Sınır Tanımayan Teknoloji,Rabbini Tanımayan İnsan Üretiyor




SINIR TANIMAYAN TEKNOLOJİ, RABBİNİ TANIMAYAN İNSAN ÜRETİYOR

 

Prof.Dr. Teoman DURALI ile yapılan mülâkat

Konuşan: Ayşe ADLI


............


-3 G teknolojisi büyük gürültü kopararak hayatımıza girdi. Uluslararası terminolojide, 3 G’yi yoğun kullanan toplumları tanımlayan bir sıfat var: Ubiquitous; ‘her yerde aynı anda hazır ve nazır olan’ karşılığını veriyor sözlükler bu tanıma. Toplumlar, Tanrı’yı tanımlamak için kullanılan bir sıfatla niteleniyor. Sadece bu bile zihinlerin ve ruhların ne kadar karmakarışık olduğunu ortaya koyuyor sanki?

Bana artık kabak tadı veren bir deyimlendirmem var. Çağdaş medeniyete ‘İngiliz Yahudi Medeniyeti’ diyorum ben. Bu medeniyetin en önemli iddiası sömürü, ideolojisi ise sermayecilik yani kapitalizmdir. Sömürmek için aldatmak zorundasınız. Aldatmak için uyuşturacaksınız. Aklı uyuşturmak duygulara ağırlık vermek demektir. Aklın ürünü ‘düşünme’dir çünkü. Düşünmeyi bastırdığın ölçüde duygulara ağırlık veriyorsun.

 

-İnsanı akleden olmaktan çıkarıp hissedene dönüştürüyorsun…

Evet. His kötü müdür? Hayır. Aklın ve düşünmenin denetiminde kaldığı sürece duygu iyi ve hoş bir şeydir. Aklın kontrol edemediği duygular, biraz aşırı bir deyim kullanayım, insanı zinaya götürür. Ne diyor Kur’an, ‘Zina etme’ değil, ‘Zinaya yaklaşma!’ Çünkü yaklaşırsan dizginleyemezsin. Nedir onu dizginleyecek olan? Akıl. Bu sömürü düzeni düşünmeyi topyekûn durdurma kararında. Duygusunun esiri olan insan, nefsinin esiridir aslında. Düşünce insana mahsustur ve duygudan gelmez. Bu anlamda insan hayvandan neş’et eden bir evrim çizgisinin neticesi değildir. Cep telefonlarının insanlığa ne yararı olmuştur? Benim yok, neyim eksik? Arabam da yok. Lüzumlu mu? Değil. Bunu şuradan biliyorum. İnsanlar binlerce yıldır yol alıyor, yer değiştiriyor. Bugün İstanbul’dan Pekin’e 10 saatte gidiliyor. Marko Polo bir yılda gitmiş. Onun yaşadığı, gördüğü ve bunların kendisine kattığı zenginlikleri düşünün, bir de bugün yaşanan seyahatleri. Binlerce insan sürekli yer değiştiriyor. Ne oluyor sonuçta, ne değişiyor. Neye dönüşüyor bu hareket? Dönüştüğü şey şu: Dünyamızı mahvettik.

 

-Bir de biyoteknoloji meselesi var ki, insanlığı ölümsüzlüğe taşıyor sanki bilim adamları…

Ömrün uzaması falan söz konusu değil. Laf bunlar. 3 bin yıl önce yaşamış ve yüz yaşını devirmiş bir sürü adamın adını sayabilirim. Bugünse tanıdığımız adamların ortalama ömrü 60-70 sene. Hani ömür uzayacaktı? Bazı teknolojiler çok hayır getirmiştir. Tıp gibi. Ama aynı zamanda şer de getirmiştir. Adı ne olursa olsun teknoloji ürünlerinin hiçbiri bizi bir yere taşımaz.

 

-Bakış büyüdükçe önümüzde büyük gibi duran şeyler küçülüyor…

Bilmiyorum… Daha mı iyi görüyoruz. Şimdi Mevlana gelse buraya, oturup konuşsak o mu daha iyi bilir yoksa biz mi? 3 G’yi bilmiyor evet, mikroskobu da bilmeyecektir, fotoğraf makinesinden de haberi yoktur. Ne olacak yani? Zatına halel mi gelecek? 1990’larda gittiğimde Sumatra Ormanları’nda yaşayan insanların bu teknolojilerden hiç haberi yoktu, neleri eksikti? Tam aksine benden daha zengindiler. Mutluluksa amaç, onlar bütün bunlara erişmiş insanlardan katbekat mutlu. Aralarında cinsiyetlerin birbirine tahakkümünü görmedim. Erkek kadını dövmüyordu mesela. Evleri, yiyecekleri, tertemiz suları, tertemiz havaları var. Ve uyumlu bir insan ortamına sahipler. Avrupalı antropologların ‘ilkel’ dediği insanların en önemli özelliği çevreleriyle uyum içinde olmaları. Bugün nereye gidersem gideyim adam beni takip ediyor. En sevmediğim şey gözlenmek. Kaçabileceğimiz yer kalmadı. İslam’ın temel şartlarından biri mahremiyettir. Ama odanızın içine kadar giriyor, her şeyi görüyor ve dinliyor.

 

-Bir adım sonrasını da biyoteknoloji mümkün kılmıyor mu? Genetik uygulamalar sebebiyle bedenin mahremiyetinden söz etmek bile zor artık…

Aynen öyle, hiçbir mahrem alanımız yok ve açıktır ki mahremiyeti kalmayan birey robottur artık.

 

-Geriye ne kalıyor bu durumda?

Hiçbir şey… Bir mekanizmadan başka. Çağdaş medeniyetin yapmaya çalıştığı şey, insanı ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmektir. Eflatun insanı üçe ayırıyor. Belden aşağı, göğüs ve baş. Belden aşağı; süfli, bayağı duyguları temsil ediyor. Göğüs; yüce duygulardır, yüreklilik, yiğitlik. Başta ise duygular durulur, düşünceye dönüşür. Bu sınıflamaya uygun olarak çağımızın medeniyeti belden aşağısını hedeflemiştir. Yeme, içme, karşı cinsle ilişki içinde olma, gezme tozma. Bunlar üzerinde yoğunlaşmıştır.

 

-Hazcı bir yönelim.

Sadece hazzı düşünüyor. Beden acısını giderecek bütün tedbirler alınıyor. ‘Ruh acısı’ derseniz ruh kalmadı ki acısı olsun.

 

-Bu hâlin nihilizmi tetiklediğini söyleyebilir miyiz?

Gayet tabii. Tam anlamıyla bir hiççilik var. Hiççilik ‘değer tanımamak’ demektir. Aslında 19’uncu yüzyılın hiççileri değer tanıyordu, en azından hiçliği bir değer olarak görüyorlardı. Bütün değerlere başkaldırma, bütün değerleri yıkmak isteme de bir değerdir. Bugün insanın bu tarafı da yok. Onun için düşünmesi lazım. Düşünme yok ki, ‘değerleri yıkıyorum’ diyebilsin. Çünkü bunu dediğinizde o hareket ve düşüncenizin gerekçesini araştırmanız, sizi oraya yönlendiren sebepleri bulmanız lazım.

 

-Din buna müsaade etmediği için mi karşısına kafa tutan bir ideoloji çıktı?

İlk isyan bayrağı sermayeciliğin erken dönemlerinde kiliseye karşı çekilmiştir. Katolikliği yıktılar önce. Nihayet 1789 ihtilal-i kebiriyle (Fransa) birlikte ruhban olmayan, ruhbanı ezmiş yok etmiştir. Frenleri patlattılar. Sermayeciliğin felsefesi ‘bırakınız ne dilerlerse yapsınlar’dır. Kapitalizm ve liberalizm iç içe yürüyen iki hadisedir.

 

-Peki, bozulmanın 5 asırda bu kadar ağır ilerlemesi üretim süreçlerinin yavaşlığıyla mı alakalı?

Dini ortadan kaldırmak zor bir iştir. Kolay olsaydı bizde kalkardı. İnsan ne zaman ortaya çıkmışsa din de o zaman çıkmıştır. İnsanların inançlarını özellikle öteyle ilgili inançlarını tanzim eden bütün nizamlar dindir.

 

-Kitapta geçen yüzyılı ‘sorun çağı’ olarak niteliyorsunuz. Bilim ve teknoloji açısından bakarsak sorun teknolojinin üretimi mi yoksa kullanımının zorunlu telakki edilmesi mi?

Kullanımının zorunlu hâle gelmesi üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Onsuz yaşayamıyoruz. Öyle hissettiriliyoruz. Bu bir zorlama işi. Çalıştığım yerde odama zorla soğutucu koydular. Benim bütün çocukluğum, gençliğim, orta yaş dönemim soğutucusuz ortamlarda geçti, yine sıcaktı. Dünyanın en sıcak yerlerinde dolaştım. Soğutucu yoktu. Şimdi neden onu ‘olmazsa olmaz’ gibi kabul ediyoruz.

 

-Siz ‘doğaya dost teknoloji üretilemez, teknolojinin olduğu yerde doğaya yer yoktur’ diyorsunuz. Fakat ‘soluduğumuz havadan çok teknolojiye ihtiyacımız var’ gibi bir algı oluşmuş durumda. Bu inancın önüne geçme şansı var mı?

