Namaz

Namaz

Ey Aziz! Kul ile küfür arasında namazın terki vardır.” sözünden ne anladın? “Allahu ekber” niyetini işittin, şimdi de “Fâtihat-ül-kitab’ı dinle ki Muhammed Mustafa şöyle demiştir: “Fâtihasız namaz olmaz.” Ey Aziz! Hiç “Rabbime gidiyorum”a(Saffat,99)doğru yol aldın mı? Hiç “Allahu ekber” dediğinde mülk ve melekûtun varlığının yok olduğunu gördün mü? Hiç tekbirde “mahv”dan sonra “isbât”ı gördün mü? Hiç “Allah’a defalarca hamd olsun.” diye şükrettiğinde mahvdan sonra isbat nimeti hâsıl oldu mu? Hiç “Sübhânallah”ta onun tenzihini gördün mü? Hiç, “sabah”da insanların bidayetini, “akşam”da insanların nihayetini gördün mü? “Sabah ve akşam vakitlerinde Allah’ı teşbih ederim.”(Rum,17) ifadesi sana “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın.”(Al-i İmran,27) âyetinin ne anlama geldiğini söyleyecektir.

Hiç “Veccehtü vechiye lillezî (Ben yüzümü çevirdim O na ki)”(En’am,79) âyetinin hakikati ile ihrâma girdin mi? Hiç âyette geçen “vechiye (yüzümü)”nin “yâ”sını “lillezî (O’na ki) nin ya’sında gark olmuş gördün mü? Hiç âyette geçen fetara (yarattı) fiilinde kendini kaybolmuş gördün mü? Hiç âyette geçen “es-semâvâti ve’l-arza (gökleri ve yeri)” ifadesindeki iki makama şâhit oldun mu? “Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki... ”(Hakk’a,38-39) âyetinin hakikati budur. Hiç “millete ibrâhîme hanîfa (İbrâhim’in milletinden hanîf olarak)” ifadesinin hakikatini gördün mü ki İbrâhim şöyle dedi: “Ben müşriklerden değilim.”(En’am,79)

Burada Hz. Muhammed’e neden İbrahim'in milletine tâbi ol” dediğini bilirsin.Hiç, müslimen (Müslüman olarak)" kelimesi için istiğfar ettin mi?Hiç“Ben müşriklerden değilim" âyetini kendi fânî varlık tahtına vurup onun seni tanı kıldığını gördün mü? İşte bu durumda müşriklerden sonra sadık olursun. Kişi “Ben müşriklerden değilim’de yok olursa, müşriklik ona ne yapabilir ki? “Yeryüzünde bulunan her şey fanidir.”(Rahman,26) ayetine göre müşrik nerededir?

“Şüphesiz benim namazım da ibâdetlerim de hayatım da ölümüm de hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah mdır”(En’am,162) hakikatini gördükten sonra vaktin nâtıkı olursun, kalbin onun dili olur. Dil sohbet etmeye ve konuşmaya başlar. “Alemlerin Rabbi" demeyi ancak taklit yoluyla görmüştün. “Lâ şerike leh”in kendisi bu sözün anlamını sana söyler. Eğer tam olarak kulak verirsen “ve bizâlike ümirtu/bu şekilde emredildim”i bilirsin ve anlarsın. “Ben müslümanların ilkiyim.” sözünün sana müslümanlığı öğret­tiğini gördün mü? Evet, “Allah’a sığınırım.” hakikati bu makam­da meydâna gelir. “Allah’ın adıyla başlarım”dan önce söylemek gereklidir. “O Rahman ve Rahimdir.” onun zâta vurulmuş sıfat mührüdür. Bu, senin kapının üstüne koyduğun işârete benzer. “Elhamdülillah” bu tertibe göre şükürdür, “er-Rahmâni’r-rahîm” Allah’tan sonradır, yâni sıfatlar ve “âlemlerin Rabbi”nin zâtı diğer bir mühür olan “Allah” ile birhkte güzel olur. “er-Rahmâni’r- rahîm” Allah ile güzel olduğu gibi, “Allah” ile “billâh” bir oldu­ğunda “er-Rahmâni’r-rahîm”in tekrârı burada zarûret olur.

Yazık ki hiç anlamayacaksın. “Din gününün mâlikidir.” dünyayı âhiret aynasında görmektir ki âhiretin dünyada bir yeri yoktur. Ey Aziz! Eğer Fâtiha Sûresi’nden birazcık şarab-ı tahûr içmiş olsaydın “Rableri onlara tertemiz bir içki sunmaktadır.”(İnsan,21) sözüyle ne demek istediğimi anlardın. Bununla sarhoş olup sonra yeniden uyansan, “Ancak sana kulluk ederiz.” hakikatini kemer gibi beline bağlaşan ve önceki hâlini hatırlasan “Yalnız senden yardım dileriz, sözünün hakikati ortaya çıkar. Sonra sende fazilet zuhur eder ve cemâli görme arzusu meydâna gelir, böylelikle “Bizi doğru yola ilet.”(Fatiha,6)dersin.

Sonra seninle bu şaraptan içen arkadaşlarını hatırlar. “Ken­dilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna.” dersin. Sonra mahrumları ve kovulmuşları kapıda kalmış görürsün. İnsan­lar dışanda, sen ise evde oturduğun hâlde “Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil!”(Fatiha,7) dersin. Sonra “Fâtihasız namaz olmaz.” hadîsinin ne mânâya geldiğini öğrenirsin. Fâtiha olmaksızın namaz olmaz. Fâtiha’nın ne demek olduğunu öğrendiğin hâlde daha ne diye “Ben de namaz kılıyorum.” diye söyleniyorsun. Heyhât ki heyhât! Sakın ömrünü yabancılık rüzgârına verme, âşinalık kurmaya dikkat et!

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

İnsanların Üç Çeşit Fıtrat Üzere Yaratılması


İnsanların Üç Çeşit Fıtrat Üzere Yaratılması






Ey Aziz! Bil ki halk-ı cihan üç kısımdır. Allah onları üç çeşit fıtrat ve hilkat üzere yaratmıştır. Halk-ı cihanın birinci kısmı şekil ve sûret bakımından insana benzerler fakat insanın mânâ ve hakikatinden uzaktırlar. Kurân bu kimseler hakkında şöyle haber vermektedir: “Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapkındırlar.”(Furkan,44) Neden böyledirler? Zira onlar hakkında “İşte bunlar gâfillerin ta kendileridir.”(Araf,179) âyeti gelmiştir. Hayvandan daha aşağı olan bu güruh için açıklama yapmak gereksizdir. Bu kimselerin Kur’ân’da zikredilmelerinin sebebi, Hz. Peygamber’in dostlarının ne kadar değerli olduğuna işâret etmek içindir. Hz. Muhammed’e şöyle buyurdular: Seni, Selmân, Süheyb, Bilâl, Hilâl, Sâlim, Ebû Hureyre, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Mes’ûd ve Übeyy b. Kâ’b için gönderdik, yoksa Ebû Leheb, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Abdullah b. Selûl için değil. Ey Muhammedi Senin bunlarla ne işin olur? “Bırak onları yesinler, zevk alsınlar; ümit onları avundursun; ileride öğrenecekler.”(Hicr,3) Başka bir yerde ise “Onları bırak; kendilerine söz verilen güne kavuşmalarına kadar dalıp oynasınlar.”(Mearic,42) buyurmuştur.

Ey Muhammedi Bu âsîlere “De ki: Ey kâfirler!”(Kafirun,1) Siz insa­nın sûretine, biz ise hakikatine sâhibiz. Siz hayvanlık âleminde zorluklar içinde yalnızsınız, biz ise ilâhı âlemde kolaylıklar için­deyiz. Siz bunlar gibi olmayı istemeyin, zîra bu elbise onlar için dikilmemiştir. Bunların nasîbi isyan, cehâlet ve geride kalmak olmuştur. “Eğer yüz çevirecek olurlarsa bir yıldırımla sizi uyarırım, de.”(Fussilet,13) “Seni yalanlarlarsa, ‘Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir; siz benim yaptığımdan sorumlu değilsiniz, ben de sizin yaptığınızdan sorumlu değilim’ de.”(Yunus,41) Herkes bizim gibi olsaydı fitratın bir olması gerekirdi, “Eğer Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı. O hâlde, sakın câhillerden olma.”(En’am,35) âyeti bunun böyle olmadığını gösterir.

Bu anlamda başka bir yerde ise “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn îman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?”(Yunus,99) buyurmuştur. Ey Muhammedi Senin risâletin onları temizleyemez, irâde iksîri onları senin nübüvve­tinden mahrum bırakmıştır. Ey Muhammedi “O konuda senin yapacağın bir şey yoktur.”(Al-i İmran,128)

“Onlar ihtilâfa düşmeye devam edecekler.”(Hud,118) Zîra yaratılış bakımından farklı var edilmişlerdir ve doğrusu yapılacak bir şey yoktur. “Onları halketti ve Rabbinin kelimesi tamam oldu.”(Hud,119) bu mânâdadır. Sen yine de onlara her sûrette öğüt ver, “Önce en yakın hısımlarım uyar.”(Şuara,214) Ancak öğüt versen de vermesen de bunlar ehliyet kazanmayacak, îman ve hakikat ehli olmayacaklardır. “Onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.”(Bakara,6) Zîra gaflet ve cehâletten bir perde onların kalp gözlerini kapatmıştır, neyi görecekler? “ Anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler koyduk.”(En’am,25) Başka bir yerde “Kur’ân okuduğun zaman senin ile âhirete inanmayan kimseler araşma görünmeyen bir perde çekeriz.”(İsra,45) buyurulmuştur. Bu perde nedir bilir misin? Yakınlığa rağmen uzaklık perdesidir. “Sanki bunlara uzak bir mesâfeden sesleniliyor da anlamıyorlar.”(Fussilet,44) âyeti buna delâlet etmektedir.

Halk-ı cihânın ikinci kısmını, hem şekil ve sûret hem de hakîkat îtibâriyle Âdem’den ve Âdem’in hakikatinden olan insanlar oluşturur. “And olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık, onla­rın karada ve denizde gezmesini sağladık, temiz şeylerle onları rızıklandırdık, yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık.”(İsra,70) Buradaki üstünlük altın ve gümüşe sâhip olma bakımından değildir, aksine hakîkat cihetiyledir ve onlardaki bu kıymet kendilerinden kaynaklanmaz. Âdem, “Ona ruhumdan üfledim.”(Hicr,29) hakîkatince kudsî ruh ile müzeyyen olduğundan dolayı meleklerin secdesine mazhar olmuş, her bir insanın cam kudsî ruhla dolmuştur. “Ve onu, rûhu’l-kuds ile destekledik.”(Bakara,87) âyetinin mânâsı budur.

Birinci kısımda zikredilen insanlar, dünyada iken bile cehen­nemdedirler. “Hayır, hayır! Doğrusu onların kazanmakta olduk­ları kalplerini paslandırmıştır. Hayır, şüphesiz onlar, kıyâmet günü Rablerini görmekten mahrum bırakılacaklardır.”(Mutaffifîn,14-15) Bugün mârifetten perdelidirler, yarın ise Allah’ın rü’yeti ve müşâhedesinin hasretiyle mahrum kalacaklardır.

İkinci kısım ise bugün hakikat ve mârifete sâhiptirler, kıyâmette ise rü’yet ve vuslata ereceklerdir. Bu sebeple her iki dünyada da cennettedirler.

Nitekim “Şüphesiz, iyiler Naîm cennetindedirler. Kötüler de cehennemdedirler.”(İnfitar,13-14) buyurulmuştur. Bunların makamları ve tahtları a’lâ-i illiyyîndedir. “Hayır! Andol- sun iyilerin kitabı İlliyyûn’dadır. İlliyyûn nedir, bilir misin? içinde ameller kaydedilmiş bir kitaptır. O kitabı, Allah’a yakın olan­lar görür.”(Mutaffifin,18-21) Onlar kurbet ve mârifet, yücelik ve şeref bulurlar. “Allah’ın, yeryüzünde insanların ihtiyacını görmek için yarattığı kullan vardır.” ifadesinde bildirilenler bu topluluktur. Allah’ın has kulları olan bu kimseler şefaat makamına sâhiptirler. “Onlar ancak Allah’ın râzı olacağı kimse için şefaat ederler.”(Enbiya,28) İnsanlar onların varlığı sebebiyle pek çok dünyevî ve uhrevî menfaate sâhip olurlar.

Halk-ı cihânın üçüncü kısmı ise dînin özüne erişmiş, yakînin hakikatini tatmış ve ilâhî gayretin himâyesine girmişlerdir. “Velîlerim kubbelerim altındadır benden başkası onları bilemez.” Bu kimselerden bütün yönleriyle söz etmek mümkün değildir. Çünkü ifâde onları anlatma konusunda yetersiz kalır, halkın idrâki onları kavrayamaz. Bu konuda ancak örtülü bir şekilde ve remzen söz edilebilir.

Halkın bu kimseler hakkında bilgileri temsil ve teşbihten öteye geçmez. “Onların çoğu ancak zannın ardından gider. Oysa zan, hak namına hiçbir şeyin yerini tutmaz.”(Yunus,36) Yazık, gerçekte biz de böyle bir teşbih ile kayıtlıyız ancak “Müşebbihe” zümresinden olana da lanet edip durmak­tayız. “Size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını hakkıyla görendir.”(Mümin,44) Kur’ân’da bu topluluğa kısaca şu şekilde işaret edilmiştir: “Allah’a verdikleri ahdi yerine getiren nice erler vardır.”(Ahzab,23) Bu ahit nasıl anlatılabilir? Ona nasıl işaret edilebilir? Anlatılsa kim anlayabilir? Başka bir yerde Hak şöyle buyurdu: “Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.”(Al-i İmran,190) Tüm bu incelikleri açıklayabilmek için “lübb ’e ulaşmak gerekir, ancak “lübb”e de ulaşınca ne anlatılabilir ki? Lübb den bir husûsiyet hâricinde söz edilemez. Hz. Peygamber’e remiz ile ancak şöyle demiştir:

“Selâm olsun İlyâsîn’e!”(Saffat,130)

Üçüncü kısma mensup bu kimseler, Seyyidü’l-mürselîn Hz. Muhammed’in kardeşleridir ve “Sen olmasaydın âlemleri yaratmaz­dım.” sıfatına sâhiptirler. Eğer Hz. Peygamber’in varlığı bu tâife ile berâber olmasaydı, mevcûdat ve mahlûkat kendiliğinden belirip ortaya çıkamazdı. “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”(Al-i İmran,131) Hz. Peygamber’in “Keşke kardeşlerimi görebilseydim!” dediği topluluk budur. “Bize eşyânın hakikatini göster!” sırrından bu topluluğun nasibi vardır. Hz. Peygamber bu insanlardan şöyle haber vermiştir: “Allah’ın öyle kullan vardır ki onların kalpleri güneşten daha parlaktır, fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, Allah katındaki mertebeleri şehitlerin mertebesidir.”

Yani onların kalbi güneşten daha parlaktır, güneş onun yerini nasıl tutsun? Buradaki ifadeler teşbîhî ve temsilidir, zîra o âlemde kal­bin nûru güneş şeklinde görünür. Ancak kalbin nûrunun dünya güneşine nispeti, güneşin dünyadaki kandile nispeti gibidir. Onların fiilleri peygamberlerin fiilleri gibidir, ancak peygamber değildirler, mûcizelere benzer kerametlere sahiptirler. Şehit olmadıkları hâlde şehitlerin mertebesine ulaşmışlardır. Şehitlerin mertebesi ise âyette “Bilakis onlar Rableri yanında diridirler.”(Al-i İmran,169) şeklinde açıklanmıştır.

Bu topluluk bir an bile huzur ve müşâhededen uzak kalmaz­lar. Yoksa şu hadîsi işitmedin mi? Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: “Ben ümmetim içinde öyle bir topluluk biliyorum ki bunların Allah katındaki derecesi benim Allah katındaki derecem gibidir. Peygamber ve şehit değildirler ancak peygamberler ve şehitler onlara ve onların derecelerine gıpta ile bakarlar. Her biri birbirlerini Allah rızâsı için severler.”

Eğer Hz. Peygamberin derecesi bilinebilse o zaman bu top­luluğun derecesini bilmek mümkün olurdu. Bunu nasıl yapacaksın ki! Sakın burada velâyetin nübüvvetten daha yüce ve daha iyi olduğu hatırına gelmesin. Ey Aziz! Bu mertebede risâlet derecesi ayrı, imtiyaz, kurbet ve velâyet derecesi ayrıdır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)




Devamını Oku »

Müktesep (Kazanılmış) İlim ile Ledünni İlim Arasındaki Fark

Müktesep (Kazanılmış) İlim ile Ledünni İlim Arasındaki Fark

Bil ki Hz. Muhammed’in (s.a.v) dış özelliklerine bakıp onu zahirî bir gözle değerlendirenler hakkında “Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler.” (Araf,198) âyeti gelmiştir.

Ey Aziz! Diyo­rum ki yoksa sen Kur’ân’da “Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Maide,15) âyetini hiç okumadın mı yâhut bu âyeti hiç duymadın mı? Hz. Muhammed’e nur denilir, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’a da nur adı verilir.

Nitekim âyet-i kerîmede “O’nunla beraber indirilen nûra [yâni Kur’ân-ı Kerîm’e] tâbi olanlar” (Araf,157) şek­linde buyurulmuştur. Sen Kur’ân’ı, beyaz kâğıt üzerine yazılmış siyah harfler olarak görüyorsun! Bil ki kâğıt, kalem ve satırlar nur değildir. O hâlde “Kur’ân Allah’ın kelâmı olup gayr-ı mahlûktur.” sözü nerede kaldı?

İnsanlar Hz. Muhammed’i suret, beden ve şahıs olarak gör­düler. İnsanlara onun beşer olması ve beşerlik yönü gösterildi. “De ki: Ben sizin gibi sâdece bir beşerim. Bana vahyolunuyor. (Kehf,110) âyeti bu mânâdadır. Böylece onlar bu makamda ‘‘Ve dediler ki: Bu nasıl resûl ki, yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor.” (Furkan,7) şeklinde sözler sarf ettiler. Oysa onu basiret ve hakikat ehli kimselerin rûhuna ve kal­bine gösterdiklerinde, onun hakikatini gördüler. Bunlardan bazısı “Allah’ım bizi Muhammed ümmetinden eyle!” derken, bâzısı “Hz. Muhammed’in dostluğundan bizi mahrum bırakma!” dedi. Diğer bir grup ise “Allah’ım bizi Hz. Muhammed’in şefaatiyle rızıklandır!” diye dua etti. Eğer bu hâlde ve bu velayet makamında, ona beşer derlerse veya onu beşer olarak bilirlerse, kâfir olurlar. Şunu oku: “Dediler ki: Bir beşer mi bizi hidâyete erdirecek?” (Teğabun,6) Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle beyan buyurdu: “Ben sizlerden biri gibi değilim.”


Kur’ân’ın hakikati sıfat-ı mukaddestir, peygamberler ve velîlerin gönüllerini kendine bağlamıştır, zâten bu fırka ancak Kur’ân’la hayat bulur. Bu dediğim, kitapta yoktur, ancak yine de kitapta aranır. “Mushaf'ın iki kapağı arasında olanın tamâmı Allah kelâmıdır.” sözü her iki ciheti tutmuştur. Fakat kitaptaki, “Muhakkak Kur’ân’ın zahiri ve batını vardır, batnın da yediye kadar batın vardır.” gerçeğini sâdece Kur’ân tâliplerine gösterdi­ler. Kur’ân âyetlerinin zâhiri ve yedi batına kadar batını vardır. Bir kimsenin zahir tefsîri idrak edebileceğini kabul ediyorum, fakat bâtın tefsirleri kim bildi, kim gördü? Başka bir yerde buyurdu ki: “Kur’ân yedi harf üzere indirilmiştir, hepsi de şâfî ve kâfidir,” Kur’ân gelini, güzelliğini Kur’ân ehline gösterdiğinde, onu yedi sûrette görürler ve sûretlerin hepsi de tamâmıyla şeffaftır. Bu sebeple “Kur’ân ehli, Allah ehlidir ve Allah’ın has kullarıdır.” şeklinde söylenmiştir. Kur’ân’ı okuyan “Bütün kitapların aslı onun yanındadır.”(Rad,39) hakikatine ulaştığında, Kur’ân’ın mânâsına ulaşır. Bu gerçekleştiğinde, Kur’ân’ın cemal güneşi, onu kendinde öyle mahveder ki artık ne Kur’ân, ne kâri ne de kitap kalır, aksine hepsi okunan ve yazılan olur.


Ancak bilirsin ki beşeriyetten başka bir hakikat, sûretten başka bir mânâ, bu bedenden başka bir can ve öz, bu âlemden özge bir âlem vardır.


Bizim için bu âlemden başka bir âlem vardır,
Cehennem ve cennetten başka bir mekân vardır,
Hür fıtratlılar başka bir canla diridir,
Onların, o tertemiz cevheri için başka bir mâden vardır.
Aşkın sermâyesi sarhoşluk ve rintliktir,
Hâfizlık ve zâhidlik için başka bir âlem vardır.
Bize derler ki, bu başka bir alâmettir,
Zira bu dilden özge başka bir lisan vardır.


“Bizden herkesin belli bir makamı vardır.”(Saffat,164) âyeti tamâmen bunu şerh edip açıklar. Bu âyet “Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı.”(Nahl,71) hakikatini ortaya koymuş, “İşte o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık.”(Bakara,253) gerçeğini âşikâr etmiş, “Her bilgi sâhibinin üstünde daha bir bilen vardır.”(Yusuf,76) sırrını zâhir kılmıştır. Bütün bunlar nedir? “Onun te’vilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş (râşih) olanlar.”(Al-i İmran,7) âyeti ne anlama gelir? İlimde râsih olan kimdir? “Hayır, o (sana vahyedilenler) kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde bulunan açık açık âyetlerdir,”(Ankebut,49) Bu “göğüs” nereden istenir? “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allah’ı anmak husûsunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!”(Zümer,22) âyetindeki bu nur nerede aranır? “Şüphesiz ki bunda kalbi olan kimse için elbette bir öğüt vardır.”(Kaf,137)Bu âyetler, yolunu kaybedenlere tamamen yol kaybettirici, doğru yolda olanlara da yol göstericidir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak ulemâ billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimselerden başkaları onu inkâr etmez.”


İlimler üç kısımdır: Birincisi insanoğlunun ilmi, İkincisi meleklerin ilmi, üçüncüsü mahlukat ve mevcûdâtın ilmidir. Bunların dışında dördüncü olarak bir de gizli ve saklı olan Allah ilmi vardır ki, bu gizli ilmi Allah âliminden başkası bilmez. Bilmem ki Allah âliminin kim olduğunu hiç bilebildin mi? “İlim Çin’de bile olsa arayınız.” sırrını bilmek için Çin ve Maçin’e gitmen gerekir. İşte o zaman “Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.” hadîsinin anlamını bulabilirsin. Oraya hangi yolla gidilmeli? Amel yoluyla… Ancak sâdece beden amelini kastetmiyorum, gönül amelinin de yolunu söylüyorum. Zîra “Kim bildiği ile amel ederse, Allah onu bilmediği ilimlere de vâris kılar.” buyurulduğu malumdur.


İnsanlara akılları nispetinde söz söyleyiniz.” iyi bir öğüttür. Ancak bu sayfalarda söylenen bâzı sözlerin muhatabı bu Aziz değildir. Aksine yazma vaktinde hazır olmayan muhibler hakkındadır. Onların da bu öğütlerden nasipleri vardır, maksat tamâmıyla sensin zannetme! Zîra bir kimse kendi makamında olmayan ya da fehminden yüksek bir söz işitse, onu anlama ve idrak etme ihtimali yoktur. Sen, ey Aziz! Kur’ân’ın bir grup veya yüz taife ya da yüz bin millete hitap ettiğini zannedersin. Aksine onun her âyeti veya her bir harfi, bir şahsa hitap eder. Belki bir şahsı başka, bir âlimi başka şekilde muhâtap alır. Bu sayfalarda yazılı olan ne varsa, her satırının makamı ve hâli, her kelimesinin maksadı ve muradı başkadır. Her bir tâlibe başka bir hitap vardır ki meselâ Zeyd’e söylenen, Amr’a söylenmiş olmaz. Hâlid’in gördüğü şeyi Bekir göremez.


Ey Aziz! Sen Ebû Cehil’in “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”(Fatiha,2) âyetini işittiğini veya anladığını zannediyorsun. O, Kur’ân’dan “De ki: Ey kâfirler!”(Kafirun,1) hitâbını işitti ve onun nasibi sâdece bu oldu. Oysa “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’adır.” âyeti Hz. Muhammed’in nasibidir ve bu âyeti Hz. Muhammed işitti.

