoğuna göre ahkam ayetlerinin mevcut halleriyle modern dünyada uygulama alanı bulmaları imkansızdır. Bunlara göre, -örneğin- müslüman bir kadına mirasta erkek kardeşinin yarısı kadar pay alacağını ya da iki kadının bir erkek şahide denk olabileceğini anlatmak güçtür. Böyle bir yaklaşım ya da usul, İslami bir esasla izah edilebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu usul değil, cehalet ve ahmaklıktır. Bunlar Kur’an’ın muradını anlayamayan cahil kişilerdir. Mesela şehadetle ilgili ayete bakalım: Bunda ki sır nedir? Bu konu maddi ve mali hususlar ile alakalıdır. Erkekler bu alanlarda ihtisas sahibidirler. Kur’an-ı Kerim kadını aile meselesinde ihtisas sahibi kabul ettiğinden mali hususlarda erkeği mütehassıs olarak görür. Erkek gece, gündüz mali hususlar ile ilgilenir. Zihni bu alanda daha canlıdır. Mali meselelerde unutkanlığı kadına nisbetle daha azdır. Bu yüzden kadın mali işlerde erkek kadar başarılı olamaz. Sonra kadın, erkeğe nisbetle daha unutkandır. Ayet bağlamında düşündüğümüzde kadının bu işlerle iştigal etmemesi unutkanlığının artmasına etki eder. Çünkü; insanın sahasına girmeyen işlerde zabdı zayıftır. Konuya kadın cihetinden bakıldığında onunda ihtisas sahibi olduğu alanlarda zabdının erkekten daha güçlü olduğu görülür. Mesela yemekle alakalı meselelerde kadın, bir gördüğü yemeği başarılı bir şekilde yapabilirken, erkek ön bilgiye sahip olmadığından kadın kadar tez kavrayamaz.

Kadın, erkek kadar mütemekkin de değildir. Daha duygusaldır. Daha unutkandır. Daha tez kızar. Allah Teala kadın ve erkeğin mevcut konumlarına göre bu hükmü takdir etmiştir.
Erkek de kadın da duygusal ve akıllı varlıklardır. Fakat kadının duygusallığı genelde aklına galiptir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.

Allah Teala kadını evin mürebbiyesi olarak yaratmıştır. Niçin? Çünkü çocukları yetiştirmede duygusallık ve şefkat önemlidir. Bunlar kadında daha öndedir.

Erkeğin aklı genelde duygusallığına galiptir. Ayrıca erkek, iktisadi hayatın içerisinde olduğundan ticari teamülleri daha iyi bilir. Bu itibarla onun mali işlerde ki konumu kadınınkinden daha güçlüdür.
Erkeğin mirastan iki, kadının bir pay almasına gelince; bahsettiğiniz kişiler bu hükmü anlamış olsalardı göreceklerdi ki kadın (bir pay almasına rağmen) gerçekte erkekten daha müreffehtir. Niçin? Bir örnek üzerinden meseleyi değerlendirelim: Bir adam ölüyor ve geride bir erkek ve bir kız çocuk bırakıyor. Allah Teala’nın hükmüne göre erkek iki, kız bir hisse alacak. Yani adamın üç bin riyali olsa iki binini erkek, binini kız alacak. Bu çocukların her biri evlenecek. Bu açıdan bakıldığında iki bin riyal alan erkek evlenirken mehr verecek. Mirasın bin riyalini mehr verdiğini düşünelim geriye bin riyali kalacak. Bin riyalle de ev kiralayacak, eşine elbise temin edecek, onun nafakasını sağlayacak, tedavi giderlerini karşılayacak. Fakat kız böyle değildir. Miras kalan bin riyalin hepsi kendisine kalmaktadır. Harcama zorunluluğu yoktur. Çünkü o, mali hiçbir şeyle mükellef değildir. İşte sosyal adalet budur. Allah Teala yarattığı insanın maslahat ve ihtiyacını en iyi bilendir: “Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar (mirasla alakalı hükümler), Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 11)