Her şeyden önce çağımızda filozof bilim adamı diye bir şey yok. O çağ, 1950’lerden itibaren Einstein, Heisenberg, Heideger, Adorno, Jaspers, Ortega y Gasset gibi devlerin ölümleriyle kapandı. Bugün, teknoloji üreten, teknisyenler, mühendislerdir. Bilimin tarifi bambaşka şimdi. Altında değil felsefe, bilim bile yok. Düşünceden temel alan bir üretim olmadığı için sınırlanması da mümkün değil. Günümüzde alınan tedbirlerde, sapılan yollarda bir neden etki bağıntısı kurulamıyor. Sadece mevcut sistem yürüyor. Dikkat edin ‘teknoloji, teknoloji’ deyip günde 5 sefer secde ediyoruz âdeta. Teknolojide son 60 -70 yıldır yeni bir şey yok. Batı klasik müziğinde bir laf vardır, ‘bir tema üzerine varyasyonlar yapılır’. Çeşitlemeler yapmaktan ibaret üretimleri. Telefonu Graham Bell icat etti. Bugün 3 G’ye kadar geldik. Temelde bir değişim var mı? Hayır, bir türevden, uzantıdan başka. Füze teknolojisi II. Dünya Savaşı’nda vardı. Almanlar oraya buraya attı. Bugün onunla Merih’e gitmeye çalışıyoruz. Çığır açıcı, yepyeni, bilinmedik ne var?

 

-Yakın dönemin en önemli teknolojik gelişmelerinden biri biyoteknoloji alanında yaşanıyor. Siz bunun atom enerjisinden bile daha tehlikeli olduğunu söylüyorsunuz. Bunun ne kadar farkındayız?

Bugünkü düzenin amacı insanı kontrol altında tutmak. Şimdiye kadar kontrol, eğitim, propaganda ve reklamla sağlandı. Buna lüzum kalmasın isteniyor. Mesela rejim kurup, Rusya’ya komünizm getiriyor. Sonra öngörülmedik bir kaza oluyor ve Stalin çıkıyor. İran’da Şah’ı devirmek için İslami duyarlılığı kaşıyor; ama Humeyni’yi öngöremiyor. Hitler’i de göremediler. Nasyonel Sosyalizm’in çıkışını ayarlayamadılar. Başlarına püsküllü bela kesildi. Bu örnekler tekrar etmesin isteniyor. Bu yüzden de kendi kontrolünde bir beşer istiyor.

 

-Bu süreç doğrudan müdahale ve kontrol altına almaya kadar gider mi?

Aynen öyle.

 

-İnternet üzerinden sistemlere sızan hackerların başka bir versiyonu âdeta… İnsan da aynı şekilde müdahaleye açık olacak mı diyorsunuz?

Evet, evet… Çipleri organik imal etme çalışmaları sürüyor. Şimdikiler mekanik, henüz organiği üretilebilmiş değil. Bunu ekecek ve dışarıdan yönlendirecek. Şimdi nasıl bizim bütün iletişimimiz bir merkezden yönlendiriliyorsa, sadece dinlemiyor adam aynı zamanda yönlendiriyor da… Bunu bireyden bireye yapacaklar.

 

-Bilim kurgu film senaryosu konuşmuyoruz değil mi, gelecek öngörüleri bunlar?

‘Bilim kurgu’ diye bir şey kalmadı, her şey imkân dâhilinde artık. Jules Verne’in bilim kurguları vardı bildiğim, onların da tamamı gerçekleşti.

 

-Peki, bir de içeriden bakalım meseleye. Müslümanlar olarak bizim bu üretim ve gelişmeler karşısında nasıl konumlanmamız gerekecek? Özellikle de din bilimleri alanında çalışan ilim adamları bu sorunlara cevap vermeye hazır mı?

Düzeni İslamileştirmediğiniz sürece bireysel çabalarla bir şeyi değiştiremezsiniz. İslami bir düzen kurduğunuzda teknolojiyi durdurabilir misiniz? Tek başına kalırsanız yine durduramazsınız, yarışmak zorundasınız. Sizi yer bitirirler. Ancak çok geniş bir sahada, İslami bir düzeni gerçekleştirirseniz buna imkân doğar. Büyük nüfusu, büyük coğrafyayı etkilemesi, ifsat etmesi kolay değil.

 

-Teknolojiyi kullanmamak mı, yoksa muhasebesini yaparak ihtiyaca binaen kullanmak mı çözüm?

İhtiyaca binaen kullanmak elbette. Ama ihtiyacın ne olduğunu doğru koymak lazım ortaya. Teknik her zaman vardı, din gibi. Teknoloji nedir? Felsefe, bilimin yöntemini ihtiyaçların karşılanmasına kullanmaktır. En kısa tarifi bu. Burada aklın, vicdanın buyruklarını yerine getirmek lazım. Vicdan Allah’ın sesidir, başka bir şey değil. Bunu kontrol edecek, ‘yeter’ diyecek bir güce, otoriteye ihtiyaç var.

 

-Böyle bir otorite mevcut mu?

Eskiden bizde âlimler vardı. Başka yerlerde ruhban vardı. Onlardan kalan boşluk doldurulamadı. İslami bir hayat tarzı kurulmadıkça dolmaz. Müslüman güçlü olacak, teknoloji üretecek ama kapitalistleşmeden yapacak bunu. Mesela bugün hükûmetin aşırılıklarıyla tütün kesildi. Çok aşırı idi bana kalırsa, Türk usulü, ‘vur’ dedin mi öldürüyor. Bu tarzı cep telefonlarına uygulasalar, kamusal alanda yasaklansa. Sigara dumanından daha zararlı, çünkü ışın var. Bugün görmüyoruz, yarın kanserler, zihinsel engelli çocuklar patlak verecek, o zaman karşılaşacağız gerçekle. Genetiğe de etki yapıyor olması lazım, radyo dalgaları.

 

-Din ve bilim ilişkisine gelsek. Sürekli din ve bilim birbirinin karşıtı imiş gibi sunuluyor ve bilim ideoloji gibi dine alternatif olarak sunuluyor.

Bilim ideolojileşince dinle çatışır; ama bilim, bilim olarak kaldığı sürece böyle bir şey mümkün mü? Suyun kaç derecede kaynadığını araştırmamı din yasaklamıyor. Dinle bilim çatışır mı, çatışır tabii; ama en üst katlarda. Dinin işi hayatı düzenlemektir. Bilim haddini şaşırırsa -ki çok ender olacak bir şeydir bu-orada din müdahale eder. Ama bunun örneği yok denecek kadar az. Hıristiyanlıkta olmuştur. Çünkü kilise bir kurumdur. Ben Allah’ın bilgisine rakip olamam, gördüğümü söyler, görmediğimi ona havale ederim.

 

-Problem Allah’a rakip olma hırsı mı?

Tabii. Özellikle de bilimsel olarak kanıtlayamayacağım insanın türeyişinde. İnsanı hayvandan türetmek müthiş bir kafa tutuculuk. Allah kendi zatına uygun yaratmış. Ruhundan üflemiş, bir yerlerden getiremezsin. Zaten bütün dert o ruh, onu bir yok ettik mi gerisi çok rahat olacak.

 

-Hayvanın tabiatına teknoloji vasıtasıyla müdahale edileli çok oldu, bitkilerle oynandı. Toprakla, arzın yapısıyla. Ve şimdi biyoteknoloji, insanı hedef alıyor. Tek değişen mahlukun yapısı mı, toplumlar da nasiplerini alıyor mu bu süreçlerden?

Sadece sömürülen yıpratılıp yok edilmiyor, sömüren kendi sonunu da hazırlıyor. Buna ‘yabancılaşma’ diyoruz. İnsanın zatına yabancılaşması. Üretmek ibadettir. İbadetin maksadı insanı üreticiliğe alıştırmaktır. Bana gençler çok sorar. ‘Neden varım?’ diye. Görev yapmak için derim. Hepimize bir ödev verilmiştir. Onun için varız. Birinci ödev kâinatta Allah’ı temsil etmek. İkinci ödev birbirini kollamaktır. Bunu şaşırdığın anda her şey çığırından çıkar ve bugünkü tablo oluşur.

 

-Düşünce dünyası, fiziki dünya bu kadar altüst olmuşken hukuk ne durumda? Yeni sorunlara verecek hukuki karşılıklarımız var mı?

Ahlakın olmadığı yerde hukuk da olmaz. Düşünce dünyası zayıfladığında kavramlar çoğalır, düşünme bulanır. Bugünkü dünyada bunu görüyoruz, çok karışık, içi boş kavramlar var ortada. Hukuk; matematik, fizik gibi çok düzgün, açık, belirgin bir sahadır. Kavramları çok açık biçimde tarif edilmeye muhtaçtır. Hâlbuki bugünkü kavramlar muallak, karanlık. Bir sürü şey söylüyorsunuz. Demokrasi, insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları… Sağlam bir hukuk felsefesinin tek kavramı adalettir. Adalet bütün sorunları çözmeye muktedirdir. Bir şeyin layık olduğu yerde bulunmasıdır adalet.

------------------------------------------------

Aksiyon / 28 Eylül 2009

Devamını Oku »

Kemalizm Dini !!

Kemalizm Dini !!Haddizatında Türk tarihinde ilk din devleti, Cumhuriyet Türkiyesi’dir. Ulu tapınak Akropolisi ve yurt sathında yayılmış irili ufaklı tümen tümen tali ibadet yerleri, esma-i hüsnası, kitab-ı mukaddesiyle ve aynı zamanda hadisleriyle peygamberlik görevini de üstlenmiş gözüken tanrı kılınmış kişi -ki, adıyla anılan dini, “Kemalîlik”- ve elverdiği bir kutsal makam dahi vardır. Bu “kutsal makam”, “derin devlet”in başı yahud merkezi durumundadır. Bunun buyruk ile kumanda şemsiyesi altındaki zabitana “ruhban zümresi” diyebiliriz. Bahse konu zümreye “iman”ı, yaşayışı, tavır ve tutumu, demek ki, “muamelat”ıyla yakın duran “ruhban olmayanlar” yani “laique-civil”ler dahi mümtazdır. Bu kategoriden olmayı reddedenlere gelince, onlar “göbeğini kaşıyan inkarcı kaba kara budun”, sol Kemâlîlerin deyişiyle, “halk yığınları”dır. Mü’min Kemâlî, küreselleştirilmiş Çağdaş Ingiliz-Yahudi medeniyetine -kısaca “Çağdaşlık”a merbut, giderek kuldur. O, kendini, Çağdaş Ingiliz-Yahudi Medeniyeti’nin temel belirleyicisi olduğu sanılan “akl”ın yarattığı kanısındadır. Bununla birlikte, akla-mantığa ziyadesiyle uyduğu söylenemez. Filvâkî doksan yıla yakın geçmişiyle “Kemâlî Din”, Türk Milleti’nin uyuşturucu-aptallaştırıcı afyonu olmuştu.

