A'dan Z'ye Kemalizm (3)

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

Böyle» bir ruh halinin insanı olan M. Kemal, bırakın 1920 leri. daha 1910’lu yıllarda, “ileride, günün birinde, duruma hakim olunduğunda" yapılacak şeyleri, kafasında kurar durur Nitekim, “Kurmay başkanı ile tesettürün kaldırılması ve İçtimaî hayaumızın ıslahı hak­kında sohbet" diye yazar 9 Aralık 1916 tarihli Hattra Defteri ne. Üç se­ne sonra 8 Temmuz 1919’dâ, deftere şu notlar yazılır: ",. Üç: teset­tür kalkacaktır, Dört fes kalkacak, şapka giyilecektir. Beş; Latin harf- leri kabul edilecektir.’’

Ve aynı insan,SaidNursînin,“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek!  ‘’ tesbitini yaptığı günlerde. Konya,Türk Ocağında “ehli  dine dair’’ iyi niyetini de açığa vurur.

…Ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfî istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadardır. (…) O adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. (…) Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm.”

Sözünün eridir M. Kemal; takip eden yıllarda, binlerce insan, gereginde kanuna rağmen, Meclise rağmen hatta gariptir millete rağmen öldürülür. Çünkü, M. Kemal için millet onun fikrini, onun dediğini, onun seçtiğini tasdik için vardır. Kendi kendine düşünmemelıdır Atası zaten onu düşünüyordur!

Öldürülen aslında insanlar değil, düşüncedir, inançtır. Cüz/i iradedir, hür fikirdir, hürriyettir öldürülen... Sanki herkes, birer küçük M. Kemal olması gerekiyormuş gibi, sorgulamadan, düşünme­den onun yolundan gitme durumundadır. Gitmeyip, gitmediğim de açıkça beyan edenler, hoşgörüyle karşılanmaz; talihi yaver giderse hapse düşer, gitmezse öldürülür. Sonuç?

Neticede. 1930’ların Türkiye’si ortaya çıkar.

O günlerin Türkiye’si hakkında üç isimden, üç yorum;

Adnan Adıvar: “O dönemde, Batı düşünüşünün, daha doğru­su Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu kî, buna düşünce demek bile zordur. Daha iyisi, resmi dinsizlik dogması’ denilmelidir’’

H.A.R Gibb “Türkiye pozitivist bir anıtkabir oldu.”

Carlton J Hayes; ‘’Milliyetçilik resmi Türk dini oldu "

İşte. 1930 lar Türkiyesine geldik, En son Serbest Fırkanın kapanışı ve tezgah olduğu sıklıkla vurgulanan Menemen Hadisesi sonrasında girişilen idamlar ile muhalefet namına tek "çıt” kalmamış. CHP. ade­ta devlet M Kemal de, CHP'nin reis i umumisi. Varılan karar üzere, “Parti devletle birlikte çalışır" artık. “Devletle aynı seviyededir’’İşte bakın, içişleri bakanı aynı zamanda parti genel sekreteri; valiler, par­tinin il başkanı olmuş bile M. Kemal, hem devletin, hem partinin başı. "Ebedi şef." “Atatürk.“

“Ebedî şef." Türkün atası." ve de “hazretleri’’ tabirini yasakla­tan “devrimine’’ rağmen “Gazi Hazretleri’’bu hali, apaçık tescil edi­yor şimdi:“Dünyada malûm olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve sivasette bizi aydınlatan ana hatlardır. Fakat bu prensiple­ri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalı­dır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz,.“

Bernard Lewisin sözünü ettiği “ sekülarizasyonun son sınırı­nın tescilidir bu. Hakimiyet, dehanındır artık. Vahiy ortadan şilin­miş; devlet yönetimi ve gündelik hayat dinden büs bütün tecrıd edil­miştir. Devlete, topluma, basına, okula hakim olan, “ilhamını gök­ten ve gaipten almayanlardır’’Onların ilham kaynağı, onların ilahı yine vardır; ama yerdedir, yeryüzündedir; kendileridir ya da başka bazı insanlardır.