Modernistlerin Kadın Telakkisi

İhsan ŞENOCAK: Hocam kadının şahadeti bağlamında konuya baktığımızda şöyle diyebilir miyiz; Kur’an-ı Kerim, kadını çocukların hem annesi hem de öğretmeni olarak görmektedir. Bugün her ne kadar kadın cemiyetin farklı noktalarında çeşitli konumlarda görev almış olsada bu, Kur’an’ın telkin ettiği bir cemiyet fotoğrafı değildir. Bu yüzden modernistlerin kadın telakkisi temelde Kur’an’la çelişmektedir. Onlar itirazlarını çelişen bu telakki üzerine bina etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet kadının yeri evidir. Kadını evinden çıkarmak ona yapılan en büyük ihanettir. Kadını sokağa itenler ona hürriyet verelim derken onu tehlikenin içine ittiler. Nafakasını kendisi kazanan bir kadının mali işlerden vakit bulup asıl vazifesi olan annelikle ilgilenmesi ne kadar mümkün olabilir?! Bu yüzden İslam, modern dünyanın zıddına kadını mürebbiye olarak düşünmüş ve onun iffet ve kerametini korumuştur.
Modernistler akıllarıyla konuşmuyorlar. Kadına nafakanı kazan, hayatını kurtar, kamuya açıl, meslek sahibi ol diyorlar. Peki çocukları kim yetiştirecek?! Eğer çocukları anne terbiyesinden mahrum bırakırsak o zaman diledikleri gibi yaşarlar, kendileri bozuldukları gibi cemiyeti de bozarlar. Kadının çocuk terbiyesi ile ilgilenmesi mali meselelerle ilgilenmesinden daha önemlidir. Çünkü; çocuk terbiyesini en güzel anneler yapabilir. Buna rağmen kadının mali işlerde ilgilenmesinde bir beis yoktur.
Şehadetle alakalı ayet, malı korumayı da hedeflemektedir. Mal, canın yongasıdır. İslam malın israf edilmesine karşıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı malllarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa: 6) Ayet, insanlara hitap etmektedir. Sefih (aklı ermez kişi) malını harcıyor ona kimse karışamaz diyemezsiniz. İsraf edilen mallar milli serveti tüketir, bu da cemiyete zarar verir. Bu yüzden mal korunmalıdır. Bunun hamilerinden biri de şahitlerin güvenilir olmalarıdır. Erkeğe nisbetle daha çok unutan ve daha duygusal olan kadının erkek kadar güvenilir olmadığı aşikardır.

Yeni Arayışların Arkaplanı

İhsan ŞENOCAK: Buraya kadar ki ifade ve örneklerinizden fıkıh ve tefsir usulünün modern dünyanın problemlerini çözebilecek şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını temin edeceği çıkmaktadır. Hal bu iken niçin modernistler yeni usul arayışları içerisine girmişlerdir?

risale-9M. Ali SÂBÛNİ: Bu, öncelikle iman zayıflığından sonra da Kur’an’ın sırlarını ve hükümlerini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim herkesin anlayabileceği bir kitap değildir. Lügat ve usul okumayan bir Müslüman O’nu anlayamaz. Bu yüzden Kur’an’ı anlayacak kişinin istinbat için gerekli olan ilimleri bilmesi gerekir. Çünkü hükmünün istinbatı salim bir anlayışa dayanmaktadır. Mesela Cenabı Hak “Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz/hünne libasun leküm ve entüm libasun lehünne” (Bakara: 187) buyurmaktadır. Kişi ayetin muradını anlayamazsa büyük bir hataya düşer. Nitekim lügat ve belagat ilminden mahrum bir Fransız, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederken ayette geçen “libas” kelimesini “pantolon” olarak çevirmiştir. Halbuki ayet-i kerimede geçen “libas” kelimesinin anlamı bu değildir. Bir Arap da, “libas”ı “ şalvar” olarak tefsir etmiştir. Ayette güçlü bir anlatım vardır. Eşler arasındaki ilişkiden bahsedilmektedir. Elbise ve örtü nasıl insanı soğuk ve sıcaktan koruyorsa eşlerde birbirlerine karşı koruyucu olurlar denmektedir. Buna göre “libas” kelimesinin anlamı “erkek kadın için, kadın da erkek için örtüdür.” şeklindedir. Yani birbirlerini tamamlarlar.

