İskipli Atıf Hoca Tevkif Edilişi (1.Yazı)

İskipli Atıf Hoca Tevkif Edilişi


Sene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hoca'nın, Aksaray'da, Lâleli'de, Fethibey caddesinde 1 numaralı evi...


Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmuş, akşam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki caminin minaresinden yanık bir ses... Hoca ezanı, içinden, kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.


Tam o anda zil sesi... Kapı çalınmakta... Atıf Hoca'nın haremi Zahide Hanım kapıda... Dışarıya sesleniyor:


— Kim o?


— Atıf Hoca'yı görmek istiyoruz?


— Hoca namazda...


— Siz kapıyı açın da bekleriz...


Kadın kapıyı açıyor. Kılık ve edaları şüphe verici üç adam... Sivil oldukları halde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûp birliği içindeler... Başlarında, yeni kabul edilmiş bulunan Şapka Kanunumuzun tatbikatına ait (fötr) biçimindeki müstekreh örnekler... Şu, Anadoluluların (foter) dediği nesne...


Meçhul insanlar içeriye girip taşlıkta beklemeye başlıyorlar.


Zahide Hanım yukarıya çıkıp selâm vaziyetinde bulduğu kocasına vaziyeti haber veriyor:


— Aşağıda meymenetsiz suratlı birkaç adam sizi görmek istiyor. Hallerini beğenmedim.


Atıf Hoca, gayet vakarlı, aşağıya inerken, en büyük telâşa, Melâhat isimli biricik kızında şahit oluyor.


Gelenleri gören genç kız fevkalâde ürkmüş, babasına koşmaktadır:


— Baba, kim bunlar? Ne istiyorlar?


— Sakin olun! Heyecana kapılmanın mânası yok... Ben de bilmiyorum gelenleri... Şimdi göreceğim... Ama kaç gündür etrafımda dolanan hafiye kılıklı insanlara bakılırsa herhalde polis...


Atıf Hoca, gayet metin aşağıya inip gelenlerle karşılaşıyor:


— Selâmünaleyküm...


— Aleykümüs-selâm...


— Ne istiyorsunuz?


— Evi arayacağız!


— Siz polis misiniz?


— Evet, Birinci Şube memurlarından.


— Bu hususta resmî bir vesikaya, mahkeme kararına mâlik misiniz?


— Hayır; fakat aldığımız emir böyle!


— Emir kâfi değil... Kanunî selâhiyetinizi tesbit edici bir vesika lâzım... Ama buyurun, hakkımı aramıyorum, her tarafı arayabilirsiniz!..


Memurlar üst kata çıkarak Atıf Hoca'nın kütüphanesine giriyorlar. Hoca, kendilerini, rahat iş görmeleri için yalnız bırakıyor ve yatak odasına çekiliyor. Memurlar, girdikleri kütüphane odasında tavana kadar yükselen kitap raflarına atılıyor ve tek tek kitapları elden geçirmeye başlıyorlar. Yazı masasının da üstü ve gözleri en küçük kâğıt parçasına kadar eleniyor ve zavallı din adamının yıllardır en titiz emekle nizamladığı oda, yangın yerine döndürülüyor.


Manzarayı kapı aralığından takip eden kızı Melâhat, birdenbire yere düşüp bayılıyor. Atıf Hoca bir taraftan kızını ayıltmağa çalışırken, öbür taraftan da haremine, misafirlere kahve pişirmesini tembihlemeyi ihmal etmiyor.


Zahide Hanım nefretle haykırıyor:


— Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?


Atıf Hoca'nın cevabı:


— Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve müslüman. Ne yapsınlar, emir kulu onlar...


Kahveler pişirilip getiriliyor. Atıf Hoca onları memurlara eliyle ikram ediyor.


Evin aranması gecenin geç vaktine kadar sürdü. İş bittikten sonra polis ekibinin şefi Hoca'ya şöyle hitap etti:


— İşimiz bitti Hoca Efendi, alacaklarımızı aldık. Şimdi iş sizi Müdüriyete götürmeye kaldı!


Haremi ve kızı birer çığlık sesi çıkarırken Hoca'da çarpıcı bir vekâr ve tevekkül:


— Buraya kadar mı emir aldınız?


— Evet, Hocam!


— Elinizde, tabiî bir tevkif müzekkeresi de yok!..


— Dedik ya, emir böyle... Hem biz sizi tevkif etmiyoruz ki... Beş dakika için Müdüriyete kadar gelip birkaç tesbitten sonra evinize döneceksiniz!


— Öyle olsun, diyor Hoca; kapınıza kadar da gidelim. Buyurun!..


Hoca, başına sarıklı fesini ve sırtına latasını geçirirken, kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Melâhat, babasına sarılmış, haykırmakta:


— Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun)?


— Seni Allah'a emanet ediyorum... Allah'ın kaderine baş eğmeyi biliniz!


Atıf Hoca'nın darağacında şehid oluşundan bir müddet sonra bütün bu tevkif tablosunu çizen Melâhat Hanım:


— Babamı, diyor, işte bu son görüşümdü.


Atıf Hoca'yı Müdüriyette bir hücreye tıkıyorlar. Penceresi tepeden avlu tarafına açılan boş ve pis bir oda... İçinde (banko) dedikleri tahta bir sıradan başka eşya yok...


Memurlar:


— Şimdi çağırılırsınız! İşin biter, evine dönersin! Diyerek Atıf Hoca'yı diri diri mezara gömmüşlerdir.


Ne soran, ne arayan, ne de hesaba çeken... Fakat Atıf Hoca'yı en çok üzen şey, bütün bunlar değil de, namazlarını kaybetmek kaygısı... O gece yatsıyı kaçırmamak için abdest almak üzere kapısını vurup izin almak istediği halde kendisine ses veren olmuyor. Sabah namazı için de aynı şey... Bu Çin işkencesine benzer vaziyet karşısında Hoca'nın çektiği acıyı hayal edebilmek lâzım... Ne evinde suç belirtici bir şey bulunabilmiş, ne de suçunun ne olduğuna dair bir itham karşısında kalmıştır.


Sabahleyin Zahide Hanım Müdüriyette:.


— Kocamı görmek istiyorum!


— Hayır, diyorlar; göremezsin!.. Hiç kimseyle temas edemez! Yasak!..


Bu manzara karşısında içi burkulan bir polis memuru dayanamıyor ve Zahide Hanım'a:


— Bir dakika, hanım, diyor; ben gidip Hocayla görüşeyim, bir isteği veya diyeceği olup olmadığını size haber vereyim!


Memur gidip geliyor:


— Cevabı şu: İyiyim merak etmesinler, Allah'a bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler! Başka bir ihtiyacım yok!..


Kadıncağız koşa koşa evine gidiyor; iman renkli ve İslâm kokulu, bembeyaz ve misk gibi çarşaflarla kalın bir şilte çekip, Müdüriyete getiriyor ve polis âmirine yalvarıyor:


— Yanınızda bir dakika, bir dakikacık, görmeme izin vermez misiniz bizim efendiyi?


— Hayır, diyorlar; göremezsiniz!


Zahide Hanım melûl melûl Lâleli'deki evine dönüyor.


Kızıyla ağlaşırken, dertleşirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı... Kapıda, aynı kaşıktan çıkmış un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil kılıklı biri:


— Ben Birinci Şubedenim! Hoca Efendi'ye büyük saygı ve sevgim var... Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâş ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir şey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım...


Fakat Hoca, Müdüriyetteki loş hücresinde, yere serilmiş dantelâlı ve işlemeli yatağına oturmuş, doğup battığını göremediği güneşleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karşılaşmamakta... Sadece eşkıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte...


Günün birinde Zahide Hanım'ın kulaklarına, erimiş kurşun gibi dolan bir haber:


— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlar!


Zahide Hanım basma örtüsünü çekip Müdüriyete koşuyor ve Birinci Şube Müdürünün karşısına dikiliyor:


— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlarmış... Öyle mi? Müdür kaşları çatık bağırıyor:


— Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin!


Zahide Hanım, daha sert haykırıyor:


— Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir şey olmuş olsa bile isim verebilir miyim?.. Hâlbuki yok böyle bir memur! Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden... Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, şu Moskof gâvuruna yapılamayacak şeyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz?


Kadın öylesine çıkışıyor ve tepiniyor ki, müdür şaşırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi başına vuran bu kadını başından savmayı düşünüyor:


— Çekil, hanım, karşımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından başkası değiliz!


Aynı gün Zahide Hanım'ın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet ateşiyle kaynayan memur:


— Hanım, hemen başını ört ve fırla! Hoca'yı Galata'dan kalkacak olan vapura götürüyorlar... Belki yolda yakalarsın!


Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak katillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir.


Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor:


— Efendi, efendi!


Polisler Zahide Hanım'ı şiddetle iterek kocasıyla konuşmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir memur, kadıncağızı yaka - paça sürüklemeye başlıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir şey uzatıyor:


— Para!


Ve ancak bunu söyleyebiliyor.


Kadını, manzaraya dehşetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklaştırıyorlar.Bu şekilde azılı bir gangster muamelesi gören zât, ecnebilerin bile hayranlıkla bahsettiği büyük bir âlimdi. Ve bu âlimin yegane suçu ise, aylar yıllar sonra “devrim” yapılacağını hesaba katmadan İlmî eser yazmaktı...


Atıf Hocayı bu şekilde apar topar alıp götürenlerin elinde en ufak bir delil yoktu. Yegâne bahaneleri Giresun'da bir meczubun veya “tutulmuş kişinin” söylediği sözlerdi. Bu şahıs, kendisine niçin şapka giymediği sorulduğunda şöyle bir yalan uydurmuştu:
“İstanbul’da yüksek din âlimlerinden Âtıf Hocayla mektuplaştım. Kendisi bana cevap olarak şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim!”
Oysa ne bu şahıs böyle bir mektup yazmış, ne de Âtıf Hoca kendisine cevap vermişti.


İşte bir yalancının yahut ajanprovakatörün sözleri üzerine bir bardak suda fırtına kopartılıyor ve Âtıf Hoca İstanbul’dan İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmak üzere Trabzon’a diye yola çıkarılıyor, daha sonra mahkemenin Giresun’da bulunduğu anlaşılınca oraya götürülüyordu.


İstiklâl Mahkemesindeki muhakemede herşey ayan beyan ortaya çıkacaktı. Atıf Hocanın ifadeleri karşısında yalancı şahit de bocalamış ve foyası meydana çıkmıştı. Bunun üzerine mahkeme heyeti, 'Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir şey yok!..” kararını vermişti.
Böylelikle bir tertip daha başlangıçta fiyaskoyla neticelenmişti.


Atıf Hoca için hazırlanan bu komplonun benzerleri bilâhare sık sık sahnelene-cekti. Menemen’de meczup bir esrarkeşin hareketleri bütün Menemenlilere ve yurdun dört bir köşesindeki dindarlara teşmil edilecekti.


devamı:http://ilimcephesi.com/iskipli-atif-hocakurt-ile-kuzu-hikayesi-2-yazi/

Kaynak:H.HÜSEYİN CEYLAN DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ CİLT:2

Devamını Oku »

Lozan Antlaşması ve Hilafet,Saltanatın Kaldırılması

Lozan Antlaşması ve Hilafet,Saltanatın Kaldırılması

Lozan süreci Saltanatın ilgasından önce başlar Hilafetin ilgasından sonra Lozan'ın Ingiltere tarafından onaylanmasıyla tamamlanır. Bu süreç içinde çok önemli gelişmeler, kırılmalar ve sapmalar olmuştur. Bu süreçte Osmanlı'dan Cumhuriyete geçiş tamamlanmıştır. Bu süreçte Saltanatın ilgası, Meclisin yenilenmesi, Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin ilgası gibi çok önemli gelişmeler yaşanmıştır.

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgelerinden biridir; hatta en önemlisidir diyebiliriz. Lozan, Türkiye'nin dış politikasına yön veren önemli bir belge olduğu gibi iç politikasına, hukuki ve siyasi kurumlaşmasında da etkisi olmuş bir belgedir.

Lozan'da, alta asır hüküm sürmüş bir Devlet-i Aliyye 'tasfiye edilmeye çalışılmış ve onun mirası üzerine bina edilmek is-tenen yeni bir devletin temelleri atılmıştır. O yüzden mü-zakereler çok çetin geçmiş ve bir kere de müzakereler kesilmiştir. Lozan öncesinde ve sonrasında Türkiye'nin iç ve dış politikasında çok önemli kırılmalar olmuştu. Hilafet in ilgası gibi bazı önemli ilga hareketleri Lozan'dan sonra gerçekleştirilmiştir.

Buradan yola çıkan bazı araştırmacılar Lozan'da gizli bir antlaşmanın daha imzalandığını, Hilafetin ılgası da dâhil, önemli kırılmaların ve yön değiştirmelerin Lozan sonrasına denk geldiğine dikkat çekmektedirler. Lozan'ın İngiltere ta-rafından onayının Hilafetin ilgasından sonra olması da bu iddiayı desteklemektedir...

 

Lozan'a Niçin Karabekir Değil de ismet Paşa Gönderildi?

M. Kemal Paşa, çok önem verdiği Lozan Konferansı için başmurahhas olarak kendisine sadık olarak gördüğü İsmet Paşa'yı seçmiştir. Diplomasi konusunda İsmet Paşa'ya göre daha tecrübeli olan Rauf Bey ve Karabekir Paşayı seçmedi; çünkü onlar gerekli gördüklerinde, muhalif olmak pahasına kendi görüşlerini söylüyorlardı... Murahhas seçimiyle ilgili olarak Karabekir anılarında şunları anlatmaktadır:

"M. Kemal Paşa, hakkımdaki düşüncesini şöylece ifade etti: 'Sulh heyetimize seni başmurahhas olarak gönderemem. Çünkü kafanla hareket edersin. İsmet Paşa'yı göndereceğim, çünkü sözümden çıkmaz.'...(1) Karabekir'in damadı Özerengin'in naklettiğine göre M. Kemal Paşa şunu da soylemiştir:

"Ben, İsmet'e emir eri gibi emir veririm, yaptırırım."(2)

Lozan heyetinin iki numaralı ismi olan Rıza Nur, önce başmurahhas olarak Rauf Bey'in seçildiğini, sonra kendisinin M. Kemal'e tavsiyesi üzerine İsmet Paşa'da karar kılındığım anlatmaktadır.(3)

Aslında İsmet Paşa, Lozan'a baş murahhas olarak gitmek için can atmış değildi. Bir emrivaki sonucunda bu görevi kabul etmek zorunda kaldı. Kendisi bu görevi ağır ve yıpratıcı olarak görüyordu; meslek olarak da askerlikten geliyordu. M. Kemal'e gönderdiği 23.1.1923 tarihli bir telgrafında şöyle diyordu: "Bilesiniz ki, çok yorgunum... Çok yoruldum. Benim güzel Gazi Şefim beni bu kadar imtihana niçin feda ettin?"(4) Zaten M. Kemal Nutuk'ta İsmet Paşa'yı bir emr-i vaki ile gönderdiğini açıkça ifade etmektedir:

"...İsmet Paşa'ya, emr-i vaki halinde Hariciye Vekili olacağını ve ondan sonra da sulh konferansına Heyet-i Murahhasa Reisi olarak gideceğini söyledim. Paşa birdenbire mü- tehayyir kaldı. Asker olduğundan bahsederek, beyan-ı itizar etti. En nihayet, teklifimi bir emir telakki ederek mutavaat gösterdi."(5) -

 

Kaynaklar;

(1)-Karabekir Anlatıyor,Uğur Mumcu,syf;52

(2)-Muhammet Erat,’’Faruk Özerengin ile Kazım Karabekir Üzerine’’,23.1.1996,s.2

(3)-Rıza Nur,Lozan Hatıraları,syf;4-5

(4)-Bilal Şimşir,Atatürk İle Yazışmalar,1920-1923,syf;464

(5)-Nutuk,syf;454
Devamını Oku »

Vahdeddin'in Tercihi: M. Kemal Paşa ve Arkadaşları

Vahdeddin'in Tercihi: M. Kemal Paşa ve Arkadaşları

Vahdeddin mütarekeden sonra bir arayış içine girmişti, Anadolu'da bir hareket başlatmak istiyordu ve bu harekete  bir lider arıyordu. Fevzi Paşa'dan Milli Mücadeleye liderlik edebilecek paşaların isimlerini içeren bir liste hazırlamasını istedi. Ancak listede M. Kemal Paşa'nın ismi yoktu. Listede M. Kemal isminin neden yer almadığını soran Vahdeddin'e Fevzi Paşa;

"M. Kemal'in yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarı olduğu" mazeretini ileri sürer.

Vahdeddin ise;

"memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun" diyerek M. Kemal'le görüşmeye karar verir...

M. Sabri Efendi gibi bazı din âlimlerinin de M. Kemal ismi hakkında Vahdeddin'e çekincelerini söyledikleri bilinmektedir...