Eğer inanmıyorsan Hz. Ömer’den dinle ki o şöyle demiştir: “Hz. Peygamber ile Hz. Ebûbekir’in aralarında konuştuklarının bir kısmım duydum ve anladım. Bâzen oldu ki duydum ama anla­madım. Öyle vakit de oldu ki ne duydum ne de anladım.” Ne dersin? Hz. Ömer’den esirgedi mi? Hayır, hâşâ ve kellâ! Ondan esirgemedi, fakat süt emen çocuğu büryan kebabı ve şekerli tatlılardan sakındırırlar ki midesine zarar vermesin. Ancak büyüdüğü vakit yemekler ve içecekler ona zarar vermez.Abdullah b. Abbâs ‘“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a istivâ eden Allah’tır.’(Araf,54) âyetinin tefsirini yapacak olsam, sahâbe beni taşa tutarlardı.” demiştir. Ebû Hureyre ise “Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır.(Talak,12)” âyetini şerh edecek olsam, insanlar bana kâfir derlerdi.” demiştir.


Abdullah b. Abbâs diyor ki: Bir gece sabaha kadar Hz. Ali ile birlikteydim. Besmelenin bâ’sını şerh ediyordu. Kendimi onun yanında büyük bir denize nispetle bir bardak mesabesinde gördüm. Deryanın sakini değilsen, deryadan ne alabilirsin? Elde ettiğin her şeyin bir haddi ve miktarı vardır. Denizci, denizi nasıl tarif ve tavsif eder? Ondan ne kadar alabilir? Zâten aldığı şeyi de yeniden kendi makamına, yâni denize döker. Karanın denizden ne haberi olur? “Karada ve denizde fesat çıktı.”(Rum,41) Halktan öğrenilen her şey kara ve karaya, Allah’tan öğrenilen her şey “Rahman Kur an ı öğretti.”(Rahman,1-2) sırrıyla deniz ve denize âittir.

Denizin sınırı yoktur, Onun dilediğinden başka O’nun ilminden bir şeyi ihâta edemezler.”(Bakara,255)
Ey Aziz ne düşünüyorsun? “Mü’min mü’minin aynasıdır.” hadîsinden bir parça bahsetmenin yeri geldi. Bir şey bilmeyip de bilmek isteyen kimse için iki yol vardır: Birincisi kişinin kendi kalbine yönelerek, orada bu iş üzerinde tefekkür ve tedebbür edip kalp yoluyla bilgiye kendi kendine ulaşmasıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber “Müftüler fetvâ verse de sen yine kalbine danış.” buyurmuştur. Yâni demiştir ki bir şey önüne geldiğinde, onu doğru kalp müftüsüne arz etmek gerekir. Eğer kalp fetvâ verirse Allah’ın emridir, yapabilirsin. Yok, eğer fetvâ vermezse onu terk et ve ondan sakın ki “Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi (telkini) vardır, bir de meleğin lemmesi vardır.” buyurulmuştur. Kalbin fetvâ verdiği şey Allah’tan, reddettiği her şey de şeytandandır. Bu iki telkinden, kâfir Müslüman herkesin bedeninin nasibi vardır. Bizim işlerimizin zorluğu, müftümüzün nefs-i emmâre olma­sındandır ki “Çünkü nefis, dâima kötülüğü emredicidir.”(Yusuf,53) âyeti gelmiştir. Kimin müftüsü kalbi ise o müttakî ve saîddir. Kimin
de müftüsü nefis ise o hüsrandadır ve şakidir. Kendi kalbinden öğrenmeye istidadı olmayan bir kimse, bu ehliyette başka bir kalp sahibini arayıp sorar, “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.”(Nahl,43) Bu şekilde bir başkasının kalbi, kendisi için ayna olur.


Ey dost! Kalpler iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısmı Allah’ın kaleminin karşısındadır, üzerine “Allah kalplerine îmanı yazdı.”(Mücadele,22) âyeti yazılmıştır ve yazan Allah’ın elidir. Bunlar, bir şeyi bileme­diklerinde kendi kalplerine yönelerek öğrenirler. İkinci kısımda ise henüz tam olgunluğa ulaşmamış olanlar vardır. Ham kimse Allah’ in kalemle mukabelesine mazhar olamaz. O, kalbi Allah’ın levhi olan bir kimseden sorarak öğrenir. Böylece Allah’ı pîrin can aynasında görmenin nasıl bir şey olduğunu anlar. Pîr de müridinin can aynasında kendini görür, ancak mürit pirinin can aynasında Allah’ı görür.


Bu kimselerin durumu, hasta olan insanların tedavi olmak için kalkıp doktora gitmeleri ve deva aramalarına benzer. Doktor, onların hastalıklarına göre muhtehli reçeteler yazar. Eğer birisi “bu reçetelerdeki farklılıklar, doktorun bilgisizliğindendir” derse, yanlış söylemiş, cehaletini göstermiş olur. Zira reçetelerdeki farklılıklar, hastalıkların çeşitli olmasından kaynaklanır. Hastalıklar çeşitlidir, bütün hastalıkları bir illete bağlayıp bir reçete yazmak büyük bir cehalet ve hatâ olur, ne söylenmesi gerektiğini onlar bilirler.


Din ve İslâm’a ait hastalık, onu tek bir kalıpta görmekten kaynaklanır. Hz. Peygamber “İslâm beş temel üzerine binâ edil­di.” buyurup muayyen reçeteler vermiştir. Bu beş reçetede bütün mü’minlerin ilaç ve tedâvisi vardır. Ancak bâtın işinin ve kalbin gidişinin yazılmış bir ölçüsü yoktur. Bu sebeple müride farklı hastalıklar için farklı tedâviler uygulayacak tabîb-i bâzık olan bir pîr gereklidir.


Tedavi ve ilaç kullanımını terk edenlerin bu hastalığı iyileştirmede tabipten daha iyi olmaları gerekir, zira “Allah onlarda bir iyilik olduğunu bilseydi, elbette onlara işittirirdi.”(Enfal,23) buyurulmuştur Sülük yolunda yürüyenler için hazık bir tabip gereklidir. Meşâyih şeyhe sahip olmayı icmâ ile farz kabul etmişler, bu sebeple de “Şeyhi olmayanın dini de yoktur.” demişlerdir. Mürşidin de halîfe kabul etmesi ve müritlerini terbiye etmesi bu yolun farzlarındandır. Eğer tamamım bilmek istersen Allah’tan dinle ki O şöyle buyur­muştur: “Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”(En’am,165) Bâtınî hilâfetin anlamım başka bir yerde “Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa.. .”(Nur,55) şeklinde açıklamıştır. Beyit:

Kimseye kalbin gizli sırrından haber veremez,
Kendi kalbinin hâllerinden sakınamaz,
Kimse şeriat âlemini yerle bir edemez,
Bir insana kendinden gidilmez,
Perdelilere bu sebeple bakılamaz,
Kendisinde kaldıkça onun mahalline varılamaz.


Beşeriyet kilidi gönüllerde, gaflet bağı fikirlerdedir. “Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?”(Muhammed,24) âyetinin mânâsı budur. Allah’ın nusret ve fetihleri, âyette bildirildiği üzere “Allah’ın nusret ve fethi.. .”(Nasr,1) geldiğinde bu kilit gönülden kalkar. Böylece, “insanlara âfak ve enfüste âyetlerimizi göstereceğiz.”(Fussilet,53) âyetinin mânâsı ortaya çıkar, “Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.”(Nuh,17) bitkisi büyür, kendinden yeniden doğar. Mülk ve melekûtu görür, mülk ve mâlikü’l-mülk olur. “Böylece biz,kesin îman edenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk.”(En’am,75) sırrı ondan doğar.

Bu durumu Hz. ısa şöyle haber vermektedir: “İki kere doğ­mayan göklerin melekûtuna erişemez.” Yâni, anne karnından doğan kimse bu âlemi görür, kim de kendinden doğarsa o âlemi görür. “Onların bedenleri dünyada kalpleri âhirettedir.” sözünün mânâsı budur. Böyle bir kimse için “Onu göklerde ve yerde­ki gizlilikleri bilen Allah indirdi.”(Furkan,6)âyeti zamanının kitabı olur. “Nefsini bilen” kendisine yüz gösterir. “Rabbini bilir” vaktinin nakdi olur. “Yer başka bir yer hâline getirilir.”(İbrahim,48) makamından geçip “başka bir yer”e ulaşır. “Kalbim Rabbimi gördü.” hakikatini görür. “Rabbimin yanında gecelerim beni yedirir, içirir.” sırrını tadar. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti.”(Necm,10) sözünü işitir.


