Namaz





Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye’nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe’nindendir.

Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.

Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.


Said Nursi,İşarat-ül İ’caz 43
Devamını Oku »

Namazda Huzura Vesile Olabilecek Bir Kaç Hakikat



Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâ’be’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beyt’in etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyt’i ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmaya dâhil olsun ki, o cemaatın icma ve tevatürü, onun namazda söylediği her davaya ve her bir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun.

Meselâ: Namaz kılan اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ dediği zaman, sanki o cemaat-ı uzmayı teşkil eden bütün mü’minler “Evet doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı manevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, latifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâ’be’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil tebaî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır. (Mesnevi-i Nuriye 76)


***

Teşehhüd ve Fatiha kelimelerinin geniş ve yüksek manaları kasdî değil, belki dolayısıyla meşguliyet ve huzura bir nevi gaflet veren tafsilâtı değil, belki mücmel ve kısa manaları gafleti dağıtır, ubudiyeti ve münacatı parlatır görüyorum. Namazın ve Fatiha ve teşehhüdün pek yüksek kıymetlerini tam gösterir. İkinci Kısmın âhirinde “kasden meşgul olmamak”tan murad ise: O manaların tafsilâtıyla bizzât iştigal, bazan namazı unutturur, huzura belki dokunur. Yoksa dolayısıyla ve muhtasar bir tarzda büyük faidelerini hissediyorum. (Şualar 619)


Said Nursi r.h
Devamını Oku »

Her Şey Aslına Döner

Her Şey Aslına Döner

Her şey aslına döner.

Yeryüzündeki müslümanlar da asılları olan İslâm’a dönecekler.

Bu dönüş, geriye doğru dönüş değil, asla, öze, köke dönüştür.

Dağı görmek istiyorsanız dağa kadar gitmeden de onu görebilirsiniz. Göz, dağı gördü mü, dağ, göze gelir.

Siz bir çukurda dağa arkanızı çevirmişseniz dağı geride kalmış savmanız, sadece size ait bir aldanıştır. Dağ belki arkanızda fakat çok yüksektir. Tepenizdedir. Siz çukurdasınız, o yüksektir. Bereketli yağmurlarını Allah’m izniyle göndermese ovada ot bile bitmez. Ova­nın görünüşteki ekinsizliğinden dolayı dağı küçümse­mesi ve kınaması ne kadar gülünçtür. Ekin ovada yeti­şir, ama dağın payım kim inkâr edebilir?

İnsan, İslâm’m önünde, dağın önündeki ova gibidir. İslâm’dan gelip kendinde esere ve verime dönüşen ni­metleri kendinden bilerek gurura kapılan insan, dağı küçümseyen çukurun gülünç durumuna düşer.

Ova aldanmaz, fakat insan aldanır. Ova alçak gö­nüllüdür, fakat insan çarçabuk gurura kapılır.

Bizim dağ ve ova meselemiz bir örnektir. Yoksa ger­çekte, dağlar da, ovalar da nimetin ve cezanın nereden geldiğini bilirler, öğünmezler, benliklerini ileri sür­mezler, ödevlerini yaparlar ve Hakkın takdiri önünde boyun eğerler.

İnsansa dağa arkasını çevirir ve dağ geride kaldı der. Halbuki dağ yerindedir, yerini hiç değiştirmez. Gerile­yen, ilerleyen insandır. Kendisinin gerilediğini görmez de dağı itham eder.

Halbuki, insan yüzünü dağa çevirse, dağ önünde olur. Dağ ileride olur. Ve gerekeni de o değil midir?

İslâm, en ulu dağlar gibi yerinde sabit, sağlam, başı dik ve tertemizdir. Kaypak olan, kaçan, saklanan, dağı kendi boş vehimleriyle itham eden insandır.

Tabiattan aldığımız dağ-ova örneği, insanın bütün aldanışlarında benzerini bulur.

İnsanın iyi olan asla dönmesi için Kur’an bir rehber olarak sağ ve diri, önümüzde ve başımızdadır.

Oruç, gözü keskinleştirir ve aldatıcı görünüşlere karşı insanı uyarır.

Namaz ruhu kuvvetlendirir; asla dönüşün engelle­rini ayıklar.

Zekât, insanın mal ihtirasından dolayı kam kirlenen birikmiş maldan kan alma, hacamattır adeta.

Zekâtı verilmiş mal, kanı arınmış bir kurbandır in­sanın önünde âdeta.

Eşyanın kan çarpmasından böylece korunmuş olur insan.

Komünizm, zekâtsız geçen çağlarda birikmiş kirli kanın çağımızda birdenbire patlak vermesidir. Evren­sel bir ceza gibi.