Ancak Vahdeddin, etraftan gelen çekincelere itibar etme¬yerek Anadolu hareketini yönetmesi için M. Kemal Paşa'yı uygun buldu. M. Kemal'i Anadolu'ya, bilerek ve isteyerek göndermiş, kendi özel servetiyle de desteklemiştir.  (Sultan Vahdeddin milli mücadele sırasında da Ankara'yı, silah ve cephane göndererek desteklemiştir. Bu durumu İngiliz kaynakları da-Horace Rumbold'un yazdığı rapor- doğrulamaktadır.(3)

Padişah, Mütarekeden sonra İstanbul'a dönen M. KEMAL Paşa ile sık sık görüşüyordu. F. Rıfkı Atay, M. Kemal'in Padişahla bir Cuma selamlığında yaptığı görüşmesinde Padisah'ın O'na; kendisinin artık memleket için bir şeyler yapmak iktidarında olamadığını söyleyerek vatanı kurtarmasını Candan istediğini anlatmaktadır.(4)

M. Kemal Paşa Anadolu'ya hareketinden bir gün önce (15 Mayıs 1919) Kur'anın üstüne el basarak, Halifeye sadık kalacağına ve verilen görevleri layıkıyla yapacağına dair yemin etmiştir. Resmi bir usul dairesinde yapılan yemin merasimi Padişahın genel sekreteri Avni Paşa tarafından yazıya geçi¬rilmiştir. Merasimi anlatan orijinal ifadeler şöyledir:

Zat-ı şâhâne elbise-i askeriyelerini lâbis olduğu halde ayakta bulunuyorlar. Önlerinde masanın üzerinde dahi Kelâm-ı Kadîm duruyordu. Sadrazam Paşa, Yaver Paşa Padişah'm iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa tavr-ı askerîsine dinî bir edâ dahi vererek ilerledi. Ve sağ elini Kelâm-ı Kadîm'in üzerine koyarak şu yemini eyledi:

"Hey'et-i Vükelâca tanzim olunup irâde-i seniyye-i hazret-i Padişahı'ye iktiran eden yirmi bir maddelik ta'limât-ı mahsûsada musarrah salâhiyet-i vâsi'a mucibince Anadolu vilâyât-ı şâhâneleri bil'umum me'murîn-i mülkiye ve askeriyesi üzerinde icrâsına me'mur buyurulduğum teftişât ve tedkikâtı nzâ-yı âli-i cenâb-ı Hilâfet-penâhî dâire-i necât-ı bâhiresinde medâr-ı fahr ve mübâhât-ı memlûkânem olan sadâkat-ı kâmile ile bezl-i makderet eyleyeceğime vallâhi billâhi."(5)

Neden Vahdeddin'in bizzat Anadolu'ya gitmediği konusunda da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bardakçının belirttiğine göre, Vahdeddin Anadolu'ya gitseydi İstanbul Rumlara verilecekti. Aslmda Yunanlılar, başta Patrik olmak üzere İtilaf Devletlerinden Sultan'ın İstanbul'dan çıkarılmasını istemişlerse de İtilaf Devletleri buna olumlu yanıt vermemiştir.(6) Vahdeddin'in yeğeni Sami Efendi de bir mülakatında, İngilizlerin Anadolu'ya geçmek isteyen Padişahı, İstanbul u Yunanlılara terk etmekle tehdit ederek engellediklerini anlatmıştır.(7) Daha sonraları Hariciye Vekili Yusuf Kamil Bey'le yaptığı bir konuşmasında Vahdeddin, kendisinin Anadolu’ya geçmesi durumunda bütün tazyikin merkeze yöneleceğinden endişe ettiğini belirtmişti.(8)

Hanedandan şehzade Ömer Faruk'un Anadolu'ya geçme isteğine ise çeşitli gerekçeler öne sürerek M. Kemal olumlu cevap vermemişti.(9) M. Kemal O'nun bir emrivaki ile Padişah olmak istediğinden endişeleniyordu.(10)

M. Kemal Paşa'mn siyaseti, Milli Mücadeleye kimseyi ortak etmemek yönündeydi. Bu nedenle hem İttihatçıların lideri Enver Paşa'mn hem de Hanedandan Ömer Faruk Efendi'nin Anadolu'ya girmelerine sıcak bakmamıştır. Çünkü her iki isim de M. Kemal Paşa ile liderlik yanşma girebilecek ye¬tenek ve karizmaya sahipti...

M. Kemal'in Anadolu'ya çıkmasından sonra Erzurum ve Sivas'ta kongreler yapılmıştır. Erzurum Kongresi sürecinde Karabekir'in desteğiyle M. Kemal Paşa'nın liderliği pekişmiştir. Erzurum Kongresi özetle, milli kuvvetlere dayanarak vatan ve milli bütünlüğün ve bu arada Saltanat İle Hilafetin korunacağını belirtmiş ve dağıtılan Mebusan Meclisi'nin toplanması gerektiğini karar altına almıştır. Erzurum Kongresi beyannamesi çok az değişikliklerle Sivas Kongresi tarafından kabul edildikten bir süre sonra İstanbul Mebusan Meclisi'nde de Misak-ı Milli olarak onaylanmıştır...(11)

Söz konusu iki kongrenin beyannamelerinde "irade-i mil- liye"nin yam sıra "Saltanat ve Hilafete bağlılık" da vurgulanmaktadır. Saltanat ve Hilafetin kurtarılması için "kuvva-yı milliye'nin amil ve irade-i milliye'nin hâkim olmasının gerektiği" ifade edilmiştir. Misak-ı Milli'de açıkça irade-i milliye'den bahsedilmemekle birlikte milletlerin söz hakkı (ârâ- yı amme) vurgulanmaktadır... Bir çeşit dengeleme politikası güdülmektedir; çünkü halk ve ordu Hilafetin kurtanlmasma büyük önem veriyordu. M. Kemal'in de belirttiği gibi millet ve ordu, "kendinden evvel makam-ı mualla-yı Hilafet ve Saltanatın halas ve masuniyetini düşünüyor...".(12)

İrade-i Milliye'nin hâkimiyeti ile Saltanat ve Hilafete bağ¬lılık sloganlarının yan yana kullanıldığı bu söylem Milli Mü¬cadele boyunca kullanılmış, Hilafet'in ilgasından sonra sadece İrade-i Milliye'den söz edilir olmuştur...

Kaynaklar;

(1)-Mareşal Fevzi Çakmak’ın Anıları,Tercüman Gazetesi,10 Nisan 1976’dan nakleden:H.H.Ceylan,age,syf;25-26

(2)-Bu konuda çok kaynak vardır ve bu konu artık iyice açığa çıkmıştır.Dolayısıyla bedahet olan yerde delalete gerek yoktur.Ancak yine de şu kaynaklara bakılabilir;H.Hüsryin Ceylan,Büyük Oyun,1.cilt,syf;17-45 – Kadir Mısıroğlu,Sarıklı Mücahidler,syf;56-59 – Abdurrahman Dilipak,Cumhuriyete Giden Yol,syf;141-166 –

(3)- Ali Satan,İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye:1921

(4)-Hamza Eroğlu,Türk İnkılap Tarihi,syf;11-112;Refik Turan,Mustafa Safran,Muhammed Şahin,Semih Yalçın – Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,syf;110

(5)-Vahdettin Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor;(Hzırlayan,Osman Öndeş) syf;212

(6)-İlhan Bardakçı,Vahdettinden M.Kemal’e Bitmeyen Tartışma ve Gizli Gerçekler,syf;59-75

(7)-Hakan Albayrak,Vahdettin Hain Olmazsa,Cumhuriyet Payidar Olamaz!,Yeni Şafak,1196

(8)-Atatürkün Milli Dış Politikası,syf;406-411

(9)-Tanin,7.11.1923

(10)-TBMM,GCZ,1.2,D.2,C.2,SYF;526

(11)-Zekai Güner,Orhan Kabataş,MilliMücadele Dönemi Beyannemeleri ve Basını,syf;81-85-201

(12)-Atatürk,a.g.e,syf;7

Cemal Fedayi
Devamını Oku »

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Gruplar arasında gerçekleşen önemli görüş farklılıklarından bir diğeri de İstiklâl Mahkemeleri konusunda açığa çıkar. İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920’de, “Firariler Hakkında Kanun"la, gittikçe büyüyen asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kurulur. Asker kaçakları o günlerin en önemli sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında her sekiz firariden birisi idam edilerek cephelerin çökmesi önlenmiştir. Buna rağmen firarilerin sayısı gittikçe artar ve 300.000’i bulur. Meclis bu sorunu çözmek için ilk planda 8 ayrı İstiklâl Mahkemesinin kurulmasına karar verir. Bu mahkemeler sadece asker firarilerini yargılamakla ilgilenmeyecek, aynı zamanda hırsızlık, şekavet, gasp gibi can ve mal güvenliği ve kamu düzenini ilgilendiren suçlara da bakacaklardır. İstiklâl Mahkemeleri son derece geniş yetkilerle donatılırlar. Bunun önemli bir göstergesi olarak hâlen TBMM arşivinde saklanmakta olan “İstiklâl Mahkemesi mücadelesinde sadece Allah'tan korkar” levhası oldukça önemlidi» Bu levha Ankara İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin arkasında yıllarca asılı durmuştur.