 

Teoman Durali-Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Adolf Hitler'in Yahudilere Karşı Ayırım Siyaseti

Adolf Hitler'in Yahudilere Karşı Ayrım Siyaseti1933 ocağında Adolf Hitler' in, Almanyada başbakanlığa seçilmesinden itibaren 66 milyonluk nüfus içerisinde 500 bini bulan Alman Yahudîlerine karşı ayırım siyâsetinin sistemlice uygulandığına tanık oluyoruz. Peki ya, sebep? İkti­sâdi... Yahudi’nin, Hz İsâ’nın katlinden sorumlu tutulması... Ortaçağdan sarkmış,hurâfe, bâtıl itikât... falan, filân... Bunların hiçbiri ilginç ve özgün gerekçe ola­maz. Özgün ve ilgine olan, Ari’nin üstün, Yahudi’nin ise, aşağılık ırkları temsîl etmeleridir. Toplumsal Darvinciliğin ayıklanma ilkesi uyarınca aşağılığın aley­hine üstünün varolma hakkı mahfûzdur... İşte bu hak, üstün olana aşağılığı idam etme yetkisini tanır.

İdâmın infâzı değişik biçimlerde yürürlüğe koyulmuştur: Bu, kurşuna diz­meden tutunuz da Getholar ile çalışma tesislerinde açlık ile hastalıklardan ölüm­lere terketmeğe dek uzanır. Ancak bunlar, nisbeten ilkel yöntemlerdir. 1941'den itibâren iyice hızlandırılan kütlevî yoketme programında yer alan temerküz tesis­lerinin teşkilâtlandırıldı, tek kelimeyle, mükemmeldir. Bunlardan kimisi Belzen, Sobibor, Lublin, Treblinka, Chelmno ile Auschwitz gibi, sâbit, fen hârikası, imhâ fabrikalarıyken bir kısmı da gaz hücreleriyle mücehhez katar (Fr train) yahut arka tarafı üstü kapalı kamyon şeklindeydi. Sâbit tesislerdeki gazlama koğuşları başlagıçta, bir defâda 450 kişi alabilirken, daha sonraları bu rakam, 4000'e ulaş­tırılmıştır.

İnşaat mühendisliğinde görülen baş döndürücü gelişmeye kimya mü­hendisliğinde de tanık olunur. Nitekim, yine başlarda karbon monoksit kullanı­lırken, zamanla çok daha gelişkin malzemelerden olan hidrojen siyanürü ile sik­lon B gazına geçilmiştir. Bu son zikrolunmuş iki malzeme, hem daha sürâtle ve ucuza mâledilebilinmiş hem de rahatça naklonulabilmiştir. Böylelikle savaş olanca şiddetiyle sürüp giderken üç yahut dört yıl gibi pek kısa sürede, büyük sa­yıda — iddiaya göre beş yahut altı milyon— çoluk çocuk, genç yaşlı ve erkek ile kadın ortadan kaldırılabilinmiştir...

Bu inceden inceye tasarlanıp hesabı kitabı çıkarılmış ideolojik esaslı bir soykırım olup soz konusu infazın, askeri yahut siyâsî lüzumu da yoktu.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Yeniçağa Doğru

Mutlak Üstünlük Ancak Allah -İnsan Bağlantısında Kendini Gösterir...

 

1- Kur’âna göre, Kur’ân, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah Tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün Tebliğler, Kur’ânın az yahut çok tahrîf olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendisinden önce gelmiş tümünü özce kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendisi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâma gelince; o, düpedüz ‘Din’le anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde ―/3 (19)― açıkca bildirilmektedir: “Allah katında din, şüphesiz, İslâmdır...” Şu hâlde dinlerden biri olmayıp Dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâma yaklaştığı oranda dinleşir; uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: “Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûlünü kılavuzluk ödevi ve Hak diniyle gönderen Odur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler” ―Tevbe /9 (33), Saf /61 (9)...

Tabîî aynı husus tek tek kişiler için de söz konusudur. Herkes, inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi ‘sorumlu’dur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu, bize şöyle anlatılır: “...seninle münâkaşaya kalkışanlara, ‘benliğimi tümüyle Allaha teslîm ettim; aynı şeyi takîpcilerim de yaptılar’ de. Ehlikitab olanlar ile olmayan müşrîklere dahî, ‘sizler de, teslîm oluyormusunuz?’ diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok, Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, Tebliği bildirmektir. Allah, kullarının hepsini görür.” Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa’nın (570 – 632) tek ödevi, Allah Tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî, izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler).

Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber, edilgin bir alıcı–aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. ‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir. Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125→128); ayrıca şerh sayısı, 2162ye bkz.

İmdi, Dinin, yânî, İslâmın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahî, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir (598 – 661). Onlar, velî–dâhîdir, kısacası ‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar.Ne var ki, anahtarların kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler. Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz.

2- Bütün Teblîğlerin ortak paydasının, Kur’ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır. Bütün Teblîğler, Kur’âna doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed’in geleceğini müjdeleyip ona zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır. Hz Muhammed’in, Kur’ân açımlaması ―Hadîs― ile İslâmı bilfiil yaşamasından ―Sünnet― ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır.

3- İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur. Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür–toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir” ―Nahl/16 (78).

Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev – hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük gelir. Kur’ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzıendâm etmezden önce bu vasfını konuşturmuştur: “Rabbinin Ademevlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin, onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da, ‘Ben, Rabbiniz değilmiyim?’ diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, ‘elbette, tanığız!’ (‘kâhî belâ, şahidnâ’) demişlerdir...” ―A’râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin, ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla misâka girdiklerini anlıyoruz.

Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: “Kıyâmet günü (yavm elkiyâmeti), ‘bizlerin bundan haberi yoktu’ yahut ‘ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?’ itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah, sizlerden bu ikrarı aldı.”

4- Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip de beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden ―ilah/lar― apayrıdır. İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendisini ölçü ―İnsanmerkezcilik― aldığı düzlemde, üstün becerileri67 temsîl ettiğine inanılan varlıktır.

5- Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel iytikât câmiasına mensub olursa olsun, dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde ‘din’dar olup ‘ümid insanı’dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duran ise, Kur’ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, ‘en üst basamakta durma’nın, kavmî–dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur’ân Teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur’ânın bildirdiği, İlahî derecelenmeden başkası değildir. İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya da gündemden düşürülmüştür ―bâtıl iytikâtlar.

Bu cümleden olmak üzre, Tanrısallık ile insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esas menbaı olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın inasana köleliği  ve belli bir insan nevinin ―’kahraman’ın― putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş ; doğa, hiçbir vechile duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır ―ölçüyü, haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir. İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur’ânın ana savıdır.

Şu durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tututunuz da ‘İnsanıkâmil’e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar, derecelenme bâbındandır. ‘İnsanıkâmil’, demekki ‘üstüninsan’ dahî, Allahın Özünden pay almış ‘insanüstü’ bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın yaratıklarıdır, kullarıdır: “... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu”. Ayrıca: “Resûlleri onlara: ‘Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz’ dediler. ‘Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah, dilediğine ihsân eder. O, cevâz vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.’ İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp güvenmelidirler” —İbrâhîm/14 (11). “Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz.” —Furkân/25 (20).

Mutlak üstünlük ancak Allah - insan bağlantısında kendini gösterir. O, her şeyden önce, mutlak anlamda hem aşkın hem de içkindir. Buysa her çeşit fehmin, dolayısıyla da izâhın fevkındedir. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içerisinde ta­nımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık da­hî sağlar. “... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok nankördür” —İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranış­larımızın süreklice göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insan için, içinden geçenlerin, niyetlerinin — bkz: Kâf/50 (16)- dahî her dem denetlendiği­ne inanması ve bu inanç doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir!

Ni­tekim Hz Muhammed, dünyanın, mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi ol­duğunu söylemiştir. Mümîn, kendisine varoluşunun başlarında tanınmış olan hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra, Allah yolunda hürlüğünden serbestçe vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir. Bundan böyle İlahî Tebliğ ve vicdân yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş başadır. Bu hâlin manâsını ala­bildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir yaşama ortamı olmak­tan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşça, şiddetli bunalıma girdiği za­manlarda!

 

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;48,49,50,51
Devamını Oku »

Seçeneksiz Bir Medeniyetle ve onun İdeolojisiylemi Karşı Karşıyayız?

Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin Üç Merkez Ülkesi ve Toplumu

................

4-Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da, Imperyal isminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan Ingiltere, yavruvatan A.B.D. ile Islâm âleminin yüreğine hançermişçesine saplanmış Siyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre olun­maktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultu­sunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtça da siyâsetçe de hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellik­le Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanhk, sağladığı yararlar açısından kendisini kanıtlamıştır.

Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyur­duğu, başta Alman toplum ile iktisât fılosofu Max Weber (1864 - 1920) olmak üzre, birçok aklıevvel tarafından ileri sürüle-durulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgü- zâf! Bir kere, emek,çalışma, alın teri yoluyla geçimin temini Müslümanlıkta ibâ­det mesâbesindedir: “Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yü­kü vurulmaz; kişinin nesi varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” — Necm/53 (38,39,40). Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, harâmdır. Nitekim fâiz, bu meyânda yasaklanmıştır.

Ayrıca, Protestanlık,doğal Tanrı vergisi birdin olduğu iddiasını taşımaz. İn­san elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhep­ler camiasıdır Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu Devlet ile Toplumun —millî Kilise— çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir. Zâten bahse konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir. Ardından da onlardan yararlanmışlardır.
Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasadın yo­luyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermayecilik ile Milliyetçiliğin ‘sırtlarını dayadıkları' Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı etkili iş görmeye, yâni, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî—ahlâkî etkenlerin ‘temizlenme'sine cevâz vermelerinden ötürü, Sö­mürücü - Sermâyeci - Laik çevrelerin takdirlerini toplamışlardır.

5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî, millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu durum kendisini dinyayma etkinliklerinde bile göstermiştir. Ispanyollar ile Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258 dinyayma etkinlikleri de karışmıştır.

Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır. 1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir.

Her kilise kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini baltalamışlardır. Bunun çarpıcı örneklerinden biriyle Güney doğu Asyada karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur. Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası Felemenklilerin eline geçmiştir.

Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince, ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır.Şehrin Portekiz mimarî uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile 1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa koyulmuşlardır.260 Benzer durumlarla yeryüzünün dörtbir yanında karşılaşmak mümkün. İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur.

Bağımsızlığının ilânından yarım yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı, başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti. Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır.

Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur.Buralardan yetişen nesiller, anne-babalarının inançlarına ters düşmenin yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı eylemlere dahî tevessül etmişlerdir.

Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır.

Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı gerçekleştirirlerken, öbür yandan Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibâren Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye, Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik görüşlerini yerleştirmiştir.

Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur: Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir. Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar da ondan.

Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır.263 Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur.

Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur.

II. Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış” ‘helâl–lokma–ehli’ cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâmve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta, ‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur. Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik).

Selânikte ilk Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş etken olmuştur.

Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956).

.....

8-Çağımız (muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet görülür.

9-'İngilizlik' dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir. Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler.

Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık Savaşı’yahut ‘Devrimi’ deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan Devrimi’, kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir:

“On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan haklardan, denizaşırı ülkede yaşamalarına rağmen, kendilerinin yoksun kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine ‘gayrimeşru’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George'z (1738 - 1820) karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır.

Daha da ötesi,öteki devrimci mücâdelelerden farklı olarak Bağımsızlık Savaşından da türemiş yeni anayasa düzeninden de pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esasında, anayurd İngiltereden bu yana göze çarpan gelişmeler, bu vesileyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu, muhafazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” — ‘muhafazakâr devrim’ nasıl oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’,“İhtilâli'' kebîrin tersine, toplumda yeni sınıf farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa, sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sahibi seçkinlerin elinde kalmıştır.”

............

6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, bu doğal olmayan duruma örnek teşkil ederler. Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeniyoluyla Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine ne kadar da uymaktadır.

...................

10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol, bilardo, bovling—, ıskambilden —poker, bezik, konken, briç—, eğlenceden —Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından —gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev (country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik, iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı, hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları iptilâsı—, gezginlik (tourism) yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının mahreci olan cinsiyetin ayağa düşürülmesine —müstehcenlik—, sanatın, bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr, ‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına —meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi hâli: Tekörnek–kültür.

Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî —yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”, “gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’ marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar.

Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin ‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve acı verebilecek, tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer, merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek oyunculu oyunun tek oyuncusudur.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;159,-165,172-173

 
Devamını Oku »

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

Türkiyedeki Avrupalılaşma özleminin kökünde, ra­hatlık arayışı var. Mücâdele gücünü azaltmağa dönük eği­lim söz konusu. Depremde allak bullak olduk. Nasıl da sar-sıldık! Oysa, ikinci Dünya Savaşının sonunda, Japonyanın dört büyük şehri yüzde yüz oranında yok olmuştu. O insan­lar banamısın, demediler, efsâne varlığı benzeri, hayatı ye­niden oluşturdular. Japon işçisi, üç yıl boyunca boğaz tok­luğuna çalıştı. Diyebilirsiniz ki, belki de insanda asıl fışkır­ma ve kendini yenileme yeteneği, büyük bir yıkımdan son­ra harekete geçebilir. Sonuçta bu bir ‘hazırlık’ meselesidir. Bugünün insanı için, artık zorlukların üstesinden gelmeğe dönük hazırlıktan bahsetmek yanlıştır. İnsanın doğayla bağlantısı ile dinle ilişkisi aynı şeydir.

Din ile doğa, biribirleriyle iç içedirler. Zâten din doğadan koparıldığında dinîyobazlık başgosterir. Dinsiz ele alındığında da doğa meka­nikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Neyi niçin yaptı­ğınızı, nereye yöneldiğinizi bilmezsiniz. Doğada sorun ya­şadığınızda zorluğa güçle cevap veriyorsunuz. O gücü ve­ren dindir. Doğayı mahvettiğinizde dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda da, doğayla mücâdele gücünü­zü kaybediyorsunuz.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Dil Devrimi

Dil DevrimiDert,üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yâni sözleri Türkçeleştirmek değil; İslâmî hayatımızdan topyekûn atmak. Türkçe bu yüzden mahvedilmiştir. Hayat ile ‘yaşam’ sözlerini de taşıdıktan tasavvurgüçleri açısından karşılaştırmak şart. ‘Hayat'ta bin küsur yıllık bir kültürün iş­leyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklı, ‘ Yaşam'ınsa tasavvur gücü sıfır.

İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu ot...urulmuş aileye iyi kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ve yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fab­rika mekânı gibidir. Dile yeni sözler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyâç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da orta­ya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetilir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da aşikârdır. Konunun dışın­da kaldığından, bunlardan bahsetmeği başka zamana bırakıp varolan kelimeler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi ‘cevher'e niye ‘töz’ deniliyor? Cevher, felsefe dı­şında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bilip bin yıldır kullandığı bir sözdür.

Meselâ cevher kelimesini, "bu çocukta cevher var" gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyo­ruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayn nesneler için kul-lanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada ‘töz’ kelimesi kul­lanılabilir. ‘Cevher’ bahusus metafizik alan için söz konusu­dur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmekçin akıl şart. Ama mesele aklı konuşturmak değil. Sorun, İslâmî başıyla, kılıyla, kılçığıyla, elbette dilde ifâdesini bulan maşerî şuuru- muzdan söküp atmak. İngiliz-Yahudî imperyalist medeniye­tinin ‘iyi saatte olsunlar' böyle buyuruyorlar da ondan.

Osmanlıca kelimeler, Türkçe değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin Türkçe olmayan sözlerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de ne? Sorun, çözüm bulmanın, istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, ye­tişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Ezber bozan akıllı nerede? Bulsak da onu ba­şımıza tâç diye geçirsek. Talep, düşünen değil; düşünmeyen İnsan. Bu yüzden felsefe geleneği hiçbir zaman oluşmayacak.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

İnsanda Aidiyet Duygusu

İnsanda Aidiyet Duygusu


En önemli inanç kaynağımız aitlik duygusu.Herşey den önce nereye ait bilmem lazım.Kabile,aşiret, akraba kalmadı,millet siliniyor,böyle rüzgara kapılmış hazan yaprağı gibi savrulan birey var. Ne olduğunu, ne olmadığını bilmiyor. Ruh sağlığı, be­den sağlığı gibi belli birtakım belirlenebilir cinsten nedenle­re dayanmamaktadır. Ruh sağlığının pek çok işâret edilemez etkeni var. Bu, keşfedilemeyen etkenlerden en önemlisi aidi­yettir. Onun patlaması, onun dağılması insanı ortada bırakı-yor. Korkular ortaya çıkıyor. Korkan insan teslim olur,gelen etkilere derhal elini kaldırır.


Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi

Devamını Oku »

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün en önemli önceliği, ailenin yeniden itibâr kazanmasıdır. İnsanî bütün özelliklerimizi bu çerçevede edi­niyoruz. Bununla birlikte, çağdaş güç merkezlerinin en bü­yük gayreti, aileyi ortadan kaldırmağa yönelik. Aileyi orta­dan kaldırdığınızda, insanı ezmek kolaylaşıyor. Zirâ onu dayanıksız kılıyorsunuz.

Devlet, sizi alıp hastahâneye kaldırabilir. Fakat dev­let, aşkın bir güç olup sevgi, sıcaklık, yakınlık yahut teselli gibi insani beklentilere karşılık vermez. Bütün bu İnsanî beklentilere karşılık verecek en önemli dayanak, ailedir. Su­ni dölleme yahut sperm bankaları gibi formüller, uzun dö­nemli İnsanî ihtiyâçlarımıza cevap veremez. Genetik müdâ­halelerle, insan ömrünü nereye değin uzatacaksınız? Birey­lerin yüz yirmi yaşına değin yaşayabilmesi arkadan gelen genç nesillere gereğinden fazla yük oluşturmak demek.

