Hangi Tasavvuf

Hangi Tasavvuf







Özel olarak Tasavvuf tarihiyle ve genel olarak İslamî ilimlerin tarihiyle ilgilenenlerin çok iyi bildiği üzere İslam'ın diğer sahalarında olduğu gibi Tasavvuf sahasında da bir kısım anlayış ve uygulamaların zaman zaman ve yer yer istikametten saptığı görülmüştür.
Bu, eşyanın tabiatındandır. Zira insan; mesleğine, meşrebine, içinde bulunduğu dinî ve sosyal çevreye bağlı olarak birinci derecede belirleyici bir tercihte bulunur. Bu -tabir yerindeyse-"altyapıdır. İkincil tercihler, yani "üstyapı" tabii olarak bu temel üzerine oturacaktır.Bahsimiz bağlamında temel belirleyici, "itikadî kabuller"dir. Kişi; Fıkıh,Tefsir, Hadis... gibi sahalardaki tercihlerini, tabii bir şekilde bu en temel aidiyetini, yani itikadî kabullerini merkeze alarak belirleyecektir.



Normal işleyiş böyle olmak durumundadır. Ancak zaman zaman kişinin ikincil -olması gereken- tercihlerinin, temel belirleyici olan itikadî kabullerin önüne geçtiği olur. Üstyapıyı altyapının belirlediği bu durum elbette normal dışıdır.Yukarıda da söylediğimiz gibi, diğer İslamî alanlarda olduğu gibi Tasavvuf alanında da bu tarz normal dışılıklar yaşanmıştır. Böyle durumlarda -mesela- bir es-Serrâc et-Tûsî'nin çıkıp, "... Asrımızda yaşayan bazı müteahhir âlimler tasavvufî manalardan söz söyledikleri(nde) ya da kendilerine bir şey izafe ettiklerinde bu hakikatlerden çok uzaktırlar. Onlar ilk sufilerin söz, hal ve vecdlerini farklı bir şekilde süsleyip kendilerine izafe ederek halk arasında mevki ve itibar kazanmayı amaçlarlar..." demesi ayrı bir anlam ifade eder şüphesiz.
Bu sebeple Tasavvuf içinde ilk asırlardan bu yana(1) bir tenkit, tahkik ve tashih faaliyeti var olmuştur. Cüneyd-i Bağdadî'den Ebu Süleyman ed-Dârânî'ye, - Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den Sehl b. Abdillah et-Tüsterî'ye, Ebu'l-Kasım en-Nasrâbâzî'den Abdülkadir-i Geylânî'ye, İmam el-Gazzâlî'den Zerrûk'a, İmam-ı Rabbânî'den Mevlana Halid-i Bağdâdî'ye, Ahmed Ziyâuddîn el-Gümüşhânevî'ye, Eşref Ali et-Tehânevî (Tağnevî)'ye... kadar Tasavvuf yolunun kilometre taşı olan pek çok büyük isim bu noktaya ısrarla vurgu yapmıştır.(2)Bu ısrarlı vurguların bir sebebi Tasavvuf karşıtı cepheden gelen "Tasavvuf ehlinin Kitap ve Sünnet nasslarına kayıtsız/aykırı davrandığı" ithamıysa, bir diğer sebebi de hiç şüphesiz Tasavvuf intisabı görüntüsü altında zaman zaman felsefî, zaman zaman batınî/ibahî eğilimlerin ya da istismar maksatlı oluşumların bünyeye sızma girişimlerine mani olmaktır.



"Sufiyye"yi müstakil bir fırka olarak değerlendirirken İmam Fahruddîn er-Râzî tam da bu noktaya dikkatimizi çeker ve bu fırka mensupları arasında hiçbir ayrıma gitmeden, "sufi" olarak anılan kimselerin tamamını tebrie etmenin yanlışlığını vurgulayarak şöyle der: "Ademoğulları'nın en hayırlılarımda, "fırkaların en şerlisi"de Sufiyye arasında yer alır.(3)
Dikkat edilirse, bu vakaların tamamı günümüzde varlığını -birtakım tarz ve ton farklılıkları bulunmakla birlikte- devam ettirmektedir. Bir taraftan Tasavvuf münkiri çevreler Tasavvufun Kur'an- Sünnet -ya da "sadece Kur'an"!- çizgisinden sapma hareketi olduğu tarzındaki ithamları devam ettirirken(4), bir taraftan da "içeriden" birtakım yaklaşımlar Kur'an ve Sünnet çizgisindeki Tasavvuf yerine birtakım felsefî yaklaşımlara ya da hurafelere dayanan farklı bir anlayışı Tasavvuf adına tahkim etmeye çalışmaktadır.



"HER İLİM EHLİNDEN ALINIR"
Böyle diyor İmam Muhammed Zâhid el-Kevserî (rh.a) ve devam ediyor: Öyle insanlar vardır ki, bir ilim dalında otorite oldukları halde, bir diğer ilim dalında avam mertebesindedirler.(5)
Bu hayati önemi haiz kaideye riayet edilmediğinde ne olur?



Cevap çok basit: İslam tarihinde gördüğümüz arızalar ortaya çıkar. Açalım: İslam tarihinde kimi zaman pusulaların şaştığı ve Akaid'in hadisçiden, Tefsir'in kelamcıdan, Hadisin mutasavvıftan öğrenilmeye çalışıldığı olmuştur. Bunun sonucunun istikametten şu ya da bu ölçüde "şaşmak" olması kaçınılmazdır.
Elbette bu İlimlerin tamamında yed-i tula sahibi imamlar olmuştur ve onlar hangi sahada olursa olsun konuştuğu, yazdığı zaman hedefi 12'den vurmuşlardır.
Ancak böyle İnsanların her zaman ve zeminde arzu edilen kemiyet ve keyfiyette varlık gösterebildiğini söylemek hayli tartışma götürür.
Asıl mesleği Hadis olduğu halde Akaid/Usulüddin konusunda yazıp konuşan şahsiyetlerin, bu sahada arızalı yapıların oluşmasına sebebiyet verdiğini yine bizzat insaf ehli hadisçilerden öğreniyoruz.
Söz gelimi büyük bir Hadis imamı olan ve hatta Hadis ilminde "İmamların imamı" ünvanıyla anılan İbn Huzeyme, Akaid/Usulüddin sahasında Kitâbu't- Tevhîd'ini yazdığı zaman, bir başka meslekdaşı, İbn Ebî Hâtim tarafından, "Keşke bu kitabı yazmasaydı; bizler Kelam ilmi tahsil etmedik; bu sahada konuşmamız doğru olmaz" sözleriyle kınanmıştır.Hatta İbn Huzeyme'nin bizzat kendisi, Kelam ilminin erbabı olmadığını, dolayısıyla bu alanda hata yapmasının normal karşılanması gerektiğini söylemiştir.(6)
İslam tarihi, Hadis kökenli âlimlerin Akaid/ Usulüddin sahasında söz söyleyip eser yazmalarından kaynaklanan çok büyük arızaların,çok büyük karmaşa ve kargaşaların yaşandığının en sadık şahididir. Ve bu arıza bugün de ne yazık ki devam ettirilmektedir...



Şu halde Akaid/Usulüddin sahasında bize kadar intikal etmiş "her şeyi" üstüne kapanarak sahiplenmek ve müdafaa etmek,yalnızca o arızanın devamına ve yayılmasına destek vermek anlamına gelecektir. Şüphesiz bu durum sadece hadisçilere ve onların diğer sahalardaki mesaisine mahsus değildir. Tefsir alanında da bize kadar intikal etmiş birikimi ehil insanların tashih/taz'ifine sunmadan "korumacı" bir refleksle hareket etmenin o sahada geçmişte yaşanmış arızaları bugün devam ettirmekten başka bir anlamı olmayacaktır.



Bid'at ehli tefsircilerin yazdığı tefsirlerin bugün yayılması ve yaşatılması böyledir. Dirayet yönünün çok güçlü olduğu herkes tarafından teslim edilen ez-Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ının,ancak muhtevasındaki i'tizalî görüşlere yazılan reddiye mahiyetindeki haşiyelerle birlikte tedavülde tutulmuş olması bu noktada çarpıcı bir örnek oluşturmaktadır.



Aynı durum Fıkıh ve fukaha için de geçerlidir. Mu'tezile mensuplarının önemli bir yekûnu fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği benimsemiştir.Tarih içinde Hanefî mezhebinin bilhassa hadis kökenli âlimler tarafından şiddetli tenkitle maruz kalmış olmasının arkasında yatan sebeplerden biri de budur.



Hanefî mezhebine mensup mu'tezilîler hadislere karşı duyarsız davranmış "Hanefîler hadise karşı tavırlıdır" gibi bir anlayış oluşup yayılmış ve maalesef Ümmet'in büyük travmalar yaşamasına sebebiyet vermiştir.
Tasavvuf alanında da durum farklı değildir. Adı "sufi" olarak anılan herkesin söylediği her sözü ve ileri sürdüğü her iddiayı hiçbir ayıklamaya tabi tutmadan muhafaza ve müdafaaya kalkıştığımızda, Fahruddîn er-Râzî'nin "fırkaların en şerlileri" dediği kimse ve kesimleri; bu çerçevede Kerramiyye ve Salimiyye'yi de aklamış,Ehl-i Sünnet inancına aykırı pek çok yaklaşıma bu fırkalar üzerinden "Tasavvuf" damgalı bir meşruiyet kılıfı giydirmiş oluruz.(7)



Bu bakımdan, söz gelimi Akaid ilmini Hadis kökenli âlimden almaya kalkanlarla Tasavvuf mesleğine mensup âlimden almaya kalkanlar arasında çarpıcı bir paralelliğin bulunması şaşırtıcı değildir.
Şeyh-i Ekber, "vâhdet-i vücud" nazariyesinin tabii bir neticesi olarak âlemin kıdemine kail iken,(8) İbn Teymiyye, AllahTeala'nın fiilleriyle mahlukatın fiilleri arasında mevhum bir paralellik kurmak suretiyle "havâdis lâ evvele lehâ"ve"nev'in kıdemi"(9) gibi garabetler üzerinden aynı neticeye ulaşmıştır.(10)



Oysa ne Tasavvuf ehlinin vahdet-i vücudu müdafaa etme zarureti var, ne de Hadis ehlinin teşbih, tecsim ve kıdem-i havâdis görüşlerine saplanma mecburiyeti! Bu ikisinin ortası yok mudur? Elbette vardır. Hatta bu ikisini de terk edip Akideyi Usulüddin âlimlerinden almak bir zarurettir!
Bu noktada "altyapı" ile "üstyapı" arasındaki ilişkinin mahiyeti hayatî önem arz etmektedir. Ehl-i Sünnet dediğimiz "altyapı", Fıkh'ın da, Hadis'in de, Kelam'ın da,Tefsir'in de, Tasavvufun da biricik meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalan ve onunla çatışma halinde olan faaliyet, kimden ve ne adına gelirse gelsin reddedilmelidir.



MUHTEMEL BİR İTİRAZ
Yukarıdaki tesbitlere mukabeleten, "Ben Tasavvuf mesleğini kendime yakın buluyorum. Dolayısıyla sadece seyr-ü sülukumda değil, itikad ve amelimde de Tasavvuf ehlinin çizgisinde yürümek istiyorum.
Usulüddin âlimine yahut Fıkıh veya Hadis âlimine mecbur muyum?" tarzında bir itiraz ileri sürmek mümkündür.Hatta, "Ben Hadisle ameli seviyorum. İtikadımı da, amelimi de, kalbî hayatımı da hadisler yönlendirsin istiyorum." diyenlerin itirazına kulak ve cevap vermek bu satırların yazarı için elbette bir mecburiyettir.



Ne kadar hamd etsek azdır ki, Yüce Allah bu ümmeti tahkik, insaf ve itidal ehli âlimlerden mahrum bırakmamıştır, O âlimler sayesinde itikadımızı da, amelî hayatımızı da, kalbî ve ruhî inkişafımızı da şüphelerden ari bir şekilde intizama sokma imkânına sahibiz.
Son dönemde bilhassa gençler, önlerine inhisaren konulan ekstrem seçenekler sebebiyle bir uçtan öbürüne savrulurken, hakikat da "uç'ların tekeline mahkûm edilmiş bulunuyor.Oysa varisi kılındığımız ilmî miras bu "uç"lardan ibaret değil. Bu ümmetin karakteristik vasfı olan "denge" ve "itidal" tarih içinde olduğu gibi bugün de bize istikamet gösterecektir.



İbn Dakîk el-lyd'lerin, Kemâluddîn İbnu'l-Hümâm'ların, Cemâluddîn ez-Zeyla'î'lerin, baba- oğul es-Sübkî'lerin, baba-oğul el-lrâkî'lerin, et-Tehânevî'lerin, Enverşâh el-Keşmîrî'lerin, İbn Hacer el-Mekkî'lerin, Ali el-Karî'lerin, Ahmed b. Zeynî Dahlân'ların,M. Zâhid el-Kevserî'lerin, Selâme el- Azzamî'lerin, Yusuf ed-Dicvî'lerin... yaktığı kandiller yolumuzu aydınlatmaya fazlasıyla yeterli.
Ancak önce bizim gözlerimizi açık tutmamız ve onların yaktığı ışığa doğru yürüme iradesini göstermemiz lazım.



"DENGE İNSANLARI"NIN TAVRI
Yukarıda bir kısmının isimlerini zikrettiğim "denge" âlimlerinden birisi de, hiç şüphesiz İmam-ı Rabbanî'dir. Onun, Şeyh-i Ekber'in vahdet-i vücud nazariyesine getirdiği tenkit, bir kandil gibi Tasavvuf yolunun yolcularının önünü aydınlatıp durmaktadır.Eğer o büyük imam vahdet-i vücud nazariyesini, seyr-u sülük esnasında aşılıp geçilmesi gereken bir merhale, hatta "akla ve şeriata aykırı" bir kabul olarak değerlendirmişse,(11) bu en azından şunu gösterir:
Bizler bu nazariyeye makuliyet, makbuliyet ve meşruiyet kisvesi giydirmek için teviller üretmek zorunda değiliz. Eğer vahdet-i vücud nazariyesi haksa, onu kesin bir dille mahkûm eden İmam-ı Rabbanî -haşa- yanlıştadır.



Eğer İmam-ı Rabbanî'nin çizgisi makul ve meşru olansa, vahdet- i vücud nazariyesini bir"zarurat-ı diniyye" ilkesi gibi yaşatma ve savunma tavrını gözden geçirmek durumundayız...Tasavvuf mesleği içinden vahdet-i vücud nazariyesini reddeden tek isim İmam-ı Rabbani değildir. İbn Arabi'ye bu noktada itiraz eden bir başka mutasavvıf, İbn Sebîn el-İşbîlî'dir. Onun Bed'u'l-Ârif isimli eseri, Şeyh-i Ekber'e reddiyedir.(12)
Bir diğer "denge insanı", Alâuddîn el-Buhârî'dir (841/1438). Aklî ve naklî ilimlerde yed-i tula sahibi olan el-Buhârî, aynı zamanda büyük sufilerdendir. Ne akidede Ehl-i Sünnet çizginin dışına çıkmıştır, ne fıkıhta, ne de diğer sahalarda...Onu calib-i dikkat kılan, günümüzde de varlığını devam ettiren gerilimin iki ucunu temsil eden İbn Arabi'ye de İbn Teymiyye'ye de karşı tavrıdır.(13) Bu tavırda kristalleşen Ehl-i Sünnet hassasiyeti bizi sarih bir şekilde şunu söylemeye sevk ediyor:
Ehl-i Sünnet inancı ne İbn Arabi'nin vahdet-i vücud nazariyesi, ne de İbn Teymiyye'nin teşbih ve tecsimine indirgenebilir.
Bir başka "denge İnsanı" yazının başına bir tesbitini koyduğumuz Zerrûk'tur. Kavâ'idu't-Tasavvuf isimli eserinde, zikrettiğimiz cümleden önce şunları söyler: "Fıkh'ın umum insanlar için koyduğu hüküm umumîdir.(...) Tasavvufun hükmü ise belli insanlara yönelik olup hususidir. (...)
Bu sebeple fakihin (kendisinden fıkha uymayan şeylerin sadır olduğu) sufıyi kınaması sahihtir; sufinin fakihi kınaması ise sahih değildir. Dolayısıyla (ikisi arasında bir çatışma olursa) Tasavvuftan Fıkh'a rücu etmek gerekir."(14)
Farklı kesimler tarafından tavırları her ne kadar tarih içinde ve günümüzde Ehl-i Sünnet inanana tetabuk ettirilmek üzere tevil edilmiş/ediliyor olsa da, şu hakikatin üstünü örtmek mümkün değil:



İbn Arabî ve İbn Teymiyye'den önce ve sonra yaşamış bulunan Ehl-i Sünnet Usulüddin ulemasının bu ümmetin selefinden naklettiği itikadın içinde ne vahdet-i vücud vardır, ne de teşbih ve tecsim !...



Bir diğer "denge insanı" hiç şüphesiz Muhammed Zâhid el-Kevserî'dir. Onun İbn Teymiyye hakkındaki görüşü ve tavrı herkesin malumudur. İbn Arabî konusundaki tavrına gelince, talebesi Ahmed Hayrî'nin, İbn Arabi'nin "Kunnâ Hurûfen Âliyât"diye başlayan kasidesi üzerine kaleme aldığı esere takdim/takrizinde şunları söyler:
"Müellif, kitapta ele aldığı bazı meselelere hiç girmeyebilirdi. Sekr ehli abidlerin şatahatlarına dalmaktan uzak durulması gerektiğini düşünüyorum.



Zira bu konuda söylenecek söz, son söz olmayabilir. Hatta bu meselenin hakkında ihtilaf eden tarafları razı etmesi az görülen şeydir. Vahdet-i vücud, onu açıklığa kavuşturmak için ortaya konulan her gayretin zayi olduğu bir mevzudur.
Hep müşahede edilegeldiği gibi, bu mevzunun derinliğine girenlerin ekseriyeti zararlı çıkmıştır. Bilindiği gibi şeriata bağlı kalanların tuttuğu yol, vahdet-i şuhud'dur.. "(15)



TASHİHE MUHTAÇ TUTUMLAR



Gerek tarih içinde gerekse günümüzde Tasavvuf pek çok çevre tarafından tenkit ve hücum konusu yapılmıştır. Ancak bunların Tasavvuf ve ehli üzerinde yıkıcı bir etki yapmadığı müsellem bir hakikattir. Özellikle günümüzde Tasavvufa asıl büyük zararın, "içeriden"geldiğini üzülerek müşahede ediyoruz.