11 Eylül 1920’de kurulan İstiklâl Mahkemeleri görevlerine 17 Şubat 1921 Ve kadar devam ederler. Fakat, İnönü Savaşları sırasında İstiklâl Mahkemelerine tekrar ihtiyaç hissedilir. 24 Temmuz 1921’de Konya, Kastamonu, Samsun ve Yozgat’ta yeni İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin zamanla görev alanını genişletmek istenir. Ancak, İkinci Grup, meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanış biçimi konusundaki hassasiyeti dahilinde, İstiklal Mahkemeleri’nin görev alanının genişletilmesi ve yeni istiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davranır.

Konuyla ilgili olarak Birinci Gruba sert eleştiriler yöneltir 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığa getirilmesi üzerine, istiklâl Mahkemeleri doğrudan Başkumandan olan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanır, ikinci Grup bunu “Hakimiyet-i Milliye” açısından büyük bir problem olarak görür. 14 Ocak 1922 tarihli gizli oturumda Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, geniş yetkilerle donatılan bu mahkemelere karşı çıkarak, hukukun üstünlüğünü ön plana taşıyan bir konuşma yapar.

Konuşmasında şunları söyler: “Olağanüstü önlem almak için İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Fakat, bir zaman oldu ki, hükümet bütün icraatı İstiklâl Mahkemelerine verir bir şekilde, bize bir kanun kabul ettirdi. Artık İstiklâl Mahkemelerinin el uzatmadığı, el koymadığı şey kalmadı ve bütün hükümetin icraatını eline aldı ve Meclis adına hükümler verdi. Efendiler, siz memleketi kurtarmak istiyorsanız, siz mahkemeleri yaşatmak istiyorsanız, işte burada 350 mahkememiz var. Onun kudretini artırın, onun kudreti olmazsa dört mahkeme, beş mahkeme, devletin bütün teşkilatını yürütemez. İhtilâlin de hukuku var. Fakat böyle kendi oyuyla hüküm sürecek maddî ve manevî suç, zarar takdiriyle hüküm sürecek bir kuruluş dünyada mevcut değildir. Bu, dünyanın adaletine sığacak şeylerden değildir. Asker kaçakları için gerekli ise, yalnız onunla sınırlayalım. Böyle maddî, manevî zarar takdirine yetkili; genel cümlelerle, sınırsız yorum ve ters düz etmeye müsait cümlelerle verilen yetkiyle ve kendi oyuyla her şeyi hüküm altına almak, her şeye hüküm vermek yetkisini artık ortadan kaldırmak, üzerimize farzdır”.

İkinci Grup üyelerinden Sinop mebusu Hakkı Hami (Ulukan) Bey de konuyla ilgili olarak görüşlerini dile getirir:

“Memlekette vâzıı kanun (kanun koyucu) çoğaldıkça memleket felakete, izmihlale gider. Bugün Meclis-i Âlîniz kanun vazeder ve haddi zatında vazıı kanun selahiyyetine haizdir. Kendisini Meclisi Âlînin fevkinde görenler Meclisin vücudunu inkâr etmiş olurlar. Bunlar hain-i vatandır. Hareketleri Meclise taarruzdur... Bunların önüne geçmek lâzımdır.

Yoksa Efendiler! Emin olunuz İstiklal Mahkemeleriyle, Hıyanet Kanunuyla, adam asmakla biz gayemize vasıl olacaksak emin olunuz ki bu, hayaldir... Efendiler, bendeniz eminim ve katiyen kaniim ki bugün pek masum olarak asılan vardır.,, Efendileri Meclisi Aliniz her şeye kadirdir. Düşmanla harp eder, memleketle para bulur, asker bulur Fakat Meclisi Âlîniz bir tek nefere hayat vermez. Yaptığımız nedir? Arzu ettiğimiz şey nedir? Onun için Efendiler; hayat çok yüksektir... Köyleri baykuş yuvası yapmak için mi yoksa mesut ve müreffeh bir devre açmak için mi çalışıyoruz? istiklâl Mahkemelerine de ve hiçbir kimseye de adam asmak selahiyyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk değildir, hayat çok yüksektir”

Hakkı Hami Bey’in de konuşmasında değindiği üzere, İkinci Grubun temsilcisi sıfatıyla bilhassa Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri’ne başından beri karşı olduğunu, Meclise bile verilmeyen “kişisel görüşe dayanarak adam asma yetkisini”, Meclisin bu mahkemelere vermesinin kendisini hayrete düşürdüğünü söyler.

Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri hakkındaki eleştirilerini şöyle sürdürür: “Efendim, birinci günden beri İstiklâl Mahkemelerinin aleyhindeyim. Bir kere TBMM’ne Allah'ın vermediği salahiyeti kendisi başkasına verdiğine hayretteyim... Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi idare ediliyor? Efendiler, her kazada bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır. Memleketin bir tarafında kanaati vicdaniyesiyle üç adamı idam eder, diğer tarafında hayatını idame eder. Ne güzel müsavat, ne güzel adalet (!)...

Şimdi Efendiler; bendeniz kanaatime göre bu suretle kendi hukuku adlimizin olmadığını iddia etmektir. Bu millet umüri adliyesi için iki buçuk milyon lira sarf ediyor. Mekteplere para veriyor. Mektepte okutuyor ve yetiştiriyor. Mebus olmakla her türlü evsafı aliyesi, her türlü ilmi iktisap mı eder, rica ederim. Lâlettayin üç kişiye “kanaati zatiyenizle siz hükmü verin” deyip salâhiyyet vermek, ilmi inkâr etmek milletin hukukunu tepelemek demektir. İhtilâlin de bir hukuku vardır. Her milletin her zaman bir hukuku vardır. Hüner isyan ettirmemektir... Kanun hakim olmalı. Şahısların hakimiyeti payidar olamaz... Samsun ve havalisinde 30-40 mahkememiz vardır. Bu mahkemeler ilimle mücehhezdir. Bu mahkemeler hakim hakkına bihakkın haizdir ve bu meslekte çalışan adamlardır. Bu vazifeyi meslek edinmişlerdir. Herhangi bir şahıs sanat yapamazsa, mahkemeyi de yapamaz. Bu daha incedir, daha dakiktir, daha mantıkîdir... Elinizde bir kanun vardır. Bunu seyyanen tatbikle mükellefsiniz. İçinizde hususi emel taşıyan, hükümetimizi yıkmak isteyen bu gibi kimselere kanunu cezamız gayet vasi cezalar tayin etmiştir. Bunları ehline tevdi ile mütehassisini adaletle muvafık bir şekilde tatbikata muvaffak olursanız, hükümet manası çıkar.- Yoksa onlara karşı muamele yaparsak hükümet sisteminden ayrılmış oluruz ki, millet onu bizden istemez . Millet hükümetten adalet ister. O zaman meşru vekil olduğumuzu ispat ederiz…«

Artık memlekette İstiklal Mahkemelerinin vazifelerine hitam verilmelidir, Memlekette kanunu hakim kılmalıyız.

İstiklal Mahkemeleri savcılarına, mahkemelerin kararlarına itiraz hakkını sınırlayan ve sadece cezalandırılan suçun mahkemelerin görev alanına girip girmediği konusunda itiraz hakkı veren kanun maddesi de önemli tartışmalara yol açar. Kararlara sadece bu açıdan itiraz edilebileceğinin açıklanması üzerine Hüseyin Avni Bey karşı çıkarak şunları der: *Efendiler, İstiklâl Mahkemesi deyince onu memleketin içinde bir cellat mı yapmak istiyoruz. Bir mahkeme kuruyoruz ve biz bir devletiz. Biz adalet dağıtmak için mahkeme kuruyoruz, yoksa engizisyon zulmü yapmak için heyetler göndermeyeceğiz. Onlar yanılmaz insan değildir. Onun içindir ki, savcıların şikayet hakları, hiçbir zaman dünyanın hiçbir yerinde iptal edilemez, savcıların gördükleri her türlü haksızlıklar için itiraz kapıları açıktır.

