Lisanımız...


Lisanımız... Esrarlı yumağın, kristal düşünceler örgüsünün; atkı ve çözgüsü, dildir. Dilimizin kendine has kumaşı sinsice abraşlaştırıldı. Kesilip, parçalandı. Ne garip, onun ihtişamından ve muazzam diyalektiğinden, dilimizin grameri olarak her soruya cevap veren ve tek dil olan Türkçe’den bahseden, Lisan âlimi F. Max Müller’de Batı’da afaroz edilir. Bilhassa hocası Franz Bopp, bu "Mukayeseli Sankritçe Grameri, 1833-52" yazan. Ve Fransız E. Renan adlı bu uzun bir zincire hep bağlı bir görünümünü veren- ve sürekli her işine gelmeyen hakikate havlayan bu kopek müs­veddesi tarafından.Türkçe lisanı. Osmanlı'daki cedlerimiz hem millî bir dil hem de İslam Vahiy Medeniyeti'nin dilini inşa eden, tek millet­tir.

Evet tekevvünü sarayda başlamış ve kemale ermiştir. Saray: Mücerretliğin, zarif, celîl ve âlî bir üslûbun mekânıdır. Kristal belagâttin, muhkim bir sarf ve nahyin inşa edildiği, millî dile giden bir revak ve eyvandır. İtalya ve Fransa “saraylarından çok önce. Onların 10. asırda ne lügati ne de sağlam bir grame­ri var. Bir Kâşgarlı Mahmud'un “Dıvânü Lügati t- Türk, 1077 ve “Muhâkemetü'l- Lugateyn, 1501 "yazan, Ali Şîr Nevâî gibi.Mimarimizde yapılan, dilimizde de yapılmıştır. İmparatorluk coğrafyasında bulunan bütün nadir malzemelerden faydalanıla­rak camiler ve medreseler vs. inşa edilir.

Bunun gibi cedlerimiz İslâm medeniyetinin bütün kristal, hayati ve mücerret, irfanın bir nevi dev sütunları olan, İstılahlar, mefhumlar ve kelimeleri dili­mizin hançerinine uyarlayarak dilimizin sıhhatli vücuduna zengin­lik katarlar. Seyhun’dan Ceyhun’a oradan Seyhan nehrine.Yeşil Tuna’dan Meriç’e, oradan coşkun Kızılırmak'a. Hilâl’in imzası Hazar Denizinden, dertli Dicle ve Fırat’a.

Türkün şaha kalmış atının heybesine benzeyen;Orta Doğu, Arap Yarımadası, Mısır ve Hz.Musayı dalgalarında barındıran, yararak koruyan, mümbit, yeşıl ve uzun Nil’e. Bu üç kıta coğrafyasında hep aynı heyecan, hüzün neşe, şölen, hayal kırıklığın ve sevincin dili, ruhun kanatları ve sonsuz dünyaların mekanlarıdır, bizim gök kuşağı renklerimizin dilimizin ruh mekanları. Bizi birleştiren din ve dildir. Elbette bu sonsuzluğun nefesi olan; Gönül ve irfan ırmakları. Dil bizim dü­şüncelerimizin gözü, kulağı, kalbi ve dimensiyonudur. Onun için Din lisandır. Dinin ve varlığımızın metafiziği de lisandır.

Hafızasının, hatıraların en canlı mekanları olan birer şaheseri olan mimari eserleri, abideleri yok edilir veya kiliseye, meyhaneye devşirilir; Açık ve gizli bir şekilde bu muazzam hazıfanın mekan­larını. Cedlerimizin rüyası ve heyecanları saklı, bu dondurulmuş zamanın içindeki kelimelerinde. Derinlik saklı bu görülmeyen esrarlı kelimeleri barındıran mimari eserlerimizde. Gökkuşağının bütün renklerin dili sinmiş, bu ecdat yadiğan eserlerde. Dili ve inancı katledilerek müslüman Türk düşüncesinin vücudu pa­ramparça edilmiş. Bütün gerçek ve hakikatler ters yüz edilmiş. Hakikatin ruhu katledilip, o ruh yerine Putperestlik ruhu ikame edilerek,Gerçek“ler diye sunulmuş nesillere. Ama biz bunu gör­mek, duymak ve düşünmek bile istemiyoruz.

