Metin Karabaşoğlu - Hakikatin Dengesi ''Notlarım''





Hayat bir yolculuksa, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın her bir sünneti doğru yolu gösteren bir pusula niteliğindedir.

İnsan, ancak onun kılavuzluğunda önüne çıkan binlerce ihtimal ve bunca seçenek arasında istikameti bulabilir.

Sözün kısası, insan için, hakikati bulmak yeterli değildir.

Hakikatin dengesini de bulmak gereklidir. Bu ise, ancak pusulası sünnet-i seniyye, kaptanı Resûlullah olan bir hayat gemisinde mümkün olabilmektedir.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi






Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre, Resûlullah aleyhissalâ tu vesselam, bir gün Hz. Ebu Bekir’e sorar: “Vitri ne zaman kılarsın?” Cevap şu şekildedir: “Gecenin başında, yatsıdan sonra!” Bu cevaptan sonra, Resûlullah Hz. Ömer’e yönelir: “Yâ Ömer, sen ne zaman?” Hz. Ömer’in cevabı bilakistir: “Gecenin sonunda!”

Bu ikisinden hangisi doğrusudur?

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, aldığı bu iki zıt cevap üzerine, elçisi olduğu Kur’ân’la ve ‘Kur’ân’la ahlâklanan’ hayatıyla öğrettiği vahidiyet-ehadiyet denklemine yakışır bir karşılık verir. Bir kere, doğrusu, önce veya sonra, vitr namazının kılınmasıdır. Onu gecenin başında yatsıdan hemen sonra veya gecenin sonunda teheccüdle birlikte imsaktan önce kılmak,iki zıt tutum gibi gözükse de, ikisi de hakikat dairesi içerisinde gerçekleşen doğru tutumlardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam, bir doğrunun apayrı iki sûrette yerine getirildiği bu durum için, iki sahabisinin de hangi doğru niyetle böyle yaptığını biliyor olduğunu ihsas eder şekilde şöyle diyecektir: “Yâ Ebu Bekir, sen sağlam olanı tutmuşsun! Yâ Ömer, sen de kuvvetli olanı tutmuşsun.”

Yine namaza dair bir diğer olayın kahramanları arasında, bu iki sahabinin yanında, Habeşli Bilâl b. Rebah da vardır.

Başka kaynakların yanısıra, İmam Gazalî’nin hem İhyâ’sında, hem de Kimya-yı Saadet’inde anlatıldığına göre, bir akşam Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e uğrar. Hz.

Ebu Bekir namazdadır ve sessizce Kur’ân okumaktadır. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ebu Bekir’e “Neden sessiz okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ebu Bekir “Gizli de okusam işiten bir Zâta münacatta bulunuyorum” diye cevap verir.

Sonra, Peygamber Efendimiz Hz. Ömer’e uğrar. Hz. Ömer ise, tam aksine, yüksek sesle Kur’ân okumaktadır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Hz. Ömer’e “Neden yüksek sesle okuyorsun?” diye sorar. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Sesli okuyarak uykulu bedenimi uyandırıyor ve şeytanı da başımdan uzaklaştırıyorum.”

Peygamber aleyhissalâtu vesselam, daha sonra, Bilal-i Habe şî’ye de uğrar. Bakar ki, Bilâl b. Rebah önce şu sûreden bir âyet, sonra öbür sûreden bir âyet, başka bir sûreden başka bir âyet okuyarak kıraatine devam etmektedir. Hz. Peygamber neden böyle yaptığının hikmetini sorunca, Bilâl-i Habeşî der ki: “Güzel kokuyu güzel kokuyla karıştırıyorum.”

Peki, doğrusu hangisidir?

Doğrusu her üçüdür ve bu üç güzide sahabi de kendileri için en doğrusunu yapmaktadır. Nitekim, üçü de Kur’ân’la hemhal olan üç güzide sahabisinde gördüğü bu üç ayrı tercih karşısında Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şöyle diyecektir:

“Hepiniz güzel yaptınız ve hepiniz isabet ettiniz.”

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın üç büyük sahabisinin ‘birbirine zıt,’ ama hepsi de ‘hakikat dairesinde’ yeri olan tercih ve davranışları karşısında verdiği cevaplar, tekçi veya çoğulcu savrulmalar ile mâlûl modern yahut postmodern dönem mü’minleri için de birçok ders içeriyor.

Bir tarafta hakikati sadece kendi gördüğü tarafından ve uyguladığı biçiminden ibaret görmeme dersini...

Öte tarafta, gördüğünün ve uyguladığının hakikat dairesinin içinde olması gereğini...

Ve en önemlisi, bir hakikatin çok renkleri olduğunu bilme, ama bütün bu renkleri de bir hakikate bağlayıp doğruca ona nisbet edebilme dersini...

Vahidiyet-denklemi üzerinden, ahir zaman mü’minleri için küresel siyasetten aile ve iş hayatlarına ve arkadaşlıklara kadar hayatın her alanına uygulanabilir bu Asr-ı Saadet dersi, bize çok şey söylüyor.






Hz. Âişe radıyallahu anhâ, anlatıyor:

“Bir adam, Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'ın huzuruna girmek için izin istemişti. Aleyhissalâtu vesselâm: ‘Bu aşiretin kardeşi ne kötü!’ buyurdu. Ama adam girince ona iyi davrandı, yumuşak sözle hitap etti. Adam gidince:

‘Yâ Rasûlallah! Adamın sesini işitince şöyle şöyle söyledin. Sonra yüzüne karşı mültefit oldun, iyi davrandın’ dedim.

Şu cevabı verdi:

‘Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun? Kıyamet günü, Allah Teâla hazretlerinin yanında mevkice insanların en kötüsü, kabalığından korkarak halkın kendini terkettiği kimsedir.’” (Bkz. Buhâri, Edeb 38, 48; Müslim, Birr 73; Muvatta, Hüsnü’l-Hulk 4; Ebu Davud, Edeb 6; Tirmizi, Birr 59)

Peygamber aleyhissalâtu vesselam, bu davranışıyla bizi yanlış bir ‘dürüstlük’ algısından kurtardığı gibi, davranışlarımızın oturması gereken asıl yörüngeyi de gösteriyor.

Eğer karşımızdaki kişi kaba ise ve biz onun kabalığa karşı kaba davranmayı seçiyorsak, aynı şekilde karşımızdaki kişinin iyi davranışına mukabil iyi davranış sergilemeyi ihtiyar ediyorsak, davranışlarımızı bizim kendi iç dünyamızda taşıyor olmamız gereken erdemler değil,karşımızdakinin tutumu belirlemiş oluyor.

Halbuki, kabalığıyla maruf, öyle ki kabalık bakımından kavminin en şöhretli kişisi durumundaki bir kişiye karşı dahi keremkâr davranışının hikmetini izah sadedinde “Yâ Âişe! Beni ne zaman kaba buldun?” sözüyle mukabele ederek, kudsî nebî bizi ‘karşımızdakinin davrandığı gibi’ değil, ‘yüreğimizin ve vicdanımızın bizden istediği gibi’ olmaya davet ediyor bizi.

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2






Peygamber a.s damadı Hz. Ali, bir gün gelip “Beni mi, yoksa Fâtıma’yı daha çok seviyorsun?” diye sorduğunda, şu tek cümlelik cevabı vermişti Resûlullah aleyhissalâtu vesselam: “Sen benim için Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma da bana senden daha sevimlidir.”

Bir yanda imana ve İslâm’a olan bunca hizmeti ve bunca güzel hasletiyle Hz. Ali’nin onun nazarındaki müstesna değeri; ama diğer tarafta, kızı olması itibarıyla Hz. Fâtıma’ya duyduğu hususî sevgi...

Rahmet peygamberi, hakkâniyeti asla yitirmeden, içine dercedilmiş o fıtrî duyguyu ne kadar da beliğ ifade etmişti: “Sen bana Fâtıma’dan daha değerlisin, Fâtıma bana senden daha sevimlidir.”(İmam Nesai,Hadislerle Hz Ali,142 nolu hadis)

Yani, senin benim dünyamda apayrı bir yerin var, Fâtıma’nın da benim dünyamda apayrı bir yeri var. Senin yerine Fâtıma yetişemez, Fâtıma’nın yerine ise sen yetişemezsin. İkiniz, kendi yerinizde müstesnasınız...

Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Ali çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduğunda, eminim Hz. Fâtıma da çok sevinmiştir. Bu cevabı duyduklarında, eminim ikisinin de Hz. Peygamber’e olan sevgileri bir kat daha sağlamlaşmış; birbirlerine olan sevgi ve hürmetleri bir kat daha ziyadeleşmiştir.

Biz de kudsî nebîden bu dersi alıp, hep böyle yapabilsek...

Allah’ın kalbimize koyduğu fıtrî duygudan asabiyet üretmesek...

Yahut, asabiyet üretirim korkusuyla bu fıtrî duyguyu örselemesek, zoraki ‘reddeder’ bir tavra girişmesek...

Ne kadar da güzel olurdu, değil mi?

Ne kadar da güzel olur, değil mi?






Hepimizin bir şekilde muhakkak haberdar olduğu bir hadisti dünyama dolan Daha önce defalarca duyduğum, defalarca okuduğum, dilimin defalarca telaffuz ettiği bir hadis Hadisin sadece tek bir kelimesinin içerdiği, daha önce farketmediğim bir ders, beni günlerce düşündürdü ve aklıma başkaca hadislerin açıkça desteklediği bir büyük nebevî hikmeti fısıldadı..