Müslümanlar asılları olan İslâm’a dönerlerse, umu­lur ki, insan da ona bakarak İslâm’a dönsün.

Çünkü: müslümanlar, ifratla tefritin çarpışmasında, ortadaki selâmetin topluluğudurlar. Hakem millettir­ler. Haktan ve hakikatten ayrılmazlar.

Müslümanlar, örnek millettirler. İnsanlık onu görse yüzeydeki aldanışı aşıp derindeki öze ulaşabilir.

Çağımızdaki her müslümanın ödevi, mümkün olan bütün gücüyle Islâm’ı önce kendi şahsında, sonra bütün insanlarda tam yaşanır bir hayat iksiri sayarak çalış­mak ve bu yolda savaşmaktır.

Her şey aslına dönecektir.

Kader çizgisi eğilmez, bükülmez.

İnsan kader çizgisinin dışına çıkamayacağını anlar da gurura kapılmazsa yol kolaylaşmış olur.

Yol kurallarına uyarak vekar ve onurla gitmeyen, kaderin itişiyle yuvarlana yuvarlana gider.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Dinin Sütunu

Dinin Sütunu


»Namaz, dinin sütunudur» buyurdu Peygamber. Evet, namaz, dinin ana sütunlarının birincisidir.


Din, insanın ve toplumun ruhuna yerleşmiş ulu bir ağaçsa, bu ağacın kökü iman, gövdesi namaz ve namaz sütununun etrafında halkalanmış olan oruç, zekât ve hac daireleri, dallan ve budakları da iyi ahlâk, davra­nışlave yemişleri ve çiçekleri de, bütün iyilikler, gü­zellikler ve doğruluklardır.


Namaz, bir ucu imana açık, öbür ucu iyilikler, doğ­ruluklar ve üstünlüklere bağlı, din köprüsüdür.


Adeta bu dünyanın sıratı namazdır.


Namaz, günde beş vakit gelerek kötülük fırsatlarını yok eden bir gök eridir.


Namaz, Kur’an-ı Kerim gibi sürekli bir mucizedir.


Bir elmanın bir yansı oruç, bir yansı namazdır.


Namazın protestolusu, telinlisi, siyasetlisi, gösterili­si olamaz. Namaz, sadece namazdır.


Ve bu namaza dokunulamaz.


Bu halk, yirmi yıldır durmadan yıkılmış camilerini onanyor, eksik yerlerini yaptınyor, camisiz semt bırak­mıyor. Bu camileri yaptırdı, şimdi sıra ihmal edilmiş namazlara geldi. Halkın namaza koşusunun anlamı, din duygusunun canlanışından başka bir şey değildir.


Camiler yapıldı, din duygusu canlandı, elbet halk namaza koşacaktır. Dinin sütununa sarılmaya.


Çünkü, dinin sütunu namazdır. Toplumu ayakta tu­tan sütun da dindir.


Bu çağda dinsiz yoksul toplumlar, komünizmin ku­cağına kolaylıkla yuvarlanırlar.


Ayakları şişinceye kadar namaz kılan Peygamberim ümmeti olmak, bir insan topluluğu için yeter şandır.


Çocuk, ulvilik âlemini ilkin babasının namazında canlanmış olarak görür.


Beş esrarlı camii olan bir kent düşününüz. Birinci cami, sabah ortalık ışımaya başlayınca insanları, ama nasıl insanları, Allah’a tam inanmış, kullara tapmayı reddetmiş, vahye ve onu getirenlere inanmış insanları çağırsın; o çağırınca, melekler yalnız onları uyandırsın. İkinci cami, güneş tam tepe noktasını biraz aşınca, işini dosdoğru yapıp insanlara iyilik saçan müminleri; üçün­cü cami, güneş de her fani gibi boynunu batışa doğru eğince ve ışıklarını son saatten bir haber gibi serin se­rin göndermeye başlayınca, olgun, dosdoğru ve inanmış insanları; dördüncü cami, güneşin adeta ruhu kabz edilmiş bir insanın kabrine konuluşu gibi batışından biraz sonra, gecenin yerde dirilerek çıkmaya başladığı saatte evine dönen müminleri ve nihayet beşinci cami, gecenin kalın örtüsü altında yine de eşyaya ve tabia­ta, günün yorgunluğuna ve insanların tahakkümüne karşı Allah’ın bahş ettiği güven ve huzurla donanmış müminleri çağırsın ve bu çağırışa karşı konul amasın, îşte böyle bir kentin insanları, günde beş kere dünya kirinden ayıklanıp çıkacaklar, faniliğin zararlarından kurtulacaklar, sonsuzluğun eşiğinde Allah’a tapmak­tan dolayı mutlu olacaklardır.


İşte bu esrarlı şehrin, bu esrarlı beş camii sembol değil bir hakikattir. Her İslâm şehri, o şehrin her camii, o beş camiin özelliğini taşımaktadır.


Her namaz, kubbesi gökyüzü olan dünyamızda müslümanları toplayan bir camidir.


Namazda, miraç mucizesinin kuvvetinden bir kuv­vet gizlidir.


Din ve tanrıtanımazlarla inanmışların savaşı, in­sanlık içinde bir gün müslümanların zaferiyle son bu­lunca, dinin temel sütunlarından namaz, ulu bir kubbe­yi ayakta tutan mermer bir sütun gibi insanın ruhunda yeniden bütün ihtişamıyla yükselecektir.


Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

İlerleyiş

İlerleyiş

' Müslüman, sürekli bir ilerlemenin adayıdır.

Dinde sürekli bir ilerleyiş vardır.

Alt ucundan tutsanız bile din sizi kurtarır. Ama yine de sizin borcunuz dinde durmadan ilerlemektir.

Müslümanın ödevi dinde halka inmek değil, halkı dine yükseltmek, halkla birlikte dinde yükselmektir.

Zaten, sizin yükselmeğe ve yükseltmeye çalıştığınız derece, halkın özleminde gizlidir. Sizin öbür insanları dinde ilerlemeye çağırmanız, onların kendi içlerindeki gizli bölgeyi açmalarını istemeniz demektir.

İçindeki kapılar açılsın istiyorsunuz yani.

İnsanların içindeki türbeler ışısın, yatırlar uyansın, sabahlar doğsun, kurumuş çeşmeler, gözyaşı çeşmeleri aksın istiyorsunuz yani.

«İki günü birbirine eşit olan insan ziyandadır» diyen Peygamberin izi, durmadan ilerlemenin izidir.

Gün doğar, gün batar ve müslüman ilerler.

Ay doğar, ay batar ve müslüman ilerler.

Ay, hilâlden bedir haline gelir, sonra tekrar hilâl ha­line döner, bu hâl durmadan devam eder ve müslüman durmadan ilerler.

Gerçekleşmiş inanca ermek için durmadan ilerleme­nin gerektiğini bilir müslüman.

Bütün peygamberlerin, ermişlerin, şehitlerin, kur­tulmuşların inanç sevincinden payım almak için dur­madan ilerlemenin gereğini unutmayandır müslüman.

Hazreti Musa, halkına doğru koşmuştu. Ama halkı­nın dindeki duraklamalarına, hele hele gerilemelerine ve dönmelerine asla boyun eğmedi, asla göz yummadı. Onları sevdiği, onlara acıdığı için, onları acı şekilde de uyardı, tatlı şekilde de uyardı. Hep onları dine doğru çekti. Dinin onların ayaklan altında eriyip gitmesine asla razı olmadı.

Bütün peygamberlerin halka bakışları, dinde ilerleme açısından asla kaymadı.

Dindeki ilerlemeye en beliğ örnek, Miraç değil mi­dir?

Her namaz, dinde biraz daha ilerlemek için mümi­nin giriştiği kendi miraç tecrübesidir.

Başarı, gerçek başarı, halk kalabalıklarının insanın peşinden geçici sürüklenişinde değil, halkın kalbine, halkın ruhuna, belki yavaş, fakat sağlam yerleşmede kök salmadadır.

Ve başarının devamı, içine kök salman halk ruhunu ilerletmede, dinde ve dünyada ilerletmededir.

Çağımızda dinde ilerleme, kalbteki inancı gerçek hale getirme, canlandırma, din düşüncesini diriltme­dir. Ruhunu uyandırma, dini konu edinen edebiyatın yeniden doğuşunu hazırlama, yeni natlar, yeni tevhit ve münacaatlarla insanın yüzünü ağartma, duvarlarda hapsedilmiş gibi duran Kur’an’m ışığıyla kentin ve in­sanın ruhunu ışıtma yolunda durmadan hız kazanmak demektir.

Ve halkın ruhuna, dinde ilerleme yolunda, sürekli olarak hız kazandırmak demektir.

Dinde ilerleme, dünyada duraklamayı gerektirmez. Tersine, dünyada da ilerlemeyi sağlar. Çünkü: dinde ilerlemekte olanın hız alanından dışarı çıkamaz dünya. Hızla ilerleyen müslümanın peşinden, aynı hıza kapı­ları dünya da ilerler.