O sıralar Türkiye yi dolaşan bir İngiliz kadın gazeteci, Konyadan Adana'ya giderken işte 0 yerdeki ilâha tapan bir okul müfetti­şi ile tanışır -tapmasa müfettiş olur muydu, ayrı bir soru. Şöyle der müfettiş ;"Bizim peygamberimiz  Gazi’dir.Arabistanlı zatla işimiz bitti.Muhammedin dini Arabistan için gayet iyiydi,ama bize göre değil’’

"Fakat sizin hiçbir inancınız yok mu?"

"Var, var. Gazi ye, ilme, ülkenin geleceğine ve kendime inanıyorum"

"Ya Allah?"

“Allah hakkında kim ne bilebilir ki? İlim vardır, iyinin ve kötünün gücü vardır. Geri kalanı hakkında ise, hiç kimse kesin birşey bilemez”

Adanaya varılır. Okullar teftiş edilir. Bir çocuk ve o çocuğu öğretmeni şöyle kocaman bir “aferin" alır. Niye mi? “Atatürk’e"şiir
yazmıştır çocuk. Nasıl bir şiir mi? Şöyle: "En büyük,imanım şu: Sen Rabbın yarısısın/Yerin üstünde fakat, Türklerin Tanrısısın.”

Hemen belirtelim: “Atatürk’e" o “şiir"i yazan zavallı çocuğun büyük atası ise, öğretmenin ezberlettiği bir diğer “şiir"e bakılırsa,
maymundur: Hayvanlar alık alık/Gülerlermiş bakarak/Atarken maymun taklak/İşte odur dedemiz/Biz onun neslindeniz."

“Ilkmektep" çocuklarına bu şekilde; ortamektep çocuklarına biyoloji ve tarih kitapları ile bu kabil şeyler öğretilir. Bülent Tanör.
"ateizm" olarak yorumlar bunu. Doğrudur. Zaten, Atatürk’ün hazırladığı tarih kitabı, tabiatı ilâh. Atatürk'ü put yapan başkaca kitaplar dışında, ilâveten vahyin, peygamberin, kuranın reddi mânâsını taşır.

Sonuçta, “inkılâba uygun yeni adam" çıkar ortaya. Ülkü'de RaHim Apak’ın  yazdığı ve Hitlerin dediği gibi, “bir inkılâbın muvaffakiyetin sırrı, o inkılâba uygun yeni bir adam yaratmaktır." Ki, bu da başarılmıştır. Bir derginin anketine, "muallim" adayı bir genç, bir ‘yeni adam’' şöyle bir cevap getirir:

’Dini kayıtlardan âzade bir genç için, kudsiyet mefhumunu milliyetten başka teşkil edecek ne var ?

N

Bir genç  oylesi cevap verdiğine göre, Kemalizm artık eseriyle övünebilir duruma gelmiş demektir. 20lerde, neşredilmeyen, ama Ata- tûrk'ün altını çizerek okuduğu Din Yok, Milliyet Var hedefine ulaşmıştır. Mete Tuncayın belirttiği üzere, “dinin yerini milliyetçiliğin dair umutlar’’meyve vermiştir. Gerçi bu sonuca varmak için dindaş Arapları çirkin gösterme, Kürt soyundan gelen din­daşlarımızı bir potansiyel düşman görerek ezmeye çalışma gibi —el­it altmış yıl sonra bile ülkemizin başını ağrıtacak— kimi yanlış, hak­sız, ama kasıtlı hareketler de gerekmiştir. O günlerin ruh hali içinde bunun mahzuru görülmez; bilakis, menfî milliyet fikrinin beslediği adaletten uzak, zalimane, hatta paranoyak ruh hali içinde, mazur bi­le görünür. Ne de olsa, hedef dindir, ve milliyetçilik dinin alternatifi gibi görülmektedir.’’Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat’’ta Mehmet Izzetin bu minvalde yazdığı gibi, “dinin laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmesi’’ yeni nesil için sonuca ulaşmıştır. “Milliyetçilik, Türkiye'de yeni bir din oldu” diye yazar Grace Elli son, “Misak-ı Millî, Kur ân-ı Kerim’den daha mukaddes sayılıyor. ” Yakup Kadri gibi ya­zarlar. “büyük şefi Hz. İsa'ya benzetmekseler.’’