“Yarım hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun”(Buhari,Rikak;49) hadisiydi sözkonusu olan,

İnfakın önemine, kendinden geçmenin önemine, Allah’ın ona verdiğini Allah’ın ihtiyaç üzere olan başkaca kullarıyla paylaşmanın önemine dair açık bir ders yüklüydü bu hadis Aza-çoğa, büyüğe-küçüğe bakmadan, Allah için başkalarına vermenin önemini bize haber veriyordu

İyi de, hadis niye ‘yarım hurma’dan söz ediyordu Bu dersi vermesi için ‘bir hurma bile olsa’ da diyemez miydi kudsî nebî? Niye “Bir hurmayla da olsa, kendinizi ateşten koruyun” dememişti de, “Yarım hurmayla bile olsa, kendinizi ateşten koruyun” demişti?

Bu sorunun izini sürdüğümde gördüğüm, bir hikmet ve denge dersiydi Bölünmemiş tek bir hurmanın zihinde uyandıracağı bir “ya hep ya hiç” çağrışımına bedel, ‘yarım hurma’ bir paylaşmanın haberini veriyordu bize Elindeki tek hurmayı bir başkasına vermek elbette büyük bir hasletti ama, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ‘yarım hurma’dan söz ederek hem nefsimize karşı da sorumlu olduğumuz ders veriyor, hem de tıpkı “Amellerin en hayırlısı az ama devamlı olanıdır” hadisinde olduğu üzere ‘kanun-u fıtrat’a muvafık bir infak yolunu bize gösteriyordu.

Elinde kalan tek hurmayı bir başkasına vermek, elindeki son imkânı bir başka mü’min için kullanmak; bunlar güzel hasletlerdi, ama bu şekilde bir infak çabasının devamlı ve kalıcı olması kuşkuluydu Çünkü, işin içinde insanın kendi nefsinin veya vücudunun fıtrî ihtiyacını gözardı etmesi gibi bir ‘zorakilik,’ bir ‘kanun-u fıtrata muhalefet’ halini de içeriyordu.

Kendisi aç halde bugün elindeki son hurmayı bir başkasına veren, yarın da aynısını yapan kişinin hep böyle gideceğinin garantisi yoktu Bilakis kendi vücudunun ihtiyacını bu kadar görmezden gelmenin ve nefse bu kadar yüklenmenin akıbeti, örneklerine hayat içinde çokça tecrübe edildiği üzere, bir müddet bu duruma tahammül ettikten sonra bir kopma anını müteakip sırf kendi-merkezli bir hayata savrulmaktı İnsanın kendisi de etten ve kemikten ibaret olduğuna ve onun da yemeye-içmeye ihtiyacı olduğuna göre, sırf başkası-merkezli müfrit bir hayat tasavvurunun gelip dayanacağı nokta sırf kendi-merkezli bir tefrite yuvarlanmaktı.

Oysa kudsî nebî, böyle bir anlayışın kendisini mazur göreceği bir ifade olarak ‘bir hurma’ yerine ‘yarım hurma’dan söz etmekle, insana bu iki uç nokta arasında bir dengenin dersini veriyordu Ortada infak edilecek bir ‘yarım hurma’ varsa, bu, hurmanın diğer yarısını ayırıp kendimizin yediğinin işareti değil miydi? Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, kendisini merkeze almayan ama kendi nefsinin ve vücudunun ihtiyacını görmezden de gelmeyen bir orta noktaya çağırıyordu bizi.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,sy;86-88






Ey insanlar, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin! Allah’tan afiyet dileyin. Ancak karşılaşacak olursanız sabredin, bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Cihâd 156, 22, 32,112, Temennî 8; Müslim, Cihâd 20; Ebu Dâvûd, Cihâd 98)

Son cümlesi herkesçe bilinen hadisin hangi şartlarda ve hangi vakitte söylendiği pek bilinmediği gibi, önceki cümlelerinin de pek bilinmiyor olması herhalde dikkat çekicidir.

Halbuki, hem söylendiği zaman ve zemin, hem kendisinden önce gelen cümleler, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” hadisine ve dolayısıyla cihad idrakine bir çerçeve çizerek asıl kıvamını vermektedir.

Demek ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam için bir gerilimi çözmenin öncelikli yolu, savaş değildir. Bilakis savaş, yani kılıçla cihad, barışçı çözüm içeren bütün seçenekler tükendikten sonra başvurulacak en son çaredir.

Nitekim, onun, komutan olarak bir sefere yollarken Hz. Ali’ye verdiği emir de, bu gerçeği bir kez daha teyid etmektedir. Orada da, Peygamber aleyhissalâtu vesselam Hz. Ali’ye, karşılaşacağı müşriklere önce imanı tebliğ ederek İslâm’a davet etmesini emretmiştir. Bu davet reddedildiğinde Hz. Ali’nin komutan olarak yapacağı, yine, savaşa girişmek değildir. Bu durumda, onlar bir barış anlaşmasına davet edilecek; yani kendileri müşrik kalmakla birlikte İslâm’a karşı savaş halinde olmamaları ve yaşadıkları diyarda İslâm’ın tebliğine engel olunmaması istenecektir. Ancak İslâm’ın tebliğine dahi izin vermeyen bir katılık ve karşıtlıkla yüz yüze gelindiğindedir ki, son çare olarak cihad emredilmiştir.

Sözün kısası, ilgili hadiste Peygamber aleyhissalâtu vesselam kılıçla cihadı ancak ‘en son çare’ olarak başvurulması kaydıyla övmektedir. Cennet, barışa fırsat tanındığı halde savaştan başka bir yol kalmadığı durumda kılıçların gölgesi altındadır; barışa asla fırsat vermeden doğrudan kılıçlara sarılma durumunda değil…

Hadis, diğer taraftan, mü’minlerin sahip olması gereken asıl ruh halinin ne olması gerektiğini de açıkça göstermektedir. Bir savaş ortamında, üstelik cihad için yola koyulup düşmanla karşılaşılacak mahalle gelindiğinde ‘güneşin meyletmesini’ bekleyerek barışa zaman tanıyan, sonra da “Ey insanlar! Düşmanlar karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin” buyuran kudsî nebî, böylece, mü’minlerden çatışmacı değil barışçı bir ruh haline sahip olmalarını istemekte; onları gerilimden değil afiyetten yana bir duygu durumuna davet etmektedir.

Barışa fırsat tanınmalı; savaş için yola çıkılırken dahi, savaşsız bir çözüm temenni edilmeli; kalbler ve zihinler bu yönde çalışmalıdır. Savaş, barışçı çözüm seçenekleri tükendiği durumda kullanılacak son çaredir. Bu durumda dahi, mü’minleri yöneten ana duygu, öfke değil, sabır olmalıdır.

Ve ancak bu takdirde, cennet kılıçların gölgesi altındadır.

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;91-93






Ebu Hureyre radıyallahu anhın rivayet ettiği… Bizi ALLAH cc hakkında hüsnüzanna davet eden…

Buyurur ki Resûlullah aleyhissalâtu vesselam:

Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni andığında Ben onunla birlikteyimdir.O Beni kendi başına zikrederse Ben de onu kendim zikrederim. O Beni bir topluluk içinde zikrederse Ben onu onunkinden daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.

Kulum Bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.”(Müslim,Zikr 22)

Hadisin belki en manidar veçhesi;

“Ben kulumun zannı üzereyim” yani “Kulum Benim hakkında nasıl bir zan beslerse Ben o zan üzere ona muamele ederim.”

“Ben onunla birlikteyimdir” ama şayet “o Beni anar ise.”

“Ben onu kendim zikrederim” ama eğer “o Beni kendi başına zikrederse.”

“Ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim” ama eğer “o Beni bir topluluk içinde zikrederse.”

“Ben ona bir arşın yaklaşırım” ama eğer “o Bana bir karış yaklaşırsa.”

“Ben ona bir kulaç yaklaşırım” ama “o Bana bir arşın yaklaşırsa.”

“Ben ona koşarak giderim” ama “o Bana yürüyerek gelirse.”

Görüldüğü gibi hadiste zikredilen bütün güzel neticelerin vukua gelebilmesi ve kulun rahîmiyetin hususî ikramından nasipdar olabilmesi için rububiyet-ubudiyet denklemine yakışır şekilde ilk adımı kulun atması gerekiyor.

Âlemler Rabbi rahmâniyetiyle zaten var edip doyurduğu kulunun rahîmiyetin hususî cilvelerine mazhariyeti için kendisinin kulluğunu ve O’nun rububiyetini idrakin bir göstergesi olarak ilk adımı atmasını bekliyor.

Hadisin bu veçhesi ne zaman aklıma gelse Bakara sûresinin ilk âyetlerindeki iki ‘hüden’e İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde Bediüzzaman’ın getirdiği izah gelir aklıma.

Bu âyetlerde ‘hüden li’l-muttakîn’ derken kullara ve ihtidaya ‘hüden min rabbihim’ derken ise Rabbü’l-âlemîne ve hidayete atıf mânâsı çıkarır Bediüzzaman. Bu mânânın öğrettiği ise şudur:

Kul ihtida ederse Allah hidayet eder. Yani hidayet Allah’tandır; ama Allah hidayeti ihtida edene yani hidayet için yürüyene hidayet için gayret gösterene verir.