Bilhassa uydurma hadisler konusunda, İlm-i Hadis'te behresi olan Tasavvuf büyüklerinin ikazlarını hiçe sayarak, hatta "Kim benim üzerimden bilerek yalan uydurursa cehennemdeki yerine hazır olsun" tarzındaki ikaz-ı Nebevi'yi(16) kulak ardı ederek kitaplarında,sohbetlerinde, va'zu nasihatlerinde bol bol uydurma hadis nakleden insanların bu tavrının Tasavvuf ehlinden beklenen yüksek hassasiyetle örtüştürülmesi mümkün değildir.
Birçok Tasavvuf büyüğünün, aslı bulunamamış veya senedinde hadis uydurmakla itham edilmiş yalancı ravilerin bulunduğu rivayetlere eserlerinde yer verdiği bilinen bir husustur.
Onların bu hadislerin uydurma olduğunu bile bile böyle bir tasarrufta bulunduğunu söylemek kesinlikle doğru değildir. Bunun sebebi, onların, Hadis sahasına bu sahanın otoritesi olmalarını sağlayacak kadar mesai sarf etmemiş olmasıdır.
Özellikle kendilerinden önceki Tasavvuf büyüklerinin eserlerinden istifadeyle kitap yazanlar, o müelliflere olan hüsn-ü zanları sebebiyle, bu eserlerdeki rivayetleri ayrıca araştırmaya gerek duymaksızın eserlerine almışlardır.
Tıpkı İmam el-Gazzâlî'nin Ebû Tâlib el-Mekkî'nin Kûtu'l-Kulûb'undaki rivayetler hakkında yaptığı gibi... Burada, "İmam el-Gazzâlî, eserine o rivayetleri uydurma olduklarını bile bile almıştır" demek mümkün değildir.
Dolayısıyla İmam el-Gazzâlî bu noktada mazurdur. Ama o rivayetlerin uydurma olduğu bugün ayan-beyan ortaya çıkmışken, onları eserlerinde, sohbetlerinde "Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki..." diyerek -sahih hadismiş gibi- nakletmek kesinlikle caiz değildir.(17)
Ancak ne yazık ki günümüzde bazı erbab-ı tasavvuftan bu tarz fiiller sadır olabilmektedir.
Şurası açık ki, o rivayetleri "hadis" diye nakletmek Tasavvufa herhangi bir fayda sağlamıyor. Tam tersine, Tasavvuf ve ehli hakkında olumsuz kanaatlerin giderek daha geniş halk kitlelerine yayılmasına ve hâkim olmasına sebebiyet veriyor.
Keza rabıtanın, "ilahî ve zatî sıfatlarla muttasıf (...) bir şeyhe kalbi bağlamak..."olarak ifade edilmesi(18) de bu çerçevede zikre değer bir diğer arızadır. Eğer buradaki "ilahî ve zatî sıfatlar" ifadesiyle,Yüce Allah (c.c)'a mahsus ilahî ve zatî sıfatlar kast ediliyorsa, bunun Tevhid'e aykırı olduğu açıktır. Tevhid'in 5 esasını anlatırken, bunlardan birisinin "sıfatlarda vahdaniyet" olduğunu vurgulayan büyük mutasavvıf Abdülganî en-Nâblusî şöyle der:
"Bundan murad, (...) Yüce Allah'ın, sıfatlarından her birinde mislinin, nazirinin ve benzerinin olmamasıdır. (...) Yüce Allah'ın sıfatlarından herhangi birisinin kendisinin veya mislinin bir başkasında bulunması imkânsızdır..."(19)



ez-Zehebî, ed-Dimyâtî, el-Hekkârî, el-Alâî, Ebû Hayyân, Alâuddîn Moğoltay, İbnu'l-Mulakkın, el-lrâkî, el-Enbâsî, Burhânuddîn el-Halebî, İbn Nâsıriddîn, es-Sehâvî... gibi -aralarında Hadis âlimlerinin de bulunduğu- zahir ulemasına hırka giydiren mürşidlerin ve onların elinden hırka giyen mezkûr ekâbir-i ulemanın ve burada isimlerini zikredemediğimiz sayısız alimin dünyasında bu tarz arızaların bulunmadığını söylemek hakikatin ifadesi olacaktır.(20)



SON SÖZ

Pek çok Tasavvuf büyüğünden, Tasavvufun esasının Kur'an ve Sünnet olduğu sarahaten nakledilmiştir. Bundan kastın, Ehl-i Sünnet itikadı olduğu aşikârdır.
Zira ehlinin malumudur ki, hiçbir bid'at fırka Kur'an ve Sünnet'i açıktan reddetmemiş, hatta tam tersine her fırka Kur'an ve Sünnet'e asıl bağlı olanların kendileri olduğunu iddia etmiştir.
Bu türlü iddiaların gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiğini öğrenmenin tek yolu, Ehl-i Sünnet itikadına uygun olup olmadığına bakmaktır.
Bu bütün İslamî sahalar için böyledir. İster Fıkıhla iştigal edelim, ister Hadis veya Tefsirle, nirengi noktamız Ehl-i Sünnet imamların ortaya koyduğu hakikatler olacaktır.
Bu durum Tasavvuf için de aynıyla geçerlidir. Nasıl diğer alanlarda bize kadar intikal etmiş birikimi Ehl-i Sünnet'in kriterlerine vurarak alıyor veya reddediyoruz; aynı durum Tasavvuf alanındaki miras için de geçerlidir.
Tasavvuf adı altında ortaya konulan teori olsun, pratik olsun, mutlak surette Ehl-i Sünnet ilkelerinin süzgecinden geçirilerek alınmak ya da reddedilmek durumundadır.
Hakk'ı kişilere göre değil, kişileri Hakk'a göre değerlendirme ilkesi hiç kimse için esnetilmemeli, Hakk'ın hatırı her şeyden üstün tutulmalıdır.



EBUBEKİR SİFİL HOCA
(RIHLE'NİN 15.SAYISINDAKİ MAKALESİ)



DİPNOTLAR;



1-es-Serrâc'ın vefatı 378/988'dir.

2-Bu konuda geniş bilgi ve nakiller için bkz. Seyyid Muhammed b. Alevî el-Mâlikî el-Hüseynî, Mefâhîm Yecib en Tusahhah, 107 vd., H. Kâmil Yılmaz, Tasavvuf Mes'eleleri, 53 vd.

3-Fahruddîn er-Râzî, İ'tikâdâtu Fıraki'l-Müslimîn ve'l-Müşrikîn,115-7

4-Abdülaziz Bayındır'ın Kur'an ve Sünnet Işığında Tarikatçılığa Bakış'ı ile İbrahim Sarmış'ın Tasavvuf ve İslam' ı bu alandaki yaklaşımlara iki çarpıcı örnektir.

5-eS'Seyfu's-Sakîl mukaddimesi, 12. (Alıntı anlam olarak yapılmıştır.)

6-Bkz. el-Beyhakî, el-Esmd ve's-Sıfât, 297-9.

7-Bu fırkalar hakkında geniş bilgi için bkz. DİA, XXV, 294 vd.; XXXVI, 50 vd.

8-İbn Arabi'ye göre âlemin varlığı -gölgeye kaynaklık eden varlığa nisbetle gölgenin varlığı gibi-, Allah Teala'nın isim ve sıfatlarına nisbetle gölge gibidir.
Gölgenin, kendisine kaynaklık eden varlıktan ayrılması nasıl düşünülemezse, âlemin de Allah Teala'nın isim ve sıfatlarından ayrılması, yani asıl ile gölgenin birbirinden ayrı olması aynı şekilde düşünülemez.
Dolayısıyla gölgeye vücut veren varlık kadim ise, onun gölgesi de kadim olmak lazım gelir.
Geniş bilgi için bkz. Fusûsu'l-Hikem (Tercüme: A. A. Konuk)/Âdem Fassı", I, 130;"Şit Fassı", I,237...

9-Evveli olmayan/ezelî hâvâdis!! Malum olduğu üzere, öncesinde yokluk bulunan, sonradan varlık âlemine çık(arıl)mış bulunan şeylerin ortak vasfı "hâdis"olmalarıdır.
Her hâdis, zaman içinde belli bir noktadan sonra varlık âlemine çık(arıl)dığı için, evvelinde yokluk (adem) vardır. Dolayısıyla varlıklarının bir başlangıç noktası vardır.

Bir şeyin hem varlıkta bir başlangıç noktasının bulunması, hem de "ezelî" olması muhaldir. Hal böyleyken İbn Teymiyye, izahı burada uzun sürecek bir dizi öncülün ardından "havâdis lâ evvele lehâ" gibi mütenakız bir görüşü benimseyebilmiştir!
"Nevin kıdemi": Allah Teala'nın irade ve meşietiyle meydana gelen "söz söyleme", "yaratma", "istiva"... gibi fiillerinin O'nun malum sıfatlarına dayandığı, o sıfatların kıdeminin, bu fiillerin de kadim olmasını gerektireceği gibi bir mantık örgüsünden kaynaklanan problemin çözümü adına ortaya attığı formülasyonun yarısını ifade eden bir tabirdir. İbn Teymiyye'ye göre bu türlü fiiller "ayn/şahıs" olarak hâdis, nev'/tür/cins olaraksa kadimdir.

Yani Allah Teala ezelden beri Arş'a istiva etmektedir. Ancak bu istiva, her an yeni bir arş yaratıp ona istiva etmesi şeklinde gerçekleşmektedir.

Dolayısıyla Arş da istiva da nev'olarak kadimdir. Bkz. Mecmû'u'l-Fetâvâ, VI, 307; XII, 143 vd...; Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 310, III, 198, Şerhu'Hadîsi'n-Nüzûl,161...

10- Muhammed Enverşâh el-Keşmîrî, Feydu'l-Bârî'de (I, 166) şöyle der: "Bahru'l-Ulûm (Abdülalî el-Leknevî, E.S), Şeyh-I Ekber (rh.a)'e (mahlukat cümlesinden) bazı şeylerin kadim olduğu görüşünü nisbet etmiştir.
Bu nisbetin sahih olduğunu düşünüyorum. ed-Devvânî'nin, Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye (rh.a)'e nisbetine gelince (bkz. Şerhu'l-Akâidi'l-Adudiyye, 47, E.S), bana göre bu nisbet doğru değildir."

İmamu'l-Asr, İbn Teymiyye'nin konu hakkındaki görüşünü bizzat tahkik edip itmi'nana ulaşmış mıdır? Bu soruya "evet" diyebiliyoruz.
Zira Feydu'l-Bârî'den sonra kaleme aldığı Mirkâtu't-Târem'de (61) İbn Teymiyye'nîn "havadis lâ evvele lehâ"yı kabul ettiğini ve bunun hata olduğunu açıkça belirtir.

O bu konuda hakikate vasıl olma şansını yakalamıştır. Ancak Rûhul-Ma'ânî sahibi allame el-Alûsî için aynı şeyi söyleyemiyoruz. İstanbul'a seyahatini anlattığı Garâibu'I-İğtirâbda dönemin şeyhülislamı ile aralarında geçen mübahesede (388),
ed-Devvânî'den başka Arş'ın kıdemi görüşünü İbn Teymiyye'ye dayandıran kimse olmadığı gerekçesiyle söz konusu naklin şüpheyle karşılanması gerektiğini ima eden el-Âlûsî, acaba İbn Teymiyye'nin eserlerinin tamamını inceleme imkânına sahip olsaydı ve mesela Arş'ın nevi kıdemi konusunda yukarıda zikrettiğimiz eserlerindeki sarih ifadelerini görseydi aynı tavrı sürdürür müydü?..

11-Bkz. Mektûbât, 1,84; 43. mektup.

12-el-Kevserî, Makâlât, 421.

13-Vehhabî çevre, onun Fâdıhatu'l-Mülhidîn isimli eserinde İbn Arabi'ye yönelttiği ağır tenkitleri alayı vala ile neşr ve tamim ederken İbn Teymiyye'ye reddi konusunda anlamlı bir suskunluk içindedir. Oysa İbn Teymiyye'ye "Şeyhülislam" diyenin küfre düşmüş olacağını söyleyen ondan başkası değildir. (Bkz. es-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâ- mi', I, 122 vd.) Onun el-Mülcime li'l-Mücessime (veya Mülcimetu'l- Mücessime) isimli eseri, yaşadığı dönemde İbn Teymiyye'nin başını çektiği tecsim inancına reddiyedir.

14-Zerrûk, Kavâ'idu't-Tasavuf, 40.

15-Mukaddimâtu'l-İmâm el-Kevserî, 554.

16-Mütevatir hadisler arasında ilk sıralarda zikredilen bu rivayeti, İbnu'l-Cevzî'ye göre Sahabe'den 98 zat nakletmiştir. Bkz. el-Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, II, 362. el-Kettânî'nin Nazmu'l-Mütenâsirinde (35-6) bu hadisin 72 sahabî ravisi zikredilmiştir.

17-Cübbeli Ahmet hocanın bir vaazında zikrettiği uydurma bir hadis için şu linke bkz.: http://www.youtube.com/watch?v=50S7c3aa91w

18-Bkz. Heyet, Kur'an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül, 6.

19-Abdülganî en-Nâblusî, el-Hadîkatu'n-Nediyye, 1,246.

20-Bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu'l-Hasene, 331.
es-Sehâvî bir başka eserinde, hocası Medyen b. Ahmed el-Mağri- bî'nin biyografisini verirken şöyle der:"... Kendisiyle çok kere,bir araya geldim ve eskiden beri tarikatlerinde mevcut usul üzere kendisinden birkaç kere zikir (dersi) aldım. (...) Kendisi bana çok iltifatkâr davranır, "Şeyh Şemsuddîn" diye hitap ederdi. (...) Hatta bir keresinde, "Nafilelerinizi güzelce yerine getirin. Zira farzlarınız onlarla ikmal edilir" hadisini hocamıza (İbn Hacer) sordu.
Hocamız, "Bilmiyorum" diye cevap verince, "Bu rivayeti Tâcuddîn el-Fâkihânî, ibn Abdilberr'e atfen zikretmiştir" dedi. Hocamız, "Mümkündür" diye karşılık verdi." (Bkz. fes-Sehâvî, ed-Dav'u'l-Lâmi', X, 151.)
Burada geçen hadis hakkında es-Sehâvî el-Makâsıdu'l-Hasene'de (188), el-Fâkihânî tarafından İbn Abdilberr'e atfen zikredildiği bilgisini tekrarladıktan sonra şöyle der: "Farzların nafilelerle tamamlanacağı hususu sabittir..."

Devamını Oku »

Rahmetli Muhakkik Yusuf ed-Dicvi'nin(1)Makalesi(2)



Allah’ın tevfikiyle kitabımın bu faslında, rubûbiyyet, ulûhiyyet tevhidleri, ibadet ile mülhakatı hakkında İbn Teymiyye ile îbn Kayyım’ın birçok sözlerinin ve İbn Abdülvehhab’ın bâzı görüşlerinin iptalini yazdım. Ve merhum Allâme Şeyh Yûsuf ed-Dicvi’nin (1365, öl.) rubûbiyyet ile ulûhiyyet tevhidi hakkında yazdığı makalesiyle bu konuya son veriyorum. Allah ona rahmet eylesin! Bu makale­sinde şöyle dedi*.

ULÛHİYYET TEVHİDİ VE RUBÛBİYYET TEVHİDİ

«Ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidinin mânâları nedir ve mânâca aralarındaki farkı kim tefrik etmiştir, sahih veya bâtıl ol­duğuna dair delil nedir?» diye bize gelen birçok mektupta soruyor­lar. Dolayısiyle biz de Allah’tan başarı dileyip deriz ki: Bu fikir

İbn Teymiyye’nin saplantısıdır. Demiş ki: Şüphesiz, Peygamber­ler, yalmz Allah’a ibadet etmek mânâsına olan ulûhiyyet tevhidini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ kâinatın Rabbidir. Onların işlerinde tasarruf edici olduğunu itikat etmek mânâsına olan rubûbiyyet tevhidi hususunda ne müşrik ne de Müslümanlardan hiçbir kimse, mualefet etmiştir. Nitekim Allahü Teâlâ: «Andolsun ki onlara (müşriklere) “gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye soracak olursan hiç şüp­he yok ki, “Allah’tır!” derler.» (Ankebût sûresi, âyet: 61) diye bu­yurdu.

Daha sonra, İbn Teymiyye ile Vehhabîler demişler ki: Peygam­berlere ve velilere tevessül edip onlardan şefaat dileyenler, sıkıntı zamanında onları yardıma çağıranlar, tıpkı sıkıntı anlarında put­lara, meleklere ve Mesih’e (İsa’ya) rubûbiyyet itikat ettikleri için kâ­fir olanlara benzerler. Zira onlar,Vehhabiler, putlar, melekler ve Mesih (îsâ) hakkında rubûbiyyet vasfını itikat ettiklerinden dolayı kâfir olma­dılar. Belki, onlara ibadet ettikleri için ulûhiyyet tevhidinin terkin­den ötürü kâfir oldular. Mezarları ziyaret edip evliyâya tevessül edip, onlardan yardım talep eden ve Allahü Teâlâ’dan başka hiçbir kimsenin gücü yetmediği şeyi kendilerinden isteyenlere de bu hü­küm şâmildir. Hattâ Muhammed b. Abdülvehhab, bunların küfrü­nün, putlara ibadet edenlerin küfründen daha çirkin olduğunu söy­lemiştir. Arzu edersen onun üzücü ve korkutucu ibaresini sana zik­redeyim. îbn Teymiyye ile Vehhabîler mezheblerinin izahiyle birlikte -ki, hulâsası şudur- ve içinde birçok dâvâları da vardır. Kısal­tarak ondan bahsedip sözlerini evvelâ akıl ve nakil yolu ile muha­keme edelim. Ve deriz ki:

İbn Teymiyye taraftarları ile Vehhabilerin; «Tevhid, rubûbiy yet tevhidi ve ulûhiyyet tevhidi şeklinde iki kısma ayrılır.» diyerek yaptıkları bu taksim İbn Teymiyye’den önce, hiçbir kimse tarafın­dan ortaya atılmamıştır. İlerde görüleceği üzere akla yatacak bir şev de değildir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem dahi, İslâmi­yet’e dahil olan hiçbir kimseye, «İslâmiyet’te iki tevhid var; sen ulû­hiyyet tevhidine itikad etmedikçe Müslüman olamazsın» diye bu yurmadı, buna tek bir kelime ile de işaret etmedi. İbn Teymiyyecilerin, her şeyde onlara uyduklarını ve onlarla iftihar eylediklerini söyledikleri selef âlimlerinden olan hiçbir kimseden de böyle bir taksim duyulmamıştır ve tevhidin bu taksiminde hiçbir fayda yok­tur. Zira, şüphesiz hak ilâh, hak Rab, bâtıl, ilâh da bâtıl Rab demek­tir. İbadete, ilâhlaştırılmaya, ancak gerçek olan Rab müstehaktır.