Tüm bunlardan sonra, sonuç malum,..

Sonuca giden yol da belli aslında: Bir yandan dinsizleştirme; diğer yanda “millî gurur“u okşama; İslâmiyet adına kazanılmış zafer- teri ve İslâm adına yapılmış eserleri bile "Biz Türkler” ile başlayıp, milliyete mal etme; sair milletleri hor görme; “Türk’ün Türk'ten başka dostu yoktur“ paranoyası; özellikle müslüman milletlere karşı düşmanlık aşılama; avuca Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, vs...

O

O günlere ait, ilginç bir gazete haberi var. Başlığı şu: “Camiler 90 tanesi kapatılacak’’ Altında, haber metni:’’Müessesat-ı diniyye müdürlüğünce cemaatsiz camilerin seddedileceği yazılmıştı.Bu suretle kapatılcak camilerin ekserisi İstanbul cihetindedir.Kapatılcak camilerin hiçbirisinin tarihi ve mimari değeri yoktur.’’

Bu haber, ‘’…cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendile­rinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır’’ diyen ilgili kanun çıkmadan da camilerin kapatılıp: han,kışla,dükkan. depo, yahut meyhane edilişine, veyahut yıkılıp arsa oluşuna dair bir haberdir. Ama. kendisini dayandırdığı bir “mazeret" bilhassa dikkati çeker: “Tarihî ve mimari defteri yoktur "

Bu haberi N harfi ile birlikte düşününce, şu sonuç çıkmıyor mu: “Camiler, eğer ‘Biz Türkler mimaride şöyle ileri gitmişiz. Tarih­te böyle büyük eserler yapmışız. Başka milletlerden bu bakımdan da daha ileriyiz’ deme imkanı vermiyorsa, cami olmaktan çıkarılabilir.”

Zaten, zamanın yönetimi ezana da doğrudan düşman değildir. Sadece, “Arapça ezan "a karşıdır. “Türk ülkesinde Türkçe ezan oku­nur." Kur’ân'a da muarız değildir Sadettin Kaynak'ın. Atatürk’ün huzurunda yaptığı gibi, “Türkçe’sinden okunmalıdır." Namaza da karşı değildir, ama ‘Türkçe olmalıdır. Meselâ Atatürk’ün kılınır mı,kılınmaz mı yollu uzun tartışmalardan sonra gerçekleşen cenaze namazı gibi, ‘Tanrı nın selâmı üzerinize olsun’diye bitmelidir.

Özetlersek, o günlerde iki harf yan yana yürür. N ve O. Olabilir­se, “dine karşı milliyet’’ olamadığı yerde, “dini milliyetin içine alıp, ona uydurma’’

İkisi de tutmuş gibi...

Sadece, büyük bir taktik hatası beliriyor,ibadete. Türkçe ezan şeklinde yapılan bu tek hükümet müdahalesi, dedesinin, babasının dinini taklit eden, belki tahkiksiz, ama gerçekten saf, ter temiz, gön­lü kirşiz insanlar açısından, Dankwart Rustow'un dediği gibi, “diğer laiklik tedbirlerinin herhangi birinden daha geniş bir halkkızgınlığına sebep oldu.’’“Ve bu kızgınlığın beraberinde bir “Nereye gidiyoruz? Bizi nereye götürmek istiyorlar" sorusunu doğurdu.