Sözün kısası âyet de hadis de bize ihsas ediyor ki Allah’ın ona rahmetiyle yakın olmasını isteyen yüzünü O’na döndürmeli ve ilk adım kendisinden gelmeli…

Ve Rabbinin ona yakın olmadığını düşünen önce kendisini sigaya çekmeli…

Metin Karabaşoğlu,Hakikatin Dengesi,syf;94-96








Her cümlesi hâfızaya kayd ve kalbe nakş olması umulan bu hadisinde yeğeninin şahsında, bütün mü’minlere, özellikle de mü’minlerin gençlerine nasihatine şöyle nasihat buyurur:

“Yavrucuğum! Allah’a karşı edebini koru ki, Allah da seni korusun! Allah’ın hukukunu koru ki, O’nu karşında hâmi bulasın. Bollukta Allah’ı tanı ki, darlıkta da O seni tanısın. Bir şey isteyince, Allah’tan iste. Yardım talep edeceksen, Allah’tan yardım dile. Zira kullar, Allah’ın yazmadığı bir hususta sana faydalı olmak için bir araya gelseler, bu faydayı yapmaya muktedir olamazlar. Allah’ın yazmadığı bir zararı sana vermek için bir araya gelseler, buna da muktedir olamazlar. Kalemlerin mürekkebi kurudu ve sayfalar dürüldü.”

Bütün cümleleri birbiriyle irtibatlı olan hadis i şerif, bu etkileyici girizgâhtan sonra hikmetli nasihatlerle devam eder:

Sen, yakînî bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış; şayet buna muktedir olamazsan, hoşuna gitmeyen şeyde sabırda çok hayır var. Şunu da bil ki, Allah’ın yardımı sabırla birlikte gelir, kurtuluş da sıkıntıyla gelir. Zorlukta da kolaylık vardır. Bir zorluk iki kolaylığa asla galebe çalamayacaktır.

Tirmizi,Sıfatu-l Kıyamet,61






İnsan, rahmetin bu derece genişliğine karşı yine de cehenneme düşecekse, sürümden kaybederek düşecek. Bu sürümden kaybetmeâ vãkıasının merkez üssünü ise, dilin ãfetleri teşkil edecek.

Diğer bir deyişle, uluorta söyleyi verdiğimiz, tartıp biçmeden sarfettiğimiz genellemelerâdir ki, bizi hesap günü maazallah bir büyük helãkete sürükleyecek.

Ölçmeden, tartmadan, ulu orta söyleyi verdiğimiz genelleyici sözler...

Zerre miskal hayrın da, zerre miskal şerrin de karşılıksız kalmayacağını bildiren; ve birinin hatasıyla başkasını mesul kılmamayı en temel adalet ilkesi olarak defaatle Kurân'ında bildiren Rabb-ı Rahim, bir kişiye veya sadece az sayıda insana mahsus bir kötülüğü bütün bir aileye, bir şehre, bir cemaate, bir millete, bir ülkeye, bir kıtaya teşmil edebildiğimiz için hesaba çekecek bizi.

Zalimden dolayı aynı kavme mensup mazlumu, mücrimden dolayı aynı aileye mensup masumu da kötüleyen dilimizin edip durduğu iftiralardan dolayı bizi hesaba çekecek.

Ne zaman bir şehre, bir sülaleye, bir cemaate, bir millete ait karalayıcı ve kötüleyici genellemeler duysam; hemen bu durum gelir aklıma. filan şehrin hırsız, feşmekan şehrin dolandırıcı olduğunu kolaylıkla söyleyiveren; bir aileyi büsbütün hayırsız ediveren; bir milletin bütün efradını kötülük objesine dönüştüren o birkaç kelimelik genellemeler, nasıl bir zulüm içermekte ve nasıl bir helãket potansiyelini yüklenmektedir?

Bu, bu ülkede özellikle dikkat gerektiren bir durum.

Bu Ülke, Bediüzzaman'ın unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediği için, zulmeder tesbitinin durmaksızın doğrulandığı bir ülke zira... Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Araplar, Acemler; o kadar çok kötülük objesi var ki insanların dillerinde... Ermeni Dölü, Rum Dölü, Soysuz, Kansız, Kanıbozuk, Sütübozuk.. derken, insanları Allah'ın onları yaratmış olduğu genler ile mahkum etmeye teşne o kadar çok dil var ki... bütün Sivasâ şu kötülüğü, Diyarbakırâ bu kötülüğü izafe etmeye yatkın o kadar dil var ki... İzmirliyi toptan gãvurlaştıran, her Vanlı'yı uyuşturucu tüccarı olarak gören...

Dikkat edelim: Hadisler bize sürümden kazanma'nın nice yolunu gösterirken, dilimizin yapıp ettikleriyle âsürümden kaybetme yolunda gidiyoruz.

Genellemelere dikkat; özellikle de içinde bir kötüleme, bir aşağılama mãnãsı taşıyanlar.

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları 2 syf;131-132-133






Bir adam sordu: "Ey Allah'ın Resulü, Allah yolunda öldürüldüğüm takdirde, bütün hatalarım örtülecek mi?" Resulullah (sav): "Evet, sen sabreder, mükafaat bekler, geri kaçmadan ileri atılır vaziyette olduğun halde öldürülürsen!" diye cevap verdi. Ve adama sordu: "Nasıl sormuştun?" Adam sorusunu aynen yeniledi. Bunun üzerine aleyhissalatu vesselam Efendimiz sözlerini şöyle tamamladı: "Evet, (kul) borcu hariç, bütün günahların affedilecek. Zira Cebrail bu hususu bana haber verdi!"

Kaynak: Müslim, İmaret 117, (1885); Muvatta, Cihad 31, (2, 461); Nesai, Cihad 32, (2, 33)

Aynı manayı teyid eden bir diğer hadis ise,Abdullah b. Amr İbnü'l As'ın rivayetiyle,''Şehidin,borç hariç bütün günahları affedilir''(Buhari,Rikak 35)şeklindedir.

Bu iki hadis aynı zamanda Adil ve Hakim olan Allah cc'ın katında,'kul hakkı'nın ne kadar önemli olduğunu belgeliyor.Kullarının hakkı Allah katında o kadar önemli ve değerli ki,'şehid' olmamız bile kullara karşı bir haksızlığın hesabını üzerimizden kaldırmıyor.Alemlerin Rabbi,şehidin üzerinde ki kendi hakkından,yani 'hukukkullah'tan feragat ediyor.Ama şehid olan kişi ile sair kulların kişide kalmış haklarının muhasebesini Hesap Gününe bırakıyor.

Açıkçası,'şehid' bile bütün günahları affedilirken 'kul hakkı'nın bundan istisna tutulmasıyla,Rabb-ı Rahim 'kul hakkı'nın O'nun katındaki müstesna yerini bildiriyor.

Durum buysa,hangi gerekçeyle olursa olsun,'insan hakları'nı çiğneyenlerin,Allah'ın yarattığı kulların hakkına girenlerin,hele ki masumların canına veya kanına kastedmekle yaptıkları haksızlığın 'şehit'likle sıfırlanacağı uman şiddet yanılılarının iyi düşünmesi gerekiyor.

Alemlerin Rabbi nezdinde kul hakkı öyle önemli bir şey ki,hiçbir şey bizi onun hesabından alıkoyamıyor.

Şehid Olmamız bile..

Metin Karabaşoğlu,Hadis Okumaları,syf;136-137






Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın çocuklarla muamelesinde bu gerçeğin getirdiği hassasiyet hep görülür. Çocukları, torunları, ashabının çocukları... Hepsi için, sabır ve şefkat timsali bir sığınak, bir melce, bir kucaktır onunkisi. Mescidinde ashabına namaz kıldırırken sırtına binip ‘deh, deh!’ diyen torunu ‘hevesini alsın diye’ secdesini uzatan bir Resûlullah tablosu vardır karşımızda.

Yahut, ashabına hutbe verirken yanına gelen bir diğer torununu kucağına oturtup başını okşayan bir Resûlullah...

Yahut, mescidde ashabına namaz kıldırırken bir çocuk ağlamasını duyduğunda, annesi çocuğuna çabucak kavuşabilsin diye, okumaya niyet ettiği uzun sûre yerine kısa bir sûre ile namazını tamamlayan bir Resûlullah...

Yahut, evinde namazda iken ağlamaya başlayan bir torununa cevap vermekte gecikilmesi üzerine, namazını bitirdikten sonra ev ahalisine “Onların ağlamasının beni üzdüğünü bilmiyor musunuz?” diye sitem eden bir Resûlullah...

Yahut, namazdayken önünden geçmemeleri konusunda tenbihlediği halde namaza durmasının ardından seccadesinin o tarafından bu tarafına zıplayıp duran Ümmü Seleme validemizin küçük kızı Zeyneb’i azarlamak yerine, ‘kız çocuklarının kafalarına koyduklarını yapma konusunda daha mahir oldukları’ yönünde bir tesbitle yetinen bir Resûlullah...

Yahut, kucağında iken üzerine çiş yapıp elbisesini kirleten küçük torunu Hüseyin’i kucağından alan Ümmü Fadl’ın63 “Sen nasıl Resûlullah’ın üstüne çiş yaparsın?” diye hafiften vurmasına dahi razı olamayıp müdahale eden bir Resûlullah...

Yahut, on yıl yanında hizmet eden, bu on yıl içinde nice zamanlar kendisinden istediği şeyi unutan, istemediği şeyi yapan, kıran, döken Enes b. Mâlik’i bir kere bile “Niye böyle yaptın? Niye böyle yapmadın?” diye azarlamayan bir Resûlullah...

Yahut, kendisine alıştırdığı küçük kuşu ölünce içine ve evine kapanan bir çocuğun, Umeyr b. Mâlik’in haberini aldığında ölen kuşu için ona taziyede bulunan bir Resûlullah...

Yahut, Medineli çocuklara bir öğüt, bir nasihat verecekse, bunu ekseriya onları devesinin terkisine alarak, bir ikramda bulunarak yapan bir Resûlullah...

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ve çocuklar deyince akıllarda kalan, hadis ve siyer kitaplarından bir Asr-ı Saadet hatırası olarak aktarılan tablolar, işte hep böylesi tablolardır. Çocuklar, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın gözbebeğidir ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam o büyük iman, ahlâk ve insanlık dersini verirken ‘terbiye kasdıyla olsun,’ ne diliyle, ne eliyle onları asla incitmemiştir.

Bugünün çocuklarının yahut bugünün büyükleri olan dünün çocuklarının hafıza arşivlerinde kocaman bir ‘camide amcalardan işittiğim azar’ dosyasının yer almasına karşı, Asr-ı Saadet çocuklarının hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan işittiğim azar’ başlıklı tek sayfalık bir dosya dahi yoktur.

Bugünün çocuklarının hafıza arşivindeki kabarık ‘tekme, tokat ve dayak’ dosyalarına karşılık, Asr-ı Saadet çocuklarının hiçbirinin hâfıza arşivinde ‘Resûlullah’tan yediğim dayak’ başlıklı bir dosya da yoktur.

Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne evde, ne mescidde, ne çarşıda, ne sokakta hiçbir çocuğa vurmamış, hiçbir çocuğu dövmemiştir.

Gelin görün ki, bugün güya iman adına, güya namaz adına, güya Kur’ân adına dövülen, sövülen, tekme yiyen, tokat yiyen, kovulan veya azarlanan nice çocuk vardır.

Dahası, Resûlullah’tan asla görmediğimiz bütün bu hareketlere karşı, çocuklara döven veya söven büyükler ne hazindir ki bu davranışlarını Resûlullah’tan aktarılan bir hadise dayandırmaktadır. “Onlar yedi yaşına geldi mi, çocuklarınıza namazı emredin. On yaşına gelince de kılmadığı takdirde, onları dövün.”(Ebu Davud,Salat 26;Tirmizi,Salat 2)99

Resûlullah’ın çocuklara yapmadığını yapmanın gerekçesi olarak Resûlullah’a atıfla aktarılan, budur.

Hazindir ki, eğitim için bula bula ‘eğmek’ kökünden türetilmiş bir fiili bulan, dayağı ise ‘cennetten çıkma’ gören bir sosyo-kültürel ortam, rahmeten lill-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın hadislerine bakışa ve hatta hadislerini tercüme edişe de sirayet etmiş; algıdaki yanlış seçicilik bir hadisi nazarlardan gizlerken, bir diğer hadise yanlış mânâ verdirmiştir.

SON

Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)P.

Böylesi bir perde nice gözleri bürümüşken, nice aklı meşgul edecek; yaşamayı herşeye tercih ettirecek, “dünyayı dine tercih rejimini’’ meyve verecek bir felsefenin temelleri de atılır adım adım.

Daha Cumhuriyet ilân edilmeden, bu temelin ilk direğı dikilmiştir bile.İzmir Kongresinde ‘’İktisadiyat demek, herşey demektir.’’der Mustafa Kemal. “Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz mamur olsun» milletimiz müreffeh ve zengin olsun.’’Ardindan bu açıdan da söz İslama varır.’’Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir’’ hadisinden bahis açılır. Sonuç, bir idam hükmüdür sanki, "kanaati kenz-i yefna (bitmez tükenmez bir hazine) farzetmek. Fakrı fazilet bilmek felsefesine de, iktisat devri artık hitam versin. Ve infaza bir an önce başlanır. “Lüküs hayatlar devreye girer. Kaç milyonerimiz var?

‘Hiç’ der Mustafa Kemal, “Binaenaleyh, biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilâkis, memleketimizde birçok milyonerlerin, hattâ milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”

Çalışır. “Biraz parası olanlar’ listesine alınan Eczacıbaşı sülâlesinden Nejat Eczacıbaşı’nın dediği gibi, CHP dördüncü kurultayında devletçiliği öneren Atatürk, o “devletçilik“ içinde, “yol işlerini, demiryolu işlerini bazı müteahhitlere verir; ortaya Vehbi Koç ve benzeri zenginler çıkar—yaşayışı ile herkesin özendiği bir Kemalist hayat örneği sergileyen; parası ile Kemalizm çizgisindeki basının, şunun, bunun destekçisi ve gen kalanların ise köstekçisi olan zenginler...

Bîr yanda bunlar olurken, diğer yanda “Allah’ı da, sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabedlerimiz fabrikalardır" diye yazar biri CHP Edime mebusu Mehmet Şeref Aykut ise, Kamalizmi anlattığı eserinde, şu tesbite erişin “Kamalizm, bunların üstünde, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir."

Bu din, nice dinsizi bağrına çeker. Ama ne yazık ki, nice safdil ehli dini de meşgul edip kendisine bağlar. Nice insan, Şemseddin Günaltay’ın Zulmetten Nura ’sında yazdığı gibi düşünmeyi hak bilir. Nicesi, onun gibi, “Asıl İslâmlık dünya ve âhiret için çalışmak, dünya ve âhiret için kazanmak, dünyada büyümek, kuvvetlenmek, servet ve ihtişam içinde yaşayarak, mesut ve faziletli bir dünya hayatı yaşayarak Allahın ahirettekı nimetlerine istihkak kazanmaktır'' diye düşünür. Bu, Max Weber in Kaptializmin Ruhunda örneğini verdiği -Protestan ahlâkına tıpa tıp uyan bir felsefedir. Ve görünüşte din ile hayatı, dünya ile ahireti bir arada düşünüyor gibiyse de, en nihayeti yaşama derdini dine, dünyayı ahirete tercihi netice verir. Ve dünya hayatı için istenenlerin sınırı olmadığı için, âhiret için çalışmaya bir türlü vakit kalmaz.

İnsanlar, sanki insan olduklarım unutmuş gibidir. Sanki, aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla, onca duygusuyla şu koca kâinata muhatap olan insan kalkmış; sadece mide ve dilden ibaret, başka bütün kabiliyetleri onun emrine girmiş insanlar dünyaya gelmiş gibidir.

O günleri Kastamonu sürgününde bütün gerçekliğiyle gören Bediüzzaman Said Nursî, bunun için “İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar“ der “Bu asır hayat-ı dünvevivevi, havat-ı uhreviyeye ehl-i İslâmî da bilerek, severek tercih ettirdi.“ O kadar ki. ‘büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi, o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar.”

Said Nursî'nin buna karşı mücadelesi de dikkate değer. Bu tablo karşısında “iktisat“ın. “şükürün’’. “rızk“ın imanî tahlilini ortaya koyar Bediüzzaman.Asıl rızık vereni, asıl nimetlendireni anlatır, iktisat ve kanaatin nasıl yaşanacağını akla gösterir ve der: “Ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını beraber okumalısınız.” Öyle bir devir yaşanmaktadır ki, “iktisat’ ın sırrını anlayıp ona göre yaşanmazsa, ihlasa erişmek de imkânsız hale gelmektedir.

Bu iki risale okunmazsa? Yaşanmazsa? Ve şu veya bu kadar olsun. israfa düşülürse? Sonra ne olur?

Sonuç, ehl-i din olsun veya olmasın, yüz binlerce, belki milyonlarca örneği ile ortadadır: “israf eden ona esir olur, onun dâmına düşer.

R

Kalpler,akıllar midenin derdine düşmüş halde 'yaşamak derdi'nin peşine düşmüş iken 'lüküs hayat'ın düşünü görmekte iken;kalbleri,akılları uyutacak başka başka şeyler de ortaya çıkıverir.Dinden imandan ancak 'bir mürteci daha' kabilinden iğrenç haberlerle bahseden gazeteler,yığınla malzeme yığar akılların önüne. 'Şu aktris şu aktörle dolaşıyor'dan,'Bilmem hangi devletin reisinin,Patagonya kralına ültümatomuna';'Para dağıtıyoruz'dan ' tayyare piyangosuna sizde katılın'a kadar,yığınla malzeme.

Radyo aynı malzemeleri saat başı iletir. Ebedî hayatını kurtarmak: onun için de şu dünyada kendisini sınayan Rabbine gerçek bir ubudıyet tavrı sergilemek durumunda olan insanlar, zihinlerini saat hası küçük, bu büyük dâvaya nisbeten ehemmiyetsiz, dünyevi meselelere mahkûm ederler. Düııvevi meselelerde boğulan her bir an, uhrevi olandan biraz daha kopuşu getirir. Üstüne üstlük eğlencesini, müiğinı de kenarına iliştirir radyo. Geriden sinema devreye girer; tiyatrosu, ve ötesi derken...

