Evrimcilik Kuramı

evrimcilik kuramı

Batı düşüncesi,rönesanstan başlayarak 17.yüzyıldan bu yana da gittikçe yoğunluğunu ve hızını arttırarak insanı 'tanrısal'olandan uzaklaştırmanın savaşını  vermektedir. Bu bütünden herhangi bir alanı ve mesela etkilerini şu veya bu şekilde günümüzde de sürdüren evrimcilik kuramını alalım. Bu kuramın temelde neyi amaçladığının bilincinde olmayan birisi için, belli bir ayrıntıda söylenen doğrular,o kimseye o kuramın bütününün doğru şeyler söylediğine dair bir vehim verir. Duran bir saatin de günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi, bu kuramın içinde de doğruyu işaret eden iki husus varsa, o kuramın neyi amaçladığı konusunda bilinç sahibi olmayan kimse o iki doğru hususu, kuramın bütününe teşmil edebilir.

Oysa bu kuramın nihai amacının kutsal kitaplarda söylenenleri, özellikle yaratılış üzerine söylenenleri yalan çıkartma çabasında olduğunun bilincinde olan biri için, bu amacı destekleme sadedinde ileri sürülen delillerin önemi yoktur. Tersine: duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi kabilinden olan deliller de, kuram sahibinin amacı doğrultusunda değil, fakat o bilinç sahibinin amacı doğrultusunda işe yarar hale getirilebilir. Böyle birisi için Darwinle Freud, Freudla Marx ve benzerleri, görünüşte birbirinden ne kadar farklı şeyler söylerse söylesinler, aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilirler. Çünkü bunların tümü aynı amaca ulaşmak için farklı yollan deneyen kişiler olarak mütalâa edilirler.

Bilinç sahibi kimse, söylenenlerin ayrıntısına değil, fakat söylenenlerin müntehasına bakar. Abdülhakim Arvasinin özlü biçimde ifade ettiği gibi, bir ilmin butlanı onun müntehasın-da (en uç noktasında) anlaşılır.

Bu yüzden, bilmeyle bilinçli olmayı farklı tutuyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Batı'da Düşünce: Peşine Düşülen Güzelliktir

İnsan önceki çağlardan daha iyi makinelere sahip olmakla övünür ve bunu ge­lişme olarak değerlendirir. Her türlü vesayet yokluğunun, kişisel özgürlüğe ka­vuşmanın belirtisi addeder. Ortaçağın sonlarından itibaren beslediği özlemlerin gerçekleştiği yıl olarak 2000’i gösterir. Oysa bu yıl özgürlük ve mutluluk uğrun­da verdiği mücadelenin tamamlanması ve zaferin elde edildiği bir tarih değil, bi­lakis insanın artık insan olmadığı, düşünmeyen, hissetmeyen bir makineye dö­nüştüğü bir dönemin başlangıcı olur. Üretim makinesi çarkının bir dişlisi olarak artık insanın tek amacı daha fazla şeye sahip olmak ve daha fazla kullanmak olan bir homo consumens’e, salt tüketiciye dönüşür.

Özgürlük adına boy boy çıplak resimleri dergilerde, gazetelerde basılan ka­dın, kocasının nesnesi olmakla kalmaz, genelin nesnesi olur. Modern teknoloji­nin avantajlarından yararlanan kadın, baba ve kocanın denetimini aşmaya çalışır­ken, özgürlük adına daha da metalaşır. İki savaşın arasındaki yıllarda, zincirler kırılmış, beden ve zihinler sözde özgürleşmiştir. Cinsel devrim köhnemiş tabula­rı bir hamlede silip süpürmüştür. Baudrillard, her alanda özgürlüğün patladığı bu anı orji olarak telakki eder. Geçer akçe cinselliktir. O, insanlara sunulabilecek tek şeydir. Zevk arayışı adeta bir hastalık halini alır. Revaçta olan beyin yıkama işlemleridir. Çok sayıda kişi bunlara akıl almaz paralar ödemektedir.

  1. yüzyılın ikinci döneminden itibaren başlayan ve 20. yüzyılda giderek da­ha da hızlanan, insanı tüketici toplunılan tüketim toplumuna çeviren büyük dö­nüşüm, aşkı daha ziyade cinsellikle örtüştürdüğü gibi onu bir tüketim alanına çe­virmeyi başarır. Sanayileşme ve kapitalistleşmenin yerleşik hale geldiği, modern dönemde, tüketici zihniyet insanı ve dolayısıyla hayatı yönetir. Özgürlüklerinin kısıtlandığı düzenlemelerden kurtulan insan kadın ve erkeğiyle kapitalist siste­min asli güçleri olan kitle iletişimi araçları ve bilhassa reklam mekanizmasının iş­leyen üstün ve etkin gücünde yegane gaye olarak istek ve arzularının tatminine soyunur, faniliğinin giderek artan farklılığında ölümsüzlük vaadi diğer bir ifadeyle ölümlülükten kaçış olanağı sunan anlık deneyimlerinde, likit aşklarla sonsuzluğu,cenneti de bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır.