Dinden kopmuş insan karanlıklar ve güvensizlikler içindedir. Son çağda sanki din durdu ve dünya ilerledi. Sonra insan birden dinden kopmaya ve onunla birlik­te de bütün güvenini kaybetmeye başladığının farkına vardı. Anlaşıldı ki, bu bir ilerleyiş değil, bir hırlayıştır, boşluğa doğru bir fırlayıştır.

Ve şimdi dinde ilerleme, dinde dirilme, insanın ona bağlı dünyanın da dinle kurtulma günleri geri gel­di. İçte bunu fark etmeye başladı insan.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Sürekli Mucizeler

Sürekli Mucizeler

 

Öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler­dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür­mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ­hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü­lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü­yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara­fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş­langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize­lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu­cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin­de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il­min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara­makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih­veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za­manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu­ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.

 

Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkul-kamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam­ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç­tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil­mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci­ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey­dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa­retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge­rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş­tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo­ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın­da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil­giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci­zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek­te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil­miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize­ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.

 

İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat­ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi­le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.

 

Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla­rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö­mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre­si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin­den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in­sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke­ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu­cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me­lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do­nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci­zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Hicret Mimarisi

Hicret Mimarisi
Onlar, hicret adamıdırlar. İçlerinde hep bir hicretin sızısını duyarlar. Ocakta ateş mi var? Yakında sönecektir, bilirler. Yol tepeye mi çıkıyor, biraz sonra inecektir yamaçtan, farkındadırlar. Şimdi kılıç gibi doğan güneş, sonra bomba gibi batacaktır. Yeşil ağaç kuruyacak, su çekilecek, karakış yazı kovalayacak ve kovacaktır.* (kovalayacak, kovacak)

 
Batılı insan, turist olur, olabilir, ama hicret adamı olamaz. Müslümansa, turistken de hicret adamıdır. Bu dünyada hicrettedirler. Bu çağda hicrettedirler. Bu ülkede hicrettedirler. Takvimleri hicretle başlar.

 
Çile bir hicrettir. Çilesini bitiren Müslüman, hicretini bitirip Medine’sine ermiş olandır.

 
Her namaz, bu yerlerden bir hicrettir. Oruç, vücudun eşyadan hicretidir. Hac bir hicrettir. Zekat bile malın maldan hicretidir. İşte Müslüman, en büyük yakınlığa ermek için bu iç içe hicret pınarlarında yunan(yıkanan) kişidir. Müslüman, hicretle gusl etmiş kişidir. Müslüman, hicretle teyemmüm etmiştir.

 
Hz. İbrahim’in Arabistan yolculuğu, Hz. Yusuf’un Mısır’a köle olarak gidişi, Hz. Musa’nın Sina Dağı’na çıkışı, bütün bunların hepsi, Büyük Hicret’in sembolik muştucularıdır. Fetihler ve zaferler de hicret yemişleri, hicretin yemişleri. Tarikat “yol” demektir, derviş bir hicret eridir; tasavvuf bir hicret düğünü…

 
İçimizde, durmamacasına Mekke’den Medine’ye gidip geliyoruz. Mekke’yle Medine arasında hicret edip duruyoruz. Ne mağaralardan geçmiyoruz. Ne ağlar korumuyor bizi. Ne yılanlar ısırmıyor…

 
Her Müslüman, bir hicret dönemi geçirecektir hayatında. Fakat, bir gün gelecek, hicret bitecektir. Bitecektir, ama ölünceye kadar gönlünde hicretin acı ve haz karışık verimini duyacak ve tadacaktır her Müslüman.

 
Hicret, başlangıçta kanla karışık bir süt akımıdır. Sonra kan azalır, azalır, en son arı duru bir süt kalır. Sütse İslam’ın şiarlarındandır.

 
Bu çağın insanı, dünyaya kendini o kadar yerleşik saymaktadır ki hicretin gök sofrası nimetlerinden haberli bile değildir. İçinde bir hicret mimarisi yoktur da ondan, ölüme karşı hazırlıksızdır. Ölümün sesi, onun için bir göç alarmı değil, bir yamyam tamtamıdır. O, ölüm önünde yamyamlarla kuşatılmış bir beyazın duygusunu taşır. Çocuk kaçıran bir al karısıdır ölüm onun için. Evin önünde kişneyen, hicret zamanını sezip de kişneyen saf kan Arap atı değil.

 
Ama Müslüman, ölümden önce ölüme hicret etmiş kişidir. Ölüm, ona nice yarış birincilikleri kazandırmış bir koşu atı değil midir?

 
Akıncı, bir bakıma bir hicret adamıdır. Asker, bir bakıma bir hicret adamıdır. Şehit, hicretini donanıp giden kişidir. Gaziyse hicretten dönendir.