Ne gazete, ne radyo, ne sinema, ne tiyatro, eğer insanın var oluş gayesine göre gavelense bir uyuşturucu halini alacak değildir; ama “resmi dinsizlik'' dogması nın hüküm sürdüğü, ifsad komitesinın bunları bir “öncü kol“ olarak kullandığı bir devirde, hangisi insanın var oluş gayesine yönelir ki? Bilâkis, her biri aksı istikamette çalışır durur. Sonuçta, akıllar geveze, ruhlar serseri olur. Ve kalbler ölür.

 S

Ve “kadın,” Mustafa Kemal’in daha 1916 da haklarında “serbestliklerini vermek” notunu düştüğü “kadın,’ oyunun son perdesinde sahneye itelenir. Tek bir 'Selâmün aleyküm ’e bile tahammül edilmeyip, yerine '‘günaydınının getirildiği; Adab-ı Muaşeret kitabı ile birr asri işretin reklamının edildiği sırada, kadınlar yavaş yavaş “asrı hayat'' a ısındırılır. Balolar, güzel bacak müsabakaları, güzellik yarışmaları, açılıp saçılmalar birbiri ardınca gelir.

Daha Eylül 1925'te, "güzel bacak müsabakası" başlar Aynı sıralar kızlı-erkekli dans yarışmalarının başladığı tarihlerdir de. 1931'e gelindiğinde ise, güzellik yarışmaları sıraya girer. İlginçtir, ilk “kraliçe,"’ aynı zamanda bir Kemalizm öğretmenidir. İkinci “güzel" dünya güzeli seçilince, Mustafa Kemal, bunu "ırkının tabiî güzelliği ”ne bağlar ve pek memnun olur, keriman Halis’in Ata'sına çektiği telgrafa bakılırsa, işin aslı başkadır: “Bu muvaffakiyetim, sizin memleket kadınlığına telkin ettiğiniz fikirler eseridir."

İlk balo ise, Ankara Türk Ocağında yapılan tayyare balosu olur. "Gazi ve İsmet Paşalar" da katılırlar. Akabinde, her şehirdeki devlet erkânına birer balo vacip olur. Tiyatrolar sözde ve giyimde müstehcenliği ihmal etmezken, Şehzadebaşı ndaki “Millî Sinema” kabilinden sinemalar Kadın veErkekde Viicud Güzelliği, Çılgınlar Revüsü gibi filmler gösterirler. O günkü adıyla “deniz hamamı" olan plajlar da bir hayli teşvik görürler.

O yıllar—meselâ 13-14 İkinci kanun 1931 tarihli Karagöz örneğinde olduğu gibi— bugünün “Muzır Neşriyat Kanunu"na göre suç teşkil eden resimlerin rahatça basılabildiği ve de satıldığı devirlerdir. Afrodit kabilinden erotik romanlar da yayınlanma fırsatı bulur.

Sonuç, ağzından salyalar akan bir “muharririn satırlarına “Kadınların açıklığı günden güne aldı yürüdü. Şimdi doya doya güzel kadın vücudu seyrediliyor" diye akseder. “Artık bacak göstermenin ayıbı mı kaldı yahu? Kısa etekler, hepsini kabak gibi meydana koydu. Şöyle bir çarşıyı pazan dolaşın, istediğiniz kadar bacak seyredin."

Bunlar olurken; böylelikle erkekler kadınların esiri, kadınlar eâfteıinin esiri haline gelir; iki halde de olan “insan" olan insanlara olurken, “tesettür"e dair yapılanlar da dikkat çeker. Okullarda tesettürle okumak da, devlet dairelerinde mesture olarak çalışmak da yasaklanır Hemen her “devrim muhafızı," tesettüre saldırmayı bir vazife sayar. Bu cümleden olarak, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi,hayatının tek mahkumiyetini, ilginçtir, “Tesettür Risalesi'' yüzünden alır.Bir diğer mevkûfiyetinin gerekçesi ise, kâinatta görünen her bir eserin nasıl Yaratıcısını bildirdiğinin tahlilini sunan: Kainattan Hakkını soran bir seyyahın müşahedatı olan Ayetü'l Kübra'dır.

Boyle bir devirdir Kemalizm devri...

Ş,T,U

İsterdik ki. şu üç harfi de bir güzel tahlil edelim. Ne yazık ki, 5816 sayılı anu demokratik kanun buna izin vermiyor.

 Ü

Ve bütün bunlardan sonra, Mustafa Kemal'in ölümüne ramak kala söylediği şu söz hatırlarda canlanıverir. Şöyle demiştir “Türkün

"Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır'' ve ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir."

Evet, doğrudur. Ama buradaki “istibdat/ sadece siyasî istibdat mıdır? Ya toplum hayatında hüküm süreni? Ya akıllardaki istibdat? Ya kalblere gem vuran istibdat? Ya nefislerin istibdadı? Okullarda, yollarda, evlerde, sohbetlerde ve iç dünyalarda akıllan boğan, kalpleri yaralayan, insanı düşünmez veya yalnız dünyayı —ve de sanki Sahibi yokmuş gibi, kendi hesabına dünyayı— düşünür kılan gizli istibdat?

 V

Yukardaki sözü 1937'de söyler M.Kemal.Ve bir sene sonra istediği kadar 'Atatürk ölmedi' diye şarkı tutturulsun,her insan gibi o da ölür.O günün akşam gaztesi Haber,o günün akşamı haberi şöyle verir;Atatürk öldü,Yaşasın Cumhuriyet !

 Y

Aradan yirmi bir sene geçer. Bu defa bir başka gazetenin yazarı. kendisini şöyle demeye mecbur hisseder.

“Demokrasiye gidilirse devrimden, devrime gidilirse demokrasiden olunacaktır. ~

Gerçekten, bugüne kadar da hep öyle olmuştur.

 Z

Dinin ortadan silinmek islendiği, kalplerin nefislerin istibdadına atıldığı, iman hakikatlerini düşünme ve hazır akılların dalâletle boğuşturulduğû bir tablo sunmuştur Kemalizm. Ve o tablo, hayatiyetini bugün de apaçık devam ettirmede Atatürk öldü, ama Kemalizm değil. O, kimi insanların hayatında açıkça, tüm bir toplumun hayatında ise üstü kapalı biçimde yaşamavı sürdürüyor. Kimi kişilerin dünyasında büsbütün yaşıyor; kimilerinin dünyasında ise parça parça. Tam anlamıyla Kemalist denilemeyecek birçok insan bile ya onun “milliyetçilik" okuna ya “devletçilik" okuna; ya dünyevileşmeci “laiklik” okuna ya da başka bir desisesine râm olmuş halde yaşıyor. Hattâ ilgili okun farkına bile varamadan...

Ve galiba onun attığı oklarla yaralanmamak, onun açtığı "çullara düşmemek için, dün olduğu kadar bugün de,sürekli bir imani uyanıklık gerekiyor...

Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

Böyle» bir ruh halinin insanı olan M. Kemal, bırakın 1920 leri. daha 1910’lu yıllarda, “ileride, günün birinde, duruma hakim olunduğunda" yapılacak şeyleri, kafasında kurar durur Nitekim, “Kurmay başkanı ile tesettürün kaldırılması ve İçtimaî hayaumızın ıslahı hak­kında sohbet" diye yazar 9 Aralık 1916 tarihli Hattra Defteri ne. Üç se­ne sonra 8 Temmuz 1919’dâ, deftere şu notlar yazılır: ",. Üç: teset­tür kalkacaktır, Dört fes kalkacak, şapka giyilecektir. Beş; Latin harf- leri kabul edilecektir.’’

Ve aynı insan,SaidNursînin,“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek!  ‘’ tesbitini yaptığı günlerde. Konya,Türk Ocağında “ehli  dine dair’’ iyi niyetini de açığa vurur.

…Ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfî istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadardır. (…) O adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. (…) Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm.”

Sözünün eridir M. Kemal; takip eden yıllarda, binlerce insan, gereginde kanuna rağmen, Meclise rağmen hatta gariptir millete rağmen öldürülür. Çünkü, M. Kemal için millet onun fikrini, onun dediğini, onun seçtiğini tasdik için vardır. Kendi kendine düşünmemelıdır Atası zaten onu düşünüyordur!

Öldürülen aslında insanlar değil, düşüncedir, inançtır. Cüz/i iradedir, hür fikirdir, hürriyettir öldürülen... Sanki herkes, birer küçük M. Kemal olması gerekiyormuş gibi, sorgulamadan, düşünme­den onun yolundan gitme durumundadır. Gitmeyip, gitmediğim de açıkça beyan edenler, hoşgörüyle karşılanmaz; talihi yaver giderse hapse düşer, gitmezse öldürülür. Sonuç?

Neticede. 1930’ların Türkiye’si ortaya çıkar.

O günlerin Türkiye’si hakkında üç isimden, üç yorum;

Adnan Adıvar: “O dönemde, Batı düşünüşünün, daha doğru­su Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu kî, buna düşünce demek bile zordur. Daha iyisi, resmi dinsizlik dogması’ denilmelidir’’

H.A.R Gibb “Türkiye pozitivist bir anıtkabir oldu.”