Kaldı ki, insan ömrünü uzatacağım derken, bir kez doğayı bozdunuzmu, zincirleme tepkiler başgösterebilir. Fransada, sözgelişi, 2050 yılında, bir çalışan, on emekliye bakmak duru­munda kalacak. Bu, dayanılır, tahammül edilir bir durum- mudur? Birçok ülke için sorun benzeri boyutlarda. Bir tek çâre var önlerinde, insan ithâli. O zaman da ırkçılık eğilim­leri yeniden patlak verir. Düşünün ki, bizleri Avrupaya al­makta nazlandıkları ortada. Avrupa ordusuna alacaklarıysa muhakkak. Yoksa kimi savaştıracaklar. Yalnızca nüfustan kaynaklanmıyor bu durum. Rahata alışmış tüketim toplum- lanııda muharebe meydanına sürülebilir adam bulmak kolay değil. Buna karşılık Türkiyeden kaldırıp götürülen adam, Avrupa ordusu için savaşacak.

Bu, olağan gelişme hattı olmayıp insanları büyük dengesizlikler ile kargaşaya sürükler. Nitekim Mahatma Gand'i “yeryüzü bütün insanları besleyecek durumda ol­makla birlikte, onların ihtirâsını besleyecek gıdadan yoksun­dur''' Bir taraf, sürekli semirmek istedikçe, insanların büyük bölümü de yoksullaşacak.

Sorun Çağının Anatomisi,Teoman Durali
Devamını Oku »

Reklâm ile Propaganda

Reklâm ile Propaganda

Bir başka boyutsa, reklâm ile propagandadır. Seni bana benzetirsem, ihtiyâç duyduğum malları almağa seni mecbûr kılabilirim. Ürettiğim malları almakla, sen, pazarımı genişletirsin.

Bütün ilişkiler, bundan böyle üretim-tüketim dengesine bağlı gelişmişlerdir. Sermâyecilik, berâberinde çok tanınan bir dayanağını da,demekki imperyalismi getirmiştir. O da, bugün adını küreselleşme şeklinde değiştirmiştir. Daha doğrusu küreselleştirmedir. Küreselleşme dediğinizde doğal bir süreçten bahsediyorsunuz. Hâlbuki karşı karşıya olduğumuz doğalbir süreç olmayıp dayatmadır. Bu, okşayarak yahut döğerek gerçekleştirilen bir harekettir, olaydır. İktisâdî unsurlar, berâberlerinde kültür değerlerini getirmektedirler. Eskileri ve gelenekseller peyderpey ortadan kalkmaktadırlar. Mâlî sermâyeciliğin maddiyâtcı-iktisâdiyâtcı kültür değerlerini biz bugün doğal verilermişcesine kabul edip sorgulayamıyoruz.Küreselleşmenin başarısı da buradadır zâten.

Küreselleşmenin karşısına bir seçenek çıktığı takdîrde insanlar, ona yapışıp onun peşinden gidebilirler. O yüzden her türlü seçenek ihtimâli bertaraf edilmeğe çalışılıyor. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin düşmanı sâdece İslâm değildir. Komünism de, nasyonal sosyalism de,faşism de meselâ, seçenek olma yönünden küreselleşmenin düşmanı olarak görülmektedirler. Bugün sermâyeciliğin başını çeken ülkeler, millî toplumculuğu, yanî nasyonal sosyalismi korkunç bir günâh sayarlar. Küreselleşme, bütün insanları tek biçimde giyinmeğe, yemeğe,içmeğe, davranmak ile düşünmeğe zorlamaktadır. Küresel düşünceye göre,her insan üniforma giymiş asker gibi ‘tek tip’ olmalıdır. Türkiyede koparılan başörtüsü kıyâmetini de ‘tek tip’ olma zorlamacılığına bağlamak lazım gelir.Her medeniyetin kendisine mahsus temel inançları, varsayımları ile nazâriyeleri vardır. Demekki bizler de öncelikle geçmişte varolmuş medeniyet çerçevemizin, iddiamızın içeriğini ortaya koymamız gerekir.Ondan hareketle, onun kullanılabilinir unsurlarından yararlanarak, içinde bulunduğumuz maddî ve fikrî şartları da nazarı itibâra alarak yeni bir medeniyet tasarısını tersîm edebiliriz. Üreteceğimiz yeni medeniyet tasarısı,tabîî ki, yine, İslamî olacak. O hâlde bunun temel düstûrlarını hem din hemde geçmiş klasik medeniyet bağlamında İslamda aramamız şarttır.Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstûr var. Kul hakkı nedir? Bir toplumsal adâlet ilkesidir. Bu, İslam’ın kaçınılmaz kaidesidir.

Markscılık, bu ilkeyi İslâmdan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık da bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adâleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adâlet İslâmın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibâdetlerse, dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesîs olunmuş talîmlerdir.

Her ibâdet, insanı, kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matûfdur.Küresel medeniyete ait eşyâyı kullanmamaya yönelik çabalar,imkânsız ve aynı zamanda yersizdir. Küresel medeniyetin sunduğu imkânların altında ezilmekten, onlara teslîm olmaktan ancak kul hakkını tanıma ile haddini bilme gibi, temel İslâmî düstûrları hayata geçirmekle kurtulabiliriz.Küreselleşme, halkların afyonudur. Küresel medeniyetin asıl gâyesi,insanı düşünemez hâle getirmek, düşünceyi uyuşturmaktır. Uyuşturucu denince aklımıza hep afyon, esrar gelir. Hâlbuki televizyon eroin kadar,bilgisayar kokain kadar uyuşturucu, beyni dondurucu, düşünmeyi durdurucu araç ile cihâzlardır.

Düşünmediğiniz takdîrde başkaldıramazsınız. Başkaldırmak demek,hâlihazırdaki biçimlere seçenek aramaktır. Küreselleştirilmiş medeniyet bu arayışı, hattâ arama irâdesini ortadan kaldırma gayretindedir. Oysa bizlere ait biçimleri kendimiz üretebilmeliyiz.

Farklılıklar, seçenek üretmenin vazgeçilmez şartıdırlar. Öyleyse, farklılıkları küçümsememek gerekir.Bizlere dayatılan biçimler medeniyetin biricik imkânını teşkîl etmezler.Zirâ başka biçimlerde de medeniyet olabilir. Medeniyet tek biçimden ibâret değildir de ondan.Yeni biçimlerin gündeme getirilmesinin mahreci okullardır. İngiliz-Yahudi Medeniyeti ‘biçimlerini’ öğretim yoluyla aktarır. Bu öğretim de okullardan başlar, basın ile yayın yoluyla devam eder, reklâm dünyasıyla da noktalanır. İnsanlar böylece farkına varmadan etkilenir, biçimlenir. Bu,hissettirmeden ve alttan alta gelişen bir etkilemedir. Adı anılan medeniyette,biyolojideki gelişmeler insana uygulanarak insan ile hayvan arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır. Yaklaşık iki yüz yıllık tarihi boyunca İngiliz-Yahudi medeniyeti, bütün direniş noktalarını dün zorla ezmiştir; bugünse bunu okşayarak eğitim, öğretim, propaganda ve reklam yoluyla yapmaktadır. Bu tarz direnişi, karşı koymayı zorlaştırmıştır.Bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Küresel medeniyet, göz önünde cereyân eden kimi olayları bizzât örtmektedir. Birtakım odak noktalarına bakmak üzre şartlandırıldık. Bu yüzden etrâfımızda olup biten bir sürü olayı göremiyoruz. Hâlbuki yeni gelişmeleri, olup bitenleri fark ederek mutasavver yeni medeniyetin zeminini oluşturacak bir dünya görüşünü, İslâmın temel düstûrlarından hareketle ortaya koymamız zorunludur. Bizlerden kasdım,Türkün başını çektiği İslâm âlemidir.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Fen/Teknoloji Kitlelerin Afyonudur...

Fen/Teknoloji Kitlelerin Afyonudur...Fen/teknoloji kitlelerin afyonudur. Günümüzde geliştirilen araçları gereçleri, beyinleri uyuşturmağa matufdur, içmeğe, esrâr çekmeğe hacet yok. Cep telefonları, bilgisayar oyunları, televizyon programlan alışılagelmiş uyuştu­rucuları aratmaz hâle gelmişlerdir. Süreklice dikkatler dağı­tılıyor. Uzun yıllar önce, çok gençtim, otobüsle İzmirden Ankaraya yolculuk ederken, bizimki karşıdan gelen kamyo­...nun sürücüsüyle bir çift laf etmek üzre olsa gerek, birara ba­şını arabadan uzatmıştı ki, hareketi kellesine mâlolmuştu. O günlerde toprak yollar daracıktı. Olacak iş değil ya, ama olu­verdi işte; kamyon adamın kafasını alıp götürmüştü. Hâlâ gözümün önünde: Kellesi gitmiş bir gövde! Bunu niye anlat­tım?

Bugün, insanları hep, o otobüsün sürücüsü gibi, kelle­sinin yerinde yeller esen gövdeler olarak görüyorum. Kendi­lerini toparlayamıyorlar. Herhangi bir şey üstünde kendileri­ni teksif edemiyorlar. En son ve etkili uyuşturucu, cep tele­fonudur. Konuşuyorsun, sohbete dalıyorsun, zırt telefon ça­lıyor. Sohbetin konusu, yönü vardır. Edebe, nezâkete de sığ-maz oldu. Türkcede bir deyiş vardır: ‘İki kişi konuşurken, üçüncusüne bilmem ne düşer’ diye. Zilin çalmasıyla birlikte sohbet kesilir, biter. İnsanlar, ne iş gördüklerinin, ne konuş­tuklarının, ne görüp işittiklerinin, ne yiyip içtiklerinin, ne sevdiklerinin, seviştiklerinin bilincindedirler. Uyuyorlarmı, uyanıklarını, belli değil.