Müfessir olduğunu zanneden kişi, tefsir usulünü ve hüküm istinbatı için gerekli olan ilimleri bilmezse kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz.

Arap dilini bilmeyen, beyan, bedi’, meani gibi ilimlerden mahrum olan kişilerin Kur’an-ı anlama gayretleri beyhudedir. Bu ilimlere vakıf olan çocuklar bile bunlardan daha nasipdardırlar. Esmai’in anlattığı şu olay bunu tescil etmektedir: “Bir gün içerisinde derin manalar barındıran şiirler inşad eden dört beş karış boyunda bir kız çocuğuna rastladım. Şiirini işitince ‘bu kız ne kadar fasih konuşuyor.’ dedim. Çocuk bana şu şekilde karşılık verdi: ‘yazıklar olsun sana! Şu ayetten sonra fesahat mı olur: “Musa’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas: 7) Bu ayet son derece kısa olmasına rağmen iki emir (emzir ve denize bırak), iki nehiy (korkma, üzülme), iki haber (ilham ettik, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman) ve iki müjdeyi (biz onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden kılacağız) bir araya getirmiştir. Bunu hiçbir beşer yapamaz.”

Modernistler tefsirle alakalı ilimlere vakıf olsalardı yeni usul arayışlarına girmeyeceklerdi. Nasipsizlikleri bu kız çocuğu kadar Kur’an-ı anlamalarına engel olmuştur.

Kur’an-ı Kerim Bir Denizdir

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında hangi tefsirler ölçü alınmalıdır? “Şu tefsir, şundan daha başarılıdır” denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an-ı Kerim bir denizdir. Tek başına hiçbir müfessir O’nu ihata edemez. Her müfessir O’nun farklı bir yönünü keşfetmiştir. Biri O’ndan fıkhi hükümleri çıkarmış, namaz, hac, zekat gibi… Diğeri belağat perdesini kaldırmış, bir diğeri Arap Dili ile alakalı inceliklerine dikkat çekmiştir. Bir başkası kıssaların ihtiva ettiği haberleri izahta daha başarılı olmuştur. Tek başına bir müfessirin bütün yönleri ile Kur’an’ı anlaması beşer takatini aşan bir durumdur. O’nu anlamak için ihtisas gereklidir.

Ayrıca zaman ilerleyip geliştikçe mütekaddimin ulemaya nasip olmayan bazı Kur’an hakikatleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela insan önceden yukarıya doğru çıkıldıkça oksijenin azalacağını bilmiyordu. Bugün biliyoruz ki, semaya doğru yükseldikçe oksijen azalmakta ve buna paralel olarak kişinin sadrı daralmaktadır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in şu hakikatini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktır. Allah Teala kişinin kalbini aydınlatmak istediğinde onu İslam’a açar. Bir başkasının dalaletini isterse sanki semaya çıkıyor gibi onun kalbini daraltır: “Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.” (En’am: 125) Ayetin zahir anlamı kişi semaya doğru çıkmak ister fakat buna gücü yetmez. Fakat gerçek anlam bu değildir. Semaya doğru ilerledikçe oksijenin azaldığını buna bağlı olarak kişinin nefesinin daraldığını bilmemiz bu ayetin sırrını ortaya çıkarmıştır.