Ey Aziz! Bu sırların cemâlinin sana aşikâr olmasını ister­sen âdetperestlikten el çek.Zira âdetperestlik, putperestliktir. “Babalarımızı bir din üzerinde bulduk.”(Zuhruf,23) diyen topluluğun nasıl azarlandığını görmez misin? Mahlûkattan işittiğin her şeyi unut! Zîra “Zeamû (iddia ettiler) kelimesi kişinin ne kötü bir bineğidir!” denilmiştir. Her ne duyarsan duymazlıktan gel ki “Söz taşıyan cen­nete giremez.” Bir şeyi gördüğünde görmezlikten gel! “Birbirinizin kusurunu araştırmayın.”(Hucurat,12) buyurulmuştur. Sana müşkil gelen bir şeyi kalbinden başkasına sorma! Sabırlı ol ki böylece “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu.”(Hucurat,5) sırrına eresin. “(O kul) Eğer bana tâbi olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma! dedi”(Kehf,70) sırrınca Hızır’ın nasihatini kabul et.

Zaman gelir “Size âyetlerimi göstereceğim; benden acele istemeyin.”(Enbiya,37) sırrını kendi gösterir. Talep et ki, “Bilemezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.”(Talak,1) hakikatini çabuk bulasın. Şayet gidersen bulur ve görürsün, gitmedikçe erişe­mezsin. “Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerin­den öncekilerin sonu nasıl olmuştur, görsünler!”(Mümin,82) “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!”(Nisa,97) âyetleri seyr ü sefer için bir emirdir. Eğer gezersen her menzilde acâyip âlemler görürsün. “Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur.”(Nisa,100) Bu şekilde her menzilde sana öğüt verirler, sen de öğüt alırsın. “Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak mü’minlere fayda verir.”(Zariyat,55)
Bütün bu âyetleri, “Takvâ sâhiplerine va’dolunan cennetin misâli…”(Ra’d,35) âyetinde bildirildiği üzere misal kabul edersen, seni büyük sedlerin ve dağların atılmış renkli yün gibi olduğu bir yere eriştirirler. “Dağlar da didilmiş renkli yünler gibi atılacaktır.”(Karia,5) “Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar.”(Kehf,94) sırrını sana gösterirler.

Bunların insan bedeninde hangi sıfatlar olduğunu bilir, Deccâl’in nefs-i emmârenin bir hâli olduğunu anlarsın ki “Senin en büyük düşmanın iki yandan seni kuşatan nefsindir.” buyurulmuştur. Sonra “Hakk’m cezbelerinden bir cezbe insanların ve cinlerin cümle ameline denktir.” sırrı yüzünü gösterir, seni öldürüp fani kılar. Böylece “Kim yeryüzünde yürü­yen bir ölü görmek isterse İbn Ebî Kuhâfe’ye (yani Hz. Ebûbekir’e) baksın.” hakikati belirir. Sonra “Ölü iken dirilttiğimiz.. .”(En’am,122) sırrıyla hayat bulursun. Beka bulduğunda, ne yapman gerektiğini sana söylerler. “Ama bizim uğrumuzda cihat edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz.”(Ankebut,69) hakikati ile seni aşk potasına koyarlar, ateş seni tamamen yaksın diye her an sana şöyle derler: “Allah uğrunda, hakkım vererek cihat edin.”(Hac,78) Tamamen yandığında artık nur olursun ki “Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir.”(Nur,35) buyurulmuştur. Senin kendi nûrun bâtıldır, O’nun nûru ise hak ve hakikattir. O’nun nûru hücum ederek senin nûrunu yok eder ve bâtıl hâle getirir. Böylece bütünü ile onun nûru olursun. “İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir.”(Rad,17) ve “Bilakis biz, hakkı bâtılın tepesine bindiririz de o, bâtılın işini bitirir.”(Enbiya,18) bunu beyan eder.


Eğer hiçbir işâret ve nişan elde edemezsen “Artık o, Rabbin- den bir nur üzerinedir.”(Zümer,22) âyeti sana işin ne şekilde olduğunu söyler. Eğer varsa işini yap, yoksa kendinle meşgul ol! Yoksa sen, Zünnûn el-Mısrî’nin ne söylediğini işitmedin mi? “Can verebileceksen gel, değilsen sûfî sözleriyle beyhûde meşgul olma!” Eğer ilk adımda camndan vazgeçebileceksen bunu yap. Buna güç yetiremeyecek- sen mecâzî, sûfîyâne tekellüfler ve zorlamalarla beyhûde sözlerin sana ne faydası var? Hace Ebû Ali Serahsî’nin şu beyitleri, Zünnûn el-Mısrî’nin sözlerini anlama bakımından son derece önemlidir:


Ey can, eğer bu işi yapabileceksen benimle gel,
Aksi halde selâmetle var işine git.
Sen bana yoldaş olamazsın kendi yolunu bul ve git,
Yolun açık olsun, ben başaşağı giderim.
Beni meyhanenin önüne götür ve kapıda bırak,
Zamanın kederini daha fazla yükleme bana.
Sarhoş olmam için birkaç kadeh içki ver,
Zîra bu zekâ ve akıllılıktan bıktım usandım.


Her ne kadar sana hitap etsem de maksadımın başkası oldu­ğunu, faydamın diğerine dokunacağını sana söyledim. O yüce zattan işitmedin mi? “Otuz senedir Allah ile konuşuyorum, insan­lar kendilerine söylediğimi zannediyorlar.” dedi. Ey Aziz mâzur gör, Kadı Fuzulî Hemedânî nerede, bu sözlerdeki sırlar nerede? Söyleyen ne söylediğini bilmiyor, dinleyen işittiğini ne bilsin?


Vaktinde Kâdı İmâm Sa’deddîn Bağdâdî, Hâce İmâm İzzeddîn, İmâm Ziyaüddîn ve Hâce Kâmilü’d-devle ve’d-dîn için o kadar çok mektup yazdım ki ciltleri bulmuştur. Ancak uzun zamandan beri yazmak istemiyorum, isteğim giderek azalıp kayboluyor. Geçmişteki yazma isteğim şu an bende bulunmuyor. Uzun zaman önce bu âşık gönül, lisandan dinlerdi; lisan konu­şan, gönül dinleyendi. Yazma isteğimin çok azaldığı şu vakitler ise lisânını kalbimden işitiyor. Gönül konuşan, lisan ise dinleyen durumunda. Epey müddettir şu tuhaf hâller ve vakitler bu hakire yüz gösteriyor.


Fakat Allah’ın Elçisi, her lahza ve her an bu iki hâlde bulu­nurdu. “O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”(Necm,3-4) bu mânâdan haber verir. Sözü gönülden işitmek istediğinde; “Erihnâ ya Bilâl! Beni benden alıp hakikate ilet.” derdi. Gönlü dilden işitmek istediğinde ise “Kellimînî yâ Humeyrâ! Ey Âişe beni hakikatten kendime getir, beni kendime getir ki insanlar faydalansınlar.” derdi. Kendisi bunu şöyle ifade ediyor: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.”

O muhterem Aziz, birkaç nükteyi sual yoluyla benden öğrenmek isteğince, kendi fıtrat ve hakikatimden izin alarak bun« ların cevâbını verdim. Hakikat ve fıtratım kalbimden, kalbim Mustafa’nın canından/rûhundan, Mustafa’nın ruhu ise Hak’tan izin aldı. Kalbim Mustafa’nın ruhundan, hakikatim kalbimden, dilim ise hakikat ve fıtratımdan izin aldı.


Şimdi, bu bîçârenin mektup ve kitaplarından okuyup işitti­ğin şeyi sâdece benim dilimden işitmiş olmazsın. Onu, kalbimden ve Rûh-i Mustafa’dan da işitmiş olursun. Rûh-i Mustafa’dan işitmiş olduğun bir şeyi de Allah’tan işitmiş olursun ki “O, arzusuna göre konuşmaz. O’nun (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”(Necm,3-4) âyetleri bu mânâdadır. Yine “Kim Resûl’e itâat ederse Allah’a itaat etmiş olur.”(Nisa,80), “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.”(Fetih,10) âyetleri de bu anlamı taşırlar. “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) bütün bunların kaynağıdır. Ey Aziz! “Andolsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssa­larında akıl sâhipleri için pek çok ibretler vardır”(Yusuf,111) âyeti, pirlerin müritlerine söz söylemeleri ve yol göstermeleri konusunda izin ve cesâret vermiştir. Yine bu mânâda “Peygamberlerin haberle­rinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz.”(Hud,120) buyurulmuştur.