Onlar için itiraz kapılarının kapanması imkânı yoktur, istiklâl Mahkemeleri şiddet gösterecek engizisyon mahkemeleri değildir. Biz bu mahkemeleri işlerinin hızlı ve daha güvenle sonuçlandırılabilmesi için kuruyoruz. Dolayısıyla, savcılar itiraz mercii olan Büyük Millet Meclisine karşı; yani o güç ve yetkiye sahip olan makama karşı “mahkeme şu noktadan adaleti uygulayamamıştır. Şu kanunun ruhunu uygun şekilde hüküm vermediler ve benim iddiam şu oldu” diye bize bildirilmesin mi? Yoksa İstiklâl Mahkemelerimin yanılmaz olduğunu mu kabul ediyorsunuz. Savcılar kanun dairesinde milletin hürriyet hakkını, yaşama hakkını koruyacaktı. Kendilerine güvenebilmek için kanun gücümüzün korunmasına memur olan savcılarımıza şikayet hakkı verilmelidir. Onlar gördüklerini söylemelidirler. Sonra bunun manasına hükümet denmez, iyi düşünüyor musunuz, efendiler! ''

Tüm bunların sonucunda İstiklâl Mahkemeleri’ni Meclis’in denetimi altına alan “İstiklâl Mehakimi Kanunu”nun kabul edildiği 31 Temmuz 1922’den sonra, Heyet-i Vekile’nin çeşitli girişimlerine rağmen, muhalefetin başarılı engellemeleri sayesinde sadece Elcezir’de, o da görevi sadece asker kaçaklarını cezalandırmakla sınırlandırılan, bir istiklâl Mahkemesi kurulabilir.
Devamını Oku »

Birinci Meclis ve Mustafa Kemal Paşa

birinci-meclis

İstilacı Batı devletlerinin askerlerine karşı milli direnişi kumanda eden birkaç Osmanlı paşası vardı. İstilâcılara karşı direnişi organize etmek ve yönlendirmek normal şartlarda bunların yapacağı bir işti. Ancak gelişmeler bir başka mecrada gerçekleşir. Devreye Mustafa Kemal Paşa girer. Mustafa Kemal Paşa, örgütleme yeteneğinin üstünlüğünden, Padişah» kişisel güvenini kazanarak padişahlık makamının desteğini almış olmasından ve biraz da yeraltmdaki İttihat ve Terakki kalıntılarının gizlice verdiği destek nedeniyle mevcut direniş ağı üzerinde hakimiyet kurmayı başarır. O, üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin liderlerine son derece yakın birisi olmasına rağmen, hakim hizbin dışında kalır.»

Enver Paşa ile olan örtülü çekişmeleri onu böylesi bir duruma iter ve bu nedenle de savaşın büyük bir bölümünü cephelerde geçirir. Cephe­lerde olduğu zamanlarda bazı siyasî ve ideolojik gayelere sahip olduğu ve bunları gerçekleştirmenin arzusunu yoğun olarak yaşadığı bilinmek­tedir. Fakat komutanlar arasındaki anlayış larkları ve kişisel rekabet Milli Mücadelenin sona ermesine kadar dondurulur. Büyük Millet Meclisi’ne açıkça yansıdığı üzere “tam bağımsızlık" bütün milletvekillerinin ve ulusal direnişi Örgütleyen paşaların yegâne gayesi olur. İlk zamanlar değilse bile, yine bu dönemde yoğun şekilde gündeme gelen ‘ Halk ege­menliği” düşüncesi, Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup mensuplarının ko­nuşmalarında dile getirildiği üzere, savaş sonrası için vazgeçilmez bir esas olarak ön plana çıkar.

Ayrıca, yine bu dönemde, Mustafa Kemal Pa­şa, gizli görüşmelerde ve yakın arkadaşlarıyla konuşmalarında halk ege­menliğine dayanan bir yönetim tarzından bahsetmesine karşılık, açıktan konuşmalarında tam tersi bir tutum sergileyip, padişahı ve padişahı kur­tarmayı birinci düzeyde öneme sahip bir gaye olarak dile getirir. Örne­ğin; 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde saltanat ve hilafetin geleceğiyle ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadı­ğını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır... Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra meclisimizin dü­zenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır’?.

Hatta öyle ki, Padişahın, milletvekillerini “âsiler” diye suçlamasına rağmen, padişaha bağlılık ve saygıyı terk etmez. “Esaret altında bulun­masa, Padişah vatanın istiklâli için çalışanlara âsi demez. Zatı şahaneleri­nin ağzından işitsem mutlaka bunun icbar ve tazyik altında bulunduğuna hükmederim” diyerek Padişahın durumunu mazur görür. TBMM’nin 20 Temmuz 1923 tarihli oturumundaki konuşmasında ise şunları söy­ler; “Meclis-i âlinizin ilk içtimâ günlerinde kabul ettiği bir esâs vardır ki o esas ananât-ı milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulun­durur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o olmasa tevfiki harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vasıl olacağımıza şüphe yoktur.

Fakat, Mustafa Kemal Paşa, savaşın galibiyetle sonuçlanması üzerine saltanat taraftarı sözlerine son verir ve tamamıyla saltanat karşıtı bir tutu­ma sahip olur. Sıklıkla “halkçılık”ı gündeme getirir. Bu konuda örnek olması açısından saltanatın kaldırılmasına dair görüşmelerin yapıldığı oturumdaki konuşması önemlidir. Meclis kürsüsünden şunları söyler:

Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabı­dır diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuv­vetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin ha­kimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil al­mış bulunuyor. Bu bir emri vakidir. Mevzu’i bahis olan; millete saltana­tını, hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? meselesi değil­dir. Mesele zaten emr’i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, be- hemahal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi ta­bii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü da­iresinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir”.

Kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal’in bu  tutumu oldukça dikkat çekicidir. Bu tutumu nedeniyle çevresindeki bazı kimselerin eleş­tirilerine uğrar ve gündeme gelen eleştiriler üzerine tutumunun nede­nini bizzat kendisi şöyle açıklar: “İkinci Büyük Millet Meclisi’nin intihabı sırasında neşir ve ilân ettiğimiz program, fırkamızın teşekkülüne esas ol­muştur. Programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Mese­lâ Cumhuriyetin ilânı, Hilâfetin kaldırılması, Şer’iye Vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi... Fakat bu me­seleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün mil­leti zehirlemelerini uygun bulmadım”. Saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malûmu olduğu veçhile, bir intikal dev­resi yaşadık. Bu devrede, iki fikir ve içtihat, bir biriyle mütemadiyen müca­dele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftar­ları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitam vererek idare-i cumhuri­yet tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, sarih söylemekte mahzur görüyorduk... İdare-i devleti cumhuriyetten bahsetmeksizin, haki-miyeti milliye esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekil- de temerküz ettirmeye çalışıyorduk”.

Konuyla ilgili olarak, Birinci Meclis’in milletvekillerinden ve Birinci Grubun önde gelen üyelerinden Yunus Nadi’nin ilginç sayılabilecek açıklaması şöyledir: “Bir nokta üzerinde biraz tevakkuf etmek ihtiyacını duyuyorum. O da o zaman İstanbul’da Padişah ve Halife olan zâtın  aleyhine İngilizlerle birleştiği ve onlar ne derlerse yaptığı halde, Ankaranın bunları bilmezden gelerek hep padişah ve halifeyi düşmanın elinde esir say' mak yolundaki hattı harekettir... Ankara “Padişah ve halife dahi esirdi*

Makamı hilafet ve saltanatın tahlisi lazımdır, nakaratını tutturmuş gidiyordu. Hakikatte Ankara böyle yaparken İşleri en doğru safhalarında görmûyor değildi. Ankara'nın bu hattı hareketi, Türkiyeyi Mahvetmeği istihdaf eden bir İngiliz planını akim bırakmak için ihtiyar edilmiş gayet etki âkilane bir siyaset idi ”.