Bir şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna itikad etme­diğimiz takdirde, kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Bir şeye ibadet edilmesi o. şeyin menfaat ve zarar verecek bir Rab olduğuna inanılmasına terettüp eder. Nitekim, Allahü Teâlâ; «Gök­lerde, yerde ve ikisinin arasındaki şeylerin Rabbi O’dur. O’na kul­luk et ve ibadetinde güçlüğe katlan!..» (Meryem sûresi, âyet: 65) diye meâlen buyurmuştur.

İşte Cenâb-ı Hak Teâlâ, bu âyet-i celilenin mealinde ibadeti, rubûbiyyet vasfına bağlamıştır. Çünkü biz, Allahü Teâlâ’yı menfaat ile zarar, kudreti altında bir Rab olarak itikad etmediğimiz zaman kendisine ibadet etmemizin hiçbir mânâsı yoktur. Yine Allahü Te­âlâ; «Ayılın! Göklerde ve yerde gizli şeyleri çıkaran Allah’a, secde edin...» (Nemi sûresi, âyet: 25). Allahü Teâlâ, bu âyetin mealiyle kendisinde tam bir kudret sabit olan zattan başkasına secde edil­mesinin câiz olmadığına işaret eder. Ve başkasına secde edilmesi­nin bir mânâsı yoktur. Aklın kabul ettiği şey de budur. Kur’ân-ı Kerim ile Peygamber (s.a.v.)’in hadîsi de buna delâlet etmektedir.

Nitekim Allahü Teâlâ, Kur’ân’da; «Size melekleri ve peygam­berleri rablar olarak benimsemenizi emretmesi yaraşmaz...» (Âl-i îmran sûresi, âyet: 80). îşte Allahü Teâlâ, müşriklerin tek bir Rab değil, müteaddit rablar edindiklerini açıkça belirtmiştir. Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin melekleri kendilerine Rab edindiklerini saraha­ten bildirdiği hâlde, İbn Teymiyye ile Muhammed b. Abdülvehhab, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidine itikad etmiş olup muvahhittirler! itikadlarına göre, bir Rabtan başka rab yoktur. Ancak ulûhiyyet tevhidi hususunda Allaha şerik koşmuşlardır.» demişlerdir. Halbu­ki Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf (a.s.)’un, iki hapis arka­daşını rubûbiyyet tevhidine davet ettiğini belirterek şöyle buyurur:

«...Ayın ayn birçok rablar mı daha iyidir, yoksa üstün olan bir Ailalı mı?» (Yûsuf sûresi, âyet: 39). Yine Allahü Teâlâ;

«...Onlar, (ümmetinden önceki ümmetler) kendilerine çok acıyıcı (Rahman) olan Allah’ı inkâr ettiler. (Onlara), O, benim Rabbimdir, de...» (Ra’d sûresi, âyet: 30).

İşte bu âyetlerden de anlaşılıyor ki, müşrikler kendilerine bir değil, birçok rablar edinip onlara ibadet ederlerdi. Allahü Teâlâ’nın rubûbiyyetini inkâr eden müşrik bir kimseye hitaben; arkadaşın­dan hikâyetle; «Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: “Seni toprak­tan, sonra nutfeden yaratanı, sonunda seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun? İşte O, benim Rabbim olan Allahtır...’’ dedi.» (Kehf sûresi, âyet 37 - 38). Bu âyet-i celile de mânâca öncekine benzer. Cenâb-ı Hak kıyamet günü diyecekleri sözleri hikâyetle buyurduğu; «Allah’a and içeriz ki biz apaçık azgınlık içinde idik; çünkü biz si­zi âlemlerin Rabbine eşit tutmuştuk.» (Şuarâ sûresi, âyet: 97 - 98).

Bu âyet-i celilelerin mânâsına dikkat edildiğinde, zahire göre biz sizi kendimize rablar edindiğimiz için, demektir. Yine; «Bir de onlara, “bağışlayıcıya (Rahman’a) secde edin!” denildiğinde, “bağış­layıcı (Rahman) nedir? Senin emrettiğine secde eder miyiz?” der­ler...» (Furkan sûresi, âyet: 60) meâlen buyurduğu bu âyetin mâ­nâsına bak! Acaba bu sözün sahibi olan kimse, muvahhid mi (tek bir Allah’ın varlığına inanan mı) dır? Veya bunu itiraf ettiğini bi­liyor musun?Daha sonra, Allah’ın; «...Onlar (insanlar) ise, Allah hakkında mücadele ederler (çene yarışı yaparlar)...» (Ra’d sûresi, âyet: 13) buyurduğu bu ve buna benzer âyetlerin mânâsına bak ki, hepsini zikretmekle sözü uzatmıyoruz.

Demek ki hakikat, îbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi değildir; aksine müşrik olan bu kâfirlerde rubûbiyyet tevhidinin inancı yok-tur. Yûsuf (a.s.) zindandaki iki arkadaşını rubûbiyyet tevhidinden başka bir şeye davet etmiyordu. Zira Yûsuf (a.s.)’un itikadında, bir şeye rubûbiyyet tevhidi, diğer başkasına ulûhiyyet tevhidi denilir,diye bir şey yoktu. Yoksa Hz. Yûsuf (a.s.) 'un, tevhide davet eyledi­ği iki arkadaşı, tevhidi kendisinden daha iyi biliyorlardı da onu ilahlar diye tâbir etmeyip, «Birçok rablar mı iyi?» diye buyurduğu sözünde yanıltıyorlar mı idi?

Allahü Teâlâ (insanlar, ruh âleminde iken) onlardan rubûbiyyetin ikrarı için aldığı ahdi hakkında; «...Rabbiniz değil miyim?» di­ye sordu “Evet Rabbimizsin” dediler...» (A’raf sûresi, âyet: 172) di­ye buyurur. Şayet, «Müşrikler nezdinde rubûbiyyet tevhidi tahak­kuk etmiş, fakat bu iman hususunda yeterli olmayıp kıyamet günü Allah’ın azabından onların kurtulmalarına yetmez.» diyen İbn Teymiyye’nin dediği gibi olsaydı, bu âyette buyurduğu üzere rubûbiyyeti için, onlardan söz alması, âyetin devamında onlardan hikâyetle; «...Gerçekten biz bu ahidden gafil idik...» (A’raf sûresi, âyet: 172) diye müşriklerin kıyamet günü ileri sürecekleri böyle bir mazeretleri de sahih değildir. Rubûbiyyet tevhidi itikadı imanlarına yeterli ol­saydı (îbn Teymiyyecilerin dediği gibi) Allahü Teâlâ’nın, misak (ahid) tâbirini, ulûhiyyet tevhidini itiraflarını icab ettirecek tâbirle değiştirmesi vacip olacaktı.

Bu dâvâlarının iptaline dair uzun uzadıya konuşmak imkânı­mız olmasa dahi bu husus açık bir gerçektir. Her hal ü kârda bu âyetten anlaşıldığına göre, Cenâb-ı Hak Teâlâ, şüphesiz olarak in­sanlardan, yalnız rubûbiyyet tevhidinin ikrarıyla iktifa etmiştir. Eğer, rubûbiyyet tevhidi ile ulûhiyyet tevhidi birbirlerinden ayrı hakikatler olsalardı, Allahü Teâlâ, ulûhiyyet tevhidinin ikrarını da onlardan talep edecekti.

Akaid ilminin teriminde Allah ile Rab kelimeleri bir mânâda olduklarına, Cenâb-ı Hakk’ın meâlen; «...Göklerin yerin ve ikisi ara­sında bulunanların hükümranlığı kendisinin olan Allah ne yüce­dir.» (Zühruf sûresi, âyet: 84) buyurduğu âyeti de delâlet eden de­lillerdendir. Çünkü, âhirzamanda O’na ibadet edecek hiçbir kimse olmasa da yine yeryüzünün ilâhıdır.

Şayet İbn Teymiyyeciler, bu âyette geçen ilâh kelimesinin mâ­nâsı, «O, yeryüzünde mabuddur. Yâni, ibadete müstehaktır» diye­cek olsalar, cevabında; «Öyle ise, ilâh ile Rab arasında mânâca hiç­bir fark yoktur. Zira ibâdete müstehak olan Zât, Rab olandan baş­ka bir şey değildir,» deriz.

Firavun’un Musâ (aleyhissalâtü vesselam) ile yaptığı mücade­le ancak rubûbiyyet sıfatı hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ondan hikâyetle; «Ben sizin en yüce rabbinizim, dedi.» (Nâziât sûresi, âyet:24) , yine ondan hikâyetle; «(Firavun), “İnan ki benden başka tann tanırsan seni zindanlıklar içine atarım.” dedi.» (Şuarâ sûresi, âyet: 29). Bu konunun uzatılmasına artık hiçbir sebep yoktur.

İbn Teymiyye’nin, «Müşrikler rubûbiyyet tevhidini bilir.» diye iddiasının iptaline dair hadîs-i şerif ise, mezarda iki sual meleğinin ölüden ilâhın demeyip «Rabbin kimdir?» diye sual ettikleri hakkın­da varid olan hadistir. Çünkü melekler, Rab ile ilâh arasında tefrik etmezler. Zira onlar ne İbn Teymiyyeci, ne de doğru yoldan sapmış kimselerdir. İbn Teymiyyecilerin mezhebine göre, sual meleklerinin ölüden «Rabbin kimdir?» değil, «Allah’ın kimdir?» diye veya her ikisinden sual açmaları vacip idi.

Allahü Teâlâ nın, «Andolsun ki, onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, “Allah...” diyecekler.» (Lokman sûresi, âyet:25) meâlen buyurduğu âyet-i celile İbn Teymiyye’nin dâvasına de­lil olamaz. Çünkü, kesin deliller ve mânâları açık olan âyet-i keri­meler delâlet ediyorlar ki, müşrikler, zamanın hükmüne icabet et­meye zorunlu olduklarından gönüllerinde olmayan şeyi söylerler. Onların kalplerinde istikrar etmeyen veya akıllarına yatmayan şey­leri de söylemiş olabilirler. Çünkü müşrikler, böyle cevap vermekle beraber böylece itikad etmeyip yalan söylediklerine delâlet eder, şeyler, kendilerinden sadır olmuştur. Zarar ve menfaati Allah'tan başkasına isnat ediyorlar. Koyu cehaletleri yüzünden Allah’ı bil­mez, hattâ küçük işlerin husulünde bile başkasını O’nun üzerine takdim ederler.

Allahü Teâlâ’nın müşriklerden hikâyet eylediği; «Ne diyelim, sana mabutlarımızdan bazısının kötülüğü dokunmuş olacak.» de­diler... (Hûd sûresi, âyet: 54) sözlerini düşünerek bak! öyle ise, İbn Teymiyye, «Müşrikler, putlar, ne ziyan ne de menfaat veriyorlar di­ye itikad ederler...» şeklinde sonuna kadar devam eden sözü nasıl diyebilir?
Daha sonra müşrikler, ekin ve davarları hakkında Cenâb-ı Hakk’ın onlardan hikâyet eylediği; «Kendi zanlarına göre, “Bu Al­lah’ındır, bu da putlarımızmdır.” diyerek Allah’ın yarattığı hayvan­lardan ve ekinlerden pay ayırdılar. Putları için ayırdıklarını Allah için vermez, ama Allah için ayırdıklarını putları için verebilirlerdi...» (En’âm sûresi, âyet: 136) sözlerini düşün ki, onlar en küçük ve hakir şeylerin hâsıl olmasında Allah’a ortak koştukları şeyleri Allah’tan önce tutmuşlardır.

Allahü Teâlâ müşriklerin putları hakkındaki itikadlarına dair buyurdu ki: «...Ortak koştuğunuz, yardımlarını umduğunuz şeyleri sizinle birlikte görmüyoruz...» (En’âm sûresi, âyet: 94). Allahü Te­âlâ bu âyet-i celilede müşriklerin, putların Allah’a ortak oldukla­rına itikad ettiklerini bildirmiştir. Ebû Süfyan’ın Uhud gazvesi gü­nü:
— «Ey Hübel (bir putun ismidir) yüksel!» deyince, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemin:
— «Allah her şeyden daha üstün, daha yücedir.» diye verdiği cevabı da müşriklerin itikadına delâlet eden delillerdendir.

İşte bunu iyi düşün! Sonra İbn Teymiyye’nin müşriklere isnat ettiği «tevhidde müşrikler, Müslümanlar gibi olup müşrikler ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlardan ayrılmışlardır,» de­diği kavlinden ne anladığını bana söyle!

Yukarıda geçen delillerden başka Allahü Teâlâ’nın; «Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki onlar da bilmeyerek aşın gidip Allah’a sövmesinler...» (En’âm sûresi, âyet: 108) buyurduğu âyet-i celile ile izahı uzun sürecek daha açık deliller dâvamıza delâlet edi­yorlar.

Zikredilen bu delillerden sonra, müşriklerde bir nevi tevhid olup bunun akaid’deıi bir mesele olduğunu düşünebilir misin? Lâkin Teymiyyeciler, -bütün bunlara rağmen- müşrikler rubûbiyyet tev­hidini bildiklerinden dolayı, muvahhittirler. Peygamberler, müşrik­lerin onunla kâfir oldukları ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için onlarla savaşmışlardır, diyorlar. îbn Teymiyyecilerin, peygamberle­rin, müşriklerle yaptıkları savaşların sebebini sadece buna hasret­melerinin mânâsını anlamıyorum. Halbuki müşrikler, peygamber­leri tekzib ederek, kendilerine Allah’tan nâzil olan âyetleri inkâr edip haram şeyleri helâl kılmış, haşr ve kıyameti de inkâr etmiş, Allah'ın eşi, çocuğu olduğuna ve meleklerin, Allah’ın kızları olduğu­na dair bâtıl bir itikatta bulunmuşlardır.

Nitekim Allahü Teâlâ bu hususta şöyle buyurur: «Dikkat edi­niz! Onlar, yalan uydurup söylüyorlar; “Allah’ın çocuğu var” diyor­lar. Şüphesiz onlar yalancıdırlar.» (Saffat sûresi, âyet: 151, 152). Müşriklerin bu durumlarına rağmen îbn Teymiyyecilerin görüşü­ne göre, peygamberler onlarla bu itikadlarından dolayı savaşma­mış, ancak ulûhiyyet tevhidine inanmadıkları için savaşmış. Kendi­leri itikatta (Ehl-i sünnetten olan) Müslümanlara eşittirler. îbn Abdülvehhab’ın görüşüne göre ise, kendi zümresinden olmayan Müslümanlar, müşriklerden daha kâfirdirler.
îtikad ettikleri bütün bu şeylerden dolayı gelecek zarar kendi­leri içindir.

Bize hiçbir şey yoktur. Lâkin zikrettiğimiz bu deliller­den sonra, onlara deriz ki, bâtıl itikadınıza göre, haydi ulûhiyyet tevhidi ile rubûbiyyet tevhidi arasında fark olduğunu farzedelim. Ama tevessül, ulûhiyyet tevhidine muhalif değildir. Zira tevessül, lügat, Şeriat ve örf itibariyle ibadet değildir. Salih kişilere tevessül etmek veya onlardan yardım talep etmek için onlara nida etmenir. ibadet olduğunu hiçbir kimse söylememiş ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de böyle bir şeyden haber vermemiştir. Eğer teves­sül, ibadet veya ibadetin benzeri bir şey olsaydı, ne diri ne de ölü kişiden tevessül edilmesi câiz olmazdı.

Tevessül eden kimsenin, bir peygamber veya velinin Allah nez- dindeki manevî makamının vesilesiyle, Allah’tan emelinin husulün den başka bir şey talep etmediği malûmdur. Şüphesiz hayatta ol­sun, öldükten sonra olsun, her iki zatın da Allah nezdinde manevi şerefleri vardır.

Şayet birisi, «Allahü Teâlâ bize köprücük kemiğimizden daha yakındır, öyle ise hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur.» dese, cevabında şu şiirin mısraını deriz:

«Bir şeyi hıfzettin Halbuki birçok şeyi unuttun.»

Zira bu görüşüne göre her şeyi Allah’a havale edip her şeyde sebep ve vasıtaların düşünülmesi terkedilmelidir. Halbuki, bu kâi­nat, Allah’ın koyduğu sebep ve müsebbeplerin üzerine bina edil­miştir. Yine bu görüşe göre, kıyamet günü şefaatin olmaması da gerekir. Zira bu görüşe göre, Allah subhanehû ve teâlâ insana her vasıtadan daha yakın olduğu için şefaata ihtiyacı yoktur. Halbuki şefaatin kıyamette oluşu bedihî olan din meselelerindendir.

Hem de Hz. Ömer b. Hattab’ın, «Bizler (ey Allah’ım) Peygam­berin amcası olan Abbas’a tevessül ederek sana dua ederiz.»(3)dediği sözünde hatâ etmesi lâzım gelir. Hulasâ îbıı Teymiyyecilerin itikadlarına göre, sebep ve müsebbep, vesile ve vasıtaların kapılarının ka­patılması gerekir. Bu düşünce ise, kâinatın evvelinden sonuna ka­dar üzerine inşa edildiği İlâhi kanuna muhaliftir. Bu takdire gö­re, onların Müslümanlar hakkında verdikleri hüküm onlara da şâ­mildir. Çünkü sebep ve vasıtaları terketmeleri mümkün değildir. Hattâ onlar halktan daha şiddetli sebeplere, vasıtalara, ilgi ve iti­mat göstermektedirler.