“Evet bizim, insanın parmak uçlarını (benane) bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyame: 4) “Benane” parmak uçları demektir. Modern ilim parmak uçlarının sırrını ortaya çıkarana kadar bunun hikmeti bilinmiyordu. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, bir insanın parmağındaki basit çizgiler bir diğer insana benzememektedir. İşte bu, Kur’an-ın i’cazıdır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Gayr-i Müslim bir tabip insanın yaratılışı ile ilgili ayetleri duyunca hayretini gizleyememiş ve “daha düne kadar bilinmeyen bu hakikatleri, ümmi olan Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- bilmesi mümkün değildir. Kur’an mutlaka Allah’ın vahyidir.” demiştir. Doktorun Müslüman olmasına sebep olan ayetlere bir bakın: “Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka’ haline getirdik. Alakayı da ‘mudga’ yaptık. Bu ‘mudga’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” (Mü’min: 13-14)

“Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor.” (Zümer: 6)
Kur’an’ı Allah Teala vahyetmemiş olsaydı Araplar bu hakikatleri nereden bilebilirlerdi?!

Hasan Hanefi

İhsan ŞENOCAK: Hasan Hanefi katıldığı bir toplantıda Kur’an-ı Kerim’in nuzulünü anlatırken, örnek olarak erkeğin eşine yaklaşmasını kullanıyor. Yani vahyin gelişini o hale benzetiyor. Kur’an-ı Kerim’i anlama iddiasında olan bir zihinde, bu tür bir teşbihin oluşması nasıl izah edilebilir?

M. Ali SÂBÛNİ: Bu adam cahil değil sefihtir, ahmaktır. Bu ifade hastanelik derecede bir cinnettir. Bu ibare, üzerinde konuşulmayacak kadar çirkindir. Sefahetin sınırıdır. Bu cahil herif, Kur’an’ın nuzülünün esrarını idrak etmekten uzaktır.

Hz. İsa’nın İnmesi

İhsan ŞENOCAK: Modernistler Kur’an-ı Kerim’i anlama usulünde olduğu gibi anladıkları mana itibariyle de ulema ile çelişmektedirler. İsterseniz biraz da modernitenin sürekli gündemde tuttukları geleneğe itiraz noktaları üzerinde konuşalım. Şüphesiz ki bunların başında Hz. İsa’nın –aleyhisselam- inişi meselesi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın öldüğünü ima eden bir karine var mıdır?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala “Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.” (Nisa: 157) buyurmaktadır. Yahudiler kesinlikle İsa’yı –aleyhisselam- asamadılar. Hz. İsa zannederek O’na benzetilen kişiyi öldürdüler.

Yahudiler, O’nu öldürdüklerini iddia ediyorlar. Ne gariptir ki Hristiyanlar da onların iddialarını tasdik ediyor. Kur’an-ı Kerim de onları “Onu ne öldürdüler, ne de astılar” diyerek tekzip ediyor. Burada tuhaf olan bir durum var ki, o da Hristiyanlar Hz. İsa’nın ilah olduğunu iddia ediyorlar sonra da ilahın asıldığını söylüyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durumdur. Şair ne güzel söylemiştir:

Yahudi bir kulun eliyle asılan ilah, nasıl bir ilahtır?!

Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın ölümü ile alakalı inançları zan üzerine ibtina etmektedir. Çünkü; onlar öldürülen kişinin Hz. İsa mı yoksa O’nun yerini gösteren münafık mı olduğu noktasında şüpheye düşmüşlerdir. Zira “Eğer bu öldürülen İsa ise bizim arkadaşımız (şikayet eden) nerede? Yok eğer bu arkadaşımız ise o takdirde İsa nerede? demekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden akideleri şüphe üzerine ibtina etmektedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içerisindeler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur.” (Nisa: 157)

İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni” (Al-i İmran:55; Maide: 117) şeklinde iki ayrı yerde kullanılmaktadır. Zemahşeri “Esasu’l-Belağa”da “teveffa” kelimesinin “öldürmek” anlamında mecazen kullanıldığını söylemektedir. Buna göre “teveffa” kelimesinin mecaz anlamı, “bir şeyi bütünüyle kabzetmek” demek olan asıl anlamının önüne geçmektedir. Neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Modernistler “mütevvifike” kelimesini anlayamamışlardır. Bu, ölümü vaattır. Yani “sen ey İsa! İlah değilsin, bir gün diğer insanlar gibi öleceksin.” demektir.