Hâl böyle olunca, daha evvel söylediğim ve şimdi dedi­ğim gibi, bana verilen şeylerin özünü, ben de okuman için sana yazıyorum. Sâlik eğer televvün sahibi olur, televvünde duraksar ve burada kalırsa tertibe dikkat edemez. Bu hâlde söz söylemek yolunun perdesi olur, burada konuşsa da konuşmasa da tehlike altındadır. Bu durumda tertip, nazım ve ibare güzel bir sûrette ifade edilemez. Bu henüz “havâss”ın nasibidir. “Kim Allah’ı bilirse, onun dili konuşmaz olur.” bu anlamdadır. Bu sözde de henüz hikmet ve tahkik yoktur. Fakat “havâssü’l-havâs” mertebesine ulaşanları kendiyle yalnız bırakmazlar. Bıraksalar bile bir zaman sonra artık kendinden geriye vasfedebileceği bir şey kalmaz. Nihayetsiz bir makama ulaşır, eğer Allah kendisine izin verirse müritlerinin iktidâ ve ihtidası için birkaç söz söyler. Sözünün tertibine de dikkat etmez.

Asıl kuvvetli ve yerini bulan söz burada söylenir, fakat herkes bunu anlayamaz. Zîra söz öyle bir kisveye bürünür ki, herkeste bunu anlayacak kavrayış olmaz. Bu makamda “Kim Allah’ı bilirse dili uzun olur.” sırrı meydâna gelir, kendimi kaybetmiş gördüğüm­de söylediğim şeyde ihtiyarım olmaz. İhtiyarı geri verdiklerinde şöyle yazar: “Allah işinde galiptir.”(Yusuf,21), yâni kulunun işinde “Şüp­hesiz Allah dilediğini yapar.”(Hac,18) “Ve O dilediği hükmü verir.”(Maide,1) Doğru yola eriştiren Allah’tır.



Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah Yay.)




Devamını Oku »

Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Kafirlerin Kur'anın Hakikatini Anlamamaları

Ne dersin, Ebû Cehil ve Ebû Leheb Kur’ân’ı anladılar mı anlamadılar mı? Arapça ve harf yönüyle anladılar, ancak onun hakikatine karşı kördüler. Kur’ân onlardan şöyle haber verdi: “Onlar birtakım sağırlar, dilsizler, körlerdir.”(Bakara,18) Ey Aziz! Bil ki Kur’ân müşterek lafza delalet eder. Yâni bâzen Kur’ân lafzıyla onun harf ve kelimeleri kastedilir, bu mecâzîdir. Bu makamda kâfirlerin Kur’ân’ı dinlemeleri husûsunda Allah şöyle buyurur: “Ve eğer müşriklerden bir kimse senden aman dilerse artık ona aman ver. Tâ ki, Allah’ın kelâmını dinlesin.”(Tevbe,6)

Fakat gerçekte Kur’ân denilir­ken sâdece onun hakikati kastedilir. Kâfirlerin işitmediğine işâret edilen makamda» Kur’ân’dan kasıt onun hakikatidir. “Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın,”(Neml,80) “Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.’’(Enam,25) gibi âyetler bu anlamda gelmiştir. Ebû Leheb Kur’ân’dan “Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.”(Tebbet,1) dışında bir şey duyamadı Ebû Cehil “De ki: Ey kâfirler”(Kafirun,1) hâricinde ondan bir şey anlamadı Oysa Hz. Ebû Bekir ve Ömer “eli kurusun” ve “De ki: Ey kâfirler” ifâdelerinden başka bir şey anladılar. Bir çocuk aslan, kurt ve yılan lafızlarında harf görür, oysa büyükler onların mânâsını görür. Ebû Leheb ve Ebû Leheb’in duyduklarını Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de işittiler, fakat Ebû Bekir ve Ömer’in anladıklarına Ebû Leheb ve Ebû Cehil için yol yoktur. “Ve Biz onların önlerinde bir sed ve arkalarında bir sed vücuda getirdik, öylece onları sarıverdik. Artık onlar göremezler.”(Yasin,9)

Başka bir yerde Allah şöyle buyurdu: “Ve Kur’ân’ı okuduğun zaman seninle âhirete îmân etmeyenler araşma örtecek bir perde çekeriz.”(İsra,45) Bu yabancılık perdesi kalkmadığından, onların Kur’ân’ın cemâlini görmelerine izin verilmemiştir.
Hz. Ömer bu mevzûda şöyle demiştir: “Kur’ân’da düşman­lar zikredilmez ve kâfirlere hitap yoktur.” Kur’ân’da yabancılardan bahsedilmez, kâfirler muhâtap alınmaz. Ey dost, Kur’ân’da bu kimselerden bahsedilmesi ve Allah’ın kendi dostlarına bu kişileri hatırlatmasının sebebi, dostların ne kadar büyük şerefe nâil olduk­larını bilmeleri içindir. Bunlardan bahsetmek dostlar sebebiyledir, aksi hâlde kendilerinden ibret alınması için zikredilen Ebû Leheb, Ebû Cehil ve Firavun’un Kur’ân’da anılmasının ne faydası vardır?

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay.)
Devamını Oku »

Ruhun ve Kalbin Hakikati

Ruhun ve Kalbin Hakikati






…Hz. Isâ kemal ve yücelik sâhibi olduğu için ona Rûhu’l-Kudüs elbisesini giydirmiş ve onu bütünüyle ruh yapmışlardı. “Onu Rûhu’l-Kudüs ile teyit ettik.”(Bakara,253) âyeti bu mânâda gelmiştir. Adem ve Adem sıfatlıların, başkalarına karşı kerâmet ve fazilete sâhip olmaları “Katından bir ruh ile onları desteklemiştir.”(Mücadele,22) âyetinde ifade edilen ruh ile desteklenmeleri sebebiyledir.

Rûhu Allah âleminden bedene gönderdiler, “Ona şekil verdiğim ve ona rûhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”(Hicr,29) bu anlamdadır. Çabala, tâ ki “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.”(Şura,52) hakikati sana yüzünü göstersin. O zaman bu âyet, “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) ifadesinin ne anlama geldiğini sana söyler.

Gayretullahın elinden el-emân! “Allah gayûrdur, her türlü fuhşu ve kötülüğü de bu gayretinden dolayı haram kılmıştır.” Allah gayretinden ötürü bütün muharremâtı haram kıldı, rûhun rûhun şerh edilmesini de bu şekilde haram kılmıştır. Beyit:

Yazık, mukaddes ruhu her iki cihan içinde,

Kimse ayan beyan görmemiş, ona işaret etmemiştir.
Eğer bir kimse mekân ve lâmekânda onu gördüm derse,
Böyle dedikten sonra onu gayret ağacına dara çekerler.

Kadir gecesinin bulduğu bütün şeref, ruh ve melekler sebe­biyledir. Bu yüzden “O gecede, melekler ve ruh iner dururlar.”(Kadr,4) buyurulmuştur. Rûhun güzelliği cilvelenir, bu cemal güneşi her neye erişirse o şeye kıymet katar ve o şey kıymet bulur. Ey Aziz! “De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) tam bir açıklamadır, ancak sâdece marifet ehline mahsustur. Zîra ruh emirdendir. Allah’ın emri ise irâde ve kudrettir. Şu âyeti dinle: “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki, o da hemen oluverir.”(Yasin,82)
Mukâtil âyette geçen “min emri rabbî/Rabbimin emrinden­dir” ifadesini “min nûri rabbî/Rabbimin nûrundandır” olarak tefsir etmiştir. Ebû Bekir Kahtabî burada şöyle demiştir: “Ruh ‘Kün/Ol emrinin zilleti altına girmez.” Zîra “Kün fekân” olmadığı vakit yaratılmış âlemden de olmaz, yaratanın âleminden olur, kıdem ve ezeliyet sıfatına sahip olur. Emir, emretmek, eşyâ ve mahlukatı meydâna getiren demektir. Ruh da emir âleminden olduğundan âmirdir, memur değil; faildir, mefûl değil; kahredicidir, kahre­dilen (makhûr) değil. Allah rızâsı için Abdullah b. Ömer’in Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği şu habere kulak ver! Hz. Muhammed buyurdu ki melekler şöyle dediler: “Yüce Rabbimiz! İnsanoğluna dünyayı vatan ve mesken yaptın, orada yerler, içerler. Dünyayı onların nasîbi yaptığın gibi âhireti de bizim evimiz yap!” Allah onlara şöyle vahyetti: “Ben ‘kendi elimle’ yarattığımı ‘kün fekân’ diyerek yarattığımla bir tutmam. Ey melekler! Benim kendi kudret elimle yarattığımla, ‘ol’ diye emrettiğim an ‘oluveren’ varlıklar bir olmaz. Yani “iki elimle yarattım”(Sad,75) sırrıyla Allah eliyle yaratılan mahlûkat ile Allah’ın fiili ve sanatı olanlar aynı değildir.