Şunu da diyelim ki, tevessül hususunda diri ile ölü kişinin ara­sında ayırım yapmakta hiçbir mânâ yoktur. Zira tevessül eden kim­se, ölüden hiçbir şey talep etmemiş, ancak Allah nezdindeki bu ölü­nün şerefini veya sevgisini veya başka özelliklerini vesile ederek Allah’tan hacetini dilemiştir. Acaba, mütevessilin (tevessül eden kimsenin) bütün bu düşünceleri ölüyü ilâh edinmek midir? Yoksa bunda şüphe götürmeyen sakınca mı vardır? îbn Teymiyyeciler ise, işi tahkik etmeden tahmine dayanarak söyleyen bir kavimdir. İşin hakikati nasıl böyle olmasın ki, bütün Müslümanlarca tevessülün cevazı, hattâ güzelliği malûmdur.

Dört mezhep kitaplarına, hattâ Hanbelilerin Peygamber sallallahü aleyhi ve sellemi ziyaretin âdabı hakkındaki mezheplerine bak ki, Allah’tan bir şey dilemek için Peygambere tevessülü müstahap kılmışlardır. Bu İbn Teymiyye’nin meydana çıkıp ümmetin icmai hükmünden dışarı çıkarak akla ve nakle muhalefet edip Müs­lümanların fıtratlarında yerleşen tevessül hakkında mücadele et­mesine kadar böyle devam etmiştir.

Yûsuf ed-Dicvi’nin tevhid hakkındaki makalesi burada sona erdi.

Ebu Hamid bin Merzuk – Bera’atü’l –Eş’ariyyin(Ehl-I Sünnet’in Müdafaası),syf:217-224,Bedir yay.

1) Yûsuf ed-Dicvî, Dicveli olup Dicve Mısır'da Dimyat yakınındadır. Yûsuf, fıkıh Alimi olup Muhammed Abduh’un itikadı konulardaki birçok görüşünü reddetmiştir. «Tütün içmek haram değildir.» demiştir. Saadet-i Ebediye'ye bakınız,

2)Makalesi, 224’üncü sahifede bitiyor.

3) Resûlullah (s.a.v.) efendimizi vesile edip Allahü Teâlâ’ya yapılan duâlar kabul olunduğundan. Hz. Ömer (r.a.) hilâfeti zamanında Medine’de kıtlık olunca. Hz. Ab-bas b. Abdülmuttalib’i vesile edinerek yağmur duâsına çıkmış ve «Yâ Rabbi sevgili Peygamberini vesile yaparak duâ ederiz'. Resûllullah’ın muhterem amcası hürmetine, senden yağmur isteriz. Duamızı kabul buyur. Bize yağmur ihsan eyle» demiş, hemen yağmur yağmıştır.
Devamını Oku »

Tevhid Meselesi




- 1. Bölüm -


"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur."
[Tahavî Akâid Metni - Madde 4]

Bilindiği gibi selefî akide metinlerinde buradaki paragrafın açılımında İbn Teymiyye’nin bilhassa vurguladığı bir tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meselesi vardır. Bu meseleye bir miktar değinmemiz gerekiyor.

İbn Ebi’l-İzz şerhinde, İbn Teymiyye’nin taksimine uygun olarak tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meseleleri işleniyor ve şöyle deniyor:

“Müşrikler tevhid-i rububiyete, Cenab-ı Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlardı. Fakat onlar tevhid-i ulûhiyet meselesinde şirke düşmüşlerdi. Tevhid akidesi ise hem tevhid-i ulûhiyette hem de tevhidi rububiyette Cenab-ı Hakk’ın “bir”lenmesi ile gerçekleşir. Tevhid-i ulûhiyette şirke düşenlerin tevhid-i rububiyetteki tevhidi hiçbir işe yaramaz. Ama bir kimse tevhid-i ulûhiyeti kavrarsa onun içinde tevhid-i rububiyet de vardır. Dolayısıyla “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinin manasını, maksudunu, mazmununu anlayan kimse aynı zamanda Cenab-ı Hak’tan başka bir Rabb de olmadığını idrak eder, görür ve bunu da bu şekilde ifade etmiş olur.”(4)

Buradan şöyle bir noktaya geliyorlar:

Müşriklere “kâinatı kim yaratır, güneşi, ayı kim doğurur, bitirir, mevsimleri kim döndürür?” diye sorsanız, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyeti ikrarlarıdır. Fakat onlar ulûhiyet vasfını Cenab-ı Hak’tan başka varlıklara atfediyorlar. Mesela bir takım putların insanlara fayda ya da zarar verebileceğine inanıyorlar. İşte bu inanç tevhid-i ulûhiyeti zedeleyen bir inançtır. Dolayısıyla İslam dini içinde de Müslüman olduğunu söyleyen insanlar arasında da tevhid-i ulûhiyeti rencide eden, tevhid-i ulûhiyete aykırı inançlara sahip olan insanlar vardır. Bunlar mümin de görünseler muvahhid de görünseler, müşriktirler.


Kimdir bunlar? Mesela (bir Peygamber bile olsa) “ölülerden dirilere bir fayda” gelebileceğine inanan insanlar tevhid-i ulûhiyeti inkâr etmiştir. Rububiyette evet, tevhid ehlidir ama ölülerle diriler arasında böyle bir ilişki bulunabileceğini söyledikleri için onlar tevhid-i ulûhiyeti ihlal etmiş, müşrik olmuş insanlardır.

Bu nokta son derece önemli. İbn Teymiyye böyle düşünüyor diye günümüzde Vehhabîler, onun çizgisini takip ettiğini söyleyenler böyle düşünüyor ve Peygamberler veya salih kimseler araya konularak, onlarla tevessül edilerek, onları vesile edinerek Cenab-ı Hakk’tan bir şey istemenin şirk olduğunu söylüyorlar. Bu, özellikle bugün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çevrelerle kendine selefi diyenler arasındaki en önemli ihtilaf ve tartışma noktalarından birisidir.

Bu iki kavramı, yani ulûhiyet ve rububiyet kavramlarını yukarıda ifade etmeye çalıştık.

Alemi yaratan Allah’tır, kâinatı döndüren Allah’tır, semayı üst üste direksiz bina eden Allah’tır, mevsimleri döndüren, gece gündüzü birbiri ardınca getiren Allah’tır. Bu Tevhid-i rububiyettir. Tevhid-i ulûhiyet ise münhasıran Cenab-ı Allah’tan istenmesi gereken birtakım şeyleri mahlûkattan isteyen kimselerin tutumunda şirk olarak ortaya çıkıyor. Yani Cenab-ı Hak’tan istenmesi gereken bir şeyi Cenab-ı Hak’tan isteyeceksiniz. Bir varlıktan istediğinizde tevhid-i ulûhiyeti zedelemiş olursunuz, çiğnemiş olursunuz, dolayısıyla ‘şirke düşersiniz" diyorlar.

Özetle böyle söyleyebiliriz.
TEVHİD MESELESİ
- 2. BÖLÜM -

Ehl-i Sünnet ulema arasında tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet diye keskin bir ayrım yoktur.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamları tevhid-i ulûhiyet ve rububiyet ayrımına göre hareket etmiş değildirler.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akide imamları, Usuli’d-Din imamları tevhidi beş mertebe üzerine bina etmişlerdir:

1- Zat’ta tevhid
2- Fiilde tevhid
3- Sıfatlarda tevhid
4- Esma’da yani isimlerde tevhid
5- Ahkâmda yani hükümlerde tevhid

Zat’ta Tevhid


Tevhidin aslı ve özüdür, Cenab-ı Hakk’ın bir zatı var; O’nun varlığı, O’nun zatı başka hiçbir zata benzemez. Yani bizim şu âlemde gördüğümüz hiçbir şeye Cenab-ı Hakk’ın zatı benzemez. Hiçbir vasfında, özelliğinde benzemez.
Cenab-ı Hakk var mıdır? Vardır. Ben de varım, siz de varsınız. Karşımdaki bilgisayar da var. İçinde oturduğum oda da var, bu odadaki kitaplar da var. Fakat bütün bu varlıklar, var kılınmış olan varlıklardır. Varlığı kendinden olan varlıklar değildir. Cenab-ı Hakk’ın varlığı kendindendir, zorunludur. Onun için bizim kelam âlimlerimiz Cenab-ı Hakk’dan bahsederken“Cenab-ı Vâcibü’l-Vücud”, yani “varlığı zorunlu olan varlık” derler.

Burada iki durum ortaya çıkıyor;

1. Varlığı zorunlu olan varlık. (Vâcibü’l-Vücud)
2. Varlığı zorunlu olmayan varlık. (Biz buna mümkin varlık diyoruz. Mümkinü’l-Vücud)


Cenab-ı Allah’tan başka Vâcibü’l-Vücud bir varlık yoktur. Sadece varlığı zorunlu ve kendinden olan tek varlık Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışındaki diğer bütün varlıklara varlık veren O’dur. Onları var eden O’dur. Onları yokluktan, hiçlikten, varlık sahnesine çıkaran O’dur.

Dolayısıyla o varlıkların hiçbirinin zatı Cenab-ı Hakk’ın zatına benzemez. Burayı kavrayabilirsek bütün bu akide metni boyunca Cenab-ı Hakk’ın tevhidine, sıfatlarına, fiillerine ilişkin, O’nun hakkında inanılması zorunlu olan şeylere ilişkin ve O’nun hakkında inanılması doğru olmayan şeylere ilişkin pek çok soru da kendiliğinden cevaplarını bulmuş olacaktır.

Bunu biraz açmamız gerekiyor. Metinde ilgili maddeler geldiğinde detaylandıracağız.

Cenab-ı Hakk için varlığı zorunlu varlık, dedik. Diğer bir deyişle, varlığı zorunlu olmaktan şunlar ortaya çıkar:
Eğer bir varlığın varlığı zorunluysa, vücudu vacip ise, O’nun varlığının başlangıç noktası yoktur. Vâcibü’l-Vücud olan bir varlığın bir başlangıç noktası yoktur. Son noktası da yoktur. Cenab-ı Hakk dışında bütün varlıklar, yani bütün mümkin varlıklar, sonradan olmuş varlıklar, bir an gelecek bu dünyadaki varlıkları sona erecek, fena bulacaktır. Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir. İlgili madde gelince bu konuya değineceğiz.(5)

Yani, Vâcibu’l-Vücud olanın varlığının başlangıcı da sonu da yoktur. Başlangıç ve son kelimeleri “zaman” içinde anlam kazanan kelimelerdir. Bir yerde zaman varsa bir şeyin başlangıç ve son noktasından bahsedebiliriz. Zaman yoksa başlangıç ve son da yoktur. Zaman yoksa mekân da yoktur. Dolayısıyla hareket de yoktur. Hareket, zamanda ve mekânda vuku bulan bir şeydir. Hareket, bir halden bir hale, bir noktadan bir noktaya intikaldir.

Dolayısıyla zaman ve mekân içinde vuku bulur. Cenab-ı Hakk için hareket de söz konusu değildir, çünkü hareket zaman ve mekân içinde olur. Zamana ve mekâna bağlı, bağımlı varlıklar için söz konusudur. Ayrıca belli bir yönde olmak, belli bir yerde olmak, belli bir biçimde olmak… sadece mümkinü’l-vücud varlıklar için söz konusudur.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zorunlu olduğu için, kendinden olduğu için O’nun varlığı hakkında konuşurken, hareket etme fiili düşünemeyiz. Biçim, suret düşünemeyiz. Siluet düşünemeyiz. Mümkin varlıkların sahip olduğu katı, sıvı, gaz hali… bunlar maddelerin halleridir. Bunları Cenab-ı Hakk için düşünemeyiz. Çünkü bunlar mümkin varlıkların halleridir. Onlara mahsus özelliklerdir.

Şimdi böyle bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zatına ilişkin tevhidi bu noktada kavradığımızda arkasından fillerinde, esmada, sıfatta ve hükümde tevhid kategorileri kendiliğinden önümüzde açılmaya başlıyor. Zatta tevhidi iyi kavrarsak bu noktayı zihnimize iyi yerleştirirsek ondan sonraki kategorileri anlamamız daha kolay olur.

Mümkin varlıklar için söz konusu olan hiçbir şey Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Çünkü bunların tamamını yaratan O’dur. Tamamından müstağni olan O’dur. Müstağni ne demek? İhtiyaçsız demek. “Arşa istiva” konusunda bu meseleyi detaylıca ele alacağız.(6)

Böyle baktığınızda, evet Cenab-ı Hakk’ın bizim dünyamıza inmiş bir kelamı, bir sözü, bir kavli vardır. İşte Kur’an-ı Azimüşşan Kelamullah’tır. İnsan da konuşur, insanın da sözü vardır. Allah da konuşur, Allah’ın da sözü var. Fakat Allah’ın sözü, insanın sözü gibi değildir. Kur’an Allah Teâlâ’nın mahlûk olmayan kelamıdır diye bu metinde geçecek. Oraya geldiğimizde bunun mahiyetini açacağız.(7)

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda Cenab-ı Hakk’ın zamandan, mekândan ve mümkin varlıklara mahsus herhangi bir özellikten münezzeh olduğunu söylememiz lazım. Cenab-ı Hakk zamandan, mekândan ve mümkin varlıklar olan diğer hususiyetlerin tamamından münezzehtir. Çünkü zamanı yaratan O’dur, mekânı yaratan O’dur, varlığı yaratan O’dur, altı yönü yaratan O’dur.

Zatta Tevhid’e ilave etmemiz gereken bir şey daha var;

Cenab-ı Hakk’ın zatı gibi hiçbir zat yoktur, O’nun varlığı, vücudu hiçbir varlık gibi değildir dedik. Bizim gördüğümüz varlıklar, ihata alanımız içinde bulunan varlıklar, müşahede ettiğimiz varlıklar veya beş duyudan biriyle varlığını bildiğimiz varlıklar, maddenin hallerinin biri veya bir kaçının terkibi ile bir arada bulunuyor.

Birkaç unsurun birleşmesinden oluşan varlıklar var. İnsana baktığımızda eti, kemiği, kanı, organları olan, eni, boyu, derinliği olan; yani boşlukta tecsim ederek yer/hacim kaplayan bir varlık. Varlıkları biz boyutlarıyla anlıyoruz. Cenab-ı Hakk’ın varlığı için bu tarz şeyler bahis konusu değildir. O’nun zatı gibi hiçbir zatın olmaması demek, bildiğimiz zatların özelliklerini O’na atfedemememiz demektir.

Cenab-ı Allah’ın var olduğunu biliyoruz. O’nun zatından haberdarız ama zatının künhünü, mahiyetini bilmiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ı isimleri sıfatları ve fiilleriyle biliyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyeceğiz. O’nun fiillerini, sıfatlarını ve esmâsını düşüneceğiz.

Cenab-ı Hakk bir takım azalara, organlara sahip olmaktan münezzehtir. Muhtaç olmaktan münezzehtir. Vâhid demek bu demektir. Yani "Cenab-ı Hakk şundan şundan oluşmuştur, -haşa- şundan şundan mürekkeptir, şöyle şöyle cismi vardır, şöyle şöyle kütlesi vardır, şöyle şöyle boşlukta kapladığı yer vardır"gibi ifadeler Cenab-ı Hakk hakkında kullanılmaz. Bu nokta son derece önemli.

Kur’an’da ve Sünnet’te geçen bir takım müteşabih sıfatlar var. Allah’ın eli, Allah’ın gözü, Allah’ın yüzü gibi tabirleri, kavramları bizim dünyamızda günlük dilde anladığımız anlamda Cenab-ı Hakk’a atfetmeyeceğiz. O’nun bizim özelliklerimiz gibi özelliklere sahip olduğunu düşünmeyeceğiz. Vâhid ismi şerifi Cenab-ı Hakk’ın zatta tevhidini ifade eder ve O bildiğimiz gördüğümüz bütün varlıklardan başkadır. Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında aklımıza her ne geliyorsa “Cenab-ı Hakk ondan başkadır, ondan farklıdır, ondan münezzehtir” diyeceğiz.

Bizim bu kısır düşüncemiz, kısır aklımız, sınırlı düşünme ve algılama kapasitemiz Cenab-ı Hakk gibi mutlak bir varlığı algılama kudretinden mahrumdur. Haddimizi, hududumuzu, sınırımızı bilmemiz lazım. Konusu gelince “Cenab-ı Hakk hakkında, O’nun zatı hakkında aklımıza gelen ne varsa Cenab-ı Hakk O’ndan farklıdır” diyerek detaylarına gireceğiz.( 8 )
TEVHİD MESELESİ
- 3. BÖLÜM -


Fiilde Tevhid

Daha önce söylemiştik: Cenab-ı Hakk’ın zatında tevhidini anlarsak fiilde, isimde, sıfatta, ahkâmda tevhidi kendiliğinden çözülecek ve anlaşılır hale gelecek.

Şimdi Cenab-ı Hakk’ın fiillerini konuşacağız.

Fiil denince aklımıza hemen ne gelmektedir? Bir iş yapma kudretine sahip veya fıtraten öyle bir meleke ile yaratılmış varlığın işlediği fiiller anlaşılıyor değil mi? Yani bir yerden bir yere gitmek, yemek yemek, elini kolunu hareket ettirmek, bir binayı yaptırmak, bir yeri yıkmak, birisiyle konuşmak… Bunlar insanın fiilleridir.
Cenab-ı Hakk böyle mi fiil işler? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Bizim fiil işlememiz organlarımız,azalarımız vasıtasıyla olur. Yemek yerken elimizi, parmaklarımızı kullanırız. Ağzımıza kaşığı götürdüğümüzde dilimizi, çenemizi kullanırız. Konuşurken sesle harfle konuşuruz. Bunlar hep bizim fiillerimizdir.

Cenab-ı Hakk fiil işler ama bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Yasin Sûresi’nde de geçtiği gibi(9) Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını istediğinde ol emrini verir, neyi murad etmişse, nasıl murad etmişse, o murad ettiği biçimde oluverir. Cenab-ı Hakk’ın fiilleri bizim fiillerimiz gibi değildir. Cenab-ı Hakk yaratır, evet, ama bütün bunları bizim yaptığımız gibi yapmaz.