Her milletin düşüncesinin, kalbini, beynini ve can damarlarını alıp, kestiğinizde; o milletin düşünce vücudunu yok etmiş olursu­nuz. Bu hakikatte bir Genozit / Soykırımdan daha beter bir şevydir. Bunu ruhumuzun, medeniyetimizin meta metafiziği olan âlî ve hükümrân lisanımız ve tarihimizi, hatıralarımızı içinde barındıran bu suretlerinde sîretler ormanının tedaisini barındıran, bu zarif ve narin harflerimizle yaptılar.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.9-10

--------------

Dil tek başına hem milleti hem de medeniyeti tarif eder. Türkçe âli bir dil, bir fetihdir. Kelimeler bize cedlerimizin rüyalarını, fe­tihlerini ve imzalı dünyalarını barındırır ve faş eder. Bir izdir, dil. Tarihimizin ve düşücelerimizin kristal izidir. Sûret ve sfretler yumağıdır; Lisan-ı Türkî. Atalarımızın rüyaları, ufukları, heye­canları, ümit ve ümütsizlikleri, cihangir karekterleri ve merhamet kahramanı ellerinin izinin lisanı ve dahi bitmez tükenmez İslâm’ın emrindeki ufuk ötesinin fethi olan: Kızıl elma ülküsünün bütün dimensiyonları saklı, lisani Türkî’de. Dünyalarının bütün zıtlık­tan, kristal görüşleri bu “Hak’ın” bendi olma, hakkın nefesi, sesi ve dahi neferi olma hülya ve rüyasının, şecaatlı, bilge Alperenleri olan cedlerim. Rüyalarında biteviye “Hakkın” bendleri “Hakkı” müdaafa etme olan; bu İslâm aşıkları cedlerim. Sonsuz dünyaları- nın, maveralarının ve islâmi ontolojimizin cümle kapısıdır; lisan-ı Türkî Tıpkı Bağdatlı Ruhi’nin şu mısrasında ifade ettiği gibi:

Hak ol ki Huda mertebeni eyleye âli.

Onlar her daim “Hakkın” müdafii ve “Hak” ın sesi oldular...

Cedlerimiz bu bir İslam Vahiy Medeniyeti’nin en önemli li­sanı olan Türkçe’yi en âli ve doruk bir mertebeye çıkarmak için, çabaladılar ve başarmak üzere idiler. Dide gibi, bir sevgili gibi korudular ve sudaki nilüfer (lotus) yaprağı gibi, kökü ter tertemiz ve asla kir tutmayacak âli bir kristal çizgi mertebesine çıkardılar, Türkçeyi... Ama şimdi, şimdi ise...

Türkçe tam doksan senedir, yok edilmek için, “ YarıTürkler ve Batı’yı bilmeyen bu Batı perestler tarafından “Devrim”. ”Öz” Türkçe adına herşey yapıldı ve halen yapılıyor. Türkçe şuan yaralı, bereli sürekli kan kaybediyor. Peki Türk dilini ta­mamen öldürebilirler mi? Bunun İçin bir Alman lisan bilgesi olan, Johann D. Michaelis’in 1759'da “Königlichen Akademie der Wissenschaften und Schönen Künste”nin sorusuna verdi­ği cevabı risalesinde, yazmış olduğu şu nefis ve çarpıcı sözleri­ne dikkatlice kulak kabartabm:

“Hülasa dil bir nevi vesikadır. Öyleki onun içinde insanlığın bütün keşifleri var. Ve en kötü çöküşlere, yıkılışlara karşı muhafa­za eder. Bu öyle bir vesikadır ki, bunu hiçbir yangın, onun alevle­rinin dalgaları yakıp, kül etmeye muktedir değildir. Bu ancak ve ancak, onu konuşan milletin fertlerini tamamen yeryüzünden yok edilirse, işte ancak o zaman o dilde zevale uğrar. ”24, der.

Milletlerin dilinde; inançları, maveraları ve irfanlarının izi durur. İzler bizi tarihe götürür. Tarihe yani menşe’e götürür. Tarihe sorulması gereken soruların izi durur, lisanlarda. İtalya ve Fransa’da “klasik ve milli” dillerinin oluşum safhasına geçmeden önce, Batılı bazı düşünür ve yazarların dil konusundaki görüşlerine kısaca eğilelim, bu lisan ilmini 19. asırda keşfeden bu Avrupa medeniyeti. Mesela Condillac için: ”Her dil, o dili konuşan milletin karekterini ifade eder ” der ve ekler, Diller her milletin dehasıdır.