İnsan yalnız kalmalı zaman zaman. Kendiyle hasbıhâl etmeli, sözü sohbeti olmalı. Bunu Allahla yürütülen bir mu­havere olarak görüyorum. O sesini kesmeğe yönelik işler, ev­velemirde kendikendinle kalıp konuşmanı durduruyor, akâmete uğratıyorlar. İç kudretinden, içindekinden —“benden içen bir ben var"— insan korkar hâle geldi. Dehşete kapılmış durumda. “Aman yalnız kalmayayım” diyor. Yalnız kalmak nedir? Kendikendiyle başbaşa kalması. Süreklice eğlendirici bir şeyler arıyor. Duymasını, düşünmesini engelleyecek bir şey. Büyük suç işlemiş gibi. Suç işleyenler, kendi başlarına  kalmaktan korkarlar. Çünkü, işledikleri cinayet. ettikleri kötülük zihinlerinde canlanacaktır.

İşte böyle bir hâl var. Dur­madan oyalanmak istiyorlar. Aristoteles'e göre, özdeşlik ilkesi düzgün düşünmenin şartıdır. Kendimle bütünleşmem, kendimde olmam özdeşliktir. Demek ki hem kendim hem de bir başkası olamam. Tersi, kişilik bölünmesi, ruhhekimlığj deyişiyle şizofreni. Günümüzde insan, aynı zamanda bir baş­kası durumunda. Ben şu ânda Salzburgdaysam, aynı ânda İstanbulda olamam. Aristoteles, âhiretten dünyaya dönse, ilkesinin nasıl çatır çatır çiğnendiğini görürdü. Burada oturuyor­sun, telefonu açıp Honkongla konuşuyorsun. Orada kendini farzediyorsun. Bu hayâlgücü falan da değil. Hayâlgücii yahut hayal etmek demek, bulunduğun yerin bilincinde olmak an­lamına gelir. Bulunduğunuz mekândan başka bir yeri zihninızde canlandırmak. Hâlbuki belli bir mekânda bulunmuyor­sanız, kısacası yeriniz yurdunuz, konumunuz yok.

Bütün koordinatlar çatlamış dağılmış durumda. Mevlâna, harikulade bir örnek veriyor. Pergel misâli. Pergelin ayağı belli bir nok­tayı basar öbürüyle de dairesini çizerek dolaşır. Şimdilerde artık ayağımızla bastığımız belli bir yer kalmadı. Buradan başka bir konuya geçebiliriz. Küreselleşme böyledir. Bastığını bir noktadan yoksun kalmak anlamında. O nokta, sâhip olduğunuz öz değerlerdir. Onlardan hareketle sizin olmayan-ları değerlendiriyorsunuz. Öz değer kalmayınca iş görmezsi­niz. Sözgelişi Türkiyede düzgün bir ecnebi dil eğitimi verile­mez. Neden? Kimse anadilini bilmiyor da ondan. Onu bilme-dikten sonra başka bir dili nasıl öğreneceksiniz?

Teoman Durali-Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Bekarlık Sultanlık Mıdır ?

Bekarlık Sultanlık Mıdır ?Hayat,insana sınavdır.Aşılanan,kadın-erkek birlikteliğinde yürüyen hayatta yeşerip serpilebilir.

Bekârlık sultanlıktır, dene-gelmiştir.

Neyin sultanlığı?


Sorumsuzluğun.

Varlık sebebinken evlilik iyidi de, bencil ve sefih rahatın ile keyfin söz konusu oluncamı, kötü oluyor?
Dağa çekilmiş münzevî yaşayışın pek bir kıymeti-harbiyesi yoktur. Mesele, uzleti her bakımdan toplum ortamında yaşamaktır.

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük

Devamını Oku »

Zenbereği Devlet-i Ebed Müddet Olan Devlet:Osmanlı

Zenbereği Devlet-i Ebed Müddet Olan Devlet:Osmanlı

(1) İç —Doğu Sibirya, Yenisey, tarım havzası— Üç Orta Asya — Türk-islam, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyıları— çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boy­ları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dolanarak, Balkan­ların doğusunu ve İranı katederek Kümeli ile Anadoluya varıp yerleşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleş­me ve yaşama serüveninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şek­line Osmanlı denilmiştir.

Türk Oğuz kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüz­yıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Os­manlı devletinin çerçevesinde bir milli varlık kimliği oluşmuş­tur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşkilâtlan­manın en üst basamağını temsil eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde millet oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İs­lâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparatorluk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî (1258-1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî

(1281-1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunmayan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı hız­da, kısa sürede millet teşkil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Os­manlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördüğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet- millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifadesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği me rûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kurucusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefı yorumuna dayalı devletin de­netimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır.

Bundan dola­yı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devletin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân-ruhbân-olmayan ayırımı yaşanmadığı gibi, askerî-mülkî zümreler ayrışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır husus­lar göz Önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tari­hî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Osmanlı, esâs itibâriyle, Oğuz-Türkmen, Çağatay/özbek,Kırgız, Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Man­tık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun ıçlemındedir. Tıpkı hasım yeğenler Arab ile İsraillinin Sâ-mi; eski düşmanlar Alman ile ingilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altında der­lenmesi gibi, bir şey. Türkce bir diller ile lehçeler ailesinin, bel­ki de kavının, genel deyimlendirilişidir.

Osmanlıysa, bir birlikli imparatorluk devleti, yânı kavim esâsına oturtulma­mış devlet ile temelini, özünü Türklcrin teşkil ettiği, kandaş, tür­deş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sanı olmuştur. Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdet­çe ve iktisâdı geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alt- toplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin kendine uygu la/yamadığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylesi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.

O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil et­miştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta ge­len ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlı­lıktır. Bu bakımdan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zcvâl vermesin!” şiârıdır. Bu, o denli  güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken,sarayını  terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” di­ye parmağından çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebi bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu ter- kederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevheri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borçları ödemeyip cenaze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfâdakı ikâmetgâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

2-Siyâsî nizâmların en mütekâmili asilzâde hükümdarlıktır. Bunu bir defa yıktınızmı, tekrar teşkili imkansızdır.Hadi Osmanlı hanedanına dayalı hüküm- darlığı yemden kuralım deseniz,, bu, artık olmaz. Cumhurbaşkanlığı makumına birini arıyorum diye sokağa, meydana çıkınız.Aklı başında, yüksek öğrenim görmüş herhangi biri bu işi rahat­lıkla becerebilir Bunu karşılık gelişigüzel biri tahta geçemez. Hânedân mensübu olarak tahtın varisi, devletadamı şeklinde dünyaya gelir, ömrünün ilk anlarından itibaren bu maksat doğ­rultusunda yetiştirilip eğitilir. Şehzade oturağına nasıl oturup de-fi hacette bulunacuğından tutunuz da eti, balığı, sebzeyi ne şekil­de yemesi gerektiğine varıncaya dek, süflisinden seçkinine, tek­mil yaşama ve davranma tarzlarını en ince ayrıntılarıyla öğrenip içleştirmek zorundadır.

Nihâyet ‘saygıdeğer devlet’ dediğiniz iş­leyişler bütünü, bir teşrîîm (Fr protocole) hevengidir. Hükümdar ile yakın ve uzak çevresi tabaaya/vatandaşa örnektir. O, devlet ciddîliğinin timsâlidir. Bunun bilincine tarihte ziyâdesiyle eriş­miş olan lngilizdir. Başta ilk ve eski rakîbi Fransız olmak üzre —1789 ihtilâlikebîri iddiamızı örneklemektedir—, yıkmağa ah­detmiş olduğu devlet ile milletlere cumhuriyet fikrini zerkedip on lan darmadağın etmek sûretiyle üstlerinde hâkimiyetini kur­muştur. “Başkasına verir talkımı, kendi yutar salkımı’’ misâli, ele güne cumhuriyeti telkîn ederken —meşrûtî— hükümdarlığı pe­kâlâ kendine saklamış, benzer kurnazlığı laiklik konusunda da göstermiştir. İngiltere herkese dindışı devlet yönetim tarzını tav­siye ederken kendisi din devleti kalmağa özen göstermiştir.

(3) Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel de- vindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adaletsizliği, yânı zulmü Ondoku- zuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiş­tir. Mülkünün temeli adalet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlü­lük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüz yılı aşkın süre direnebilmiştir.

Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlar- dan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başarısını göstere­rek. Katledildiğine kanâat getirildiğindeyse, ölmediğini kanıtlarcasına, İstiklâl Harbini zaferle tâclandırmak sûretiyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır. Zirâ, bu milletin maşerî şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadı­ğı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsınad Antebi, Maraşı ni­ce savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Basra, Bağdat, Me­dine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulislâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârul-İslâmda yaşa­yanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe ta­şıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifadesi de, Halîfe-Kaysar-Han-Pâ-dişâh olan kişidir. Nasıl lslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanı­yorsa, Devlet anlayışı da bir o kadar ‘ Birlikçi’dir. Aslında, bugün dahî, bağlandığımız Birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osman­lının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun mirâsıdır.

 

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Türk Tarihinin Zenbereği

(1)İktisadî çıkar ve kâr esaslı Ingiliz-Yahudi medeniyetinin desisede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden olukmuş gizli ve açık, resmî ve gayr-ı resmî önder kurmaylarının dikkati, 1800'lerin başlarından itibâren bahse konu durumu odaklanır olmuştur Adı anılan medeniyetin dünya çapında İktisâdi yayılma etlik ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsi ile askeri hâkimiyet tasarılarının önünde göze batacak kadar belirgin pürüz, çözül­mekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline iliş­en emarelerdir Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağ­rında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Dev­letinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudi medeniyetinin karşısına vazgeçilmez bir zorunluluk olarak dikil­miştir. İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kal­dırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhasını ya da, neredeyse o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koşmuştur. Haddizatında bir kültür varlığının (Fr en­tité culturelle) imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhası soykırım yoluyla gerçekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir.