O azalara, organlara, aletlere, araç gerece muhtaç olmaktan münezzehtir.

O'nun kudreti her şeye yeter. Zaten “şey” derken kastettiğimiz her ne varsa onları yokluktan varlık âlemine çıkaran O’dur. Bu bile düşünüldüğünde biz Cenab-ı Hakk’ın fiil işlerken asla ve kat’a aklımıza geldiği tarzıyla fiil işleme muhtaçlığından, noksanlığından münezzeh olduğunu anlamak kolay hale gelir.

Şimdi düşünün, hiç birimiz yoktuk. Bu âlem yoktu. Bu dünya, evren yoktu, kâinat yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuyor ki “Allah vardı, Allah dışında hiçbir şey yoktu.”(10)

Allah var ettiği her şeyi hiçten, yoktan var etmiştir. Şimdi bu fiili anlamaya, idrak etmeye, nasıl gücümüz yetebilir? Biz hiçlik nedir bilmiyoruz ki… Hiçlik yokluk dediğimiz şeyi kelime olarak ifade ediyoruz ama dilimizin söylediğini aklımız kavrayamıyor. Yokluk nedir, hiçlik nedir bilmiyoruz. Tarif edemiyoruz. Cenab-ı Hakk işte hiçten, yoktan var etmiş. Yoktan var yapmak, yoktan var kılmak sadece O’na mahsustur. Dolayısıyla böyle akılların almayacağı bir şeye kadir olan Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemekten münezzehtir.

Şimdi biz “Rahman Arş’a istiva etti” veya “Yüce Allah gecenin son üçte birlik kısmında dünya semasına nüzul eder” ifadelerindeki fiilleri nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk bir yerden bir yere mi intikal ediyor? Bir mekândan başka bir mekâna mı intikal ediyor? Haşa ve kella! Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir.

Günlük dilde kullanılan bir söz vardır: Allah mekândan münezzehtir.

Aslında Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir. Mekândan da, zamandan da, insandan da, kâinattan da, evrenden de, melekten de, cinden de, her şeyden münezzehtir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim’de kendini ifade ettiği gibi “Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).” (11)

Dolayısıyla meseleye böyle baktığımızda O’nun fiillerini de bizler gibi mücessem, varlığı cisim ifade eden varlıkların fiilleri gibi düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk fiil işler, istiva eder, nüzul eder evet ama bu bizim fiilimiz gibi değildir.

Biz bir yerden bir yere inme fiilini nasıl kullanıyoruz? Ben apartmandan aşağı indim, paraşütle uçaktan atladım, aşağı indim veya ağacın üstünden atladım, yere indim. Yukarıdaki bir mekândan aşağıdaki bir mekâna intikaldir bizim inme dediğimiz şey. Gündelik dilde böyle denir. İnme kelimesini bu fiil hakkında kullanırız. Fakat Cenab-ı Hakk’ın inmesi zamanla bağımlı, bağlantılı bir fiil değildir. Bir yerden bir yere hareket etmek, intikal etmek şeklinde işlenmiş bir fiil değildir. Cenab-ı Hakk şeytana hitap ederken “İki elimle yarattığım Âdem’e seni secde etmekten alıkoyan nedir?” (12) buyuruyor.

Şimdi burada -haşa ve kella- şunu mu anlamamız lazım: Cenab-ı Hakk’ın iki eli var?! Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i -haşa ve kella- bir çömlekçinin çömlek yapması gibi, bir heykeltıraşın heykeli eliyle biçimlendirmesi gibi mi biçimlendirmiştir? Haşa! Cenab-ı Hakk’ın ellere, organlara ihtiyacı yoktur, O böyle bir noksanlıktan münezzehtir. “İki elimle yarattım” ifadesi, bir insanın iki eliyle bir şeyi yapması gibi anlaşılmamalı. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle fiil işlemez.

Ayet-i kerimeyi hatırlayın; Hz. Âdem’i yaratmayı murad ettiyse “Allah ona ol der ve o olur.”

Burada iki elimle yarattım ifadesi mutlak surette bir şeyden mecazdır. Bir başka şeyden teşbihtir. Bize Cenab-ı Hakk bir şey ifade ediyor burada. Yani Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i bütün âlemlere üstün bir insan olarak halk ettiğini söylüyor.

Kâinatta daha evvel bir insan halk etmemiş Cenab-ı Hakk. Evet, melekler var, belki cinler var, belki başka varlıklar var. Ama insan yok. Cenab-ı Hakk insanı iradeli bir varlık olarak yaratıyor. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ahsen-i takvîm üzere yaratıyor. En güzel kıvam, tarz, suret, biçim üzere yaratıyor. İşte bu O’nun inayet-i rabbaniyesini anlatan bir tabirdir. Hz. Âdem’i iki eliyle yaratmasından murad, ona bir inayet-i rabbaniye göstermesidir. Âdem (a.s)’ı diğer varlıklardan daha üstün, daha şerefli bir tarzda yaratmasıdır.

Nüzul/inmek fiili de böyledir. Cenab-ı Hakk’ın dünya semasına nüzul etmesi, yüksek mekândan aşağıdaki mekâna inmek olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki nüzul başka rivayetlerin de yardımıyla hatta bizzat el-Buhari’de geçen başka bir varyantta “yenzilü = ”سَ نْزِلُ yerine “yetenezzelü = سَ تَ نَ زَّلُ ifadesi ile gelir.(13) Rabbimiz tenezzül buyurur. Bu ne demektir? Gecenin son üçte birlik kısmında Cenab-ı Hakk, hadis-i şerifte ifade buyurulan fiilleri işlemek için“Bağışlanma isteyen yok mu bağışlayayım, rızık isteyen yok mu rızık vereyim, benden bir talebi bir niyazı olan yok mu yerine getireyim” diye bir nidada bulunur. İşte bundan maksat Cenab-ı Hakk’ın kullarına rahmet, merhamet kapılarını açması, dua kapılarını açması, duaların kabul edildiği gecenin son üçte birlik kısmına –biz ona seher vakti diyoruz- vurgu yapıyor olmasıdır. Bunu böyle anlamamız gerekiyor.

Keza Arş’a istivayı da bu şekilde anlamamız lazım. Asla ve kat’a Cenab-ı Hakk -haşa- Arş’ın üzerine yerleşti, mekân tuttu, daha evvel başka yerdeydi sonra Arş’ı yaratınca onun üzerine istiva etti diye anlamak son derece yanlıştır.
İmamımız Ebu Hanife Hazretleri buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk’ın Arş’a istiva etmesi eğer Arş’ın üzerine mekân tutmak olursa, böyle anlatılır, böyle anlaşılmaya çalışılırsa o zaman sorarız biz, Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?" Bu son derece önemli bir sorudur.

Cenab-ı Hakk’a mekân tayin etme gafletinde bulunan insanlar, O’nun Arş’ın üzerinde mekân tuttuğunu, yerleştiğini ifade eden, böyle bir cehalet sergileyen insanlar İmam Ebu Hanife’nin bu sorusuna cevap vermek zorundadır; "Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?"

Evet, nerede sorusu Cenab-ı Hakk için abes bir sorudur. Allah Teâlâ için kullara mahsus herhangi bir ifade kullanılmaz. Biz,mekân içindeki varlıklar için nerede sorusunu sorarız. Nerede sorusunun cevabı da yine mekân esas alınarak verilir. Şimdi biz bu soruyu zihnimizde kalıp haline gelmiş alışkanlıklar çerçevesinde soruyoruz. Ben neredeyim? Ben şu anda odadayım. Arkamda perde var. Önümde bilgisayar var. Sağımda kitap var. Solumda telefon var. Dikkat ederseniz nerede sorusunun cevabı hep mekân içerisindeki varlıkların birbirine karşı konumu esas alınarak verilir. Ay nerede? Yukarıda. Peki, kime göre yukarıda? Bize göre.

Bir insan uzaya gidip ayın bulunduğu yüksekliğin üzerine çıksa ve o insana sorsanız: Ay nerede? Diyecektir ki aşağıda. Bakın mekânla irtibatlandırarak cevap veriyoruz. Çünkü soru da mekânla irtibatlı. Nerede sorusu bir mekân sorusudur. Nerede? Şurada, önde, arkada, sağda, solda, üstte, altta. Dolayısıyla bu mekân izafidîr. Ben şurada oturuyorum, bizim evin alt katında oturan insana göre ben yukarıdayım. Ama üst katta oturana göre ben aşağıdayım. Bu duvara göre ben ön taraftayım. Öbür duvara göre arka taraftayım. Nerede sorusunu nereden sorarsanız ona göre cevap alırsınız. Şimdi mekânın yok olduğunu düşünün. Ya da uzaya gittiğinizi düşünün.

Uzayaracına bindiniz ve uzay boşluğuna çıktınız. O boşluk içerisinde alt neresi, üst neresi sağ neresi, sol neresi, ön arka neresi, mekân kavramı uzayda kayboluyor değil mi? Uzaya çıktığınız da mekân kavramı kayboluyor. Alt, üst, ön, arka, yan kayboluyor. Şimdi insan uzaya çıktığında mekân kavramı kayboluyorsa, uzayı yaratan Cenab-ı Hakk’ın mekânla bağlantılı olduğunu nasıl düşünebiliriz?

Dolayısıyla, O’nun fiillerini de mekânda, organlar, azalar vasıtasıyla işlenmiş şeyler olarak düşünmek son derece saçmadır, son derece yanlıştır. Tevhid inancıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla fiilde tevhid, gerçek anlamda fiilde tevhidin künhüne vakıf olmak için, hakikatine ulaşabilmek için Cenab-ı Hakk’ı mahlûkata benzetmekten tenzih etmemiz lazım ki fiilde tevhidin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilelim. Elbette fiilde tevhidin zatta tevhidle çok sıkı bir bağlantısı var. Yani zatı hiçbir varlığa benzemeyen Cenab-ı Hakk’ın elbette fiilleri de hiçbir varlığın fiillerine benzemeyecektir.

Bu bahse metnin ilerleyen bölümlerinde tekrar tekrar değineceğiz.
TEVHİD MESELESİ
- 4. BÖLÜM -


Sıfatta Tevhid

Sıfatta tevhid meselesi -özellikle günümüzde- Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından da bir hayli çarpıtılmış bir meseledir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları vardır. Biz Cenab-ı Hakk’ı o sıfatları ile biliyoruz. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları dediğimizde bunları çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür.

Genel kabul gören tasnif şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın iki türlü sıfatı vardır: Zâtî ve Fiilî. Zatî sıfatlar ikiye ayrılır: Selbî ve Sübûtî.

Selbî sıfatlar: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi Nefsih, Muhalefetun lil-Havadis.
Sübûtî sıfatlar ise Hayat, İlim, Sem', Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvin'dir.


Cenab-ı Hakk ilim sıfatına sahiptir, Cenab-ı Hakk için herhangi bir şey konusunda bilgisizlik düşünülemez, tasavvur edilemez. Böyle bir şey tevhidi ihlal eder. Hayat, Cenab-ı Hakk hayat sıfatıyla muttasıftır, hayat sahibidir, O’nun hayat sahibi olmadığını düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk kelam sahibidir, kudret sahibidir, bunların zıddını düşünemiyoruz. Çünkü zıddı noksanlık ifade eder, eksiklik ifade eder. Cenab-ı Hakk da her türlü noksanlıktan, eksiklikten münezzehtir. Sübûtî sıfatlar hakkında, "başka varlıklarda da cüz'î, mecazî de olsa tasavvur olunabilir" diyoruz. Yani Yüce Allah da ilim sahibidir, mesela insan da. Yüce Allah da kudret sahibidir, insan da…

Ancak Selbî sıfatlar böyle değildir. Bunların başka varlıklarda da bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle bir iddia Tevhid'e temelden aykırıdır. Yüce Allah Vücud (varlık) sıfatıyla muttasıftır ve bu varlık, "kendinden ve zorunlu"dur. Diğer varlıklar varlıklarını O'na borçludur. Yüce Allah kıdem sıfatıyla Kadîmdir. O'ndan başka kadim varlık yoktur. O'ndan başka, "kendi nefsiyle kaim kadim ve baki" bir varlık yoktur…

Keza Yüce Allah'ın fiili sıfatları vardır. O yaratıyor, halk sıfatı var; rızık veriyor, öldürüyor, diriltiyor. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın fiili sıfatlarıdır. Az önce de ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk fiil işlerken bu sıfatlarıyla bu fiileri işler, yani yaratma (tahlîk) sıfatıyla halk eder, terzîk sıfatıyla da rızık verir. İmâte sıfatıyla öldürür, ihya ile diriltir, ihya eder hayat verir.

Bu sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatlarıdır. Cenab-ı Hakk hiçbir şey yaratmasaydı da Hâlık idi. Hiçbir şeyi yaratmasaydı da O’nda bir eksiklik meydana gelmezdi. Herhangi bir varlığı var edip ona rızık vermeseydi de Cenab-ı Hakk Rezzaklığından ve diğer kemal sıfatlarından herhangi bir şey kaybetmezdi. Öldürmeseydi, diriltmeseydi de ihya, imate ve diğer kemal sıfatlarında herhangi bir eksiklik, noksanlık meydana gelmezdi.

Cenab-ı Hakk’ın selbî sıfatları vardır, sübutî sıfatları vardır. Selbî sıfatları bilhassa Kelam ulemasının son derece isabetli ve hayati bir şekilde tespit edip ortaya koyduğu şeylerdir. Sübutî sıfatları ise daha ziyade naslardan, ayetlerden, hadislerden birebir elde edilmiş, birebir çıkarılmış sıfatlar olarak anlıyoruz.

Önce sübutî sıfatlara kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, iradesi vardır, kudreti vardır, kelamı vardır, yaratır tekvin sıfatı vardır. Bu sıfatlar, cüz'î/mecazî anlamda başka varlıklarda da vardır. Başka varlıklar da hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, irade eder, kudreti vardır, kelamı vardır. Fakat bunlar Cenab-ı Hakk’ın var etmesiyle mevcut olmuştur. Cenab-ı Hakk’taki asılları ise mükemmel ve sonsuz olarak mevcuttur. Yani Cenab-ı Hakk mükemmel bir hayat sıfatıyla, sonsuz bir hayat sıfatıyla vardır. Cenab-ı Hakk’ta mükemmel bir ilim, mutlak ve sonsuz bir ilim sıfatı vardır.

Keza Cenab-ı Hakk’ın görmesi, işitmesi herhangi bir kayda, şarta bağlı olmayıp mutlaktır; herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan Cenab-ı Hakk işitir görür, kudretinin önünde hiçbir varlık engel teşkil edemez. Kudreti her şeye şamildir. İstediği şeyi var eder, istediği şeyi yok eder. Yokluktan varlığa çıkarmak da O’nun kudreti içindedir. Yokluğa terk etmek de O’nun kudreti içindedir. Yaratmak da, yaşatmak da, yok etmek de O’nun sıfatları ve sıfatlarının yansıması, tahakkuku, tezahürü içerisindedir.

Selbî sıfatlara gelince onların her birini, ifade edeceğimiz kalıplar halinde Kur’an ve Sünnet’te bulamayabiliriz. Fakat bu o kadar enteresan bir istikra ile kelam ulemamız tarafından ortaya konulmuştur ki gerçekten bu konuda –Allah onlara rahmet etsin– kelam âlimlerimizin nassları bütüncül okumalarındaki performansını, mükemmelliğini görüyoruz.

Selbi sıfatlar derken neyi kastediyoruz? Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi nefsihî, Muhalefetu’l li’l-havadis… Bunları kastediyoruz.

Vücut sıfatı: Cenab-ı Hakk vardır, varlığı kendindendir, zatîdir, zorunludur. İnsan olmasaydı ne olurdu diye bir soru sorabiliriz. Hiçbir şey olmazdı. Ağaç var olmasaydı ne olurdu? Bir şey olmazdı. Kâinatta ya da Cenab-ı Hakk’ın yaratma fiilinde herhangi bir noksanlık bir eksiklik meydana gelmezdi. Ya da kâinatta gördüğümüz her şey için bu soruyu sorabiliriz. Olmasaydı da olurdu. Çünkü vücudu, varlığı zorunlu değil. Biz bunun (vacib/zaruri/zorunlu) karşıtı olarak mümkin diyoruz. Türkçemizde mümkün diye ifade ettiğimiz tabirin aslı mümkindir. Ve bu kelamî bir kavram, terim olarak zorunlunun,zarurinin karşıtıdır.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zaruridir, vaciptir. Onun için bizim kelam kitaplarında “Cenab-ı Vâcibu’l-Vücud” tabirini çok sık görürüz. Eskiler bu tabiri çok sık kullanırmış. Vacibü’l-Vücud diye bir ayet, bir hadis yok ama bu, ayetten ve hadisten bütüncül okumayla elde edilmiş son derece harika, son derece mükemmel bir tasniftir. Cenab-ı Hak Vacibü’l-Vücut’tur. Varlığında bir başka varlığa muhtaç değildir. Muhtaç olsaydı ilah olamazdı. Herhangi bir varlık; var olmak için, yokluktan varlığa çıkarılmak için ya da varlığının devamı için bir başka varlığa muhtaçsa işte o ilah olamaz.

Burada parantez içi bir şey söyleyelim. Özellikle ateist kesimden gelen bir takım sorularla karşılaşırız. “Siz diyorsunuz ki tanrı her şeye kadirdir, tanırının gücü her şeye yeter. O zaman tanrı kendisi gibi bir tanrıyı var edebilir mi?'' Bu soruya evet desek -haşa ve kella- tevhid akidesi bozulacak. Hayır, desek Cenab-ı Hakk’ın kudretine bir sınır getirmiş gibi olacağız. Tuzak bir sorudur. Bu soruya nasıl cevap vermemiz lazım? İşte bu soru kelam ulemamızın bu istikrasında gizlidir.