Bu görüşe F. deSaussere ise; "psi­kolojik karekter” sözünü ekler. Bu lisan alimine göre: ”Hemen he­men herkes tarafından umumi olarak kabul edilen bir görüştür ki, bir dil bir milletin psikolojik karekterini yansıtır”. Alman dil felsefecisi Wilhelm Humboldt ise, “Diller adeta milletlerin ruhunun dış görü­şüdür. Onların dili, onların ruhu; lisanlarıdır. İnsan ikisini asla yete­ri kadar aiyniyet ve oluşumunu düşünemez ”. Bu dili aynı zamanda “Bizzat milletlerin ruhunun kasideleridirdiyen Humboldt, Fransız keşiş ruhlu E. Renan gibi, hani milletin mevcudiyetini: ”Hergün vuku bulan bir halk oylaması” diye bu garip tarifin sahibi “Millet ” mefhu­muna “Dili” dahil etmez, Humboldt gibi. Sahi bu halk oylamasını, millet hergün hangi dille yapacak ki? Max Müller ise, bize: Dinlerin tarihi, tabir-i caiz ise dillerin tarihidir. Die Geschichte der Religion ist in gewissem Sinne eine Geschichte der Sprache. " diyor. Bu muka­yeseli dinler ve usta bir lisan âlimi olan, F. Müller.25

Her kadim kavim, kendi lisanını ilk konuşulan, oluşan dil olarak görülmesini, o kadar çok seviyor ve dahi kendi ülkesinin insanlığın, ilk medeniyetin tekevvün mekanı, beşiği olarak baş­latmak ister diyor, Herder meşhur Tarih Felsefesi eserinde bunları söylüyor..26 Ama Herder’in bu ikazını Avrupalılar dinlemez ve dü­şünmezler. Batılı “Ulus”lar, kavimler kendi dillerinin ilk konuşu­lan ve en üstün dil olarak görmek isterler. Bütün sahte ilimlerin, sözcüleri, kalpazan ilim adamları iş başındadır.27

“Semitik” ve “Arya” dil tartışmaları, daha önce ifade ettiği­miz gibi, iş başındadır. Max Müller dil olarak “Turan” konusun­da eserini yazar, “Essay über Turan Sprachen, 1853 ” gibi. Bu bizde ise tamamen bir ırkçı istimna, kof tartışma ve zihniyetin geç bir yansıması olarak “Güneş, Dil Teorisi” olarak arzı endam eder, Türkiye’de ve bu budalalığa, saçmalığa, ”İdola Fori”ye dö­nemin Sezar’ın emriyle üniversitelere ders olarak verilmeye baş­lanır. Dilciler bu teoriye inanmasalarda anlatırlar, korkularından. Mesela Abdülkadir İnan’ın: “Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları 1936”. İnsan bu 80 sayfalık hıncahınç sefaletin acıma­sız yıkıcı yüzünü, sesini ve ruhunu görüyor, bu sayfaların içinde.

Bunun bir korku neticesinden dolayı yapıldığını en güzel ifade eden, İbrahim Necmi Dilmen’in Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, istihza, bir nevi kendini korumak ve ciddiyetsizliği ifade etmek için: ”Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta ka­labilirdi?” diye. Hakikatte teorinin sahibi bir Sırp asıllı, Viyana oryantalistikte 1927 yılında doktorasını yapan, Hermann Feodor Kvergıc (1895-1949) tır. Bu deli saçması 40 sayfalık hapishane kaçkını karalamasını önce "Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, 1931 yazarı Ahmet Cevat Emre’ye gönderir.

Bu saç­malığı gayri ciddi bulur ve ilgilenmez. Ama Sırp karalamasını, Mustafa Kemal'e gönderir. Sadece bir asker, bir komutan ve dev­let adamı olan Mustafa Kemal bu teoriye candan sarılır. Ona bu hakikati yüzüne söyleyecek bir ilim adamı çıkmaz. Çünkü daha önce yapılan kıyımlar, idam sehpaları, karşı gelmenin fiyatının ne olduğunu, dönemindekiler biliyorlar... Şecaat, izzet, irfan ve na­mus olmayınca, Türk dili tekrar tabii mecrasından uzaklaştırılır ve hançerlenir.

İşte bu şuursuz hareketler ve dil kıyımı aklıma meş­hur İngiliz şairi "The Marriage of Heaven and Hell, 1790-93/ Cennette ve Cehennemde Düğün" adlı aforizmalarını topladığı bu eserin yazan şair William Blake’nin şu mısrasında ifade ettiğin­den daha zalimce bir kıyım ve yok etme hareketidir. Şair:

Yıldızlar dövülmüş

Onların ruhları dövülmüş, yuvalarında.

Dediği gibidir.