Aklına “Allah ruhları bedenlerden iki bin sene önce yarat­tı” ifadesinin geldiğini biliyorum. Muhakkiklere göre buradaki yaratılmışlık izhar anlamındadır; irâde etme ve var etme sıfatını yaratma ve kudret sıfatına arzetmekten ibarettir. Bilir misin “iki bin sene”nin her bir yılı ne kadardır? Onun sâdece bir günü bin yıl eder. “İki bin sene”nin künhüne vâkıf olan kimse, kudret âleminin kemiyet ve keyfiyetine ulaşır. Gökyüzü neredeydi? Yeryüzü var mıydı? Gece ve gündüz nasıldı? “İki bin sene” bilgisi bu soruların cevâbını ortaya koyar. Rûhu diğer mahlûkat gibi zannetme, ruh ayrı bir izzet ve letafete sahiptir. Ebû Ali ed-Dekkâk bu beyitleri, şu mânâlar cihetiyle söylemiştir:

Canın yeri ve yurdu bu âlemin dışındadır,
Yoklukla ilgisi olan ne varsa onun dışındadır.
Bu gizli sır, gizliliğin dışındadır,
Yâni Allah, iki âlemin de dışındadır.
Canlar Hak’tandır, Hak canın dışındadır,
O noktayladır, fakat nokta O’nun dışındadır.

Bu rûha kudsî derler. Bunun dışında diğer iki ruh daha vardır ki birisine tabipler ve hakimler, hayvânî ve müteharrike, diğerine âlimler rûhânî derler. Bu rûhânî olanı bedene izâfe ederler. Bu ruhanî rûhun bedene izâfe edilmesi iki türlü olur.

Birinci Vecih: İnsan rûhunun, insanın hakikati olduğu söylenebilir. Bu rûhun, biri tasarruf edebilmek, diğeri bir tasarrufa sâhip olmamak üzere iki durumu vardır. Rûhun bedende olması ve ona tasarruf etmesini, benim yazı yazdığım kaleme tasarruf etmem gibi kabul et. İstersem kalemi hareket ettirir yazarım, ister­sem sâbit tutarım. Böyle olunca rûhun bedene tasarruf etmesine hayat, tasarrufun kesilmesine ise ölüm derler. Bu kesilmeden sonra rûha yeniden tasarruf verilmesine ihya ve ba’s derler. Tasarrufun kesilmesi ya uyku denilen durumda olduğu cüz’i ya da ölümde olduğu gibi külli olur. Aynı şekilde ruhun geri verilmesi de cüz’î olduğunda intibah (uyanma), külli olduğunda ise ba’s ya da kıyamet (yeniden dirilme) adını alır. “Geceleyin sizi öldüren” sözünü bu ciiz’i kesilme, “gündüzün sizi dirilten” ifadesini ise cüz’i iade olarak bil- “Belirlenmiş ecel tamamlansın diye…(Enam,60) ifadesi rûhun bedende kaldığı zaman zarfına, dünyada geçirdiği vakte işaret eder.

“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uyku­sunda iken canlarını alır.”(Zümer,42) âyetinin elinden el-emân! Eğer bedende durma müddeti sona yaklaşmışsa, rûhun tasarrufu birden kesilir ve artık tasarruf etmez olur. Uykudan yeniden uyanamaz. “Artık üzerine ölüm ile hükmettiğini tutuverir.”(Zümer,42) Eğer ecelden ve vakti tâyin edilmiş ömründen hâlâ bir şey varsa, uykudan sonra tasarrufa devam eder. “Diğerini de tâyin edilmiş vakte kadar salıverir.”(Zümer,42) Hz. Peygamber uyku vaktinde şu şekilde duâ ederdi: “Allah’ım! Şu nefsimi öldüren sensin. Onun ölümü de hayatı da senin içindir. Eğer onu tutarsan (öldürürsen) onun mâliki sensin mağfiret et. Eğer salıverirsen (sağ bırakırsan) sâlih kullarını muhâfaza ettiğin gibi onu da muhâfaza et.”

Ey Aziz! Eğer, “Emrinden olan rûhu, kullarından dilediğine indirir.”(Mümin,15) cemâlinin sana kendisini göstermesini istersen, kevn ü mekândan geç. Zîra her iki cihandan ve kendinden geçtiğinde, rûhu arş tarafından istivâ edilmiş görürsün. Nitekim âyette bildirilmiştir ki “O Rahman arşa istivâ etti.”(Taha,5)
Sonra arşı da geç ki “Allah’ın kadrini bihakkın takdir edemediler.”(Hac,74) âleminde, “Dereceleri yükselten Arşın sahıbi”ni (Mümin,15) görebilesin. Bu makamdan sonra, Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.”(Şura,12) sırrıyla göklerin ve yerin kilidini açan anahtar olursun. Şeyhimiz Ebû Saîd-i Ebü’l Hayr dan dinle de bak ne söylüyor ve ne güzel anlatıyor:

Yazık ki kudsî ruh her şeyden gizlenmiştir,
Onun yüzünü kim gördü, sesini kim işitti?
Zaman içinde onun güzelliğini gören kâfir olur,
Yazık ki bu şeriat, sözümüzü kesmektedir.
Kevn ü mekânı birbirine vur, kendinden kurtul ki erişesin,
Zîra böyle bir canı, Allah iki cihâna tercih etmiştir.

Sen daha kalbini göremedin, rûhunu nasıl görecek­sin? Rûhunu dahi göremezken Allah’ı nasıl göreceksin? Bâzen “Rahman, Kur’ân’ı öğretti.”(Rahman,1-2) âleminden gelir, sana “Bismillah”ın “ba”sı veya “mîm”inde bulunan bütün ilâhı sırları gösterirler. “O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti”(Alak,4-5) senin öğretmenin olur. Bütün bu sırların hepsi senin gönlüne nakşolur, kalbin levh-i mahfuz olur. “O, levh-i mahfuzda bulu­nan şerefli Kur’ân’dır.”(Buruc,21-22) hakikati, Rûhu’l-Emîn’e söylediği her şeyi bizzat sana da söyler. Sonra kalbinin ağzına ledünnı ilimden damla damla akıtırlar ki bu şekilde öncekilerin ve sonrakilerin ilmi sana açıklanmış, anlamı ortaya çıkmış olsun. “Ağzıma bir katre koydular, bununla öncekiler ve sonrakilerin ilmini bildim.” bu makamdır. Resûl ve nebilere “Onu, Rûhu’l-Emîn uyarıcılardan olasın diye, senin kalbine indirmiştir.”(Şura,193-194) mesajıyla muamele ettiği gibi, sana da “Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe” ile yol bulur.

Bilmiyorum ki söyleyeceğimden ne anlayacaksın? Diyo- rum ki “Allah onları sever” muhabbeti irâdeye, irâde ise “O’nun emri, bir şeyi murat ettiği zaman ancak ona ‘Ol!’ demesidir ki,0 da hemen oluverir.”(Yasin,82) sırrıyla “emr”e götürür. Bu emir nedir?“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”(İsra,85) âyetinin bizzat kendisi
emrin kim ve ne olduğuna şahitlik eder. Emir, senin beden dediğin ubûdiyet noktasını değiştiren iksirdir. Bedeni, pervâne gibi aşk ve muhabbet ateşine öyle gark eder, seni öyle bir hâle sokar ki ancak şu beyitleri sana söylediğinde durumun farkına varırsın:

Her ne kadar aşkla dost isek ve o evimizde ise de,
Kederler kadehimizde bir yudum içkimizdir.
Aşk âleminde akıldan uzak dur,
O da dîvâne gönlümüzün kölesidir.

Senin gönül levhana yazılacakları bizzat Allah’ın kalemiyazar, olanları sana bizzat senin kalbin söyler. Bütün bunlar, ancak kalbin hizmetçisi ve müridi olduğunda meydâna gelir. Kalbin pîr sen mürit, kalbin hizmet edilen sen hizmetçi, kalbin âmir sen memur olduğunda bütün şerefler sende ortaya çıkar ve kalp seni kabul eder, seni terbiye eder. Bu iş öyle bir noktaya ulaşır ki artık her gün senin hizmetin görülmeye başlar. Sen de kendi kendine
şu beyitleri söylersin:

Onun kalbinin adıyla aşk kemerini kuşandım,
Sevgilime kalbimin haberini götürdüm,
Gönlümün neşesi ve keyfi yerine geldi,
Ey ben, rûhuyla kalbi arasındaki hizmetkâr.