Ö

Gerçek bu. Ama bu kızgınlığa dahil olmayanların varlığı da gerçek. Aynı donem içinde nice Halk Partili, “Allah onlardan razı olsun’’cu, “Bizi onlar kurtardı’’cı, ama namazlı-niyazlı insanlar da çıkar. “Eski Yunan ın fikr-i kûfrîsi devlet zoruyla öğretilir hale geldikten sonra. Yunan gerçekten vatandan atılmış denilebilir mi ?” diye soramayanlar çıkar. ‘Tanrı uludur’’u rahat rahat günde beş defa okuya bilen ki­mi imamlar çıkar. Türkçe ezanı normal gören Rıfat Börekçi türünden diyanet işleri başkanları çıkar.

Gerçi, Ağaoğlıı Ahmet'e göre, “Bir taraftan Cumhuriyetin mü­dafii kesilerek, diğer taraftan ‘kadın bacağı' müsabakasına girişenle­re; bir taraftan halk diye bağıran, öte taraftan da halkı hiçe sayanlara kimse inanmaz,” ama gerçekte kimileri öyle bir inanır ki..

Ferit Celâl adlı zavallının Nutuk için yazdığı “Türk milleti için bu kitap hayatın, neşenin, medeniyetin Kuranıdır’’sözüne çoğun­luk itibar etmez, doğru. Ama, devamla gelen. “Mahuv bir karanlıkta yürürken, kenarına düştüğümüz uçurumun dehşeti karşısında dü­şünmeyi bile unutmuştuk. O bizi millî bir hidayetle bu dehşetin için­den çıkardı” kabilinden sözler pek çok insanda “Yaa, Allah ondan ra­zı olsunlar ile makes bulur.

Evet, okullarda öğretilen fikirler, camilere reva görülen mua­mele, ezanın hali, Kurana yönelik hücumlar, daha nicesi hiç de hoş şeyler değildir; onlar da bunu bilmektedir. Ama. “Bizi o adam kur­tardı. O olmasaydı….’’mantığı ile, zihinler karışmaya başlar. Ardın­dan, o bir noktadan hareketle, binlerce zarar görülmezlesin,binler­ce zarara rağmen, ona taraf çıkılır. “Biz buna müstehakiz” denir, öy­lece rejimin devamına destek verilir. Kahramanlık damarıyla tek ba­şına “ulu kurtarıcılığa terfi ettirilen biri alkışlanır. Başa konulur Baştâcı yapılır.

Saki Nursi, o hali tasvir eden bir eserinde, bütün bunlardan sonra ‘dindar milletin ruhundaki nuru iman ve Kuran ışığıyla hakikat-i hali göreceği’’ni söyler.Burdaki iki ifade,bilhassa göze çarpar.’’Nuru iman ve Kuran’’ile ‘’Hakikat-i hal’’“Hakikat-i hal’’e iman nuru ile bakan birinin göreceği nedir?Mülkün gerisindeki melekût değil midir" Bütün o zahiri 'sebep’lerin gerisinde,her işte,her olayda sonsuz ilim,sonsuz kudret, sonsuz rahmet,sonsuz hikmet sahihi bir Kadir ve Alimin, bir Hakim ve Rahimin isimlerinin tecellilerini görmek değil midir?Öyle görebildiği içinde şükrünü doğrudan ve vasıtasız Ona iletmeyecek midir? Böyle bir insan başka kimselere niye minnet etsin ki…!

Ama va hale iman nuru ile bakılmazsa?

O zaman göz gölgelere takılır; akıl sebepler perdesinde kalır; ötesıne geçemez; gerçeği göremez. Gölgeyi, asıl zanneder.Tesiri "sebep’’lere verir. O yüzden, teşekkürü sebeplere iletir. “O olmasay­dı’’der.,ona minnet eder, ona bağlanır; ona ram olur.