Lisan hayatımızın her alanında yaşayan bir sosyal varlıktır. Âlî bir fikrin, düşünce hareketinin hücresidir. Dilimiz hem on­tolojimizin, sanatımızın, sosyal hayatımızın ve irfan bahçeleri­mizin atlası ve sosyolog P. Bourdieu’nun ifadesiyle: Sembollik Kapitallerimizin ötesinde daha çok bir manevi ve metafiziğimiz­dir. Sosyal alanımızın, düşüncenin cümle kapısının anahtarıdır, dilimiz. Onsuz nasıl düşünce parkına girebilirizki?

Türkçe müslüman Türk cedlerim tarafından ulvi bir sevgili gibi korundu. Asırların ruhunun bir emaneti olarak korundu. Ve dilimiz onların düşüncenin fethine kanatlandıran, götüren bir ok ve tuğ idi. Kristalleşmiş sanatın, düşüncenin, imanın, irfan fetihlerimizin, ulu gönlümüzün taçdar kelimeleri yani namusumuz du­ruyordu. Lisanımızda binlerce fethin sesi, şarkısı ve kristal ifadesi olmuştu. Şairler ve metafizikçi düşünürler bir sevgili gibi kıskandılar ve erişilmez bir sevgili gibi sevdiler... Tıpkı ceddim Taşlıcalı Yahya’nın şu mısrasında ki gibi, bir korunması gereken bir “Dide” idi.. Şairin şu mısrasını Türkçe için düşünürsek:

Dide gibi kaldı su içinde Nuh

Ruhuna irişti sonunda fütûh.

Hakka tapan, şiiri fetheden bir milletin bütün fetihlerini içinde barındırıyordu, bu biricik sevgili ve âli dilimiz. Bu dil ile dü­şünüyor ve konuşuyorlardı; cedlerimiz, dedelerimiz ve ba­balarımız. Biz bugün bu cedlerimizin diline alabildiğince çok uzaklaştırılmışız..

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.42-46

Dipnotlar:

24 Johann D. Michaelis, Beantwortung der Frage von dem Einfluss der Meinungen in der Sprache und der Sprache an die Meinungen, öre­men, 1762, s. 28-29. Yeni baskı Stuttgart, 1974. Yazar bu risalesini önce Franszızca'da kaleme almış: De l'influence sur le langage et du langage sur les opinions, 1759.

25 Max Müller, Die Wissenschaft der Sprache. Bd 2, Leipzig, 1892, s. 512.

26 J. G. Herder, İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit, Münc- hen, 2002.

27 19. Asırdaki tartışmalar hakkında şu eseri okumak bile insana yeteri ka­dar bilgi verir; Maurice Olender, Die Sprachen des Paradieses. Religion, Rassentheorie und Textkultur, Berlin, 2013. Eserin orijinali :Les langues dtı Paradis. Aryens et semites:un couple providtntiel, Paris, 1989/2013.
Devamını Oku »

Dil Devrimi

Dil DevrimiDert,üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yâni sözleri Türkçeleştirmek değil; İslâmî hayatımızdan topyekûn atmak. Türkçe bu yüzden mahvedilmiştir. Hayat ile ‘yaşam’ sözlerini de taşıdıktan tasavvurgüçleri açısından karşılaştırmak şart. ‘Hayat'ta bin küsur yıllık bir kültürün iş­leyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklı, ‘ Yaşam'ınsa tasavvur gücü sıfır.

İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu ot...urulmuş aileye iyi kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ve yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fab­rika mekânı gibidir. Dile yeni sözler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyâç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da orta­ya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetilir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da aşikârdır. Konunun dışın­da kaldığından, bunlardan bahsetmeği başka zamana bırakıp varolan kelimeler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi ‘cevher'e niye ‘töz’ deniliyor? Cevher, felsefe dı­şında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bilip bin yıldır kullandığı bir sözdür.

Meselâ cevher kelimesini, "bu çocukta cevher var" gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyo­ruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayn nesneler için kul-lanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada ‘töz’ kelimesi kul­lanılabilir. ‘Cevher’ bahusus metafizik alan için söz konusu­dur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmekçin akıl şart. Ama mesele aklı konuşturmak değil. Sorun, İslâmî başıyla, kılıyla, kılçığıyla, elbette dilde ifâdesini bulan maşerî şuuru- muzdan söküp atmak. İngiliz-Yahudî imperyalist medeniye­tinin ‘iyi saatte olsunlar' böyle buyuruyorlar da ondan.