Herhangi bir varlık Cenab-ı Hakk tarafından var edilmişse, yaratılmışsa o ilah olamaz ya da daha genellemeci bir cümle kuralım: Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz. Dolayısıyla, varlığı zorunlu olmak, kendinden olmak, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmaktan münezzeh olmak, sadece ve sadece Cenab-ı Hakk’a mahsustur. İşte onun için bu soru yanlış bir sorudur. Yeri geldiğinde bir sorunun yanlış bir soru olduğunu söyleyebilmemiz lazım. Yani biri bize “Bir erkek hamile kaldığında kaç ay içinde doğurur?” dese, arkadaş bu yanlış bir sorudur, erkek hamile kalmaz deriz. Yahut bir ölü mezarda ihtilam olduğunda nasıl gusül abdesti alır?

Bu yanlış bir sorudur; ölüler ihtilam olmazlar. İşte bunun gibi Allah kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi, sorusu da yanlış bir sorudur. Bu, işi kavrayamamış bir beynin yalpalamasını, zik-zak yapmasını ifade eder. Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz.

Bu soruyu soran adam, ilah olma vasfı üzerinde ya da Vacibü’l- Vücud sıfatı üzerinde düşünme imkânı bulamamış. Biz onu bu selbî sıfat üzerinde düşünmeye sevk edeceğiz. Ona “Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücuttur. Varlığı zorunludur ve kendindendir. O’nun dışındaki her varlık mümkin varlıktır. Varlığı zorunlu değildir ve başka varlığın var etmesine muhtaçtır” diyeceğiz.

Evet, selbî sıfatların başında Vücud geliyor. Sonra kıdem. Bunlar birbirleriyle bağlı sıfatlardır. Herhangi bir varlık varlığı zorunluysa kendindense ve Vacibü’l-vücud ise O Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında böyle bir varlık yoktur. Dolayısıyla O’nun varlığının bir başlangıç noktası da olmamalıdır. Çünkü varlık bir başlangıç noktasına muhtaçsa onu bir var eden var demektir. Burası önemli. Varlığı da yokluktan varlığa çıkarılmışsa, varlığının belli bir başlangıç noktası varsa o varlık ilah olamaz, Rabbu’l-âlemin olamaz. O mümkinü’l vücuttur ve Allah Teâlâ tarafından var edilmiştir, var kılınmıştır.

Dolayısıyla varlığının bir ilk noktası, bir başlangıç noktası, Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Keza, Bekâ da öyledir, Cenab-ı Hakk bâkidir ve bekâsı kendindendir. Cenab-ı Hakk varlığının devamında ve sonsuzluğunda herhangi bir varlığın O’nu var ve sonsuz kılmasından münezzehtir. O’nun varlığı kendinden olduğu gibi kıdemi de bekâsı da kendindendir. Dolayısıyla bu noktada akla şöyle bir şey gelir. Biz diyoruz ki, “Ahiret hayatı ebedidir Cennet ve Cehennem hayatı ebedidir, sonsuzdur.” Demek ki, “Allah Teâlâ’dan başka varlık da sonsuz oluyormuş!” Hayır, böyle demiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ın onlara sonsuzluğu vermesiyle sonsuz olmuşlardır diyoruz. Yani Cenab-ı Hakk’ın bekâsıyla ya da herhangi bir varlığın, insanın, bir yaratılmışın bekâsı o noktada birbirinden temelli bir farkla ayrılır. Cenab-ı Hakk’ın bekâsı kendindendir, varlığının tabii zorunlu bir yansımasıdır.

İnsanın bekâsı ya da herhangi bir var kılınmış varlığın bekâsı ise kendinden değildir, zorunlu değildir. Bâki olan Cenab-ı Hakk’ın bâki kılmasıyla bu özelliğe kavuşur. Dolayısıyla bu iki bekâ arasında böyle bir hayati fark vardır.

Bir diğer selbî sıfat da Vahdaniyettir. Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücud olarak tektir. O’ndan başka Vacibü’l-Vücud olan varlık yoktur. Nitekim bu kâinatı yaratan iki ilah olsaydı, mutlaka bu âlem fesada giderdi. Yani işte düalistlerin ya da Mecusilerin dediği gibi iyilik tanrısı, kötülük tanrısı, ışık tanrısı, karanlık tanrısı… Buna kelam âlimleri Burhan-ı Temanü diyorlar. Kur'an’ı Kerim’den hareketle, böyle kudretleri sonsuz iki ilah olsaydı mutlak surette bunların iradeleri bir yerde çatışacaktır.(14) Birisi bir varlık yaratmak isteyecek, öbürü belki o varlığın yaratılmasına itiraz edecektir veya birisi bir şekilde var etmek isteyecektir, öbürü hayır o şekilde değil şu şekilde olsun diyecektir.

Dolayısıyla kâinat fesada giderdi. Kâinatta iki tane ilah ya da birden fazla ilah tasavvur olunamaz. Bundan Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyeti aklen de kavranabilir bir şeydir. Onun için Kur'an’ı Kerim’de de bu meselenin altı çizilmiştir. Tekraren söyleyelim. Bütün bu sıfatlar -selbi sıfatlardan bahsediyoruz- Cenab-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud olması vasfıyla irtibatlandırılarak düşünülür. Yani Vacibü’l-Vücud bir tek varlık vardır, O da Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında varlığı zorunlu olan varlık yoktur. Dolayısıyla tek olması anlaşılabilir bir şeydir, hatta işin tabiatı gereği tek olmalıdır.

Ve yine Vacibü’l-Vücud vasfının bir diğer yansıması olarak görebileceğimiz Kıyam bi Nefisihî’dir. Yani başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymadan varlığı kendi kendine ve zorunlu olarak devam eden varlık olarak Kıyam bi Nefsihî. Hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varoluşta varlığının devamında hiçbir varlığa muhtaç değildir. Bu da O’nun Vacibü’l-Vücud olmasının en tabi sonucudur.

Ve nihayet selbi sıfatlar arasında en mühim olarak gördüğüm Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı.
Sonradan var edilmiş her ne varsa Cenab-ı Hakk’ın ona muhalif olması, ondan farklı olması demek. Sonradan var edilmiş her ne varsa, yani bütün âlem, Cenab-ı Hakk dışında her şey bir zaman içinde var edilmiştir. Dolayısıyla her şey kelamî tabir ile “muhdes”tir. Kelam âlimlerimiz “hâdis” de derler. Zaman içerisinde sonradan olmuş, var edilmiş, muhdes demektir.

Dolayısıyla Cenab-ı Hakk dışında her varlık, yani âlem muhdestir, hâdistir. İşte bu hâdis/muhdes olan âlem içindeki her bir varlık hangi özelliklere sahipse Cenab-ı Hakk ondan başkadır. Yani zatî özellikler bakımından, fiil işleme bakımından, sıfatları ve isimleri bakımından muhdes varlıklar ile Cenab-ı Hakk arasında paralellik kurulmaması gerekir. Bu mesele O’nun zatı hakkında, fiilleri hakkında evvelki yaptığımız izahat akılda tutularak anlaşılmalıdır. Muhalefetün li’l- Havadis, Cenab-ı Hakk’ın bütün vasıflarında âlemden ve âlem içindeki her varlıktan başka olmasını anlatıyor.

Bu Cenab-ı Hakk’ın özellikle haberî sıfatları söz konusu olduğunda önem kazanıyor. Burada teşbihe ve tecsime düşmemek için, ayağımızın bu yanlış noktaya kaymaması için, Muhalefetün li’l-Havadis konusunun üzerinde durarak üzerine basa basa bu meseleyi zihinlerimize hatta bilinçaltımıza yerleştirmemiz lazım. Bizim âlem hakkındaki algımız müşahede ve tecrübeye dayanır.

Bize herhangi bir şeyden söz edilirken, örneğin tanımadığımız bir insandan söz ediliyorsa bile, onu bize bildiklerimiz üzerinden anlatmaya çalışırlar. Yani sokakta birisine rastlamıştır mesela bize onu anlatırken, ortak tanıdığımız bir başkasına atıf yaparak anlatır. Filana benziyordu, saçının şekli şöyleydi, şöyle bir elbise giymişti gibi herkes birisine atıf yaparak onu anlatmaya çalışır. Bu ne demektir? Bizim zihnimizde daha evvelden mevcut olan bir kalıp vardır, bilmediğimiz bir şeyi anlatırken ya da anlatmaya çalışırken o kalıba gönderme yaparız, ona kıyas ederek anlamaya çalışırız.

Buna teknik tabiri ile “görünmeyeni/bilinmeyeni görünene/bilinene kıyas ederek anlatmaya çalışmak” denir. İşte Muhalefetün li’l-Havadis gündeme geldiğinde bu şey iflas ediyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Cenab-ı Hakk’ın künhünü, zatını idrak etmemiz Cenab-ı Hakk’ın var ettiği bu yapımız içerisinde mümkün olan bir şey değil.

Şimdi biz Cenab-ı Hakk’ı ahirette göreceğiz. Evet, baş gözümüzle göreceğiz. İlgili ayetlerden ve rivayetlerden böyle olduğunu biliyoruz. Peki, nasıl olacak, biz Cenab-ı Hakk’ı, O’nun zatını ihata edemiyoruz, idrak edemiyoruz, nasıl göreceğiz? İşte bunda da âlimlerimiz diyor ki, keyfiyetsiz bir şekilde göreceğiz. Bizim şuanda görme diye ifade ettiğimiz şey keyfiyetli bir şeydir. Yani biz bir şeyi gördüğümüz zaman ya da görmek için, gözümüzü o şeye çeviririz. O şeyi görüş açımızın içine alırız. O şeyi boyutlarıyla, boşluktaki eni, boyu, derinliğiyle idrak ederiz. O bizim beynimizdeki görme merkezine yansır.

 

Ve biz onu boyutlarıyla görürüz. Ahirette Caneb-ı Hakk’ı böyle mi göreceğiz? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim bu gördüğümüz sınırlı boyutlara cisimlere sahip varlıklar gibi değil ki… Dolayısıyla O’nu görmemiz gerçekleşecek ama keyfiyetsiz. Yeri geldiğinde bu meseleyi de zihinlerimize daha kolay gelecek biçimde ilgili ayet ve hadisler desteğinde göreceğiz.(15)

Bütün bunları Muhalefetün li’l-Havadis temelinde anlamamız, anlamaya çalışmamız lazım. Cenab-ı Hakk hâdis varlıklar hakkında bildiğimiz gördüğümüz her ne varsa O’ndan başkadır, O’ndan farklıdır. Dolayısıyla bizim idrak kapasitemizin dışındadır diyeceğiz. Bu Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı selbî sıfatlar içerisinde, Cenab-ı Hakk’ın bütün ilahi sıfatlarını özetleyen ve anladığımız takdirde diğer bütün sıfatlarını anlayabileceğimiz bir sıfat.
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında da hiçbir varlığa benzemediğini, sıfatlarda tevhidin nasıl anlaşılması gerektiğini, O’ndan başka ilah olmadığını vurguladı metnimiz. Bu metinde yer alan ve tevhid hakkında bilmemiz gereken hususları bir zemin olarak döşüyoruz.

Sıfatlardaki tevhidi anlattık. Şimdi de Esmâ’da (Cenab-ı Hakk’ın isimlerinde) Tevhidi anlatacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 5. Bölüm -


Esmâ’da Tevhid

Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin kaynağı sıfatlarıdır. İsim ile sıfat arasında böyle bir ilişki vardır. Bunu bilmekte fayda var. Sıfat isimden önce mevcut olan şeydir.

Cenab-ı Hakk’ın her bir sıfatı âleme taalluk ettiğinde, dış dünyaya tesiri olduğunda o sıfatla bağlantılı isim gündeme geliyor. Yani şöyle diyelim; Cenab-ı Hakk’da "rahmet" sıfatı vardır. Cenab-ı Hakk rahmet edilecek bir varlık yaratıp ona rahmet ettiğinde “er-Rahmân” ism-i şerifinin tecellisi ortaya çıkıyor. Ya da Cenab-ı Hakk’da "diriltme" sıfatı vardır. Bu sıfatla bir varlığı var edip, sonra öldürüp ondan sonra dirilttiğinde “el-Muhyî” isminin tecellisi ortaya çıkıyor. Veya “er-Rezzâk” rızık veren demek. Cenab-ı Hakk zatı itibariyle “rızık verici” sıfatına sahiptir. Ama rızık elde edecek bir varlık yaratıp ona rızık verdiğinde “er-Rezzâk” ism-i şerifinin tezahür ve tahakkuk ettiğini görüyoruz. İsimle sıfat arasında böyle bir ilişki vardır.

Cenab-ı Hakk’ın ism-i şerifleri O’na mahsustur. Çünkü sıfatların kaynağıdır, dedik. Dolayısıyla sıfatlar O’na mahsus olunca isimleri de O’na mahsus olacaktır. O isimler hakkıyla en mükemmel şekilde sadece Cenab-ı Hakk için söylenebilir. Cenab-ı Hakk’ın dışındaki varlıklara Esma-i Hüsna’ya dahil bir takım isimler ıtlak olunabilir (kullanılabilir). Kur’an’da mesela müminlere “…Kendi aralarında rahîmdirler” (16) buyruluyor. Oysa Rahîm ismi Cenab-ı Hakk’ın ismi şerifidir, O’na mahsustur. Yahut buna benzer bir takım kullanımları Kur’an ve Sünnet’te görüyoruz. Acaba burada esmada bir ortaklık söz konusu mudur? Hayır değildir. O esmanın altındaki, arka plandaki sıfat en kemal haliyle Cenab-ı Hakk’a mahsustur.

İnsanlarda sadece onun bir yansıması, cüz'î bir tezahürü olabilir. Cenab-ı Hakk merhametlidir. İnsan da merhametlidir. İnsandaki merhamet hissi esasen Cenab-ı Hakk’ın merhamet sıfatından yansımadır. Aslı Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. Kemali Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. İnsanda da onun cüz'î bir yansıması vardır. Dolayısıyla insandaki bu yansıma izafidir, sınırlıdır. Cenab-ı Hakk’daki ise sonsuzdur, sınırsızdır, mutlakdır. İsimler için de bunu düşüneceğiz. Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden bazıları insanlar hakkında da kullanılır. Fakat bunların izafi olduğunu Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının insandaki cüz’i tezahürünün, tecellisinin bir yansıması olduğunu bilmekte fayda var.

Bu isimler, yani diyelim ki er-Rahman, er-Rahim, et-Tevvab, el- Afuvv, el-Ğafur ismi şeriflerinin dayandığı sıfatlar sadece Cenab-ı Hakk’a mahsus olarak O’nda mevcuttur. O sıfatlar dış âleme yansıdığında bu isimler gündeme geliyor. Ve bu isimler de yine mutlak anlamda Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ulûhiyetine mahsustur.
Ahkâmda Tevhid

Cenab-ı Hakk kulları üzerinde, var ettiği varlıklar üzerinde hükmünü dilediğince yürütendir. O herhangi bir konuda herhangi bir hüküm verdiği zaman o hüküm tartışılmaz. Doğruluğu, yanlışlığı, nedeni, niçini tartışılmaz. O diler, dilediği hükmü verir. O sorguya çekilmez.

Cenab-ı Hakk, fiili için hiçbir kudret, hiçbir yetki, hiçbir otorite tarafından sorguya muhatap tutulamaz ama insanlar sorulurlar,sorguya çekilirler.

Cenab-ı Hakk’ın hükümde, ahkâmda tevhidini anlatan Kur’an’ı Kerim’de pek çok ayet var. Mesela onlardan birisi Ra’d Sûresi 41. ayetidir: “Allah hüküm verir ve O’nun hükmünü tenkid edecek -bu niye böyle oldu diyecek- sorgulayacak hiçbir kudret yoktur.” Keza Maide Sûresi’nde Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlerle, insanların hükmetmekle yükümlü olduğu bize ifade ediliyor.(17) Bu son derece önemli bir nokta.

Yine Maide Sûresi’nin 1. ayetinde “Allah dilediği hükmü verir.” Keza Kasas Sûresi’nin 88. ayetinde “Hüküm O’na mahsustur, hüküm verme yetkisi O’na aittir. Münhasıran O’ndandır ve siz O’na döndürüleceksiniz.” buyruluyor.

Buradaki “hüküm”den ne anladığımızı biraz açalım:

İslam dünyasındaki kurtuluş savaşları, mücadeleleri ve hareketleri çerçevesinde bir miktar ideolojik mahiyetli şeyler de yazıldı, söylendi. İşte bu çerçevede Müslümanların devlet talebi gündeme getirilmeye başlandı. Müslümanlar üzerine, insanlar üzerine Allah’tan başka gücün hüküm koyma salahiyetine sahip olmadığı vurgulandı. İşte Seyyid Kutup –merhum- bu konuda yazdı. Mevdudî yazdı, daha başkaları yazdı.

İnsanlar üzerine dünyevi ahkâm ve devlet idaresi noktasında Cenab-ı Hakk’tan başkasının hüküm koyma yetkisine sahip olmadığı, Müslümanların münhasıran İslam ahkâmıyla, Kur’an ve Sünnet ahkâmıyla dünyasını, işlerini idare etmesi gerektiği, hayatı o ahkâm üzerine inşa etmesi gerektiği vurgulandı. Biz ahkâmda tevhidi işlerken hemen aklımıza bu meseleler gelir. Fakat bu meseleler öyle tekdüze ele alınmaması gereken meselelerdir.

Buradan hareketle mesela şöyle diyenler oldu: “Herhangi bir Müslümanın içinde yaşadığı toplumun yönetim şekli/hukuku eğer İslam dışıysa orada hiçbir şekilde yaşaması veya öyle bir hukuk sistemiyle idare edilen devlette görev alması, memur olması, belli kademelere gelmesi caiz değil. Çünkü Müslüman, gayri İslami hükümlerin vücut verdiği bir sistemde fiilen görev alamaz.”

Bu tarz şeylere kadar işin ucu dayandı. Hatta hala bu sorularla muhatap oluruz. Bu tarz soruların bizlere sorulmadığı gün hemen hemen yok gibidir.