O tıpkı Kemalızmin restorasyonu içın yapılan 12 Eylül ihtilâli ile anarşinin de önlenmiş gibi görünmesini ihtilâlcilere verip, sanki "Onlar olmasaymış, Allah başka bir vesile yaratmayacakmış” gibi, sanki sonuca varmak için onlara muhtaçmışız gibi göründüğü şekilde..

1920‘lerin, 1930’ların Türkıye'sinde olan budur. Bu yani so­nucu sebebe vermek; esbabpereslik.

Birinci Yazı; Tıkla.

İkinci Yazı; Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

İ
Saman üstünde kendini sözümona “hürriyet” diye isimlendiren dehşetli, katıksız bir istibdat sürerken, saman altında .. su değil, zehir gibi birşey vardır “Kurumsal” ya da “şeklî” devrimle geçen 1920’ler, aynı zamanda bir sonraki on yılda toplum hayatında, zihinlerdi'. kalblerde ve nefislerde olanca ağırlığıyla yaşanacak bir büvük imtihanın aleyhte netice vermesine matuf “altyapı” çalışmalarına sahne olur.

Meselâ, daha Cumhuriyetin ilânından üç ay evvel, zamanın maarif vekili İsmail Safa'nın devrinde “Birinci İlmi Heyet" toplanır ve “muasır, laik eğitim”de karar birliğine ulaşılır. Aradan altı av geçer. Bu defa İzmir’de, “ulu bir mabedde mabudunun huzuruna çıkmış bir abd gibi vecd ve huşu duyarak" Mustafa Kemal'in yanma gidecek "kurlar seçilerek, bir “İlmî görüşme" yapılır ve şu tartışılır: ‘Terbiye (eğitim) dinî mi olmalı, millî mi?" Ortak cevap: “Devlet, terbiyesini laikleştirmelidir."

Nitekim, o devrin adamlarından biri “Bitaraflıktan anlamayız" der. “Çocuklarımızı partimizin ve devletimizin ana prensiplerine uygun bir tarzda yetiştirmek işleğindeyiz.** 1927'lerde henüz bu durumda değildirler. Bir dergi hayıflanır “Bugünkü nesli yetiştiren mütefekkir ve münevver zümrenin dinî bir imanı olmadığı halde, onların yetiştirdiği yeni neslin dindar olması..." diye lâfı alır, “bu imanı sarsılıp yerini yeni bir imana terketmedikçe" diye devam eder, ve sözü “millî iman" ile noktalar 1920’li yıllar. Dinden çıkıp milliyete tapan bir nesil için anketlerin, kitap etüdlerinin yapıldığı., bu hedefe varmak için muallimlerin yetiştirildiği, ders kitaplarının buna gore hazırlandığı yıllardır. Bu sayededir ki, 1930lara gelindiğinde, F. Frey’in işaretlediği şıı noktaya varılır:

‘’Kemalist ülküleri yaşayan ve Türk gençlerinin kafalarını öğretmenler Kemalin en sadık propagandacıları oldular.’’

J

30’ların zulmetli tablosu, 20'leriıı meyvesidir velhasıl. Ya 20’ler 30 yılların tablosu, gökten zenbille mi inmiştir?
Ebette hayır. Bilâkis, ardında. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “bin seneden beri" devam edegelen bir “rahneleme," bir yaralama vardır. Nitekim o bin senede üç ayrı gelişme göze çarpıverir. Bîr yanda, iman ile küfrün arasının tamamen açıldığı. Sahabilerin güneş gibi bir imanla Allah'a muhatap olup bütün hayatlarını Onun rızasına uygun hale getirme cehdi içinde yaşadığı Asr-ı Saadetten sonraki asırlarda bu ruhun tedricen gölgelenmeye yüz tutması. hattâ Rabbin Kur'ân'ı ile ne buyurduğunu anlamaya çalışan ulemanın kitaplarının dahi zaman geçtikçe Kur ân a ayna değil, gölge haline getirilmesi; “daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren" Kurâna gölge edilmesi yaşanır. Ayrıca, o zamana kadar kâinata Kurân nazarı ile bakılırken, “ilm-i din gibi tabirlerin doğuşu gibi vakıalarla tezahür eden bir gelişme daha yaşanır: Kur ân ile kâinat, ayrı “ilimlerin konusu olarak görülmeye başlanır. Ve düşünce laikleşir.