“Seni öldüreceğim demek” tıpkı “sana şunu vereceğim” demek gibidir. Yani şu an vermediniz fakat gelecekte vereceksiniz. Bu cümle verilecek şeyin gelecekte olacağını göstermektedir. Ayete dönersek Cenab-ı Hakk, Hz. İsa’nın ilah olmadığını, günü gelince diğer insanlar gibi öleceğini bildirmektedir. Fakat şu an semaya yükseltilmiştir.

İmam Taberi “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim/ya İsa innî müteveffîke ve rafiuke ileyye” ayetinde takdim ve tehir olduğunu söylemektedir. Buna göre anlam; “seni katıma yükseltecek sonra vefat ettireceğim.” şeklindedir. Burada mucize vardır. Fakat asıldıktan sonra ruhunun göklere çıkmasında hiç bir olağanüstülük yoktur. Bu herkes için geçerli olan bir durumdur.
Hz. İsa günü gelince yeryüzüne inecektir. Peki ineceğini söylerken ne ile istidlal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim O’nun kıyametin alameti olduğunu söylemektedir: (Zuhruf: 61) Ayrıca bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir.

İhsan ŞENOCAK: Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adlı eseri tevatürü gözler önüne sermektedir.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet.

İhsan ŞENOCAK: Zuhruf Suresi’nde ki “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.” mealine gelen ayet açık bir şekilde Hz. İsa’nın ineceğini göstermektedir diyebilir miyiz?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, ayet açıkça nüzülün olacağını bildiriyor.
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa yeryüzüne peygamber olarak değil, Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- tabi olarak gelecek…

M. Ali SÂBÛNİ: İsa –aleyhisselam- Allah Resulü’nün şeriatıyla amel edecektir. Yeni bir din getirmeyecektir. Nebinin nebiye tabi olması caizdir. Bütün nebiler kendilerinden önceki şeriatları tamamlayıcı olarak gelmişlerdir.

Yahudilerin ve Hristiyanların
Ahiretteki Durumu


İhsan ŞENOCAK: Yahudi ve Hristiyanların küfür üzere olduklarını tasrih eden ayetler hakkında neler söyleyecekseniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi’nde “nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Allah Resulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buradaki “gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Allah Resulü’nün bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemlik olmaları noktasında müşriklerle eş değer tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine: 6) Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ: 156) Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide: 73)

Bu ayet-i kerimeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduklarını açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayıp dururken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Ayrıca Allah Teala Hz. Îsa’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide 72)

Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve O’na ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlarda benzer akıdeye sahip olduklarından onlar içinde yukaradaki ayetler geçerlidir…

M. Ali SÂBÛNİ: Tabii ki, günümüz Yahudi ve Hristiyanlarından Peygamberimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- resul olduğuna iman eden ve Kur’an’ı tasdik eden kimse var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa başka alemlerde mi? Yahûdi veya Hristiyan olup da Peygamberimize iman eden bir kişi gösterebilir misiniz?

İhsan ŞENOCAK: Bütün bu deliller göstermektedir ki cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından birisi de Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmek ve O’na tâbi olmaktır…

M. Ali SÂBÛNİ: Evet, cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından biri de, Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- iman etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Ne Katoliklerin lideri Vatikan’daki “Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da bir haham, Peygamberimiz’in ve Kur’an-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Peygamberimiz’in risaletini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Allah Resulü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmaları ve O’nun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların iddia ettikleri gibi sadece Araplar’a değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir: “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe: 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf: 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğinin evrensel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Allah Resulü bütün insanlığa gönderilmişse O’na tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir?! Yoksa Allah Teâlâ O’na îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra O’na tâbi olmayı mübah mı addetmiştir?!

Allah Teâlâ, Resulü’ne -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmeyi, getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde Ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân: 81). Bu ayete göre bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda O’na tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadıklarını söylemek ne kadar tuhaftır.

Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânlarının makbul olmasını Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmalarına bağlamıştır: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf: 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir?

Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed’tir -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil de O’na tâbi olmaktan söz ediyor. Tabi olmak da O’nun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara: 137) Bu âyetin ifade ettiği gibi hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.

Nesh Meselesi

İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’de hükmü kaldırılan/mensuh ayet var mıdır? Varsa neshi reddedenler neye dayanarak bu hakikate itiraz ediyorlar?

M. Ali SÂBÛNİ: Öncelikle şunu söyleyeyim ki neshi reddetmek icmayı reddetmektir. Çünkü red, hem mütekaddimun hem de müteahhirun ulemanın icmaına aykırıdır.
Nesh ile alakalı nasslar açıktır: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106) Nitekim müslümanlar hicretten sonra on altı ya da on yedi ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmış daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.

İhsan ŞENOCAK: Neshi inkar edenler Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmanın Kur’an-ı Kerim’de olmadığını bu yüzden “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara: 144) ayetinin her hangi bir ayeti nesh etmediğini idda etmektedirler.

M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.” (Bakara: 144) diyor. Bu ayet delalet etmektedir ki Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’a yönelmeden önce başka bir tarafa doğru namaz kılmakta idi. Bunun içindir ki, Mescid-i Haram’a dönmek için vahiy bekliyordu. Bu “yön” de önceki ve sonraki ulemanın icmaı ile Beyt-i Makdis’tir. Ayrıca “İnsanlardan bir kısım beyinsizler: yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler.” (Bakara: 142), Yahudi ve münafıkların kıble değişince neler konuşacaklarını haber veren bu ayet de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığına delalet etmektedir.

İhsan ŞENOCAK: Buna göre Allah Resulü ve müslümanların Kabe’den önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları mefhum olarak Kur’an-ı Kerim’de vardır dolayısıyla nesh karşıtlarının istidlalleri batıldır diyebiliriz.

M. Ali SÂBÛNİ: Evet… Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin “Muhammed’i önceki kıblesinden çeviren nedir?!” türünden konuşacaklarını haber vermesi sarih bir şekilde Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığını göstermektedir.

Bu bir imtihandır. Allah Teala dilediği gibi hüküm koyar. Dilediğini helal yapar dilediğini haram. Modernistler bu noktada yeniden düşünmelidirler.

Nesh ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de daha bir çok örnek vardır. Kocası ölen kadının iddetinden bahseden ayet iddetin bir yıl olduğunu söylerken sonra gelen ayet iddetin dört ay on gün olduğunu bildirmektedir. Bu açıkça bir nesihtir. Sonra gelen ayet öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Zina da böyledir. İlk olarak zina eden kadınların evlerinde hapsedilmeleri emredilmişti. (Nisa: 15) Sonra gelen ayet zina eden bekar kadına yüz sopa vurulmasını emretmiş (Nur: 2) ve açıkça hapis hükmünü nesh etmiştir.
Yine Allah Teala bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğini bildirmektedir: (Nahl: 101).

İhsan ŞENOCAK: Modernistler bu ayetin (Nahl: 101) Mekke’de indiğini Mekki ayetlerde de nesh olmadığını dolayısıyla ayetin neshin isbatına delil olamayacağını söylüyorlar. Bu durumda ayet önce inmiş fakat sebebi sonradır denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Evet! Allah Teala haber veriyor ki, nesh olacak ve buna itiraz edecekler. Muhammed bunu kendi nefsinden uyduruyor diyecekler. Bu ayet neshin olacağını ve gayri müslimlerin ne diyeceklerini önceden bildirmektedir. Olmadan önce haber veriyor ve diyor ki Allah Resulü’nün neshe dahli olmayacaktır. Çünkü Peygamberin görevi aldığı vahiyi tebliğ etmektir.