Osmanlıca kelimeler, Türkçe değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin Türkçe olmayan sözlerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de ne? Sorun, çözüm bulmanın, istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, ye­tişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Ezber bozan akıllı nerede? Bulsak da onu ba­şımıza tâç diye geçirsek. Talep, düşünen değil; düşünmeyen İnsan. Bu yüzden felsefe geleneği hiçbir zaman oluşmayacak.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Türk Tarihinin Zenbereği

(1)İktisadî çıkar ve kâr esaslı Ingiliz-Yahudi medeniyetinin desisede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden olukmuş gizli ve açık, resmî ve gayr-ı resmî önder kurmaylarının dikkati, 1800'lerin başlarından itibâren bahse konu durumu odaklanır olmuştur Adı anılan medeniyetin dünya çapında İktisâdi yayılma etlik ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsi ile askeri hâkimiyet tasarılarının önünde göze batacak kadar belirgin pürüz, çözül­mekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline iliş­en emarelerdir Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağ­rında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Dev­letinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudi medeniyetinin karşısına vazgeçilmez bir zorunluluk olarak dikil­miştir. İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kal­dırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhasını ya da, neredeyse o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koşmuştur. Haddizatında bir kültür varlığının (Fr en­tité culturelle) imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhası soykırım yoluyla gerçekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir.

Balkanlarda 1800'lerin başlarından 1950'lerin sonuna değin Türk diye adlan­dırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sah­nelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir. Sèvresde ta­sarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürülmesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla so­nuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Di­rimsel soykırımımı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü korkunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göznuru, alınteriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğe-görsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mah­sûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, ta­vır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya ko­şut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920'lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfu-zunun soylu latîfliği, gerek dil bilgisinin tıkızlığı ile kavîliği ge­rekse söz varlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ve müstesnâ dilinden biriy­di. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onun­la içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musîkî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırım böyle bir şahe­sere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartıcı, susuz­luğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik di­limizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bakir or­mana nice benziyor.

Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut ka­vim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette ak­lı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırk­çılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıldır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığı­mız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin ge­rekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ve dilbilgisiyle birlik­te dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tari­hi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir muktesebâtın taşıyıcı­sıdır. Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığım belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapışım değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerek­çelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koy­makla da dil, mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günlen sayılıdır.

Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, dü­şüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çün­kü, salt kavramlar, yâni fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklüdürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü, toplumu teşkîl eden fertler, o ‘resimli tarih'in mihverin­de buluşur, bağdaşırlar. Nitekim, Osmanlı milletini kaynaştırıp bir arada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.



(2)  Çağdaş Ingiliz-Yahudi medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak ar­zusundadır Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet ta­sarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygulamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden di­rilip toparlanma istidâdını durdurup kökten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm mede­niyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Os­manlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvu­rulmuştur:

Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün ta-rih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendinc rastlamadığımız bir traged­yadır. Böyle bir çılgınlığa devrimciliğin yıldızları Maximilien Robespierre —Fransızcanın o korkunç mantıksız, çetrefil, ama evvel Allah pek zarîf imlâsını değiştirmeği dahî düşünmedimi acaba?—, Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.



(3) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniyeti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm di­yoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfûzdur. Yalnız, her birinin alaca­ğı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlım yaşatmak, öğrenme iştiyakını karşıla­mak da onun ilahı hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, ilahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır. Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfidir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır.

Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgeldim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız?

Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyük­lenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan ba­sit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünyagörüşünün en bâriz vasfı, kişinin kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnme­sidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillen­miş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları geniş- mi geniş coğrafyaya İslâmî manâda vatan denilmiştir. Bu vata­nın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklar­daki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış, ımperyalism telakkisine has sömürge—anavatan (metropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anla­mında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düs­tûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Af- rika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tu-tulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi, özetlersek, İslamın ahlakında vurgulanan husus, ede, bin gerektirdiği, yânî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dost­lukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözet­mede, ödüllendirme ile cczâlandırmada, hep orta yol.
Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘or­ta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yü­rümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî ya­şayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuru­culuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamış­tır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî de­virlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.


(4) İşlediğimiz Birinci bölümün başlığı “Biz Kimiz Soru-nu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplaya- madığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesîleyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeye­cektim. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tari­hidir. Savaşçılık zihniyeti ve edebi tarafından taşınan bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsîl edense Os-manlı Devleti olmuştur.



Omurgasızlaştırılmış Türklük,Teoman Durali,syf;105-110
Devamını Oku »