Balkanlarda 1800'lerin başlarından 1950'lerin sonuna değin Türk diye adlan­dırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sah­nelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir. Sèvresde ta­sarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürülmesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla so­nuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Di­rimsel soykırımımı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü korkunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göznuru, alınteriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğe-görsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mah­sûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, ta­vır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya ko­şut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920'lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfu-zunun soylu latîfliği, gerek dil bilgisinin tıkızlığı ile kavîliği ge­rekse söz varlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ve müstesnâ dilinden biriy­di. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onun­la içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musîkî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırım böyle bir şahe­sere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartıcı, susuz­luğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik di­limizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bakir or­mana nice benziyor.

Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut ka­vim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette ak­lı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırk­çılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıldır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığı­mız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin ge­rekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ve dilbilgisiyle birlik­te dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tari­hi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir muktesebâtın taşıyıcı­sıdır. Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığım belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapışım değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerek­çelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koy­makla da dil, mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günlen sayılıdır.

Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, dü­şüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çün­kü, salt kavramlar, yâni fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklüdürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü, toplumu teşkîl eden fertler, o ‘resimli tarih'in mihverin­de buluşur, bağdaşırlar. Nitekim, Osmanlı milletini kaynaştırıp bir arada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.



(2)  Çağdaş Ingiliz-Yahudi medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak ar­zusundadır Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet ta­sarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygulamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden di­rilip toparlanma istidâdını durdurup kökten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm mede­niyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Os­manlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvu­rulmuştur:

Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün ta-rih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendinc rastlamadığımız bir traged­yadır. Böyle bir çılgınlığa devrimciliğin yıldızları Maximilien Robespierre —Fransızcanın o korkunç mantıksız, çetrefil, ama evvel Allah pek zarîf imlâsını değiştirmeği dahî düşünmedimi acaba?—, Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.



(3) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniyeti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm di­yoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfûzdur. Yalnız, her birinin alaca­ğı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlım yaşatmak, öğrenme iştiyakını karşıla­mak da onun ilahı hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, ilahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır. Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfidir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır.

Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgeldim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız?

Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyük­lenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan ba­sit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünyagörüşünün en bâriz vasfı, kişinin kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnme­sidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillen­miş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları geniş- mi geniş coğrafyaya İslâmî manâda vatan denilmiştir. Bu vata­nın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklar­daki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış, ımperyalism telakkisine has sömürge—anavatan (metropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anla­mında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düs­tûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Af- rika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tu-tulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi, özetlersek, İslamın ahlakında vurgulanan husus, ede, bin gerektirdiği, yânî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dost­lukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözet­mede, ödüllendirme ile cczâlandırmada, hep orta yol.
Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘or­ta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yü­rümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî ya­şayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuru­culuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamış­tır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî de­virlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.


(4) İşlediğimiz Birinci bölümün başlığı “Biz Kimiz Soru-nu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplaya- madığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesîleyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeye­cektim. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tari­hidir. Savaşçılık zihniyeti ve edebi tarafından taşınan bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsîl edense Os-manlı Devleti olmuştur.



Omurgasızlaştırılmış Türklük,Teoman Durali,syf;105-110
Devamını Oku »

Türklük

 

TürklükTürklük de nihâyet, geçmişte zuhûr edivermiş herhangi bir araz değildir. O, insanlığı bir bütün olarak biçimlemiş, tarihin en kayda değer iki yahut üç belirleyici gücünden biri olan İslâm âle­minde özbilinçine vâkıf olup ona bin küsur yıl öncülük, önderlik ve hâmilik etmiş bir varlıktır.

Bu bakımdan, İslâm medeniyetinin belirgin özellikleri tanınmadan Türk/lük anlaşılmaz. Mezkûr me­deniyetin önde gelen öteki üç kültüründen, toplumundan Araplar, Farslılar ile Hintlilerden farklı olarak Türk irfanı, âdeti ile ör­fü baştan ayağı İslâm medeniyetiyle içeriklenmiştir. Bundan, kısmen dahî olsa, yoksun kılındığı takdirde Türk kültürü varlığı­nı sürdüremez.

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Kimiz ?

Kimiz ?

'

Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa Olunur: ‘DEVLETİ EBED MÜDDET’
(1) Ta Hsiungnıı varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dör­düncü yüzyıldan beri Avrasya denilen anakaranın bütün bellibaşlı inanç câmialarına —Kamlık, Göktanrı itikâdı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kol­larından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk— girip çıkmış Türklüğün,57 hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, İslâmm yüce çağrısına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparator­luk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.

Türk tarihinin en mümtaz devlet adamlarından Göktürklerin vezir-i âzamı Bilge Tonyukuk (ö 726), Türkün hasletlerinin ne ol­duklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemezler. Türkler, mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bundan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir imparatorluğa kar­şı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; za­yıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz.

“Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt in­sancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırırlar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etme­meliyiz”.

Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) telâkkisi şöyle dile getirilebilinir: “Emniyeti ve adâleti sağlama­ğı amaç bilen (ET el törü: ‘Siyâsî ve adlî teşkilât), kuvvetli ve hâkimiyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış (ET eti bermekr. ‘Sıkı sıkıya örgütlemek’) müstâkil bir câmia”.

İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan ba­rındıran İslâm ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaşta ifadesini bulan ve cihât deni­len bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ül­küyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğ­retme mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tari­hinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.

(2) Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ır­mağı kenarında Milâdî 751'de vukûu bulmuş çarpışmanın, özel­likle de Selçukluların 956'da Müslümanlığı resmen benimseme­lerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişlerdir. Bahse-konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir

Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariy­le dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.Özellikle 956 yılının sonlarında sayıca da heyecân itibariy­le dc Türkler Müslümanlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden ‘Türk imânı” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, zamanla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”, o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinlilere karşı çarpışmışlardır.Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılmanın zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.

Talas vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın do­ğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akabinde Dârül-İslâmda, çoğunlukla, yerleşik düzene geçmişler­dir. Nitekim, Kürt sözlükeü ve muhaddis Macideddîn İbn Athir'in (1149-1210) bildirdiğine göre, sâdece 960'da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihti­da etmişler. Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, za­manla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibâren Müslüman olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz.

Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip Dokuzuncu yüzyıl­dan itibâren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yü­rütücüsü, dünya çapında öncüsü ile savunucusu kesilmiştir. Ev­velce, çoğunlukla, ‘günübirlik’ bozkır devletimsi teşkilâtlar kur­mağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeni­yet toplumlarını vur-kaç usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intisâbından itibâren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı-üretici uzun soluklu cihân devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şâhikasını, üstü­ne üstlük de Yeniçağda, altı yüz küsur yıl ömürlü, ulu çınarı an­dırır, ‘Devletiebedmüddet’i, yânı asırdîde Osmanlı Devletini teş­kil etmiştir. Ülkü, ‘Devletiebedmüddet’tir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.

(3) İlhâmını İslâmın adâlet esâsından alan Osmanlı Devleti, siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlsnn halefleri Pari ile Sâsânî devlet gelenek­lerinden devşirmiştir.(64) Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpîş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez cid­dîliği, her bakımdan çok çeşitliliği benimsemişlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıfları, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.

Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca Türklerin dikkati, Çin ve onun medeniyeti üstünde odaklanmıştır. Batıya kaydıkça Hint-Avrupalı, bu meyânda İranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaşmış­lardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rastlar. Ama asıl yoğun ilişkiler, Müslümanlaşmış İran kültürüyledir. İlkin İranlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörele­rini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmaklarının ötesi, yâ­nı Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perslerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Tur andır artık. Sonuçta o geniş bölge 900'lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâ- ünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000'den itibâren de Türkler, bizzât İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır.

Bu devletlerin önde ge­lenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra İranı bin yıl süreyle yönetmiş hânedânlar, kültürce Farslılaşmış olsalar da­hî, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisâp, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre, önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden, Anadolu Selçuklularının ardısıra gelmiş, Os­manlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farstan esen yellere karşı durmuştur. Buna karşılık, Türk (Oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502-1737), Şah Ismâilin (1487-1524) ön­derliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü tesîs etmiştir.(65)

İslâm âlemini yakıp yıkmış korkunç Moğol ile Timur istilâ­larının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safavîdir. Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken, Safavî(66), hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uya­rak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendileri-ni ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sün­nîliği vurgulamıştır. Ancak, mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kayna­şarak çarpıcı raddede benzer bir görünüm kazanmışlardır: Türk-Fars İslâm Kültürü.(67) Bu durumun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dil­bilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(68)

Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üstünde etkisi, doğu­sundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bu­nunla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.

Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazı birliği­nin sağladığı, özellikle aydınlar, yânî ulemâ arasındaki, bildiriş­me rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmış; sonuç­ta, Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca önce­likle Osmanlı Türklüğünün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna, yâni Maşrıka şâmil mezkûr kültür or­taklığı da silinip gitmiştir.

Türkler ile Farslıların ortaklığım tarihte andırır tek ömek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreli­ler arasındaki sıkı kültür birliğidir.

66- Bkz: EK ile.
67- İng “Turko-Persian Islamicate Culture” -Robert L. Canfıeld: “The Turko- Persian Traditiori\ 1 - 34. syflr. Robert L. Canfıeld, ‘İslâmî'yi* din anla­mında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için Islamicate demiştir -bkz: A.g. çalışma, 32. s.
68- Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neuper- şischen' dört cilt.

 

Teoman Duralı - Omurgasızlaştırılmış Türklük,syf;59-65
Devamını Oku »

İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihi Kaynağı

İmparatorluk Devlet Ülküsünün Tarihi Kaynağı

Dar çevremizden çıkıp da dünyamızın kalan kısmını bir fa­sıl gözden geçirelim. Koca Türk (Pâdişâh), değişik dinden yirmi milleti barış içinde idâre ediyor. Istanbulda iki yüz bin Rumun güvenliği tam... Türk yıllıklarında (annales) bu din toplulukları­nın herhangi birinden kaynaklanmış bir ayaklanmadan bahis yoktur. Hangi bölgeye giderseniz gidiniz: Filistine, Acemistana, Tataristana, hepsinde aynı hoşgörüyü, sulhu sükûnu yaşayacak­sınız

 

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Kültürden Medeniyete

Avrupa medeniyeti ve Tanrısızlık !

 

Kültürden Medeniyete

1- Medeniyet sevîyesine erişebilmiş kültürlerde gelenekleşmiş örfler, ödev – hak dengesi gözetilerek sıkıca belirlenmiş düzenlere dönüştürülmüş, buradan da ‘hukuk’, dolayısıyla da ‘kanun’lar oluşturulmuştur. ‘Hukuk’un ise, aslı esası ‘ahlâk’tır. Geleneklere geçmiş ‘görenek’lerdeki ‘ahlâk’, yaptırım gücü bulunmayan yaşama tarzıdır. Bu hâliyle ahlâk devingen ve akışkandır. Hâlbuki özellikle yazıyla tesbîtinden itibâren hukuk, sâbitleştirilmiş bir düzendir. ‘Hukuköncesi’ dönemlerde kişiler, ‘gelenek’lerle aktarılagelinmiş gevşek ölçülerle örülmüş ‘görenek’lerde yaşardı. ‘Hukuk’un hâkim olduğu ortamlardaysa, ‘kanun’ biçimine dönüştürülmüş hâliyle yine ‘görnek’lerde, fakat bu kere sıkıca belirlenmiş ölçülerin, daha doğrusu, zorlayıcı şartlar demek olan ‘kıstas’ların ‘gölge’sinde yaşanır olmuştur. ‘Gölge’nin kapsamı artık besbelirgindir. Onun kapsamında, çerçevesinde yaşamanın mükâfâtı ‘varolma ruhsatı’dır. Bunaysa ‘meşrûuluk’ denir.

Meşrûuluk hudutlarında kalındıkca, serbestce davranılabilinir ―hak tanınmış şıklar arasında tercihte bulunulabilinilir. Sözü edilen hudutlara tecâvüz edildiğindeyse, cezâ olayıyla karşılaşılır. Bu durumda da serbestlik ortadan kalkar. Tektanrılı-Vahiy dinine ve onun âşîkâr ifâdesi olan İslâma değin meşrûuluk, belirgin, insanüstü ve doğaötesi kaynaktan yoksun bulunduğundan, değişkenlik ile göreliliğe açıktı. Her kültür ile medeniyet çevresinin kendisine mahsûs meşrûuluk kabulleri ile anlayışı vardı. Göreliliği aşan evrensel anlamda ahlâk ile hukuk bağlamındaki meşrûuluk ancak Allah varlığına ilişkin fikir çerçevesinde ortaya çıkmış ve ona dayalı olarak geçerliliğini sürdürmüştür.

Bu noktadan hareketle, dinin iç ile dış hayatımızı yönlendirdiği kabulünü reddeden Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin göreliliği aşan evrensel bağlamdaki meşrûuluktan yoksun olduğu mantık gereğidir. Mademki meşrûuluğun kaynağı ahlâk, bunun da türevi hukuk olup düzenlenişi insan elinden çıkmış görülür, öyleyse o düzenleniş, tabiatıyla zamana, zemine ve belli kültür şartlarına bağlı bulunacaktır. Böylelikle dindışı ahlâk, dolayısıyla da hukuk, mantıkca, mevzi kalmağa hükümlüdür. İnsancı–Aydınlanmacı (Alm Humanistisch–Aufklärungs~) düşünürler ile filosofların, akıl ürünü sığ ahlâk ilke ile kurallarının ve bunlardan inşâa olunmuş hukuk düzeninin pekâlâ evrensel olabileceği iddiası temelsizdir. Zirâ, ahlâkın esâsı neresidir? Dışımızdaki çevremidir? Ahlâk düzenini kurup işletirken aklın, doğal 26 çevreden ‘ateşlenme’sinin, başka bir deyişle, etki almasının söz konusu olamayacağı öteden beri, özellikle de Immanuel Kant’tan (1724 – 1804) bu yana iyice bilinen bir husustur. Bu durumda, ya suyunu kendinde bulan değirmen misâli, ahlâk hakîkatini, aklın kendisinden menkul olduğunu bildirme neviinden saçmalığa düşeceğiz ya da onun, kaynağını akılüstü yahut doğaötesi bir orunda bulduğunu söyleyeceğiz.

Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, Onyedinci yüzyıldan beri birinci şıkkı kendisine fikrî ve zihnî zemin esas almak tercihinde bulunarak saçmalıktan hareket etmiştir. Saçmalığın kaynağı, en temel ilkeden yoksun olmak, daha açık bir ifâdeyle, ‘Tanrısızlık’tır. Öksüz kalmış çocuk ne ise, ‘Tanrısızlık’ çukuruna düşmüş kişinin durumu da odur: ‘Terbîye’ edici ―Rabb― ilk ve ‘Sığınılacak son merci’ ―Rahmân― inkâr eden tutamaksız hâlde kendi eksik varoluşuyla baş başa kalır. Evrende yapayalnızdır, ‘öksüz’dür.Biz insanların, beden, nefs ile ruhtan oluştuğumuz bildirilmektedir. Bedenimiz, kayıtlar ile şartlara bağlıdır. Bunların dışında zaman gelir. Bizi çevreleyen dünyada canlılık işleyişlerimizi sağlayan cisimliliğimizde ve nihâyet bunları yönetip yönlendiren nefs yanımızda cereyân eden dur durak bilmez değişmeleri zaman çerçevesinde değerlendiririz. Şu hâlde beden ile nefsimizin bâzı tezâhürleri bakımından bizler, zamanın hükmündeyiz. Bu da bize geçiciliğimizi, zaafımızı, yaralanabilirliğimizi (Fr vulnarabilité) şüpheye yer bırakmamacasına göstermektedir. Varoluşca eksik olmakla birlikte, René Descartes’ın işâret ettiği üzre, eksiksizlik, mükemmellik fikrimiz vardır.

Mükemmellik ile eksiklik mantıkca birbirlerinin zıttıdırlar. Mükemmelliğin, eksiklikten üstün olduğuysa, yine mantıkca apaçık bir hakîkattir. Bilme, kavrama, açıklama bakımından sonsuz, sınırsız güçleri de barındıran mükemmellik yönünden her anlamda sonluluk, sınırlılık, kısıtlılık demek olan eksikliğe nufuz etmek, hâliyle mümkünken, tersi, imkânsızdır. Mükemmelliğin de Mükemmeli ―‘Ekmel’―, başka bir deyimle, ‘Mükemmel’in anaörneği Allahtır. Mükemmellik, aklı aşkın âlemi tümüyle temsil eden terimdir. Bu vasfıyla dirim zeminimizin tamamıyla ötesindedir. Dirim, beşer yanımızın oturduğu tabandır. İnsanlığımızı, mükemmellik sezişine göre ayarını bulan Tanrısal kaynaklı ahlâka borçluyuz.

İşte Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (1207 – 1273), Tanrısal ahlâkın, ‘insan yaşaması’ demek olan ‘hayat’a yol yordam gösteren ilkesi manâsındaki ‘edeb’i, özlü biçimde şöyle belirlemiştir: “Âdem-i zâde eger bîedebest, âdem nist. Fark der cism-i ben-i âdem u hayvân edebest. Çeşm bikuşâ vubibin cumle Kelâmullah râ! Âyet âyet hemegi manâ-yi Kur’ân edebest ―Kişioğlu, nasipsizse edepten, âdem (insan) değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark, edeptir. Gözünü aç da bak cümle Kelâmullaha! Âyet âyet Kur’ânın tüm manâsı edeptir.” Bilimin tersine, ahlâkın esâs unsurlarını vakıalardan devşirmiyoruz. Bu sebeple ahlâkın, dindışı, dünyevî, vakıaya dayalı izâhı yapılamamıştır. Nitekim şu şaşırtıcı durumu Immanuel Kant, şu unutulmaz ifâdesiyle vecîzeleştirmiştir: “Nice sıklık ve süreklilikle düşünülürse, dimâğı hep yeniden ve dahî artan hayranlık ve huşûuyla kaplayan iki husus vardır: Üstümdeki yıldızlı gökkubbe ile içimdeki ahlâk yasası.”

2- ‘Doğal’ olan ‘süreç’tir. Ona beşerî vakaların yüklenmesiyle ‘zaman’ ‘üretilir’. Demekki doğal olan sürece karşılık zaman, beşer yapısı bir veridir. İnançların, hayâllerin, tasavvurların, umutların, nihâyet akıl ile mantığın, cansız ile canlı varolanlara ve yine insanın kendisine işlenmesi, bize ‘zaman’ı verir. Öyleyse insanın, hem kendisine hem de hareket, süreç hâlindeki mekâna kendisini kazıması, işlemesi; yaşadığı mekân ile özünü bütünleştirmesiyle zamanı oluşturur. Görüldüğü gibi, zaman, insanın maddî, manevî yapıp etmelerinin tümü demek olan ‘kültür’ün hülâsasıdır (Fr quintessence). Kişi, kültürü ancak başka insanlarla birarada oluşturabilir. Bu da bize ‘toplum’u verir. Şu hâlde ‘zaman’sız ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘toplum’; ‘toplum’suz ‘kültür’, ‘kültür’süz de ‘zaman’ düşünülemez....

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;29,30,31

 
Devamını Oku »