Yunus Nadi'nin “İngiliz planı' dediği şey, İstanbul ile Ankarayı bir­birine düşürmek suretiyle iç savaş çıkarma planıydı. Dolayısıyla, Yunus Nadi'nin açıklamasına göre, Mustafa Kemal, İstanbul'daki Padişahı des­tekleyerek böylesi bir iç savaşın oluşmasına imkân sağlamamış olur" Ancak ne var ki. Yunus Nadi'nin bu yorumu büyıık oranda sadece ken­disine ait kalmış ve başta Mustafa Kemal olmak üzere hiç kimse böyle­si bir yorumu destekleyecek açıklamada bulunmamıştır. Toktamış Ateş ise söz konusu “ikili” tutumun Mustafa Kemal’in bütün hayatı boyunca sıklıkla görülen örneklerine dikkatleri çekerek şöylesi bir yorum yapma ihtiyacı hisseder: “Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik zamanlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuş-tur6. Diğer bazı araştırmacı ve yazarların ise konuyu “milli sır” anla­yışı içerisinde değerlendirdikleri görülüyor88. Konu hakkında Suna Kili’nin kanaati şudur; “Atatürk Devriminin ulusal bağımsızlık savaşımı yıl­larında özelikle cumhuriyetin ilan edilişine kadar “kurtuluş”, “bağımsız­lık”, “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” kavramları yanında “Yüce Padi­şahlık” ve “Yüce Halifeliksin kurtarılması da özellikle ve özen gösterilerek sürekli yinelenmiştir. Bu, hem henüz tartışmasız bir yeni otorite kuramamanın, hem de ilk başta çok yönlü bir savaşıma girmenin devrim için ya­rarlı olmayacağı düşüncesinin doğal sonucudur. Çünkü o aşamada ülkenin düşmandan, işgalcilerden kurtarılması ve bağımsızlık toplumun her kesimi­nin paylaştığı bir eyleme geçme nedeni, aynı zamanda birlik sağlama öğe­sidir. Fakat “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” birer amaç olmalarına kar­şın henüz toplumun büyük çoğunluğunca bilinen, özlenen, gerçekleştirilme­si için savaşım verilmesi gereken kavramlar değildir. “Yüce Padişahlık”, “Yüce Halifelik”, birlik sağlamada çok daha etkin öğelerdir. Fakat bu öğe­ler bir amaç olarak değil, birlik ve devrim için bir araç olarak kullanılmış­tır. Ancak bütün bu açıklamalara ve yorumlara karşın, Mustafa Ke­mal’in “lslamcı-monarşik devlet anlayışından0 yana görünerek asıl dü­şüncelerini “milli sır” olarak saklamasına karşılık, onun tarafından mil­li sır” olarak saklanan düşüncelerin İkinci Grup mensuplarınca olanca açıklığıyla tekrar tekrar dile getirilmesini ve daha da önemlisi Birinci Grubun bu düşüncelere karşı ‘zorlu bir siyasi mücadele’ verilmesini izah etmek oldukça zor görünüyor.

 
Devamını Oku »

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

tiyatro


Esasen Türk Tiyatrosu diye birşey yok. Bizde tiyatro yok. Yapılanlar ve yazılanlar Batı'nın birer taklidi. Roman olmadığı gibi, tiyatro da yok bizde.

Batı'da tiyatro kiliseden çıkmıştır. Kiliseden, yani hıristiyanlıktan. Papazlar câhil halka İsa'yı, doğumunu anlatabilmek için bazı vâsıtalara, gösteri vâsıtalarına baş vurmuşlar. Oradan çıkmış. Yerini, zamanla, bütün diğer sahalarda olduğu gibi drama bırakmış. Yani tezatlara.

Bizde tiyatronun ne dinde yeri var ne örfte, âdette. Orta oyunu ise bir eğlence vâsıtasıdır. Makbul görülmemiş oyuncular, hâlâ da öyle. Kızımı bir tiyatrocu istese vermem şahsen. Hakîr görmek değil bu benimki. İnsan olarak ancak nazarımda bir değeri vardır; ama o kadar.

Tiyatro ve tiyatroculuk, Avrupalılaşmış zümrenin tutkusu. Kendi rezaletlerini, fuhşiyâtını ve zinalarını görüyorlar, seyrediyorlar. Halk pek îtibar etmemiştir.

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

 

Cemil Meriç ile Sohbetler - Halil Açıkgöz
Devamını Oku »

Ahmet Mithat Efendi ve İslam'ın Müdafaası


Edebiyatımızın Dini Eserleri(1)

Ahmet Mithat Efendi ve İslam'ın MüdafaasıMerhum Cemil Meriç bir ziyaretimiz esnasında Ahmet Mithat Efendi'den takdirkar sözlerle bahsetmiş; az bilinen, ihmal edilen bir yönüne dikkat çekmişti.. Ahmet Mithat Efendi büyük romancıydı, güçlü bir gazeteciydi. Bu sahadaki hizmetleri basın tarihinde layık olduğu yeri çoktan almıştı. Çok yönlü bir kalem ustasıydı. Tecessüsünü tatmin için kalem oynatmadığı saha hemen hemen yoktu.

Cemil Meriç'e göre "Hace-i Evvel"in ihmal edilen, unutturulan yönlerinden biri de İslâm'ın müdafaası sadedinde yazdığı dini eserleriydi.

Doğu'nun vakarlı, ağırbaşlı ve kendinden emin sözcüsü olarak kabul edilen Ahmed MithatEfendi'nin bu sahada yazdığı eserleri, yaptığı çalışmaları üç kategoride toplamak mümkündür:

a) Yazarımız yekûnu bir hayli kabarık olan hacimli romanlarında şu veya bu vesileyle İslâmî hayatın güzelliklerinden mesajlar sunmuş, kahramanlarını örnek müslümanlardan, nümune Osmanlılardan seçmiştir. Ahmet Metin ve Şirzat, Felatun Beyle Rakım Efendi bunların başında gelmektedir.

b)Mehmet Akif'in Sebilü'r-Reşad'da yayınlanan bir makalesinden öğrendiğimize göre,Manastırlı İsmail Hakkı, "Risale-i Hamidiye"yi Ahmet Mithat Efendi'nin ısrarlı teşvikiyle tercüme eder. Böylece Hüseyin el-Cisri'nin İslâm dünyasında çok tutulan değerli eseri gün yüzüne çıkar. Adı geçen makalede Akif, Mithat Efendi'nin vefatını şu satırlarla dile getirir:

"Yaşın yetmiş beşi bulmuş, vücudun alabildiğine yıpranmış iken milletin salahı için yirmi beşlik delikanlılardan ziyade çalışıyordun. Nihayet gittin, Darü'ş-Şafaka'da öksüzlerin kucağında can verdin. Bezı ettiğin mesai Allah indinde ne derecelerde meşkul imiş ki, böyle evliyaullaha bile nadir nasib olur bir hatime ile huzur-u Rabbü'l-alemine gittin!"

İslâmi ilimler ansiklopedisi olan Taşköprülüzade'nin "Mevzuatü'l-Ulum" isimli eseri yine"Ahmet Mithat Efendi"nin olağanüstü çabalarıyla, İkdamcı Ahmet Cevdet'le yaptığı teşvik edici yazışmalardan sonra yayınlanır. Yazarımız bu konuda o kadar ileri gider ki eserin ortaya çıkması için söylenmedik söz bırakmaz, günlerce dil döker, tahrik eder, teşvikte bulunur. Önce gazetede tefrika edilsin, sonra kitap halinde çıksın, der. Bunun ancak abone şeklinde mümkün olacağını söyleyen İkdamcı Cevdet'e şu cevabı verir:

"Abone meselesine gelince, istediğiniz 200 aboneden yalnız 50'sini ben deruhte ederim. Bundan başka Mevzuatü'l-Ulum'dan müntesip olabildiğim fenlere ait parçaların tashihine dahi elimden geldiği kadar hizmet eylerim.1 Şurası bilinmelidir ki bu çok önemli kitabın bastırılması Abdülhamit Han hazretlerinin şerefli devirlerini süsleyecektir. Hadi Cevdet'im göreyim seni! Sen de böyle mühim bir işe delalet et de şerefli bir aferin almaya hak kazan!"

Ahmet Mithat Efendi'nin teşvikiyle, tahrikiyle yazılan, basılan İslâmi eserlerin, tarihi ve edebi kitapların isimlerini sıralamaya makalemizin hacmi müsait değildir. Biz burada sadece onun bu özelliğine kısaca temas etmek ve iki örnek vermek istedik. Aslında bu konu araştırılması gereken bir sahadır.

Şimdi gelelim yazarımızın doğrudan İslâm'ın savunmasıyla ilgili olarak yazdığı eserlere... Üçüncü kategoriyi teşkil eden ve esas üzerinde durmak istediğimiz, Ahmet Mithat Efendi'nin bu dini eserleridir. İslâmi Hristiyan misyonerlerine, garazkar Batılı yazarlara karşı savunmak, suçlamaları cevaplandırmak amacıyla yazdığı belli başlı eserler şunlardır:

Müdafaa, İstibşar, Beşa'ir, Nizaı İlmü Din.

MÜDAFAA: Üç ciltlik bu eser misyonerlere reddiye mahiyetinde yazılmıştır. Kitabın hemen başında şu cümle yer almaktadır: "Ehl-i İslami Nasraniyete davet edenlere karşı kaleme alınmıştır."