 
Biz, birkaç yüzyıldır hicret köprüsünü yıktık. İçimizdeki Mekke ve Medine birbirinden koptu. Kişiyle toplumun arasındaki birbirine göç ediş mimarisi çöktü. Ahiretin bu dünyadaki izi olan hicret adamı özelliğini anlamaz olduk. Bu dünyaya yerleşmek istedik, o yüzden bir sürgüne mahkum edildik. Kendi kendimizden sürgün edildik. Çağdan sürüldük. Kendi ülkemizde sürgünüz şimdi.

 
(Sezai Karakoç, Kıyamet Aşısı, s. 24-26)
Devamını Oku »

Kurban:Sınıra Yakın Durmak

Kurban:Sınıra Yakın DurmakDin'de biçimsel özellik gösteren ibadetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın, doğru yol (sırat-i müstakim) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse, urefa, namazı, genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyam, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durma (kebed)'yı, dolayısıyla, tüm Evren'in bir hülasası olarak, maddî, bitkisel, hayvanî ve aklî özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rukû, yani eğilmek, Tanrı karşısında, hayvanî olanı, hayvanî nefsin özelliklerini, secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini -yok etmek değil- terbiye etmek, sınırında tutmak, anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl terbiye edilmiş nefistir yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükûnet bulmuş, ihtiyar yeteneği kazanmış akl-i selimdir. Bu nedenledir ki, insana (dik durana), en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, önüne düşmek, hatta yerde sürünmektir.

Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden birisi hac ve kurbandır. Haccın hayat ve âhireti/kıyameti birlikte içeren ilahî bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri, bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendisi ama daha çok Çocuğuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Sefa ve Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, Hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliğini temsil eden Çocuğun, suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezî yerine yalnızca bir işarettir. Kısaca denirse, Çöl, Hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, Babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın iç yapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayatı temsil eden bu sahnenin ihram ile yapıldığı, ihramın da, haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa, sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce'nin dokuzuncu günü Kıyamet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu iradeyi -ihtiyarı değil- kullanarak, sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır.

Hac'da şeytan taşlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemre'nin anlamlarına dikkat edildiğinde ilk göze çarpan, cemre'nin "kor(köz) halindeki ateş" olmasıdır ki, nefse ateşin temsilî bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvanî, büyük cemre ise insanî tarafını temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi şeytanını/şeytanlarını taşlar. Öte yandan Kurban'ın birinci gününde yalnızca büyük'ün taşlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taşlanması; insanî nefisteki iradenin, aklî ihtiyara dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsî güçlerin terbiyesinden daha zor olduğunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemanın taşlama esnasındaki uyarısıdır; insan taşları/közleri "öfke" ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur; ihtiyarın değil. Tüm bu süreci, kurban keserek, yakınlaşarak bitirmek, hayata ilişkin hareketin ilahî olana teslim olması ve sükunete kavuşmasıdır.

Bir çocuk olarak, türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluğun kendisini temsil eden Hz. İsmail'in yerini alan kurban, aslında insanın nefsi'dir ve mecazî anlamda, kesilerek, yaşamasına son verilerek, aklî olanın maddî-bitkisel ve hayvanî olana galebe çalmasını imler. Ulema'ya göre, Hac'da ev sahibi Tanrı olduğu için, O'na takdim edilecek en değerli şey bizatihi insanın kendisi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleştirir; bu nedenle kurban, mecazî anlamıyla nefsin ilahî terbiyesi yani sınırını bilmesinin bir itirafıdır.

Unutulmamalıdır ki, nasıl ki, bilinenin tersine, asıl oruç, iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa -ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir-, asıl Hac da bizatihi Hac'dan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır; çünkü maddî ihram eğitimi, insanın nefsine manevî bir ihram giydirmek, yani sınır koymak; insanlığı içinde tutmak içindir. Heidegger'in dediği gibi, "sınır/insanlık bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz".

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

İnsan ve Tapınma

İnsan ve TapınmaRuhun ana silâhı tapınmadır. Allaha tapma. Allaha tap­ma, insanın ve tabiatın tanrılık iddiasını yıkma, onlan çıplak hakikatleriyle kavramaktır. Yaratılanı aşmak, iğretiyi yıkmak, yalanı devirmektir. Allaha tapma, izafi olandan sıyrılıp mut­lak olanla donanmak, fanilik perdesini yarmaktır. Allaha tap­ma, insanları ve tabiatı putlaştırmama, benlik putunu kırma , demektir. Böylesine bir silâhla donanmış ruh, silâhın ta ken­disi olmuş demektir. Artık onu hangi kuvvet, hangi silâh ye­nebilir?

Namaz, oruç, hac, zekât, müslüman ruhunun silâhlaru... Namazla doğrudan doğruya Allaha yönelmiş olmaktadır insan.Bütün dış alâkalardan kurtulup O'nun önünde ve huzu­runda olmak. O’nunla, Ezeli ve Ebedi Olanla, Yaratıcı Olanla olmak. İnançsız kişi bu güçten mahrumdur.

Oruç, benliği kıran tapınma. Hac, müslümanları bir ara­ya toplayıp Allaha yöneltmekte. Zekâtla, müslüman sahip ol­duğu eşyayı da Allaha yöneltmekte. Daha doğrusu eşyaya olan gizli tapınma bağlarını kırmakta, ilgilerini kesmekte. Bütün bu sevgi ve korku silâhlarıyla müslüman kendini kuşatıp iğreti ve kötü ilgilerden koparmakta ve iyiliğin, doğruluğun, güzelliğin kaynağına yüzünü ve gönlünü çevirmekte. Namazla, oruçla, hacla, zekâtla, Allahı söz, kalb ve davranış anmalarıyla, ruh öte âlemin silâhlarıyla donanmakta, fiziğin esaretinden kur­ulmakta, insanın gerçek anlamına ermekte.

İnançsız inşanın silâhları maddî silâhlarla birlikte bir ta­kım kötü duygulardır. Kızgınlık, öfke, ihtiras, açgözlülük ve benzerleri. İnanmış insanın silâhlan ise, zaruret halinde el at­tığı maddî silâhlarla birlikte, asıl, ibadetler, iyilikler ve fazilet­lerdir. Acaba bu iki silâh bütününün çatışmasında son zafer hangi tarafta olacaktır? Şüphe edilmemelidir ki inanan tarafın­da.

Sezai Karakoç,Sur Yazıları(3)
Devamını Oku »

Sevgi,Müslümanca Sevgi

Anlaşılıyor ki, sevgi, insana Allah'ın lütfettiği bir meleke olmakla birlikte, onun, insanlar arasında cereyan eden bir iletişim sağlayabilmesi toplumsal şartlara bağlı bulunmaktadır.

Batı kültürünün egemen olduğu toplumlarda insanlar giderek birbirinden uzaklaşmakta ve birbirinden yalıtılmış hale gelmektedirler. Çünkü bireycilik (olum-suz bir kelimeyle ifadelendirirsek bencillik) giderek Ba-tılı hayat tarzının vazgeçilmez sabitesi olarak dünyada yerini almaktadır.

Yalnızlık, basit olarak, başkalarından yalıtılmış olma anlamına gelmektedir. Başkalarıyla bir araya gelmekse ancak sevginin gücüyle mümkün olabilmektedir. Başka biçimde anlatırsak, insanların yalnızlıklarıyla başa çıkabilmesi sevginin devreye girmesiyle gerçekleştirilebilecektir.

Oysa Batı kültürünün yaşandığı yerlerde, insanlar, bu alanda da bir başlarına bırakılmakta, herkesin kendi başının çaresine bakması beklenmektedir, insanlar  arasındaki ilişkiler ya araçsallaştırılmıştır (medyatik ortam: tek yönlü, tek taraflı iletişim) veya kurumlar aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır (sosyal yardım kurumlan, güçsüzler yurdu, huzur evleri, esirgeme kurumlan gibi), iletişimin, sevgiden yoksun biçimde, araçlar ve kurumlar aracılığıyla ve mekanik biçimde gerçekleştirilmeye çalışılması, elbette insanların beklediği mutluluk ve huzur ortamının hâsıl olmasına yol açmıyor. Tersine, giderek onları belki sevgiye daha muhtaç hale getiriyor.

İslam toplumundaysa insanlar arasındaki ilişkiler düzmece kurumların aracılığıyla ve yalnızlığı giderek soysuzlaştırarak değil; fakat insanların ortaklaşa vic- danlarını harekete geçiren bir vetireyle gerçekleştiril- mektedir. Müslüman'ca bir yaşantı içinde olan insan, yalnızlıkla başa çıkabilmenin başıboş yönelmelerle de-ğil, fakat disiplinli bir çabayla elde edilebildiğini kavrayabilecek bir düzlemde bulunur. Kuran'da önerilen zikir süreci, böyle bir disiplin egzersizidir. Zikir, insanın kendi ben'ini fark etmesi, kendi beni ile Allah'ı bir ve bütün olarak düşünebilme çabasıdır.