İhsan ŞENOCAK: Modernistler neshin varlığının kabul edilmesi durumunda Allah Teala’ya “beda” isnat edileceğini iddia etmektedirler. Neshin kabulü böyle bir hükme ihtimal verebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hikmeti gereği bir tabip gibi insanlığı tedavi etmektedir. Doktor bir hastaya tedavi sürecinde farklı ilaçlar kullandırır. Vücuttaki değişime paralel olarak ilaçların dozunu artırmakta ya da azaltmaktadır. Bu durum doktora cehalet isnat edilmesine sebep olabilir mi?! Allah Teala’da her şeyi en iyi bilendir. Cemiyetin durumuna göre hüküm ayetlerinde değişikliğe gitmiştir. Doktor önceden nasıl bir tedavi programı uygulaması gerektiğini bilir de Allah Teala bilmez mi?!

İçkinin haram kılınma sürecine bakın: Araplar bizim su içtiğimiz gibi içki içiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onu tedricen yasakladı. Eğer ilk ayet “içki içmeyi terk edin.” şeklinde olsa idi, “onu bırakmayız” derlerdi. Bu örnek Allah Teala’nın hüküm koyarken insanların içinde bulundukları konumu dikkate aldığını göstermektedir. İnsanların talim ve terbiyesi de böyledir. Hayatın her aşamasında tedricilik vardır.

Hz. Aişe -radiyallahu anha- ilk olarak cennet ve cehennemden bahseden tergib ve terhib içerikli ayetlerin indiğini rivayet etmektedir. İman, insanların içine yerleşince helal ve haramla alakalı ayetler inmiştir. Tersi olsa idi insanlar ilahi emirlere karşı çıkarlardı.

 

İhsan ŞENOCAK: Günümüzde bazı tefsirciler Hz. Adem’in indiği Cennet’in, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan cennet olmadığını, yeryüzündeki mamur bir bölgeden Hicaz’a gönderildiğini iddia etmektedirler…

M. Ali SÂBÛNİ: Hz. Adem’in dünyaya gelmeden önce içinde yaşadığı yer müminler için hazırlanan ve inanların içerisinde ebedi olarak kalacakları Cennet’tir. Hz. Adem’i yeryüzünde yaratan Canab-ı Hakk, O’na semada secde edilmesini emretti. İblis hariç herkes secde etti. Dolayısıyla yeryüzündeki bir bahçeden indirildiği iddiası yanlıştır.

İhsan ŞENOCAK: Hz. Adem’in indiği Cennet’ten bahseden ayette orada acıkma ve susama gibi hasletlerin olmadığından bahsedilmektedir. Dünyada acıkmadan ya da yemeden yaşayan hiçbir canlının olmadığı düşünüldüğünde Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde Hz. Adem ile Havva’nın bilinen Cennet’ten çıkarıldıklarını bildirmiştir denebilir mi?

M. Ali SÂBÛNİ: Müfessirlerin tamamı bu Cennet’in müminlerin içerisinde ebedi yaşayacakları uhrevi cennet olduğunda hem fikirdirler. Çünkü; ayette anlatılan vasıflar başka hiçbir yere uymamaktadır. (Taha, 118/119) Kur’an-ı Kerim önce “Sen ve eşin Cennet’te kalın…” diyor ardından “orada acıkma ve susama” olmadığından bahsediyor. Dünyada acıkmanın olmadığı bir yer ya da susamayan hiçbir insan yoktur. Krallar ve devlet başkanları dahil yeryüzünde acıkmayan, susamayan, güneşin isabet etmediği tek bir şahıs gösteremezsiniz. Bu vasıflar ancak ebedi olan cennete uymaktadır.