Carlton J Hayes; ‘’Milliyetçilik resmi Türk dini oldu "

İşte. 1930 lar Türkiyesine geldik, En son Serbest Fırkanın kapanışı ve tezgah olduğu sıklıkla vurgulanan Menemen Hadisesi sonrasında girişilen idamlar ile muhalefet namına tek "çıt” kalmamış. CHP. ade­ta devlet M Kemal de, CHP'nin reis i umumisi. Varılan karar üzere, “Parti devletle birlikte çalışır" artık. “Devletle aynı seviyededir’’İşte bakın, içişleri bakanı aynı zamanda parti genel sekreteri; valiler, par­tinin il başkanı olmuş bile M. Kemal, hem devletin, hem partinin başı. "Ebedi şef." “Atatürk.“

“Ebedî şef." Türkün atası." ve de “hazretleri’’ tabirini yasakla­tan “devrimine’’ rağmen “Gazi Hazretleri’’bu hali, apaçık tescil edi­yor şimdi:“Dünyada malûm olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve sivasette bizi aydınlatan ana hatlardır. Fakat bu prensiple­ri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalı­dır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz,.“

Bernard Lewisin sözünü ettiği “ sekülarizasyonun son sınırı­nın tescilidir bu. Hakimiyet, dehanındır artık. Vahiy ortadan şilin­miş; devlet yönetimi ve gündelik hayat dinden büs bütün tecrıd edil­miştir. Devlete, topluma, basına, okula hakim olan, “ilhamını gök­ten ve gaipten almayanlardır’’Onların ilham kaynağı, onların ilahı yine vardır; ama yerdedir, yeryüzündedir; kendileridir ya da başka bazı insanlardır.

O sıralar Türkiye yi dolaşan bir İngiliz kadın gazeteci, Konyadan Adana'ya giderken işte 0 yerdeki ilâha tapan bir okul müfetti­şi ile tanışır -tapmasa müfettiş olur muydu, ayrı bir soru. Şöyle der müfettiş ;"Bizim peygamberimiz  Gazi’dir.Arabistanlı zatla işimiz bitti.Muhammedin dini Arabistan için gayet iyiydi,ama bize göre değil’’

"Fakat sizin hiçbir inancınız yok mu?"

"Var, var. Gazi ye, ilme, ülkenin geleceğine ve kendime inanıyorum"

"Ya Allah?"

“Allah hakkında kim ne bilebilir ki? İlim vardır, iyinin ve kötünün gücü vardır. Geri kalanı hakkında ise, hiç kimse kesin birşey bilemez”

Adanaya varılır. Okullar teftiş edilir. Bir çocuk ve o çocuğu öğretmeni şöyle kocaman bir “aferin" alır. Niye mi? “Atatürk’e"şiir
yazmıştır çocuk. Nasıl bir şiir mi? Şöyle: "En büyük,imanım şu: Sen Rabbın yarısısın/Yerin üstünde fakat, Türklerin Tanrısısın.”

Hemen belirtelim: “Atatürk’e" o “şiir"i yazan zavallı çocuğun büyük atası ise, öğretmenin ezberlettiği bir diğer “şiir"e bakılırsa,
maymundur: Hayvanlar alık alık/Gülerlermiş bakarak/Atarken maymun taklak/İşte odur dedemiz/Biz onun neslindeniz."

“Ilkmektep" çocuklarına bu şekilde; ortamektep çocuklarına biyoloji ve tarih kitapları ile bu kabil şeyler öğretilir. Bülent Tanör.
"ateizm" olarak yorumlar bunu. Doğrudur. Zaten, Atatürk’ün hazırladığı tarih kitabı, tabiatı ilâh. Atatürk'ü put yapan başkaca kitaplar dışında, ilâveten vahyin, peygamberin, kuranın reddi mânâsını taşır.

Sonuçta, “inkılâba uygun yeni adam" çıkar ortaya. Ülkü'de RaHim Apak’ın  yazdığı ve Hitlerin dediği gibi, “bir inkılâbın muvaffakiyetin sırrı, o inkılâba uygun yeni bir adam yaratmaktır." Ki, bu da başarılmıştır. Bir derginin anketine, "muallim" adayı bir genç, bir ‘yeni adam’' şöyle bir cevap getirir:

’Dini kayıtlardan âzade bir genç için, kudsiyet mefhumunu milliyetten başka teşkil edecek ne var ?

N

Bir genç  oylesi cevap verdiğine göre, Kemalizm artık eseriyle övünebilir duruma gelmiş demektir. 20lerde, neşredilmeyen, ama Ata- tûrk'ün altını çizerek okuduğu Din Yok, Milliyet Var hedefine ulaşmıştır. Mete Tuncayın belirttiği üzere, “dinin yerini milliyetçiliğin dair umutlar’’meyve vermiştir. Gerçi bu sonuca varmak için dindaş Arapları çirkin gösterme, Kürt soyundan gelen din­daşlarımızı bir potansiyel düşman görerek ezmeye çalışma gibi —el­it altmış yıl sonra bile ülkemizin başını ağrıtacak— kimi yanlış, hak­sız, ama kasıtlı hareketler de gerekmiştir. O günlerin ruh hali içinde bunun mahzuru görülmez; bilakis, menfî milliyet fikrinin beslediği adaletten uzak, zalimane, hatta paranoyak ruh hali içinde, mazur bi­le görünür. Ne de olsa, hedef dindir, ve milliyetçilik dinin alternatifi gibi görülmektedir.’’Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat’’ta Mehmet Izzetin bu minvalde yazdığı gibi, “dinin laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmesi’’ yeni nesil için sonuca ulaşmıştır. “Milliyetçilik, Türkiye'de yeni bir din oldu” diye yazar Grace Elli son, “Misak-ı Millî, Kur ân-ı Kerim’den daha mukaddes sayılıyor. ” Yakup Kadri gibi ya­zarlar. “büyük şefi Hz. İsa'ya benzetmekseler.’’

Tüm bunlardan sonra, sonuç malum,..

Sonuca giden yol da belli aslında: Bir yandan dinsizleştirme; diğer yanda “millî gurur“u okşama; İslâmiyet adına kazanılmış zafer- teri ve İslâm adına yapılmış eserleri bile "Biz Türkler” ile başlayıp, milliyete mal etme; sair milletleri hor görme; “Türk’ün Türk'ten başka dostu yoktur“ paranoyası; özellikle müslüman milletlere karşı düşmanlık aşılama; avuca Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, vs...

O

O günlere ait, ilginç bir gazete haberi var. Başlığı şu: “Camiler 90 tanesi kapatılacak’’ Altında, haber metni:’’Müessesat-ı diniyye müdürlüğünce cemaatsiz camilerin seddedileceği yazılmıştı.Bu suretle kapatılcak camilerin ekserisi İstanbul cihetindedir.Kapatılcak camilerin hiçbirisinin tarihi ve mimari değeri yoktur.’’

Bu haber, ‘’…cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendile­rinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır’’ diyen ilgili kanun çıkmadan da camilerin kapatılıp: han,kışla,dükkan. depo, yahut meyhane edilişine, veyahut yıkılıp arsa oluşuna dair bir haberdir. Ama. kendisini dayandırdığı bir “mazeret" bilhassa dikkati çeker: “Tarihî ve mimari defteri yoktur "

Bu haberi N harfi ile birlikte düşününce, şu sonuç çıkmıyor mu: “Camiler, eğer ‘Biz Türkler mimaride şöyle ileri gitmişiz. Tarih­te böyle büyük eserler yapmışız. Başka milletlerden bu bakımdan da daha ileriyiz’ deme imkanı vermiyorsa, cami olmaktan çıkarılabilir.”

Zaten, zamanın yönetimi ezana da doğrudan düşman değildir. Sadece, “Arapça ezan "a karşıdır. “Türk ülkesinde Türkçe ezan oku­nur." Kur’ân'a da muarız değildir Sadettin Kaynak'ın. Atatürk’ün huzurunda yaptığı gibi, “Türkçe’sinden okunmalıdır." Namaza da karşı değildir, ama ‘Türkçe olmalıdır. Meselâ Atatürk’ün kılınır mı,kılınmaz mı yollu uzun tartışmalardan sonra gerçekleşen cenaze namazı gibi, ‘Tanrı nın selâmı üzerinize olsun’diye bitmelidir.

Özetlersek, o günlerde iki harf yan yana yürür. N ve O. Olabilir­se, “dine karşı milliyet’’ olamadığı yerde, “dini milliyetin içine alıp, ona uydurma’’

İkisi de tutmuş gibi...

Sadece, büyük bir taktik hatası beliriyor,ibadete. Türkçe ezan şeklinde yapılan bu tek hükümet müdahalesi, dedesinin, babasının dinini taklit eden, belki tahkiksiz, ama gerçekten saf, ter temiz, gön­lü kirşiz insanlar açısından, Dankwart Rustow'un dediği gibi, “diğer laiklik tedbirlerinin herhangi birinden daha geniş bir halkkızgınlığına sebep oldu.’’“Ve bu kızgınlığın beraberinde bir “Nereye gidiyoruz? Bizi nereye götürmek istiyorlar" sorusunu doğurdu.