Yazarın anlattığına göre o yıllarda vapurlarda, gezinte yerlerinde açıkça bilhassa Osmanlı kadınlarına Hristiyanlık propagandası yapılmaktadır. Bu yüzden Müslüman halkın Hristiyanlık karşısındaki tavırlarının daha net olarak belirmesi için hem Hristiyanlığı hem de Müslümanları iyi tanıması gerekir. İşte Müdafaalar bu maksatla kaleme alınmıştır. Eser bir ciltte tamamlanmışken kitabın bazı reaksiyonlara sebep olması, devamını ve cevapları gerektirmiştir. Bu reaksiyonlar Rumca ve diğer dillerde, hatta Rum harfleri ile Türkçe neşredilen matbuatta görülmüştür. Bu"Hareket-i biedebaneler"e cevap vermeye lüzum görmemiştir. Ancak Bible Haus adıyla İstanbul'da bir şubesi bulunan Amerikan misyonerler cemiyetinin başkanı Dvight'ın cevabını ciddi ve adaba uygun olması sebebiyle sükutla geçiştirememiştir. Hatta Dvight'in yazdıklarını"Hürriyet-i efkara en ziyade riayet ve hürmet gayretinde bulunmaklığı" sebebiyle önce Tercüman-ı Hakikat'te, sonra da kendi cevabıyla birlikte Müdafaa'nın ikinci cildinde neşreder. Bu ikinci kitabın adı Müdafaa'ya Mukabele ve Mukabeleye Müdafaa adını taşımaktadır. Nihayet bir üçüncü cilt neşrederek bunda da Chateaubriadn'ın Hristıyanlık hakkındaki iddialarını redde çalışır.2

İSTİBŞAR: Amerika'da İslâmı yaymak amacıyla yapılan çalışmaları anlatan bir kitaptır. Tek ciltten ibarettir. Konusu itibariyle oldukça ilginçtir.

BEŞAİR veya BEŞAİR-İ SIDK-I MUHAMMEDİYE: Peygamberimizin nübüvvetini anlatan bir eserdir. Bu konuda İncil'de geçen bazı işaretler ele alınarak incelenmiştir. İstanbul'daki katolik bir ilahiyatçı tanıdığının İncil'de mevcut olduğu bilinen Resûl-ü Ekrem'in geleceğine dair işaretlerden bahsetmesini istemesi sonucu yazılmıştır.

NİZA-I İLMÜ DİN: Avrupa'nın bir takım menfi cereyanlarına kendini kaptıran gençlere İslâm'ın büyüklüğünü göstermek, İslâm'ı gerçek anlamıyla tanıtmak amacıyla yazılmıştır. W. J. Draperadında Amerikalı bir ilim adamının 1875'de yazdığı ve daha sonra Fransızcaya çevrilen eseri Ahmet Mithat Efendi'nin eline geçer. Aslında katoliklerin ilmi ve diğer hususlardaki taassuplarını ele alarak hücum eden bu eserde yer yer Müslümanlar hakkında da ithamlar vardır. Ahmet Mithat Efendi Katoliklere hücum edilmesini haklı bulur. Zira on yıl kadar önce kendisi de Müdafaa isimli üç cilt eserinde Hristiyanlığın ilme, medeniyete, ahlaka aykırı taraflarını hücum maksadıyla değil, Hristiyanlık propagandalarına karşı İslâm'ı müdafaa etmek için belirtmişti. Lakin İslâm'ın ilme karşı olması iddiasını kabul edemezdi.

Ahmet Mithat Efendi, Draper'in kitabının tercümesi ile kendi geniş mülahazalarını dipnotları halinde ihtiva eden iki bin sahifelik dört cilt halinde Niza-ı İlm ü Din'i yayınlar. "İslâm ve Ulûm" adı altında İslâm'a göre ilim konusunu işler. İthamlara, cevap verir. 3

Yazarımızın Şeyhülislâm Musa Kazım efendiyle birlikte bir tefsir hazırladığı, ancak basılamadığı da oğlu Kamil Bey tarafından belirtilmektedir.

Dipnotlar: 1. Yazarımızın burada kitapçılık sahasında eskilerin gösterdiği bir titizliğe işaret ediyor ve adı geçen kitaptan ancak kendi sahasıyla ilgili olan bölümleri tashih edebileceğini belirtiyor. Günümüzde ulu orta kitap tashih edenlere, daha doğrusu tahrif edenlere ithaf olunur. 2. Batı Medineyi Karşısında Ahmet Mithat Efendi, Doç. Dr. Orhan Okay. 1974-Ankara.
3. a.g.e.

 

Dursun Gürlek
1991 - Temmuz, Sayı: 065, Sayfa: 041
Devamını Oku »

Atatürk Demokratmıydı?

Atatürk demokrat mıydı?

Soruyu tersten sorarsanız gerçeğe daha çabuk ulaşırsınız: "Atatürk diktatör müydü?" şeklinde bir ahmak tartışmasına gireceğinize, "Atatürk demokrat mıydı?" diye sorunuz.
Hayır, değildi.

Bunun "iyi" ya da "kötü" olarak yorumlanması, adı üstünde, yoruma kalmış bir meseledir. "O devirde başka çare yoktu" gibi gerekçeler yalnızca yorumdur.

Atatürk bir askerdi. Bir askerin demokrat olması, eğitimine, yetişme tarzına, mesleğine aykırıdır.
Atatürk demokrat değildi. Muhalefetin hiçbir şekline izin vermemiştir. Hiçbir "çıkıntılığa" tahammül etmemişir.

Yalnız padişahçılara değil, "onun tek adam yönetimine karşı çıkan" kendi cumhuriyetçi arkadaşlarına bile hoşgörüyle bakmamış, hem onları tasfiye etmiş, hem de örneğin Büyük Nutuk'ta hakaretler yağdırmıştır.

Peki ya Türkiye Büyük Millet Meclisi?... diyeceksiniz.

Tek partinin emrine verilmiş, mebuslar Atatürk tarafından "saptanmış" ve aday gösterilmiştir. Tek parti yönetiminde "aday" göstermek bile başlıbaşına gülünçtür. Seçim bir formalitedir. Meclis, karar alıcı değil "onaylayıcı" bir kurumdur. Hiçkimse "bu şekilde halkı yavaş yavaş eğitti" demesin, ülkemizde 1908 yılından beri hem de çok partili seçimler yapılmaktaydı. 1930 meclisi, 1908 meclisinin "geriye gitmiş" versiyonudur.

Bütün bunlar "halk iradesi" diye pazarlanmış ve tek adam iradesi, büyük önderin halk nezdindeki muazzam prestijine dayanılarak dayatılmıştır.

Peki ya Serbest Fırka?... diyeceksiniz.

Ancak Atatürk istediği ve uygun gördüğü zaman "emirle" kurulmuş, kendi kendini kapatmasına göz yumulmuş, daha doğrusu kendi kendini feshetmeye teşvik edilmiştir.

Peki ya devrimler?... diyeceksiniz.

Zamana yayılarak, sırayla ve keyfe keder yapılmıştır.

Niçin alfabe değişimi 1928 yılında olmuştur da 1924 yılında olmamıştır? Niçin soyadı kanunu için 1934 yılı beklenmiştir de bu iş daha cumhuriyetin başında bitirilmemişir? Niçin kadınlara seçme ve seçilme hakkı için önce belediye seçimleri, sonra, dört yıl sonra genel seçimler gibi adım adım, "alıştıra alıştıra" bir yol izlenmiştir?

Bu devrimler için, bırakın halkı, Atatürk'ün kendi yakın çevresinden bile hiçbir zaman hiçbir öneri, hiçbir "inisiyatif", hiçbir karar ya da eleştiri gelmemiş, her şey Gazi Paşa istediği zaman, onun istediği şekilde ve ölçüde olup bitmiştir.

Atatürk dönemi, Şevket Süreyya'nın da deyimiyle, bir "tek adam" devridir.

Tek adam yönetimleri, büyük başarılara olduğu kadar vahim yanlışlara da yol açabilirler.
Örneğin, herkesi bir çırpıda Çağatayca konuşmaya zorlayan "dil devrimi"... Çok kısa sürede, Atatürk'ün bizzat kendisine bile "yanlış yaptık" dedirten büyük falso...

Bütün bunlar iyi midir, kötü mü? Biz karışmayız, kararı kendiniz vereceksiniz.
Fakat bu durumda, "Atatürk'ün ruhunda diktatörlük yoktu" diye yazılar yazanlara biz güleriz ama ağzımızla değil.

Engin Ardıç - Sabah
Devamını Oku »

Kemalizm, Pragmatik Hatta Makyavelist Bir İdeolojidir.