Gayret göster de bedenle ruh arasındaki münâsebetin ne olduğunu, onun içeride mi yoksa dışarıda mı bulunduğunu anla! Ruh insana hem dâhildir hem de hâriçtir. O, aynı şekilde âleme de hem dâhil hem de hâriçtir. O, insana dâhil de değildir hâriç de değildir, âleme dâhil de değildir hâriç de değildir. Ne söylendiğini iyi anla! Ruh bedene muttasıl da munfasıl da değildir. Allah da âleme muttasıl da değildir, munfasıl da değildir. Şu beyitlere kulak ver:

Hak canda, can gönülde nihândır,
Ey nihân içinde nihân içinde nihân.
Böyle bir remiz iyân, bir işaret ve beyândır,
Ey cihan içinde cihan içinde cihan.

İkinci Vecih: Bu rûhun bedene izafe edilmesi insan lafzının insanlığa ıtlak ve izâfe edilmesi gibidir. Zira insan lafzını ıtlak ettiklerinde avâmdan bâzı kimseler zannederler ki bu mefhumla sâdece beden kastedilmektedir. Ancak hakikat ehli bu lafızla, insanın ruhu ve hakikatinden başka bir şeyin kastedilmediğini bilir.

Meselâ “filan âlim, câhil, kâdir, âciz, cömert, cimri, mü’min ve kâfirdir” gibi lafızların hepsi carnn vasıf ve sıfatlarıdır. Bedenin bu sıfatlarla vasfedilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. Ancak benzer şekilde bâzen mecaz yoluyla beden için de “insan” lafr i ıtlak olunabilir. “Zeyd kısadır, uzundur, kördür, topaldır.” ifadeleri beden için kullandır. Kâfirlik, müslümanlık, cömertlik, cimrilik, ilim ve cehâlet cana mahsus vasıflardır ve bundan bedenin nasîbi yoktur. Kısalık, körlük, uzunluk vb. sıfatlar ise bedenin vasıfla­ndır, bundan da rûhun hiçbir nasîbi olmaz. Bu sebeple bedene atfedilen mecâzî vasıflar de can ve gönle atfedden hakîkî vasıflar arasında fark bulunur.

Buna göre halk üç çeşittir:

Birincisi,insanın bedenden başka bir şey olmadığını zanneden avamdır. Zîra Allah şöyle buyur­muştur: “Gerçek şu ki, biz inşam katışık bir nutfeden yarattık.”(İnsan,2) Başka bir yerde ise “ Şüphesiz biz kendderini yapışkan bir çamurdan yarattık.’’(Saffat,11) buyurulmuştur.

İkincisi, hem rûhun hem de bedenin varlığını kabul eden alimlerdir. Zîra Allah şöyle buyurmuştur:“Size şekil vermiş, sonra şekillerinizi güzelleştirmiştir.”(Mümin,64) Yâni “size kalple şekil vermiş, ruhla en güzel şekilde süslemiştir.”

Üçüncüsü ise, “insan” ve “âdem’den kastın sâdece ruh ve can olduğunu, bedenin insanla ilişkisinin bulunmadığını, bedenin sâdece rûhun merkebi olduğuna inanan havâstır. Ruh, insan için binici ve süvâridir, hiçbir şekilde binilen şey binicisinin zâtından olamaz. Meselâ insan bir ata bindiğinde, at başka binici başkadır. Kafes başka kuş başkadır, kör olan birisi kafese yönelse “Bu kuş kafesin kendisidir.” der, ancak gören birisi baktığında kuşu kafesin içinde görür ve bilir ki kafes kuş için yapılmıştır. Ancak kuş serbest bırakıldığında artık kafese gerek kalır mı?

Havâs yeme, içme, cinsi münâsebet ve uyku gibi beşeriyete taalluk eden sıfatlardan kendisini nefyetmiştir. Bu sebeple bunlar her ne kadar yer, uyur, acıkır ve su içerlerse de “yedik, uyuduk” demezler. Bu durum basiret ehline müşâhede ile mâlum olmuş, rûhun binici, bedenin ise binit olduğunu bilmişlerdir. Biniti olan ata yem veren bir kimse, yemi asla kendine izâfe etmez. Bu topluluk yeme ve uyumayı kendilerine izâfe etmeyi bu sebeple kendilerine lâyık görmezler, çünkü insanın hakikati başka bir şeydir, yeme, içme ve uyuma ise başka bir şeydir.

Ey Aziz! Her kim insanın mücerret bedenden ibâret oldu­ğuna, kabre girip çürüyeceğine inanır, rûha araz deyip arazdan başka bir şey olmadığını kabul etmez, bâzı kelamcılar gibi onu mâdûmattan sayar ve Allah’ın bunları kıyâmet günü yeniden yaratacağına inanırsa bu itikat küfür ile eştir. Eğer insan ölümle yok olsaydı, Hz. Peygamber ölüm anında neden “Bilakis en yüce refiki, en safı hayatı ve en üstün kemâli isterim.” dedi? Yine O, “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyurmuştur. Benzer şekilde kızma neden “Bana en çabuk ulaşacak semin.” dedi de onu güldürdü? Bilâl-i Habeşî ölüm anında niçin Yarın sevdiklerime, Hz. Muhammed ve arkadaşlarına katılıyorum, dedi? Bütün mânâların tamâmını Allah’tan dinle:’’Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayın! Aksine onlar hep hayattadırlar.”(Al-i İmran,169) Hz. Muhammed’in bu anlamda “Mü’min her iki dünyada da hayattadır.” ve ‘‘Allah’ın velîleri ölmezler, ancak bir diyardan başka bir diyara göçerler.” gibi başka ifadeleri de vardır.

Bütün bu beyanlar, beden ölse bile rûhun canlı ve bakî kala­cağını göstermektedir. Bedeni kabre indirseler de rûhu “mak’ad-ı sıdk”a ulaştırırlar. Bu konuda avâmın îtikâdından kabul edile­bilecek bir husus varsa o da bedenin rûha musahhar ve itâatkâr olduğu, rûhun bedene hükmettiğidir. Fakat bâzen izafet ve nispet rûha yapılır.

Meselâ “Doğrusu insan çok zâlim,çok nankördür!”(İbrahim,34) ifadesinde zâlimlik ve nankörlük bedene değil rûha izâfe edilmiştir. Ancak Hz. Muhammed hakkındaki “De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim.”(Kehf,110) buyruğunda bedene işâret vardır. Yine “Ben size, Allah’ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum.”(En-am,50) âyetinde bedene işâret edilmiştir.

Fakat “Ben Ademoğlunun efendisiyim.” ve “Sizin gibi birisi değilim” hadislerinde muhâtap candır. Hz. Muhammed’in “Allah beni aziz kıldığı için toprağın altında üç geceden fazla bırakmaz.” hadîsi yine onun toprağa girmeyecek tertemiz rûhuna işâret eder. Ancak onun “Ben câhiliyyede kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” hadîsi onun mübarek bedenine işâret eder. “Âdem su ile toprak arasındayken ben peygamberdim.” hadîsi de rûha dâirdir.

Bedenin bütün bu mânâdan uzak olduğu gizli değildir, ancak ona mecâzen can denebilir ki zâten beden tamâmıyla canın hükmü altındadır. Bağış, lütuf, ceza, korku bütün bunların hepsi onun içindir. Hz. Peygamberden dinle ki o “İnsanlar niyetlerine göre haşredilirler.” buyurmaktadır. Başka bir yerde ise “Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman.”(Adiyat,10) buyurulmuştur. Benzer şekilde ‘’Gizlenenlerin ortaya döküldüğü gün”(Tarık,10) gelmiştir. Atı üzerinde bir binici geldiğinde, buna mecazen at geliyor veya adam geliyor denebilir. Fakat süvari geliyor denildiğinde artık bu mecaz değil hakikattir. Hz. Muhammed’den dinle, şöyle buyurmaktadır:“Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, sağlıklı olursa bütün vücut sağlıklı olur. O bozulursa bütün vücut bozulur.”

Eğer tam olarak öğrenmek istiyorsan iyi dinle. Bil ki Allah’ın nazarı ve muhabbeti bedene asla inmez, aksine kalbe ve rûha iner. “Allah sizin sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, ancak kalplerinize bakar.” Kalp bir zaman, Allah’ın yerine, dünyada bulunduğu zaman zarfında ölüm anma kadar mecazî bir nazarla bedene bakar. Ölüm vakti geldiğinde eğer beden kalbin gözetimi altındaysa ölmez. “Muhakkak ona hoş bir hayat yaşatacağız. Fakat beden kalbin gözetiminde değilse küllî bir ölüm meydâna gelir. “Hayat bulmaz ölülerdir onlar.”(Nahl,21) bu anlamdadır.

Aynülkudat Hemedani – Temhidat (Dergah yay)





Devamını Oku »