Ö

Gerçek bu. Ama bu kızgınlığa dahil olmayanların varlığı da gerçek. Aynı donem içinde nice Halk Partili, “Allah onlardan razı olsun’’cu, “Bizi onlar kurtardı’’cı, ama namazlı-niyazlı insanlar da çıkar. “Eski Yunan ın fikr-i kûfrîsi devlet zoruyla öğretilir hale geldikten sonra. Yunan gerçekten vatandan atılmış denilebilir mi ?” diye soramayanlar çıkar. ‘Tanrı uludur’’u rahat rahat günde beş defa okuya bilen ki­mi imamlar çıkar. Türkçe ezanı normal gören Rıfat Börekçi türünden diyanet işleri başkanları çıkar.

Gerçi, Ağaoğlıı Ahmet'e göre, “Bir taraftan Cumhuriyetin mü­dafii kesilerek, diğer taraftan ‘kadın bacağı' müsabakasına girişenle­re; bir taraftan halk diye bağıran, öte taraftan da halkı hiçe sayanlara kimse inanmaz,” ama gerçekte kimileri öyle bir inanır ki..

Ferit Celâl adlı zavallının Nutuk için yazdığı “Türk milleti için bu kitap hayatın, neşenin, medeniyetin Kuranıdır’’sözüne çoğun­luk itibar etmez, doğru. Ama, devamla gelen. “Mahuv bir karanlıkta yürürken, kenarına düştüğümüz uçurumun dehşeti karşısında dü­şünmeyi bile unutmuştuk. O bizi millî bir hidayetle bu dehşetin için­den çıkardı” kabilinden sözler pek çok insanda “Yaa, Allah ondan ra­zı olsunlar ile makes bulur.

Evet, okullarda öğretilen fikirler, camilere reva görülen mua­mele, ezanın hali, Kurana yönelik hücumlar, daha nicesi hiç de hoş şeyler değildir; onlar da bunu bilmektedir. Ama. “Bizi o adam kur­tardı. O olmasaydı….’’mantığı ile, zihinler karışmaya başlar. Ardın­dan, o bir noktadan hareketle, binlerce zarar görülmezlesin,binler­ce zarara rağmen, ona taraf çıkılır. “Biz buna müstehakiz” denir, öy­lece rejimin devamına destek verilir. Kahramanlık damarıyla tek ba­şına “ulu kurtarıcılığa terfi ettirilen biri alkışlanır. Başa konulur Baştâcı yapılır.

Saki Nursi, o hali tasvir eden bir eserinde, bütün bunlardan sonra ‘dindar milletin ruhundaki nuru iman ve Kuran ışığıyla hakikat-i hali göreceği’’ni söyler.Burdaki iki ifade,bilhassa göze çarpar.’’Nuru iman ve Kuran’’ile ‘’Hakikat-i hal’’“Hakikat-i hal’’e iman nuru ile bakan birinin göreceği nedir?Mülkün gerisindeki melekût değil midir" Bütün o zahiri 'sebep’lerin gerisinde,her işte,her olayda sonsuz ilim,sonsuz kudret, sonsuz rahmet,sonsuz hikmet sahihi bir Kadir ve Alimin, bir Hakim ve Rahimin isimlerinin tecellilerini görmek değil midir?Öyle görebildiği içinde şükrünü doğrudan ve vasıtasız Ona iletmeyecek midir? Böyle bir insan başka kimselere niye minnet etsin ki…!

Ama va hale iman nuru ile bakılmazsa?

O zaman göz gölgelere takılır; akıl sebepler perdesinde kalır; ötesıne geçemez; gerçeği göremez. Gölgeyi, asıl zanneder.Tesiri "sebep’’lere verir. O yüzden, teşekkürü sebeplere iletir. “O olmasay­dı’’der.,ona minnet eder, ona bağlanır; ona ram olur.

O tıpkı Kemalızmin restorasyonu içın yapılan 12 Eylül ihtilâli ile anarşinin de önlenmiş gibi görünmesini ihtilâlcilere verip, sanki "Onlar olmasaymış, Allah başka bir vesile yaratmayacakmış” gibi, sanki sonuca varmak için onlara muhtaçmışız gibi göründüğü şekilde..

1920‘lerin, 1930’ların Türkıye'sinde olan budur. Bu yani so­nucu sebebe vermek; esbabpereslik.

Birinci Yazı; Tıkla.

İkinci Yazı; Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

İ
Saman üstünde kendini sözümona “hürriyet” diye isimlendiren dehşetli, katıksız bir istibdat sürerken, saman altında .. su değil, zehir gibi birşey vardır “Kurumsal” ya da “şeklî” devrimle geçen 1920’ler, aynı zamanda bir sonraki on yılda toplum hayatında, zihinlerdi'. kalblerde ve nefislerde olanca ağırlığıyla yaşanacak bir büvük imtihanın aleyhte netice vermesine matuf “altyapı” çalışmalarına sahne olur.

Meselâ, daha Cumhuriyetin ilânından üç ay evvel, zamanın maarif vekili İsmail Safa'nın devrinde “Birinci İlmi Heyet" toplanır ve “muasır, laik eğitim”de karar birliğine ulaşılır. Aradan altı av geçer. Bu defa İzmir’de, “ulu bir mabedde mabudunun huzuruna çıkmış bir abd gibi vecd ve huşu duyarak" Mustafa Kemal'in yanma gidecek "kurlar seçilerek, bir “İlmî görüşme" yapılır ve şu tartışılır: ‘Terbiye (eğitim) dinî mi olmalı, millî mi?" Ortak cevap: “Devlet, terbiyesini laikleştirmelidir."

Nitekim, o devrin adamlarından biri “Bitaraflıktan anlamayız" der. “Çocuklarımızı partimizin ve devletimizin ana prensiplerine uygun bir tarzda yetiştirmek işleğindeyiz.** 1927'lerde henüz bu durumda değildirler. Bir dergi hayıflanır “Bugünkü nesli yetiştiren mütefekkir ve münevver zümrenin dinî bir imanı olmadığı halde, onların yetiştirdiği yeni neslin dindar olması..." diye lâfı alır, “bu imanı sarsılıp yerini yeni bir imana terketmedikçe" diye devam eder, ve sözü “millî iman" ile noktalar 1920’li yıllar. Dinden çıkıp milliyete tapan bir nesil için anketlerin, kitap etüdlerinin yapıldığı., bu hedefe varmak için muallimlerin yetiştirildiği, ders kitaplarının buna gore hazırlandığı yıllardır. Bu sayededir ki, 1930lara gelindiğinde, F. Frey’in işaretlediği şıı noktaya varılır:

‘’Kemalist ülküleri yaşayan ve Türk gençlerinin kafalarını öğretmenler Kemalin en sadık propagandacıları oldular.’’

J

30’ların zulmetli tablosu, 20'leriıı meyvesidir velhasıl. Ya 20’ler 30 yılların tablosu, gökten zenbille mi inmiştir?
Ebette hayır. Bilâkis, ardında. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “bin seneden beri" devam edegelen bir “rahneleme," bir yaralama vardır. Nitekim o bin senede üç ayrı gelişme göze çarpıverir. Bîr yanda, iman ile küfrün arasının tamamen açıldığı. Sahabilerin güneş gibi bir imanla Allah'a muhatap olup bütün hayatlarını Onun rızasına uygun hale getirme cehdi içinde yaşadığı Asr-ı Saadetten sonraki asırlarda bu ruhun tedricen gölgelenmeye yüz tutması. hattâ Rabbin Kur'ân'ı ile ne buyurduğunu anlamaya çalışan ulemanın kitaplarının dahi zaman geçtikçe Kur ân a ayna değil, gölge haline getirilmesi; “daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren" Kurâna gölge edilmesi yaşanır. Ayrıca, o zamana kadar kâinata Kurân nazarı ile bakılırken, “ilm-i din gibi tabirlerin doğuşu gibi vakıalarla tezahür eden bir gelişme daha yaşanır: Kur ân ile kâinat, ayrı “ilimlerin konusu olarak görülmeye başlanır. Ve düşünce laikleşir.

Ve bütün bu gelişmeler birikerek 1900 lere gelindiğinde, ortada, eski Yunanın ~fikr-i küfri’sini ap açık neşreden aydınlar; “dinî ve millî~ ikilemesine başlamış bir devlet; samimî, ama taklitte kalan; kâinatı imanının delili kılmayan safdil dindar çoğunluk vardır. Zaman içinde, meydan birinci sıradakilere kalır.

Meselâ, iki İttihadçı aydın. Ziya Gokalp ve Abdullah Cevdet, henüz 1900’lerin başında din ile devletin ayrılmasını; ibadetin tamamen Türkçe olmasını; eğitim ve hukuk sisteminin laik temele dayanmasını isterler. Bu düşüncelerin. 1908 İttihad ve Terakki programına bir nebze yansıdığı görülür. 1909 sonrası icraatlara da. 1916'ya gelindiğinde ise, bütün mahkemelerin adalet bakanlığına bağlanması ile “laik hukuka adım atılır İlk Türkçe hutbe okunur.