Kemalizm, pragmatik hatta Makyavelist bir ideolojidir.Ülke TV’de Ersoy Dede’nin hazırlayıp sunduğu Bıçak Sırtı programında bu hafta “10 Kasım ve Kemalizm” tartışıldı. Programa Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı Kenan Alpay, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Hilal Kaplan ve yazar Sinan Meydan katıldı. Programda Kenan Alpay özetle şunları söyledi:

Emperyalizmin Çocuğu Kim?

“Kemalizm, pragmatik hatta Makyavelist bir ideolojidir. Kendi içinde çelişkiler taşıması döneme ve şartlara göre şekil almasıyla ilgilidir. Güçlü bir muhalefetle karşılaştığı zaman geri çekilmeyi, muhalefeti zayıflattığı zaman üzerine üzerine gitmeyi becermiştir. Bizi ilgilendiren kimin Kemalizm’e veya Atatürkçülüğe nasıl bir anlam yüklediği değildir.

Tarihi bir şahsiyet olarak tüm yönleriyle ete kemiğe bürünmüş Mustafa Kemal’i konuşmak en doğru yoldur. Henüz Cumhuriyetin kuruluş sürecinde Tek Adam olmayı kafasına koymuştur. İtiraz eden, tereddüt eden, yavaştan alan herkesi harcamayı ertelenemez bir vazife bilmiştir. 1926’da Sarayburnu’na heykelini diktirerek başlattığı Ulu Önder kültü ile ülkeyi ve toplumu kendisine boyun eğdirme girişimini zirveye taşımış ve nihayetinde kendi kendini putlaştırmış bir şahsiyettir. ‘O heykellerinin dikilmesini, övgü dolu sözler ve şiirlerle övülmeyi istemiyordu’ sözlerinin hiçbir geçerliliği yoktur. Mustafa Kemal’in akşam sofrasında oturanlar bu işleri yapıyor ve karşılığını kamu kaynaklarından fazlasıyla alıyorlardı.

Mustafa Kemal’e isteyen tapınsın; buna hiçbir itirazım yok. Fakat bütün bir toplumu tapınmaya zorlamak faşizmdir, despotizmdir. Kim, ne zaman istiyorsa Anıtkabir’e çıksın ağlasın, sızlasın, neşelensin bizi ilgilendirmez. Heykellerine, büstlerine isteyen istediği kadar saygı göstersin. Ancak bir Müslüman olarak beni ve Müslüman toplumu bu tercih hiçbir biçimde bağlamaz.

Anayasadan, yasalardan, yönetmeliklerden, eğitim öğretim müfredatından Mustafa Kemal’e yapılan bütün atıflar çıkarılmalıdır. Adaletin ve merhametin tesisi için bu bir zarurettir. Resmi İdeoloji dayatması çirkin bir insanlık suçudur.

Mustafa Kemal’e muhalif olan hemen herkesi işbirlikçilikle, ihanetle, ajan olmakla suçlamak Cumhuriyetin başından beri devam eden ve kaynağında devlet olan bir kara propagandadır. Rahmetli İskilipli Atıf, Şapka Kanununa muhalefet ettiği için Üç Aliler Divanı denen Mustafa Kemal’e bağlı çalışan cellâtlar tarafından katledilmiştir. Sinan Meydan gibi Kemalist misyonerler ise utanmaksızın İskilipli Atıf’ı İngiliz Ajanı diye yaftalıyorlar. Bu tür iğrenç iddiaların sahibi olsa olsa emperyalizmin çocuğudur. Yalanı, kara propagandayı, iftirayı meslek edinmiş bu Kemalist misyonerler geçmişten bugüne hiçbir dosyanın açılmasını istemiyorlar. Oda Tv’de, Aydınlık’ta, Ulusal Kanal’da yürüttükleri kışkırtıcı ithamları buralara da taşıyarak kirli tertiplere zemin hazırlıyorlar.

Kemalizm’e endekslenmiş tarih, Atatürkçülük tarafından ipotek edilmiş bir toplumsal kültür peşinde olanları darbe örgütlerinden, askeri cuntalardan ne kadar bağımsız düşünebiliriz. Faşizmin, Nazizmin, Stalinizmin en zorba yönlerini Türkiye toplumuna bir deli gömleği gibi giydirenler itiraz istemiyorlar. Kuşaklar boyunca bütün bir toplumu her gün Mustafa Kemal’e dua etmeye, her an Atatürk’e şükran duymaya zorlayan bu sapkın ideolojiyi de utanmaz sözcülerini de elbette sırtımızda taşımayacağız. Tersine hepsini hak ettikleri yere yani tarihin çöplüğüne göndereceğiz.
Devamını Oku »

Unutmadık ve Unutmayacağız

sevki-yilmaz

İttihad ve terakki çetelerinin entrikalarla kurduğu hain kapitalist ve sosyalist şeytani düzenlerin Müslüman ülkeleri işgalinden beri tam yüz elli yıldır çok canlar verildi. Çok ocaklar söndü. Çok yuvalar dağıldı. Musul, Kerkük ve Balkanlar gibi en verimli toprakları kaybettik. Koskoca Cihan Devleti Osmanlı’yı yıkan bu masonik sabataist çetenin başımıza musallat ettiği bu çarpık ve bozuk düzen, işe Allah’a savaşla başladı. Bu düzenin temsilcileri eliyle Ana Hayat Yasamız Kur’an-ı Kerim suç aleti sayılarak okunması, anlaşılması ve yaşanmasına türlü engeller konuldu.

Ecdat yadigarı camilerimizin minarelerinden Allah-u Ekber ezanlarını tam 17 yıl yasakladılar. Sultan Fatih’in emaneti Ayasofya Camimiz müzeye çevrildi. izinden gitmekle şeref duyduğumuz Başöğretmenimiz ve eşsiz önderimiz Hz. Muhammed (s.a) efendimizin mesajları öğretilmedi. Tanıtılmadı, anlatılamadı ve yaşanılamadı.. Bu sebeble bilhassa ahlaki çöküş depremi bütün hızıyla sürüyor…

Her Peygamber Efendilerimiz(s.a) devrinin Firavuni düzenini yıkarken bu asrın zalimleri Hakk düzenini devre dışı bırakarak Allah’ın değişmez ve değiştirilemez yasası İslam düzenini hayatımızdan çıkardılar. Ölçü düzenimizi, adalet terazimizi ve ahlak yapımızı bozdular..

Ve sonunda Allah’a kul olmaktan ve kulluk görevlerini yapmaktan utanan ve sıkılan bir toplum meydana getirdiler. Depremlerde yıkılan demirinden ve çimentosundan çalınmış binalar gibi imanımızı, şuurumuzu, birlik ve kardeşlik ruhumuzu çaldılar. Başımızı (hilafetimizi) kopararak Ümmet ve vahdet binamızı yıktılar. Ve bizleri kurda kuşa yem ettiler. Harflerimizi kaldırarak medeniyetimizle aramızdaki bin yıllık köprüyü bombaladılar. Eğitimsizlikten, savunmamızı, sanayimizi ve teknolojimizi düşmanlarımızın müsaadesine ve himayesine terk ettiler.

Camilerimizi dilsizler, sağırlar ve körler okulu haline getirdiler. Binlerce idam sehpalarıyla ve çeşitli baskılarla alimler susturulunca hakikatleri duyamayan toplum gerçekleri göremez hale geldi. Şimdi iki yüz yıldır devam eden bu sarsıntıların bedelini fertte, ailede, toplumda beraberce ödüyoruz. Saygı, sevgi, merhamet, sorumluluk duygusu köreltilmiş batı hayranı ve moda kurbanı şeytanın maskarası bir nesil yetiştirmeyi başaran bu hain düzen entrikacılarını, Osmanlı Devletimizi çökerten ve genç Türkiye’mizin rotasının İslam Nizamına döndürülmemesi için uğraşan Siyonist, Sabataist ve Masonik çeteleri unutmadık ve asla unutmayacağız….

Tekrar tekrar söylüyor ve ilan ediyorum ki,

Hâkimiyet ve Egemenlik Kayıtsız ve Şartsız Allah’ın Hak düzenine ait oluncaya ve Hak düzen İslam’a dönünceye kadar başımızın belalardan kurtulma imkânı yoktur.

Allah’ın düşmanlarını dost, dostlarını da düşman görmeye devam ettikçe sarsılacağız, sürüleceğiz, dövüleceğiz ve ağlamaya devam edeceğiz.

Müslümanlar kardeş olmadıkça, birbirimizi sevmedikçe ve birbirimizin kuyusunu kazmaya devam ettikçe iki yakamız bir araya gelmesi mümkün değildir.

Şevki Yılmaz - Yeni Akit
Devamını Oku »