Ve bütün bu gelişmeler birikerek 1900 lere gelindiğinde, ortada, eski Yunanın ~fikr-i küfri’sini ap açık neşreden aydınlar; “dinî ve millî~ ikilemesine başlamış bir devlet; samimî, ama taklitte kalan; kâinatı imanının delili kılmayan safdil dindar çoğunluk vardır. Zaman içinde, meydan birinci sıradakilere kalır.

Meselâ, iki İttihadçı aydın. Ziya Gokalp ve Abdullah Cevdet, henüz 1900’lerin başında din ile devletin ayrılmasını; ibadetin tamamen Türkçe olmasını; eğitim ve hukuk sisteminin laik temele dayanmasını isterler. Bu düşüncelerin. 1908 İttihad ve Terakki programına bir nebze yansıdığı görülür. 1909 sonrası icraatlara da. 1916'ya gelindiğinde ise, bütün mahkemelerin adalet bakanlığına bağlanması ile “laik hukuka adım atılır İlk Türkçe hutbe okunur.

Bunlara bakarak. “İnsanların en zor değişebilecek iki yönü olan dinî inançlar ve kadın konularında İttıhadçılar ile Kemalistle-rin gerekçeleri birbirine benzer“ diye söze başlar Baskın Oran. “Yeni Osmanlılardan ben süregelen Batılılaşma çabalarının doruğu olan bu İttihat ve Terakki islahatları, bir kadro yetiştirmek gibi olumlu bir fonksiyon da görmüştür. Bu kadro, arkasına gene bu ıslahatlarının yarattığı birikimi alarak, Türkıye Cumhuriyetini kuracaktır.”

K

İttihad aydınlarının bunu tartıştığı, İttihad iktidarlarının bunları tatbike koyduğu bir devirde, dinden kopmuş genç nesiller yetiştir­mekle ünlü okullardan birinden mezun, genç bir subaydır M. Ke­mal. O dönemin okuyan hemen her genci gibi, Büchner’in Madde ve Kuvveti’ni sair materyalist kitapları okumuş; Darwin’in izinden gidip, “İlk ceddimiz balıktır "* “Biz maymunuz'a kail olmuş; -bir Al­lah” inancını insanların “kendi uydurması” görmüştür. “Tabiat, hem kanunların sahibi, vâzıı, hâkimidir; hem de aynı, kanunların

Tabiidir.’’ Ona göre Yani,ne demekse, nasıl bir -mantık " ise, tabiat hem hakim, hem mahkûmdur Ve ‘’Fılhakika, insan tabiatın, mahlûkudur" diye devam eder M Kemal. "Natür insanları türetti, onları kendine taptırdı“ da der. Vahyi reddeder, âhırete inanmaz. Hayat anlayışını ise şoyle anlatır: ‘"Vaktiyle kitaplar karıştırdım, hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim, Bir kısmı herşeyi kara görüyorlardı. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız,dünya­daki muvakkat omür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’’ dıyorlardı»

‘"Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmış­lardı. Diyorlardı ki, ‘Madem sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karaktenın itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum.”

“Hiç deliliz ve hiçliğe varmayacağız” diyen bir üçüncü yol var dır. Bu yol üzere giden, “daha da akıllı” adamların kaleminden çık­mış, dünyanın ve hayatın anlamım açan nice kitap vardır. Ne ki Mus­tafa Kemal in onlara aldırdığı yoktur. Çünkü gerçekte, önce yolunu çizmiş; sonra o yolu kitabına uydurmuştur.

Metin Karabaşoğlu

Üçüncü Yazı: Tıkla.

Birinci Yazı: Tıkla.
Devamını Oku »