Bunlara bakarak. “İnsanların en zor değişebilecek iki yönü olan dinî inançlar ve kadın konularında İttıhadçılar ile Kemalistle-rin gerekçeleri birbirine benzer“ diye söze başlar Baskın Oran. “Yeni Osmanlılardan ben süregelen Batılılaşma çabalarının doruğu olan bu İttihat ve Terakki islahatları, bir kadro yetiştirmek gibi olumlu bir fonksiyon da görmüştür. Bu kadro, arkasına gene bu ıslahatlarının yarattığı birikimi alarak, Türkıye Cumhuriyetini kuracaktır.”

K

İttihad aydınlarının bunu tartıştığı, İttihad iktidarlarının bunları tatbike koyduğu bir devirde, dinden kopmuş genç nesiller yetiştir­mekle ünlü okullardan birinden mezun, genç bir subaydır M. Ke­mal. O dönemin okuyan hemen her genci gibi, Büchner’in Madde ve Kuvveti’ni sair materyalist kitapları okumuş; Darwin’in izinden gidip, “İlk ceddimiz balıktır "* “Biz maymunuz'a kail olmuş; -bir Al­lah” inancını insanların “kendi uydurması” görmüştür. “Tabiat, hem kanunların sahibi, vâzıı, hâkimidir; hem de aynı, kanunların

Tabiidir.’’ Ona göre Yani,ne demekse, nasıl bir -mantık " ise, tabiat hem hakim, hem mahkûmdur Ve ‘’Fılhakika, insan tabiatın, mahlûkudur" diye devam eder M Kemal. "Natür insanları türetti, onları kendine taptırdı“ da der. Vahyi reddeder, âhırete inanmaz. Hayat anlayışını ise şoyle anlatır: ‘"Vaktiyle kitaplar karıştırdım, hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim, Bir kısmı herşeyi kara görüyorlardı. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız,dünya­daki muvakkat omür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’’ dıyorlardı»

‘"Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmış­lardı. Diyorlardı ki, ‘Madem sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karaktenın itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum.”

“Hiç deliliz ve hiçliğe varmayacağız” diyen bir üçüncü yol var dır. Bu yol üzere giden, “daha da akıllı” adamların kaleminden çık­mış, dünyanın ve hayatın anlamım açan nice kitap vardır. Ne ki Mus­tafa Kemal in onlara aldırdığı yoktur. Çünkü gerçekte, önce yolunu çizmiş; sonra o yolu kitabına uydurmuştur.

Metin Karabaşoğlu

Üçüncü Yazı: Tıkla.

Birinci Yazı: Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (1)

A dan Z ye Kemalizm (1)


H


İbre çok önceleri bir yöne ağmış gibidir gerçi, ama bunun tescili 1920'lerin ortasında olur. Bilhassa 1923. bir dönüm noktasıdır. Kimin için, kime karşı, kimlerce, ne zaman, nasıl yapıldığı apaçık ortada olan bu savaşın son senesini takip eden 1923’te, Tarık Buğranın ifadesiyle, “tasnifi yapılmamış bir kitaplığı andıran" Ankara’da bir yeni savaş yaşanmaktadır. “Türkiye’nin mukadderatı ile ilgili asıl savaşın başlangıcıdır" bu. "Ve bu savaş, iyilerle kötüler, mideciler ve budalalarla vatanseverler arasında geçer."


Tâ istiklâl Harbinin başından heri, böylesi bir bölünme yaşanır durur zaten. Bir yanda. Mustafa Kemal'in önderliğinde sistemli bir şekilde “dinden tecerrüd"ü hedef alan “Birinci Grup" ve onun karşısında, çoğunluğu teşkil eden “İkinci Grup." Şerif Mardin'in dediği gibi. “Kemalistlerin İkinci Gruba muhalefetinin simgesel dile gelişi din üzerinde odaklaşmıştır. Ama Mustafa-Kemal, amaçlarını henüz açığa vurmamıştır.” Lâkin, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkasının kurulması ile, bir büyük adım atılmış olur. Bu, Kemal Karpat’a göre» “aslında Meclisin kontrolünü ele geçirmek için bir manevradır” ve başarıya da ulaşır.


19 Ekim 1923’e gelindiğinde, ortada “dinden tecerrüd ü hedef tutan bir kadronun başa geçtiği, ama “dini,din- İslam olan bir  T.C” manzarası ortaya çıkar Islâm olan bir ötesini, Bemard Lewis, “sekûlarizasvon' ile özetliyor "Sekülarizasyon;" yani dinsizleştirme, semaviden koparma, vahiyden tecerrüd, hüda yerine dehayı belirleyici kılma, dünyevileştirme,Lewis şöyle anlatıyor:


"Sekülarizasyondan güdülen ilk amaç, İslâm dininin siyasi, sosyal ve kültürel alanlardaki yetkilerini ve güçlerini ortadan kaldırmak, bunu yalnız inanç ve ibadet alanında bırakmak olmuştur. Boylece İslâmî modern Batılı bîr millî devletteki kontrol silâhlarından mahrum bırakmak, Kemalist kadro için, siyasi gündemde çözüm aranan ilk sorun olarak belirmiştir.”


I


Hedef,belli:İslâm Ve hedefi vurmak için, her yol denenir. Zayıf mizaçları rüşvetlerle bağlama, sindirme, korku verme, ayak oyunu, darağacı, tetik, dipçik, banknot, koltuk, iltifat, kin, zaaflar, özlemler, ihtiraslar... Her ne yol, her ne vasıta varsa kullanılır.


Meselâ, adı var, kendi yok Cumhuriyetin ilânından iki sene sonra, “Takrir-i Sükûndun acımasız zulmani dönemini yaşar Türkiye. Bir yanda devrimlerin en radikal olanları uygulanmaya konur, İslama en ağır darbeler ile hücuma girilirken; diğer yanda tek bir “çıt"a bile izin verilmez. Philip Price’ın ifadesiyle, Türkiye, “tarihin bir dönemini kirleten" acımasız öç almalar yaşar "M. Kemal, tiranlaşır.
İstiklâl mahkemeleri ile, binlerce, on binlerce insan ipe gider.


Sadece Şark İstiklâl Mahkemesi iki yılda 420, Ankara İstiklâl Mahkemesi ise 140 idam kararı vermiştir; ama Mete Tunçay’ın deyişiyle,“bu sayılamalar, Takrir-i Sükûn döneminin devlet terörü hakkında yeterli bir fikir veremezler.’’ Ama, Şark İstiklâl Mahkemesi üyesi Lütfü Fikri Beyin şu sözü,galiba birşeyler vermektedir;’’Bizim belli,milli bir amacımız vardır.Ona varmak için ara sıra kanunların üstüne de çıkarız’’


Çıkılır da.Hem de sık sık çıkılır. Sadece ara sıra kanunlara uyulur.Kaldıki o dönemin kanunları gerçek mânâda pek kanun sayılamaz.Meselâ Meclisin Haziran-1927’deki dokuz toplantısında. İç- tüzük hükmüne rağmen, hiç görüşülmeden tam yüz kanun çıkarılır Bunlardan biri, "milletvekili seçimi ”ni Mustafa Kemal’e bırakır meselâ Sonuçta göstermelik bir seçim de olur ya, yüzde 25lik bir katılma oranı ile, "sahihinin sesi” bir yazarın ifadesiyle, “bütün Türkiye,tek bir vücut gibi, Gazinin gösterdiği namzetlere oy verir"


Yüzde 25 katılımla, nasıl olu yorsa ! 5 Eylül 1927 tarihli Cumhuriyetin yazdığı üzere, "Tarihte emsaline nadir tesadüf olunan bu vakanın Türk milletine has sebepleri ve mânâları vardır." Ne gibi mi? ‘CHF, bu memlekette istiklâl ve inkılâp fırkasıdır’.


Gerçi 1924'te bir Terakkiperver Cumhuriyet Fırka çıkmıştır, ama başına gelmeyen kalmamıştır.1930’da, başkanı gittiği yerlerde ‘’Kurtar bizi kurtar!" inlemeleri ile karşılanan bir Serbest Fırka kurulmuştur. ama onun da sonu iyi olmamıştır. Muhalif gazeteler derseniz, bir kapatma, bir İstiklâl mahkemesi tehdidi yetip artmıştır bile Tek bu şapka yüzünden asılanların sayısı Maraş’ta bir elin parmakları sayısınca; Of ta, Rize 'de onlarcadır ve Türkiye toplamı bine erişir. Bir Harf Devrimi ile, hem on binlerce insan sürüm sürüm karakolda, mahkemede, hapiste sürünür, hem Kur’ân’a müdahale fırsatı doğdurulur, hem de basına darbe vurularak o kanaldan gelebilecek bir muhalefet en aza indirilir. Görünüşte, maksat ‘’Türk halkını okuryazar yapmaktır’’ama Mete Tunçay 2. Abdülhamid dönemindeki Maarif İslahatının gelişme temposu sürdürülebilseydi, harf derişikliği olmadan daha büyük bir okur-yazarlık oranına erişileceği görünüyor" der.


Ve küçük bir dipnotu: Mart 1931 tarihli Son Posta, Menemen hadisesi sonrası idamlar ile yeniden ünlenen Cellât Kara Ali ile bir
röportaj yapmıştır. Sorulur cellâta: “Bunca senedir kaç kişi astın-” Cevap "Son on iki sene içinde 5216 kişi."


Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru


Devamı için tıklayın.

Devamını Oku »