İhsan ŞENOCAK: Cenneti tartışanların önemli bir bölümü, kafirler için cehennemin ebedi olmasına da itiraz ediyorlar…

M. Ali SÂBÛNİ: Bu, insanların akıllarına hükmeden şeytana ait bir sözdür. Cehennemin ebediliği gaybi bir konudur bu yüzden de gaybı bilen Allah Teala’ya bırakılmalıdır. Sadece biz O’nun -celle celaluhu- cennet ve cehennemin ebedi olduğunu bildiren sözünü naklederiz.
Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki hükmüne itiraz edenler ölümün olmadığı ahiret gününde cennet ehlinin cennette, cehennem ehlinin cehennemde ebedi kalacaklarını göreceklerdir. Kur’an durumuna göre cehennem ehlinin orada ebedi kalacağını, cennette olan kişinin de oradan çıkarılmayacağını bildirmektedir: (Hicr; 48). Dilediğini yapan Allah Teala Kur’an’da neyi, nasıl bildirdiyse müminler O’na iman ederler.

İhsan ŞENOCAK: Eserlerinizi okuyan ya da İnkişaf vesilesi ile sizi tanıyan okurlarınıza neler söyleyeceksiniz?

M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hepimizi itaat, ibadet ve faydalı ilmi tahsil etmede muvaffak kılsın. İlmi sadece “ilahi rıza” için okumalarını onlara tavsiye ediyorum.
Eğer Allah Teala katında ilimden daha değerli bir şey olsa idi, Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- onu emrederdi. Fakat O’na malımı ya da makamımı artır diye değil “ilmimi artır” (Taha; 114) diye dua etmeyi emretmiştir.

Cahiliyye devrinde Araplar taşlara ibadet ediyor, Kabe’yi de analarından doğduğu gibi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Onları böyle yapmaya şeytan ikna etmişti. İnsanlara gelip: “Nasıl elbiselerin içerisinde tavaf edersiniz. Allah’a asi oldunuz. Hemen elbiselerinizi çıkarın, öyle tavaf edin.” dedi. Erkekler çırılçıplak, kadınlarda avret yerlerini elleriyle kapatarak tavaf ederlerdi. Tavaf eden kadınlar şu şiiri okurlardı:
Bu gün bir kısmı ya da tamamı ortaya çıktı,

Görünen kısmı kimseye helal kılmıyorum.

Kur’an-ı Kerim cehalet üzerine ibtina eden bu davranışa “fahişe/çirkin amel” diyor.(A’raf, 28) Üstelik İbn Abbas’ın naklettiğine göre bu çirkin ameli onlara Allah Teala’nın emrettiğini söylemekte idiler.
Cahilliye kültürünün esasında, h akikati çarpıtma ve kendi değer yargılarına göre şekillendirme vardır.
Hadiseye İslam zaviyesinden bakıldığında insan fıtratıyla birebir örtüşen bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Hac ya da umre yapılacağı zaman dünya elbiseleri çıkarılacak fakat yerine mahşeri çağrıştıran izar ve ridadan oluşan iki parça elbise giyilecek.

İnsanlar ilmi derinliğe ulaşırlarsa şeytan onlar üzerinde ki tasarrufunu büyük oranda kaybeder. Bunun içindir ki Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şeytana bir fakih bin abitten daha şedid gelir.”

İhsan ŞENOCAK: İlim yolcuları modern dünyada müstakim duruşlarını koruyabilmeleri için nasıl bir yöntem benimsemelidirler?

M. Ali SÂBÛNİ: Talebeleri kalbinde eğrilik olan (Al-i İmran: 7) kişilerin eserlerinden korumalıyız. Onları bidatçıların kitaplarıyla baş başa bırakmamalıyız. Çünkü; onlar Müslümanları “din” ve “ilim” adına sömürüyorlar.
Hevasına ya da oryantalistlerin usulüne göre Kur’an-ı anlamada ısrar eden bu kişiler İblis’in öğrencileri konumundadırlar.

İhsan ŞENOCAK: Hocam sohbete başladığımız andan şimdiye kadar saatler geçti, gece yarsı oldu. Sohbet ve misafirperliğiniz için teşekkür ederim.

M. Ali SÂBÛNİ: Ben teşekkür eder Cenab-ı Hakk’tan hepimizi muvaffak kılmasını temenni ederim.


Bu yazı ihsansenocak.com sitesinden alıntılanmıştır
Devamını Oku »