Bir kere şu noktayı birbirinden ayıralım:

Bir Müslümanın kendi hususi tercihi olarak yani tercih imkânının bulunduğu ortamda ve zeminde Allah Teâlâ’nın hükümlerine aykırı başka hükümleri tercih etmesi asla caiz değildir. Fakat bizim dışımızda belirlenmiş bir dünya var, bizden önce gayr-i İslami bir sistem kurulmuş ve biz orada gözlerimizi açmışız. Biz o sistemde nasıl davranacağız, hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz, bu hukuk sistemiyle aramızdaki münasebet nasıl olacak?
İşte burada iradi ve ihtiyari tercihle, zorunluluk durumunu birbirinden ayırmamız lazım… Mesela diyelim ki; böyle bir sistem içerisinde avukat oldunuz, avukatlık yapıyorsunuz. Bu ülkede eskiden çok olurdu bu tarz şeyler; irtica suçuyla suçlandınız. Bir yerde namaz kılıyordunuz, bir yerde toplu zikir yapıyordunuz, Risale-i Nur okuyordunuz veya İlmihâl okuyordunuz. Geldi, polis bastı sizi -Allah korusun-, tuttu, aldı, toptan götürdü. Şimdi ne yapacaksınız?

Burada birisi sizi savunacak, müdafaa edecek, sizin bir suç işlemediğinizi karşı tarafa anlatacak, onu bir şekilde ikna edecek ve sizi o mağduriyetten kurtaracak. Çoluğunuz var, çocuğunuz var, onların maişeti var, onların sıkıntıları, problemleri var. Geride sizi bekleyen, merak eden bir sürü insan var değil mi? “Biz Allah yolunda hapse düştük, bizden sonrası önemli değil” diyemezsiniz. Yani dolayısıyla bir mağduriyet var, bir haksızlık var, o haksızlığın ortadan kaldırılması lazım, giderilmesi lazım. Sizi bir avukatın savunması lazım. O avukat sizi savunduğunda siz tekrar suçsuz yere atıldığınız o hapisten, o zindandan çıkarılacaksınız. Bunu nasıl yapacak? Yürürlükteki hukuk sisteminin donelerini, yaklaşımını, mantığını esas alarak yapacak değil mi? Diyecek ki, siz bu adamlara suçlu muamelesi yaptınız ama bu adamlar suçlu değil, bunların suçu yok, mağdur etmeyin diyecek, dışarı çıkaracak.

Şimdi o avukat Allah’ın hükümlerinin dışında başka hükümle hükmetmiş, tağutun hükümleriyle hüküm vermiş konumunda görülebilir mi? Görülmemelidir, çünkü o hükümleri veren başka, tercih edip oraya koyan başka, o hükümler çerçevesinde müdafaa edip mağduriyeti gideren insanın durumu başka...

Yani bu ikisini birbirinden ayırmamız lazım. Şöyle diyelim; herhangi bir insan –sözün başında da söyledik– kendi dilemesine, tercihine, iradesine bırakılmış konularda Allah Teâlâ’nın ve Rasulü’nün hükmü dışında bir hükmü tercih eder, O’na alternatif olarak O’nun rağmına başka bir hükmü tercih eder, onu hayatına hâkim kılarsa, o hükmü doğru bulursa evet Maide 44-45-47. ayetlerin muhatabı olur. Ama böyle bir kastı yoksa hasbel kader böyle bir mağduriyet yaşamışsa ne yapacak? Kendisini oradan kurtaracak değil mi? Dolayısıyla şunu söylememiz lazım: Bir Müslüman elbette Müslüman olmanın tabi bir neticesi olarak yaşadığı ortamı İslam’la buluşturmak, İslam’ın diriltici soluğunu oraya götürmek mükellefiyetindedir. Bunu ulaştırmakla, telkin etmekle emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmakla mükelleftir. Eli geldiğince, dili döndüğünce, gücü çattığınca bunu yapması gerekir. Fakat bunu yaparken özellikle bizim gibi toplumlarda bir anakronizme düşmemek lazım.

Hemen yaşadığımız ortamla Mekke dönemi arasında bir paralellik kurulup, işte Mekke döneminde Efendimiz (s.a.v) şöyle yaptı, o müşrik topluma şöyle davrandı. Dolayısıyla biz de şöyle davranmalıyız. Ama bu toplum Mekke gibi arka planında putperestlik olan bir toplum değil ki. Bu toplumun üzeri küllenmiş olan cevherini biraz üfürüp, silip süpürülüp asli şekline dönülürse ortaya tam bir Müslümanlık çıkıyor. Bizim yaşadığımız ortamda bir takım insanları, bir takım kesimi, şirkle, küfürle vesaireyle itham etmeden önce onlara gerek şahsımızda hakkıyla yaşamak, gerekse tebliğ ederek İslam’ı anlatmak mükellefiyetimiz var. Biz bunu yaptık mı? İslam’ı hakkıyla temsil edebiliyor muyuz, hakkıyla anlatabiliyor muyuz? Bunları ne zaman yaptık, ne kadar süreyle yaptık?

Bu mükellefiyeti tam anlamıyla yerine getirmeden, bu toplumla iman-küfür münasebeti kurmak, bu toplumla çatışmak doğru değil.

Anlattığımız ve yaşadığımız konularda insanlar müşriklerin Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in direnciyle sizi karşılıyorsa buna diyeceğim bir şey yok. Efendimiz (s.a.v)’in sabrıyla biz onlara İslam’ı anlattık mı? Bir de bu var.

Karşı tarafı itham ediyoruz, karşı tarafa baştan bir tavır koyuyoruz, etiketliyoruz ama biz neredeyiz? Ne durumdayız? Biz bu toplumda Muhammedü’l-Emin imajı oluşturduk mu? Ne kadar gittik, ne kadar kime anlattık, İslam’ı kendi şahsımızda ne kadar yaşadık? Efendimiz (s.a.v)’in o toplumda oluşturduğu güvenin ne kadarını biz bu toplumda oluşturabildik? Bu toplumla çatışmaya dayalı bir ilişki kurmadan önce diyaloğa, tebliğe dayalı bir ilişki kurmamız gerekmiyor mu? Gerekiyor. Diyalog derken o zıvanadan çıkmış şeyi (Dinlerarası diyalog) kastetmiyorum; iki kişinin konuşmasını kastediyorum.

Evet, dolayısıyla Ahkâmda Tevhid bahsini işlerken hukuki sisteme taalluk eden ahkâm konusu aklımıza gelir. Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu burası değildir. Bir Müslüman için evet, aslolan Allah Teâlâ’nın hükümleridir, Rasulullah Efendimiz (s.a.v)’in tebligatıdır. Bize kadar gelmiş olan Kur’an’dır, Sünnet’tir ve o çerçevede oluşmuş olan fıkhî müktesebattır. Ama biz bunları –bir tespit olarak alın bu söyleyeceğim şeyi- hayata yansıtmaya, yaşamaya ve yaşatmaya ne kadar layık isek Cenab-ı Hakk o kadar yaşamayı ve yaşatmayı bize nasip eder. Bizim liyakatimizle ilgili bir şeydir bu. Biz layık olursak, biz ehil olursak, biz hazır olursak Cenab-ı Hakk bizi o kıvama getirir ve o iklime bizi ulaştır. Ama biz ehil olmadığımız bir şeyi istiyorsak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz hazır, ehil, layık olursak Cenab-ı Hakk dünyamızı da o ahkâm çerçevesinde mamur ve imar etmeyi bize nasip eder.

Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu bu değil. Bu işin bir boyutunda da Cenab-ı Hakk’ın bizim için dilediği, hepimiz için tek tek murat ve hükmettiği şey de var. Yani bize nasıl bir hayat dilemişse Cenab-ı Hakk nasıl bir kader takdir buyurmuşsa, bizim ona da teslim olmamız gerekiyor. İlgili yere geldiğimizde kader meselesini tekrar açacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 6. BÖLÜM -

Kader ve takdir derken meselenin Müslüman olarak itminan içinde bakmamız gereken bir boyutu daha var: “Cenab-ı Hakk bizi bazen acılarla, maddi-manevi sıkıntılarla, yokluklarla, afetlerle, musibetlerle imtihan eder. Bazen varlık imtihan olur, bazen yokluk imtihan olur. Cenab-ı Hakk’a her durumda teslimiyet içinde olmamız lazım. Üzerimize hüküm koyma noktasında mutlak yetki Cenab-ı Hakk’ta ise, hakkımızda ne dilemişse ona “kahrın da hoş lütfun da hoş” teslimiyetiyle boyun eğmemiz lazım. Bir şeyden emin olarak, biz hayatı O’nun muradı istikametinde yaşamaya çalışan insanlarız. O’na teslimiyetimizde bir problem yok, buna mukabil O’ndan gelen her şey baş göz üstüne…

Bunu böyle görmemiz lazım. Yoksa biz bihakkın yaşamıyoruz. Kaytarmalarımız çok fazla, sıkıntılarımız, zikzaklarımız çok fazla… Buna mukabil gördüğümüz şeyleri -haşa ve kella- Cenab-ı Hakk’ın bize zulmü olarak anlama yanlışına da düşmememiz lazım. Bu hayatî bir hatadır.

Mülk O’nundur dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini vezir eder, dilediğini rezil eder. O’nun iradesine teslim olmak ve bu teslimiyette O’nun rızasına ulaşmak; aslolan budur.  Dolayısıyla sadece hukuk sistemi olarak değil, hayatın acısıyla, tatlısıyla karşılaştığımız her enstantanesinde, her sahnesinde, her dönemecinde, her aşamasında O’nun hükmüne, takdirine, kazasına razı olarak teslim olmak da ahkâmda tevhidin ayrılmaz parçasıdır.

Şimdi ikinci maddenin açılımına geçelim:

Allah Teâlâ tektir ve ortağı yoktur. Tevhidin aslı, özü budur. Allah Teâlâ bu tevhidin, gördüğümüz beş boyutu çerçevesinde, bu beş boyutun aynı anda ifade ettiği şekilde tektir. Sayısal olarak değil, tabiri doğruysa nitelik olarak, sıfatları, fiilleri, isimleri, zatı ve hükümleri itibariyle ve bunların hepsinin birden ifade ettiği anlamda tektir. Onun bu tekliği yani tevhid, özellikle günümüzde Suudi Arabistan kaynaklı Vehhabîlik hareketine mensup bir takım kimseler tarafından ikili veya üçlü bir kategorizasyon ile anlaşılıyor. Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet ve Tevhid-i Sıfat şeklinde. Ve gerekçe olarak da şöyle bir arka plana dayanılıyor:

Cenab-ı Hakk’ın bir Rububiyet vasfı var, bir de ulûhiyet vasfı var. Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet vasfı bu âlemi yaratması, yağmur yağdırması, tabiat olaylarını idare etmesi, rızık vermesi, öldürmesi, diriltmesi vs. Bu Rububiyet vasfında müşrikler bile Cenab-ı Hakk’a iman ederler. Nitekim “Şüphesiz onlara: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (18) mealindeki ayetten ve benzeri muhtevadaki ayetlerden hareketle İbn Teymiyye’den bu yana tevhid ikili sistemde anlatılır hale geldi.Tevhid-i Ulûhiyet ve Tevhid-i Rububiyet.

Bu ayet bize şunu anlatıyor: Müşriklere, gökleri kimler yarattı diye sorsak, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyete inandıklarını gösteriyor. Rab olarak Allah’tan başka varlık tanımıyor müşrikler. Fakat ilahlık konusunda problemleri var. Allah’tan başkasına kulluk ediyorlar. Buradan da şu meseleye geçiş yapıyorlar; Allah’tan başka varlıklardan yardım istemek, başka varlıkları Allah’tan bir şey isterken araya koymak, yani tevessülde bulunmak veya başka varlıklardan yardım istemek, imdat istemek, medet istemek tevhid-i ulûhiyeti ihlal eden şeylerdir. Bu noktada tevhid ihlal edildiği zaman rububiyet tevhidinin de bir anlamı kalmaz. Çünkü ulûhiyet tevhidi, rububiyet tevhidini de ihâta edendir. Ulûhiyet tevhidinde bir arıza, ihlal olduğunda rububiyet tevhidinin bir anlamı olmaz. Dolayısıyla müşriklere sorsanız “Allah” cevabını alırsınız fakat bunlar Allah’tan başkasına kulluk ettikleri için müşriktir.

Evet, bu çok yaygın olarak Selefi/Vehhabî çevreler tarafından ifade edilen bir şeydir. Bu ulûhiyet ve rububiyet tevhidi hep bu şekilde anlatılır eserlerinde, bu şekilde işlenir.

Şimdi, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet ayrımı bizzat kendisi Kuran’a ve Sünnet’e dayanıyor mu? Kur’an’da ve Sünnet’te bunun bir zemini var mı? Bunun üzerinde durmak lazım.

İnsan-insan ilişkilerini, insan-devlet ilişkilerini kendi hayatıyla ilgili düzenlemeleri, birinden yardım istediğimizde ya da Allah’tan bir şey isterken araya bir varlık koyduğumuzda buna “başkasına tapınmak” diyorlar. İşte bu da Cenab-ı Hakk’ın ilah olma vasfında O’ndan başka ilah tanıma anlamına gelir. Dolayısıyla bir kimse tevessülde bulunduğunda ulûhiyet tevhidini ihlal etmiş olur, dolayısıyla şirke düşmüş olur. “Kâinatı Allah yarattı, rızkı O veriyor” demenin bir anlamı kalmıyor, dolayısıyla bu kimse müşriktir diyorlar.

İşte bu meseleyi biraz açmamız lazım. Bu tevhidin, ulûhiyet ve rububiyet tevhidinin Kur’an’da İbn Teymiyye, M. bin Abdulvehhab ya da günümüz Vehhabîlerinin ileri sürdüğü gibi kesin ayrıma gidebileceğimiz bir zemini var mıdır? Burası tartışmalı… Müşrikler Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlar, onların problemi Allah’tan başka ilah tanımaları, dolayısıyla bir kimse Allah’tan başka ilah tanıma ya da ilah tanıdığı anlamına gelecek işler yapsa o kimsenin imanı muteber değildir, o kimse müşriktir, diyorlar. Bunu Kur’an’daki “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (19) ayetine dayandırıyorlar. Fakat Allah’tan başka Rab tanımadıkları iddiası bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisine aykırıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’de müşriklerin Allah’tan başka Rabb tanımadığını ifade eden bir ayet yok, tam aksine Allah’tan başka Rabb tanıdığını, Allah’tan başkasına da Rabblık vasıfları atfettiğini gösteren ayetler var.

Dolayısıyla Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet dengesi ayetler esas alınarak sağlaması yapılmış bir sistem değil. Mesela Al-i İmran Sûresi’nde müşriklere hitaben “Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin, diye de emretmez.” buyruluyor. Onlar Allah’tan başka varlıkları; melekleri ve peygamberleri Rabb edinmişler. Tevhid-i Rububiyet kısmında problem var yani. Sizin dediğiniz gibi müşrikler Tevhid-i Rububiyet tevhidine inanıyor değil, Tevhid-i Rububiyette problem var.

Keza aynı şekilde Yusuf Sûresi 39. ayette Hz. Yusuf (a.s)’ın arkadaşlarının rüyalarını yorumlamadan önce tevhidi tebliğ ediyor. Fırsat bilip tevhidi anlatıyor, arkasından rüyaları yorumluyor. “Birbirinden farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa Vahid ve Kahhar olan Allah mı?” Birbirinden farklı Rabblerden söz ediyor. Hz. Yusuf (a.s) onların birbirinden farklı Rablere iman ettiğini ifade ediyor, dolayısıyla Rububiyet tevhidi diye bir şey yok, yani müşrikler Allah’tan başka Rabb tanıyorlar.

İbn Teymiyye ve onu takip edenlerin ulûhiyet tevhidi ve rububiyet tevhidi tarzındaki ayrımının çok da Kur’anî bir temeli olmadığını, Kur’an’da bu ayrımla uyuşmayan ayetleri gördük. Bu ayrımda ısrar etmenin çok fazla anlamı yok. Zira biliyoruz ve Kur’an’ın birçok ayetiyle de sabittir ki şirk koşanlar ulûhiyetle şirk koşuyor, rububiyet tevhidine iman ediyor gibi kesin bir ayrım yapmak mümkün değil. Ulûhiyet tevhidinde de şirk var, rububiyet tevhidinde de şirk var. Kur’an’ı Kerim her iki kavramla ifade edilen şirke de yer veriyor. Dolayısıyla başka bir maksada ulaşmak için böyle bir ayrımı mutlaklaştırmak doğru değil.

Nitekim İbn Ebi’l-İzz şerhine(20) baktığımızda böyle kesin bir ayrım yapmanın çok da mümkün olmadığını görüyoruz. Konu hakkında detaylı izahattan sonra işi biraz gevşetmek zorunda kalıyor ve aynen şöyle diyor İbn Ebi’l-İzz:

“Sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında Rububiyet, şirk koşmanın imkânsız olduğu insanlar tarafından kesinlikle bilinen husus olduğu halde bazı müşrikler âlemde kısmi bazı şeyleri yaratıcı olduğu inancına sahip olmuşlardır. İki tanrı kabul eden Seneviyye’nin varlık hakkında görüşü…”

diye devam ediyor. Demek ki insanlar rububiyet tevhidinde iman ediyor, ulûhiyet tevhidinde şirke düşüyor yahut ulûhiyeti kabul ediyor, rububiyet de şirke düşüyor gibi kesin ayrım yapmak doğru değil. Kur’an ve Sünnet tarafından da o ayrım bu şekilde mutlak tarzda ortaya konulmuş değil.

Cenab-ı Hakk’ın hiçbir varlığa benzemediği noktasındaki temel akide ilkemiz üzerinde de durmamız gerekiyor. Zira bu ilke bize hiçbir vasfında hiçbir varlığın Cenab-ı Hakk’a benzemeyeceği, O’nun misli dengi benzeri olamayacağını ifadeye koyuyor. Nitekim Şura Sûresi’nin 11. ayetinde de “Onun misli hiçbir şey yoktur.” buyuruluyor. Cenab-ı Hakk’a benzer hiçbir şey yoktur. Demek ki bu benzersizlik zatta, sıfatlarda, isimlerde, fiillerde ve ahkâmında böyledir. Bunların dördünün temeli birincisine dayanır. Yani zatta tevhide dayanır. Cenab-ı Hakk’ın zatı başka hiçbir varlığın zatına benzemez. Kur’an’ı Kerim böyle söylüyor.

Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin, O’nun kudreti hakkında düşünün.” O’nun kâinata ve vücudumuza serpiştirdiği varlığına, birliğine, kudretine götüren delilleri hakkında düşünün. Ama Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin. Allah Teâlâ hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık O’na benzemez. Bu temel Akaid ilkesini tekrar ediyoruz. Herkesin bildiği bir şeydir, neden üzerinde bu kadar duruyoruz diye aklınızdan geçebilir. Sebeplerini söyleyeyim: Elimde iki Arapça eser var. Bunlardan birisinin adı: Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır’ hadisinin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i iman tarafından müdafaası.” (21)

Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem (a.s)’ı kendi ilahi biçiminde, suretinde, şeklinde yarattığına dair bir hadis var. Ve bu kitap da bize diyor ki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman bu hadisin sahih olduğunu söyler ve savunur. Abdullah ed-Duveyş isimli bir Vehhabînin eseri. Demek ki böyle bir hadis var, Hz. Âdem’in Cenab-ı Hakk’a benzediğini, O’na benzer biçimde yaratıldığını ifade eden bir hadis var, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman da bu hadisi müdafaa ediyor; kitabın kapağı bize bunu anlatıyor, muhtevasında da bu var. Nitekim muhtevasına baktığımızda yazar, “Bu hadisin tevili konusunda hataya düşenlerden birisi de el-Albânî’dir, o da hataya düşmüştür” diyor. Niye hataya düşmüş? “Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır” hadisinin zayıf olduğunu söylemiş el-Albânî ve hataya düşmüş. O da biliyorsunuz günümüz selefilerinden birisiydi, vefat etti.

Şimdi bu selefi el Albânî’yi burada hatalı buluyor ve diyor ki “el-Albânî bu hadise zayıf demekle hata etmiştir. Bu hadis zayıf değildir.” Başka türlü iddialar da var. Meseleyi uzatmamak için geçiyorum.



TEVHİD MESELESİ
- 7. BÖLÜM -

İkinci eserimiz selefi çevreye mensup et-Tüveyciri'ye ait. Tam adı Hammâd b. Abdillah et-Tuveyciri, meşhur selefilerden. Kitabının adı “Ehl-i imanın akidesi: Allah’ın Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır.” (22)
Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle diyor:




“Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye, Fahreddün-i Razi’ye bir reddiye yazmış, orada diyor ki “Bu hadis pek çok rivayet yoluyla, çok yaygın biçimde, Sahabe-i Kiramdan da pek çok kişiden nakledilerek bize kadar gelmiştir. İslam’ın ilk üç asrında yaşamış sahabe, tabiin, ve tebe-i tabiin ittifak etmiştir ki buradaki zamir Allah Teala’ya gider ve buradaki hadisin manası şudur: Allah, Hz. Âdem’i kendi biçiminde, kendi suretinde yaratmıştır.” Kendi derken Allah Teâlâ kendi ilahi suretinde yaratmıştır demektir. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin bunda ittifak(!) etmiştir diyor İbn Teymiyye.

Bu hadis bize iki şekilde aktarılmış; birincisi “Allah, Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Bu varyantta kimin biçiminde yarattığı belli değil. Birinci rivayet şekli bu, İmam Buhari, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve benzeri sahih hadis kitaplarında nakledilen sahih varyantı budur.


Bir de hadis imamları tarafından zayıftır denen –bir üstteki paragrafta zikrettiğim– varyantı var. Hatta selefilerin İmam kabul ettiği, gerçekten de hadis konusunda otorite olan ama Akaid konusunda ciddi yanlışlara düşen İbn Huzeyme, itikad konusunda bir eser yazmış. Bu eserinde bizzat İbn Huzeyme bu rivayetin üç noktada kusurlu, illetli olduğunu ve sahih olmadığını söylüyor. Şimdi hadis imamlarının bu hadis hakkındaki hükmü bu. İbn Huzeyme "üç noktada kusurludur, sahih değildir" diyor. Sahih olan; Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi diğer hadis imamlarının naklettiği “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı” varyantıdır.


Bakınız, İbn Teymiyye ne diyor:


“Bu hadis hakkında söylenebilecek şey şudur: “Selef ve ilk üç asırda yaşamış âlimler arasında buradaki zamirin Allah Teâlâ’ya ait olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Herkes aynı şeyi söylemiştir ki “sûretihi = صُورَتِهِ ” kelimesindeki zamir Allah’a gidiyor ve “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi biçiminde yaratmıştır.” oluyor. Selef, sahabe, tabiin tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur” diyor.(23)


Burada, bir hadisin sahih rivayet yolunu bırakıyor, kendi meşrebini, kendi itikadını destekler göründüğü için ulema tarafından zayıf bulunmuş varyantı esas alıyor. Bunu esas alarak sahih varyantı, sahih şeklini tevil ediyor. Ondan sonra da bu iddiasına Tevrat’ı ve İncil’i delil gösteriyor:



Tevrat’ı açıp baktığımızda ‘Tanrı, Rabb kendine benzer bir insanoğlu yaratı’” diyor. Tevrat’ın başında bu yer alıyor. Tevrat’ın ilk kitabında, Tevrat’ı oluşturan beş bölümün en başında böyle bir ifade var; “Rab kendisine benzer bir insan yarattı.

Şimdi fecaate bakın: Bir hadisin iki tane şekli var. Birisi sahih imamlar tarafından kitaplarına alınmış, sahih olduğu
söylenmiş orada zamirin mercii/gittiği yer yok. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı.” hadisindeki “suretinde yarattı” ifadesi nedir? Burada zamirin mercii yok. Zamirin merciini zayıf bir varyantı esas alarak tayin ediyor:


Buradaki zamir Allah’a gider, ‘Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır’ demektir. Sahabe böyledir, selef böyledir, tabiin böyledir, tebei tabiin böyledir. Bunların arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ehl-i Kitab’ın elindeki kitaplar da bunun böyle olduğunu gösterir.” diyor.


Bundan daha büyük bir fecaat olmaz, arkadan gelen ifadeleri daha fecaat:



“Üçüncü asra geldiğimizde orada bazı âlimler bu hadisi bu şekilde rivayet etmeyi çirkin buldular. Yani “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır” sahih olan budur. Ama üçüncü asırda bazı âlimler bu şekilde nakletmeyi kerih gördüler, çirkin buldular, kendi nefislerinden korktular, kendi akidelerini bu rivayetin tehlikeye düşürmesinden korktular.”

Yani -rezalete bakın- bazı âlimler bir hadisi kendi itikatlarını bozar, akıllarını kafalarını karıştırır diye rivayet etmeyi kerih bulmuşlar. Bu ümmetin ulemasına atfedilebilecek bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?


Şimdi bütün bunu dışarıdan birisi söylese, örneğin bunu bir kelam âlimi söylese İbn Teymiyye topunu tüfeğini kuşanır ve o adamı darağacına çeker. Sen bir hadis hakkında nasıl bunu düşünürsün. Bir hadisin zayıf varyantını esas alıyor, sahih varyantını o doğrultuda tevil ediyor. Olmadı, Tevrat’ı ve İncil’i delil getiriyor. Bir de bu ümmetin ulemasına bir iftira atıyor. Diyor ki, hadisi böyle nakletmeyi kerih buldular. Çirkin buldular. Bu ne demek? Bunu nasıl anlayalım nasıl tevil edelim şimdi?



Bu ümmetin âlimleri Efendimiz (s.a.v)’den gelen rivayetlere teslim olduğu için âlim oldular, alimlik vasfını bu yüzden kazandılar. “Allahtan kulları içinde en çok âlimler korkar” (24) buyuruluyor Kur’anı Kerim’de. Allah’tan korkan bir insan Efendimiz (s.a.v)’den sahih olarak nakledilmiş bir şeyi gizlerse, âlim sıfatını bırakın mü’min sıfatını kazanmayı hak eder mi? Şüphesiz etmez. Peki, bu nedir? Bu bir fecaattir!

İbn Teymiyye ve Vehhabîlerin dilinde Cehmiyye, Muattıla gibi kavramlar Ehl-i Sünnet kelam âlimlerini anlatır, bunun altını çizelim.


İbn Teymiyye diyor ki:


Üçüncü asırda Cehmiyye ortaya çıkınca onlardan bir grup bu “sûretihi = صُ ورَتِهِ ” kelimesinin sonundaki “hî” zamirini Allah Teâlâ’dan başka bir mercie gönderdiler. İlim ve Sünnet konusunda tanınan ulemadan bir gruptan da bu nakledilmiştir.” “Suretihi” kelimesindeki zamirin mercii Allah değildir, başka yere gider demişler bu âlimler. Ebû Sevr, İbn Huzeyme ve başka âlimler bunlardandır. O zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Bu adını saydığı âlimler sahabe, tabiin, tebe-i tabiinin üzerinde ittifak ettiği bir meselede bu ilk üç nesle muhalefet etmişler. Bunlar bu itikattaki muhalefetleriyle âlim vasfını taşımaya devam ediyorlar. Nasıl oluyorsa böyle bir şey?!


Peki, durum nedir? Bu rivayetin -baştan da söyledik- iki tane varyantı var:



1.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûretihî =نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ şeklinde. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Birinci nakil şekli budur, sahihtir. Buhari, Müslim ve diğer hadis imamları bunu bu şekilde nakledip sahih olduğunu da belirtmişler.



2.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûreti’r-Rahman = نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ şeklinde. Sonunda bir Rahman kelimesi var. “alâ sûretihî” değil, “alâ sûreti’r-Rahman”. Bu rivayetin de zayıf olduğunu söylemişler.



Ben bu rivayetin sahih olduğunu İbn Teymiyye dışında söyleyen bir başka âlime rastlamadım. Az önce okudum, çağdaş selefilerden Nasruddin el-Albânî bile bu konuda İbn Teymiyye’ye itiraz ediyor, Şeyhu’l-İslam burada hata etmiştir, bu hadistir zayıftır, diyor. Şimdi boynuz kulağı geçer misali, birileri çıkıyor el-Albânîye, “Yok kardeşim sen yanlış söyledin, İbn Teymiyye ve diğer hadis imamları doğru söyledi, ‘bu hadis sahihtir’ dediler” diyorlar.


Az önce naklettiğim, sahih kaynaklarda şöyle bir arka plan var: Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Biriniz hizmetçisine vurduğu zaman veya birisiyle kavga ettiğiniz zaman karşınızdaki insanın yüzüne vurmaktan sakının. Çünkü Allah (c.c), Hz. Âdem’i O’nun suretinde yaratmıştır.” Allah Teâlâ (c.c) Hz. Âdem’i örneksiz yaratmıştır biliyorsunuz. İblis’e hitaben “Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir?” (25) diye hitap ettiği haber veriliyor bize.


İşte burada iki eliyle yaratmaktan maksat şudur: Allah Teâlâ Hz. Âdem (a.s)’ı örneksiz yarattı ve yoktan var etti. Yani bir inayeti rabbaniyeye vurgu var burada. Cenab-ı Hakk’ın örneksiz olarak ve bir inayeti rabbaniye ile yarattığı Hz. Âdem var, ondan sonra onun soyundan gelen herkesin yüzünün şekli, biçimi Hz. Âdem gibidir.


Dolaysıyla siz yüzü takbih edecek bir harekette bulunduğunuzda Cenab-ı Hakk’ın örneksiz yarattığı o yüze hakaret etmiş olursunuz. Oysa o Cenab-ı Hakk’ın, ahsen-i takvim üzere yarattığını da ifade buyurduğu bir kıvamdır.


Dolayısıyla biriyle kavga ederken yüzüne vurmamaya dikkat edin. Hatta yüzü takbih etmeyin, yüze hakaret etmeyin. Hadisin arka planı budur. Dolayısıyla “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ ”den maksat o yüzüne vurduğunuz adamdır. Hadis bize diyor ki, Allah Âdem’i bu yüzüne vurduğunuz adamın suretinde, biçiminde yaratmıştır. Ya da yüzü kötü olsun, Allah çirkinleştirsin demeyin, çünkü o orijinal biçimi de Cenab-ı Hakk yaratmıştır. O’nun yarattığı bir şeyi takbih etmiş, küçümsemiş olursunuz ki bu doğru değil. Yoksa zayıf bir varyantı alıp meselenin merkezine yerleştirip, sahih hadisi o doğrultuda tevil edip, arkasından Tevrat ve İncil’den şahit getirip arkasından sahabe, tabiin, tebe-i tabiine iftira atmak herhalde sadece İbn Teymiyye ve takipçilerine nasip olmuş bir nasipsizliktir!!


Acaba İbn Teymiyye bu üç kuşakta “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ ” şeklinin sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize? Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi, inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize. “Onun hiçbir benzeri yoktur” diyor.


Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz? Cenab-ı Hakk’ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline koyduğumuzda siz bir varlığı Allah’a benzetmiş oluyor musunuz olmuyor musunuz? Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe’den olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz.



Şimdi bazı kardeşlerimiz “İbn Teymiyye Müşebbihe’dendir” dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Hâlbuki kendi ifadesi ortada. Yani ben İbn Teymiyye’nin Müşebbihe’den Mücessime’den olduğunu söylerken bundan bir tatmin hissediyor değilim ki; hakikat neyse onu ortaya koymak lazım, derdimiz bu. Akaid öğrenmedeki hassasiyetimizin arkasında da bu var. İbn Teymiyye’nin kaşının üzerinde kara var, oradan kayıralım, onun bu türlü şeylerini görmeyelim dersek biz bu akideyi niye öğreniyoruz? Akidede tevil olmaz, hele böyle temel bir konuda! Şimdi bu, ortaklaşa üç imamımızın üzerinde ittifak ettiği Akaid ilkelerini ihtiva eden metin. Bu metni günümüzün selefi uleması, Vehhabîler alıyor, utanmadan sıkılmadan diyor ki biz de bunu söylüyoruz! Sonra da çıkıp “Allah Âdem’i kendi ilahi biçiminde yarattı” diyor. Bütün bunlar laf cambazlığıdır, işi karıştırmaktır, meselenin üzerini örtmektir.

Yüze vurma meselesiyle ilgili olarak, İbn Teymiyye de bunu zikrediyor. Şöyle diyor:


Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, hizmetçini, kölenizi bir hata işlediğinde cezalandıracaksanız, vuracaksanız yüzüne vurmayın. Veya bir Müslümanla kavga ederken yüze vurmaktan sakının. Veya “kabahallahu vechek = قَ بَّحَ الله وَجْ = Allah senin yüzünü çirkinleştirsin” demeyin.”



Hani bizde de vardır: Türkçede “suratın dönsün” deriz. Böyle söylemeyin diyor Efendimiz (s.a.v). Neden? Allah (c.c), Hz. Âdem (a.s)’ı yaratırken o yüzü beğenmiş, seçmiş ve onun hakkında takdir etmiş, Hz. Âdem (a.s)’ı bu yüzün biçiminde yaratmış. Dolayısıyla adama “Allah suratını döndürsün, çirkinleştirsin” derseniz veya oraya vurursanız Allah’ın inayeti rabbaniye ile yarattığı bir yüzü takbih etmiş olursunuz. Hadiste sadece yüz ifade ediliyor, yüze vurmaktan sakının diyor. Burada, yüzü kaldırın bedenini belki başka bir varlığa benzetebilirsiniz ama insana özelliğini veren vücudun en önemli parçası yüzüdür. Yüzünü kaldırın atın ona insan muamelesi yapılmaz, o bir ceset olur. Ama yüz olduğunda bu insan vasfını kazanıyor. Boks ve diğer sporlar burada tehlikeye giriyor. Dolayısıyla yüze vurmaktan ibaret olan bir spor olmaz. Boks sporu yapmak caizdir diye hüküm veren kimse var mı bilmiyorum. Bana sorsanız ben caiz değildir derim.

Bir şeye daha değinelim: İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu netleştirelim. Yine Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye’nin 6/498. sayfasında İbn Teymiyye aynen şöyle diyor:


Allah Teâlâ’nın kitabında, Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiinin büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmek zemmedilmiştir.”


Kendi ifadesi bu. Devam ediyor:


“Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur.”


Buna benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur? Kur’an’da, Sünnet’te, sahabede, tabiinde, tebe-i tabiinin büyüklerinde yoktur. Devam ediyor:


“Bu teşbih ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir.”


Bunu yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah’tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur’an’da Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur derken ne anlatıyor bize? Bu ayet Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmeyin teşbihe düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefimizin Akaid metnini okuyoruz, “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur” diyorlar. Hiçbir şeyi Allah’a benzetmeyin demek değil midir bu? Ta kendisi! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını koyalım: Kur’an’a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i tabiine de iftira ediyor. "Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve Müşebbihe’yi kötüleme yoktur" diyor. Allah’tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki?



Bu ifadeler Müşebbihe’den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen, teşbihi savunmak sana mı düştü?

Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım, ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında dünyamıza, akaidimize sokulan bir ifsat var.




Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye’yi sadece tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur’an’a, Sünnet’e, selefe teslim olmak!! Böyle bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. İftira ediyorsam, sözünü çarpıtıyorsam söylediğimin yanlış-yanlı olduğunu düşünen varsa verdiğim cilt/sayfa numaralarına baksın. Bunun böyle olup olmadığını başkalarından da test etsin, meseleyi araştırsın.
Ebubekir Sifil Hoca
"Muhtasar Tahavî Şerhi" adlı kitabından alıntıdır.







DİPNOTLAR -


4-  İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-29.


5-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 53-54.


6-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 185 vd. bkn:Arş'a Kürsiye İman-http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13532&action=edit


7-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 119 vd. bkn:http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13528&action=edit


8-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 44 vd.


9-  36/Yâsîn, 82.


10- el-Buhârî, "Bed'u'l-Halk", 1.


11- 29/el-Ankebût, 6.


12- 38/Sâd, 75.


13- el-Buhârî, “Kitâbu’d-De’avât”, 13.


14- 21/Enbiyâ, 22.


15- Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 133 vd.


16- 48/el-Fetih, 29.


17- 5/el-Mâide, 44, 45, 47.


18- 29/Ankebût, 61.


19- 29/Ankebût, 61.


20- İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-38.


21- Difâ’u Ehli’s-Sünne ve’l-İmân an Hadîsi ‘Haleka Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


22- İthâfu Ehli’l-İmân fî Halki Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


23- İbn Teymiyye, “Beyânü Telbisi’l-Cehmiyye fî Te’sîsi Bida’ihim el-Kelâmiyye”, (el-
Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye) VI, 373.


24- 35/Fâtır, 28.


25- 38/Sâd, 75.
Devamını Oku »