 

Bu hedefe varılabilmesi, insanın kendi iradesini Allah'ın iradesi ile ahenkleştirilebilmesi dolayımından geçerek gerçekleştirilebilir veya daha iyi bir ifade ile gerçekleştirilmesi umulabilir. Böylece, şu olguyu işaret etmiş oluyoruz: Zikir, insanın kendinden geçmesi (vazgeçmesi, kendi benini terk etmeyi denemesi) ve bu süreç esnasında kendini Allah'ın varlığında yeniden bulması hâlidir. Insanın, kendinden vazgeçmesi ve kendini Allah'a adamasıyla gerçek ve yüce anlamda sevgi imkân dâhiline giriyor. Bu sevgi, hasis ve kısır, bencil bir sevgi değildir; tersine özveri gerektiren ve son tahlilde sevginin kul'u olunduğuna dair bir idrakin yolunu açan, verimli ve cömert bir sevgidir. Bu suretle insan, Allah'a imanın ve teslimiyetin yolunu keşfetmiş oluyor. İnsan, bu dolayımdan geçerek kendini kozmik evrenin bir parçası olarak görmeyi başarabilirse, yaratılmış olan her şeyle kendi arasında bir sevgi bağı kurmanın da üstesinden gelebilir. Yunus Emre'nin: "Yaratılmışı severiz, yaradandan ötürü" mısraı, sanıyorum böyle bir kavrayışın yolunu açıyor.

Tasavvuftaki "halvet der encümen" hâli, insanın, başkalarıyla birlikteyken, yani kalabalık içinde kendisini Allah'la bir hissetmesi olayıdır. Bir bakıma da, insanın, kalabalık içinde, kendi beninin yalnızlığını hissetmesidir. Durum, "zahiri halk, bâtını hak ile olmak" biçiminde de dile getirilir.

"Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz" mealindeki hadisi şerifin, sevginin bir yöneliş olduğunu ifade ettiğini düşünüyorum. İnsan sevgisinin hemcinsine (kadın marifetiyle), tabiata (koku marifetiyle) ve Allah'a (namaz marifetiyle) yönelişinin veya yönlendirilmesinin ifadesi olarak algılanabileceğine dair bir eğilimin vurgulandığını hissediyorum. Muhiddin-i Arabî, Fusûsi'l-Hikem adlı eserinde durumu şöyle açıklıyor: "... şu duruma göre, Hak-Erkek-Kadın olmak üzere bir üçlük meydana geldi. Bu arada erkek, kadının kendi aslına iştiyakı kabilinden olarak o da kendi aslı olan Rab'bına müştak oldu. Şu halde Allah kendi sureti üzere olan kimseyi sevmekle beraber ona da kadını sevdirdi. O halde erkeğim muhabbeti hem kendi parçası olan kadına karşı, hem de kendisini yaratan Hak'ka karşı oldu. İşte bunun için Hazreti Muhammed Aleyhisselam 'Bana kadın sevdirildi' buyurdu. Çünkü kendi sevgisi ancak Rab'bının suretiyle ilgili olduğundan, kendi nefsinden bahisle 'Ben sevdim' demedi. Bu suretle kendi kadınına karşı olan sevgisini bile Allah'a nispet etti. Çünkü Hazreti Peygamber kadın sevgisini, Allah'ın kendi sureti üzere olan mahlûkuna muhabbeti gibi, ilahı ahlaka uymak için dilemiştir."

Böylece, insanın, hemcinsine karşı olsun, tabiata (bütün mahlûkata) karşı olsun, Allah'a karşı olsun, yönelen sevgisinin cevherinde ilahı bir nefhanın içkin olduğu kabul edilmektedir.

Müslüman, gündelik yaşantısında, yalnızlıkla baş edebilme çabasında başıboş bırakılmamıştır, demiştik. İşte:

Cemaatle kılman günde 5 vakit namaz,

Haftalık cuma namazı ve hiç olmazsa,

Yılda 2 kez bayram namazı,

Oruç,

Zekat

Hac

ibadetlerinin tümü, insanlar arasında iletişim sağlayarak onların birbirlerine karşı sevgisini çoğaltan, yalnızlıklarıyla başa çıkmalarını sağlayan süreçlerdir.

Namaz, insanın, Allah'ın huzurunda teslimiyetini remz etmesi ve O'ndan başka her şeyin fâni ve batıl olduğunun ifadesi bakımından, insanın yalnız bırakılmamış olduğunun güçlü ve ısrarlı dile getirilişidir, diyebiliriz. Allah varsa ve ben ona boyun eğiyorsam, yalnız değilim- Allah'la yalnız değilim. Aynı zamanda, benimle birlikte, aynı anda yönünü Kâbe'ye çevirmiş milyonlarca başka insanla yalnız değilim. Tersine, başkalarıyla birlikte ve aynı yöne bakıyor olma bilincini yaşamaktayım; onlarla aynı Allah'ın kulu olma duygusunu paylaşmaktayım.

Ramazan orucu, gündelik hayatın akışına müdahale etmenin ve bu suretle sair zamanlarda farkına varıl-mayan ama hayatımızda yeri bulunan bazı ayrıntıların farkına varmamızı sağlamanın yanında, insanın kendi ben'ine eğilmesi ve bir anlamda kendi benini anlamaya çalışması gibi bir fırsatı ortaya çıkarmaktadır, insan, kendini anlamaya, kendi faniliğini an be an hissetmeye hazır hale konulmaktadır. Ramazan orucuyla insan, vakitlerin de başkalarıyla paylaşılabileceğini öğren-mekte ve bunun eğitiminden geçirilmektedir.

Zekât, somut biçimde malların paylaşılması, insanla-rın değer verdiği şeyleri başkalarına vermesi eylemidir. İnsanın dünyaya karşı müstağni kalmasının yolunu açarken, bir yandan da böylece mallarıyla birlikte temiz-lediği içini başkalarına sunmaya hazır olduğunu göster-mektedir. Dayanışmanın, maddî (İktisadî) hayatımızın manevî bir alana taşınabilir olduğunun ifadesidir.

Hac, bizi, evrensel sevgi iklimine ulaştırmaktadır. Öteki ibadetler, her şeye rağmen, insanın dar, kişisel çevresiyle, ailesi, mahallesi ve nihayet içinde yaşadığı kenti ile ilintili iken; hac, bütün dünya Müslümanlarının bir araya gelmesini sağlıyor. Aynı zamanda, keza insanın bir kez daha, bir tür bir kıyamet ortamında

kendisiyle bir kez daha tanışmasına kapı açıyor, insanlar arasında evrensel kardeşliğin, Allah katında kul olarak herkesin eşit oluşunun tescilini sağlıyor.

Bütün bu ibadetlerin her birinin, insanlar arasında zorunlu bir iletişim sağlamaya yol açtığı düşünülürse, Müslümanların birbirleriyle 3 günden fazla küskün durmasının tecviz edilmemesi anlam kazanmaktadır.

Sevginin bir verme eylemi olduğuna değinmiştik. Bu ibadetlerin tümünde, insan, verme konumunda bulunmaktadır. Namaz, insanın kendisini Allah'a vermesinin; oruç, kendi üstüne eğilen nefsin kendinden vazgeçmesinin ve yine kendisini Allah'a adamasının; zekât, alın terinin (emeğin) başkalarına sunulmasının; hac, kendini başka müslümanlara adamanın birer işareti olarak görülebilir. Bütün bunların içinde ve ötesinde Allah'ın rızasına ulaşabilme dileği mevcuttur. Kavram olarak Allah rızası, karşılık gözetmeden verme anlamını taşımaktadır.

“Veren el, alan elden üstündür” mealindeki hadis-i şerif, aslında belki de, sevgiyi önermektedir. Verme eylemini kanaat sahiplerinin başarabileceğini düşünürsek, “zenginlik kanaattedir” diyen hadis-i şerif mealinin de aynı verme yorumunda birleştirilebileceği anlaşılabilir.

Kaldı ki, verme işi salt maddi değerlerle ilgili bir alana hasredilmiş değildir; daha önemlisi, insanın kendisinden, bilgisinden, tecrübesinden, aklının ürünlerinden... vermesidir. İslâm, bu konuda da müslümanları cömert olmaya ve sürekli vermeye çağırıyor.

Verme eyleminin, aynı zamanda kendi nefsimizin hakkını gözetme (bir emanet olarak kendi nefsimizin hakkını gözetme) sorumluluğunu içerdiğini de söyleyebiliriz. Bu durum, bencillikten bütünüyle farklı bir anlam taşıyor; bencillik kendi nefsinin çıkarını ve sadece bu çıkarı gözetme anlamını taşırken; nefsin hakkını verme durumu hasbi bir mahiyet taşımaktadır; başka bir söyleyişle, nefsin hakkını gözetmede gene Allah'ın rızası öne geçmektedir.
Batı kültürünün kin ve nefretten doğmuş ve günümüz dünyasına hakim bulunan değerleri karşısında, müslümanlar, öteki bütün insanların da adına sevgiyle örülü bir dünya talebinde bulunuyor. Müslümanlar, daima demokrasiden daha fazlasına talip oldular; sevgi dünyasına talip oldular. Oluyorlar. Bunu, müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslâm'a doğru değiştireceklerini ve onlar kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum. Çünkü onların, insan kendini değiştirmedikçe Allah'ın onları değiştirmeyeceğine inandıklarını biliyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya


 

 
Devamını Oku »