Aydınlanma öncesinde batı toplumunun devlet ve kilise kaynaklı olan kültürel stratejilerinde üreme amacında sınırlanan cinsellik, aydınlanma ve romantizmle birlikte sadece aşka hasredilir. Evlilikle aşk özdeşliği aşkın doğasına karşı çıkma olarak değerlendirilir. Toplumun varlığının devamlılığı için evliliğin toplumun ko­ruyucu kanatlan altına alınması aşkı ya yasa dışı bir suç telakki eder ya da fahişe­lik adı altında ya açıkça kutsanır ya da görmezden gelinerek yaşatılır. Modern dö­nemde kadın erkek artık eşittir. Aile reisliği de paylaşımdadır. Birey Ortaçağdan itibaren, ayağına dolaşan feodal, yönetsel, dinsel, toplumsal, ahlaksal ve cinsel yü­kümlülüklerden kurtulmuş durumdadır. Ne var ki özgürlük süreci gerçek yüzünü sahnenin öteki yüzünde gösteriverir. Asırlardır baskı altında tutulan cinsellik tota­liter bir hale gelmiştir. Gelinen nokta şok edicidir. Bu özgürlüğün bedelidir. İnsan sınır tanımayan özgürlüğünün karşılığında yalnızlığının geldiğinin büyük ölçüde farkındadır. Henüz sorumluluğunun keşfine varabilmiş değildir.Toplumun ve bireysel hayatın örgütleyici ilkesi haline gelmiş olan tüketim, bir yandan kadın ve erkeğe tüketici özerklik bahşeder. Diğer yandan aynı doğrul­tuda metalaştırdıgı deneyim ve insan ilişkileri sayesinde görece anlamsız türden yönelttiği özerklik karşısında önemli ve asıl anlamlı konularda özerklikten yoksun kılar. Böylece hayatın sömürgeleştirilmesinde kendini varlığının güvenliğini temin eder, özgürlük ve sınırsızlık aşkı da metalaştırır. Bedene eklenen ve katılarıdan doyuma ulaşma arzusu kapitalist çarkın gücüne güç katar. Cinsel özgür­lük hülyası içinde yok edilen aşk, şop marketlerde aranır olur. Koşullar değişir, bağlam değişir, ideolojik örgü değişir aşk her daim adını duyurur. Aşk’ın çehre­sini en ziyade modernlik değiştirir.

Antikçağ düşünürleri toplumsal bağın gerektirdiği zorunluluklar adına aşkı aşağılarken modem düşünürler bunu bireysel özgürlük adına yapar. Her iki taraf­ta aşkın özünü unutur.Günümüzün postmodem batı toplumunda ise aşk artık ne üreme ne de aşkla ilişkilidir. Bu yeni stratejinin sahnedeki görünümü insanın her türlü otoriteyi alt edip özgürlügün doruğunu yaşadığı sannsında cinsel hazzın peşinde sürüklenmesinden ibarettir. Simone de Beauvoir’ın dediği gibi kadın Batı’da “bir sevgili, bir tanrıça, ana, cadı ya da derin bir düşünce olabilir ama hiçbir zaman kendisi olamaz”. Aşk ilişkileri de bu nedenle çarpıtılmış, kökten yukan doğru yozlaştırılmış olur. “Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal var” diyen Paz, toplumca yaratılıp kadına zorla benimsetilen bu hayali kadının da benimse­diği ona sarınıp büründüğü, onunla var olduğu kadın imgesi olduğunu belirtir. Bu kadın bazen değerli, bazen korkuları, ama her zaman öteki olan bir nesnedir Ona uzanıldığında karşılaşılan bir köledir. Daha da önemlisi kadın da sanki aynı

Duygu  içindedir.Kendini  bir varlık olarak değil başka bir varlığın uzantısı yani öteki olarak algılamaktadır. Varlığı gerçekte olduğuyla olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür.Aileden okula,dostlarından sevgisiline herkes el ele vermiş kadına bu imgesel kişiliği benimsetmeye çalışmaktadır.O kendisi için yaradılan imge kafesinde tutukludur.Artık geçmişin aşk kahramanlarına raslamak son derece zordur.Günün aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.Ancak insanın sağlıklı bir açıklaması değil,tersine aşkı kötüleyip suça özendiren bir toplumu tanımlamayan belgelerdir.Bir yengi olmaktan çıkan boşanma,kurulan bir ilişkinin namusluca sona erdirilmesinden ziyade,erkeğe ve kadına özgür seçim seçim hakkı tanıyan bir fırsattır.

Batı düşünce tarihinde peşine düşülen güzelliktir. Kendini tensel zevklere düşkün kılam bağlardan kurtulmak ister gibi görünür.Ancak modern dönemle aşkın yüksek ölçülerine yer verilmez.Aşkın görünümünde,hayat görüşünü batı dünya görüşünden alan ve bu temel hayat anlayışı üzerine kuran bütün sanatçılar aşklarıyla aslında benzerlik gösterir.Aşkınlık dışlanır.Maddi plandan metefizik olana geçilemez. Bayağı ölçüde aşk adi verilen deneyim yelpazesidir geli­şen.Bu ise sevişmek kod adı altında tek gecelik ilşkilerden ibarettir.Birden çok aşık olunabilir,aşka düşmekte aşkı kaybetmekte kolaydır.Bazen şikayet edilse de gurur da duyulabilir bu tür deneyimlerden.Geride kalan ya aşka aşık yada aşk yarasıdır.Yinede kapitalizm aşkı ayakta tutmaya devam eder.Çünkü bireyleri motive edecek başka bir şey yoktur.Baba, anne ve çocuktan ibaret çekirdek ai­leler, sadece üreme ve sosyalleşme için değil, tüketim mallarının ve hizmet sek­törünün dağıtımı için varolan düzenlemeleri korumak ve genelde sosyal sistemin doğru bir biçimde işlemesini sürdürmek için gereklidir.

Kaynak:

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »