Şark Meselesi



Peki “Şark Meselesi - Orient Frage” nedir, Avrupalılara göre? Her ne kadar, 19. asırda bu mevzuda oldukça fazla eserler mevcut. Mesela ülkemizde 7 ciltlik Osmanlı tarihiyle tanınan bu tarihçi Johann Wilhelm Zinkeisen’inin (1803 -1863), 1859 yılında neş­rettiği “Das vierteStadium oder das jüngste Jahrhundert und die Zukunft der orientalischen Frage” (Dördüncü Menzil veya En Genç Yüzyıl ve Şark Meselesi'nin Geleceği) ve Fransa’da Albert Sorel’in 1878 yılında neşrettiği “Şark Meselesi” (LaQuestion d’Orient au XVIII, Siecle) bu konuda 19. asırda yazılmış önemli eserlerdir.4

Beni Büyük Harb'in bitiminden sonra Avrupa’nın bilhassa sözüm ona, dost ve müttefikimiz olan bu İngilizler kadar sinsi ve latenz siyasetin kurtlarından biri olan; Almanların ne düşündüğü idi. Önümde ilk cildi 1907 yılında neşir hayatına başlayan ve ha­len yayın hayatına devam eden: “Zeitschrift für Politik" adlı ilmi mecmuanın, 1925 yılının sayısı önümde duruyor. Derginin ille sayfasındaki yazının mevzuu: Şark mesesi ile alakalı bir yazı,''Die Orientalische Frage als geopolitisches Problem" (Siyasi coğraf­ya davası olarak Şark Meselesi) Yazıyı Walther Vogel in (1880 - 1938) imzasını taşıyor.

Bugün pek bilinmeyen, bir tarihçi. Peki bu Tarihçi, ne anlıyor, Şark meselesinden. Onu dinleyelim: “Bundan. 19. asırdan beri, tamamiyle belli birşey anlaşılıyordu: geleceğin meselesi veya Türk imparatorlukların sonu anlaşılıyordu” diyor. Sadece büyük hedef ve engel gördükleri Devlet-i Aliye'yi değil şüphesiz, diğer coğraflalarda hüküm süren bütün Türk devletleri­nin yok edilmesinin bir ifadesidir, bu “Şark Meselesi”...5

Yazar bu kısa ve açık bir şekildeki tarifinden sonra aynı pa­ragrafın içinde ise, okuyucusuna bunu Birinci Dünya savaşında “nispeten yaptıklarını belirttikten sonra, Lozan Antlaşması hak­kında, Türkiye için söyledikleri oldukça düşündürücü olduğu gibi, müslüman Türke olan bu iliklerine kadar, bize olan; Hain ve habis ruhlu düşmanlıklarının hangi dimensiyon ve ruhta olduğunu gös­termesi açısından son derece önemlidir. Ve günümüz Türkiyesine ışık tutuyor. Bu faşist ruhlu, bu doğuştan kıyıcı ve emperyalist görüşlü, Comte’nin çocuğu, Hitler hayranı tarihçi. Onu dinle­yelim: “Bu mesele 1. Dünya Savaşı ve onun sonucu olan Lozan Antlaşmasında, belli bir anlamda halledildi”6

Yazar “Orient - Doğu mefhumun hudutlarının neresi olduğu­nun pek belli olmadığı, ifade ettikten sonra, Ama onun bir fragment kitabı olan: "Historischen Atlas von Deutschland "(Almanya'nın Tarihi Atlası)yazarı Şark Meselesi’nin sınırları için şunları söyler: “Asya, Sibirya ve Kuzey Afrika’ya kadar genişler" diyor. Kısaca Müslümanların yaşadığı her devlet bu emperyalist ve barbar Avrupa ’lılar için: Doğu ’dur. Mesela Türkistan, onun da bahset­tiği ve müslümanların kesif olarak yaşadığı, Anadolu, Kafkasya, Arap Yarımadası vs. gibi ülkeleri bu “Yakın Doğu” diye adlandır­dıkları coğrafyasının da sınırların çok uzağında olmasına rağmen, Türkistan için de: “Türkistan müslüman oldukları için bir Şark meselesidir” diyor. Tek hedefleri var: Önce yeryüzünden Türkü yani Müslüman Türkü taman yok etmek.

Saniyen diğer müslümanları acımasızca yeryüzünden tamamen silmektir, bu “Orient Frage”, Şark meselesinin anlamının anlamı ve nihai hedefidir.Tekrar yazara dönelim. Bizdeki“Devrim”lerden, yazarın tabi­riyle “Büyük Değişimlerden (groBen Umwâlzungen) memnun. Bu bütün manevi sembollerimizin tahribinden ve değerlerimizin bir sinsi elle, lağıma fırlatılmasından ve dehası değerler atlasımı­zı ve düşünce kapitallerimizinden sırt çevrilmesinden son derece memnun.

Bu herşeyi alt-üst etme hareketini, onu son derece mem­nun etmesine rağmen, bir “Ama” korkusu ve tedirginliği var. O da şu: “Şayet Türkler tekrar, temellerini islami değerler üzerinde kurulu bir devlet kurarlarsa, o zaman tekrar Avrupa ile arasında bir gerginlik yaşar” ve açık açık, ekliyor:“Bunlar kuvvetlendikle­rinde, doğu ülkeleriyle (Müslümanları kast ediyor) birlikte, karşı koyucu bir cephe oluştururlar "diyor. 7

Kim bu adam? Alman kaynakları tarihçi diyor. Weimera döneminde faşist Hitler öncesi bir faşist parti olan DNVP (Deutschnationale Volkspartei- Alman Ulusal Halk Partisi) üye­si. Sonra faşist Hitler rejimin şairi olarak bilinen Paul-Emst Cemiyetine üye olmuş, 1933 yılında ve üstelik bu hilkat garibesi 1917/18 yıllarında aynı zamanda Birinci Dünya savaşında asker olarak bulunmuş. Daha çok olmayan, kıytırık Alman denizciliği ve sonra ölene kadar, Almanya’nın tarihi atlası ile ilgilenmiş, bu büyücü çırağı müsveddesi ve Faust medeniyetinin çocuğu. Tam bir faşist müsvettesi. Düşünün! Bu bizim güya Büyük Harpte müt­tefikimiz olan ve öyle zannettiğimiz, Almanya’nın bir askeri...

Şark meselesi Avrupa’nın asla bırakmadığı emperyalist eme­linin en bariz bir ifadesi ve sinsi hedeflerinin nihai adıdır. Bunlar müslüman Türkü ve yeryüzündeki bütün müslümanları önce kö­leleştirmek, melezleştirmek ve bilhassa asırlarca Türk milletine ram olmak mecburiyetinde kaldığı, ülkeleri artık istedikleri gibi sömüremedikleri gibi, Osmanlı’dan sık sık tokat yedikleri için ha­raç vermek mecburiyetinde kalırlar. Onlar için engel müslüman Türkler idi. İşte onun için öncelikle, bu asıl, merhamet kahraman­larının eli olan Türkleri yok etmek en büyük emelleri ve nihai he­defin adıdır: Şark Meselesi.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.13-16

Dipnotlar:

4- Bu eserlerin dışında da şu kitaplara bakılıp, 19. asır Avrupasının ne düşündükleri hakkında yeterli bilgi sahibi olur insan: Anton Osten von Prokesch, Zur Geschichte der orientalischen Frage, 1877; Adolf August Bergner, Der gordisehe Knoten Europa, 1876; Friedrich von Gentz, Zur Geschichte der orientalischen Frage, 1877; Julius von Hartmann, Zur Orientalischen Frage, 1876; Cari Ritter von Sax, Geschichte des Macht- verfalls der Türkei bis ende des 19. Jahrhunderts und die Phasen der orientalischen Frage bis a. d. Gegenwart. Wien. 1913.

5-Walther Vogel, Orientalische Frage als geopolitisches Problem, Zeitschrift für Politik, Hrsg. Richard Schmidt und Adolf Grabowsky, 14. Bandın içinde,Berlin, 1925, s. 1.

6-a. g. dergi, s. 1.

7-a.g. dergi,s.1
Devamını Oku »

Francis Baconun Idola Öğretisi



Önce Francis Bacon. Filozof ve siyaset adamı, Bacon düşün­cedeki dürüstlüğü ve başarısı maalesef siyaset hayatında öyle değildir. Kendisi aynı zamanda felsefi deneme “Essay” tarzının kurucusudur. Onu haklı olarak, Batı’lılar, Batı’nın “Yeni Çağın”ın Aristosu olarak görürler. Onun baş eseri olan: “İnstauratio mag-na” (İlimin Büyük Yenilenmesi) adlı bu eserin ikinci cildi olan: Novum Organum, 1620”49 ona bu ünvanı vermeye sebep olan ese­ridir. Yeni Metod adlı bu eseri, şuurlu olarak Aristo’nun Organon adlı mantık eserinin adına atıfta bulunur.

Eser bir nevi hem Aristo mantığının tenkiti hemde Batı ilimlerindeki eğriliklere, kalpazan­lıklara hayali sûret ve sîretlere, manalara dikkat çeker. Ona göre bu mantık bilgiye hizmet etmiyor. Ve kendi eserini onun için: “Yeni İlimlerin Metodu” diye adlandırır, (Novum organum sci- entiarum, 1620) eserinde iki yanlış üzerinde durur.

1- Alelacele, düşünmeden alınan kararlar, sonuçlar.

2- Peşin hükümler, aldatıcı suretler ve putperestlerden, ilim adamı kendisini korumalıdır. Ki insan oğlu sürekli olarak bunlarla beraber yaşar ve mağlup olur diye ifade eder.

Bacon, hemen eserinin ilk aforizmasında, okuyucusunu şu söz­leriyle uyarır: “HOMO, Naturae minister et interpres”50 İnsan, dünyanın efendisi olarak (Dominus Terrae), tabiatın hizmetçisi ve izahçısıdır, der ve üçünçü Aforizmasında ise: “et quod in con- templatione instar cause esi, id in poeratione instar regulae esi ”

Gözetleme ve tetkik esnasında, insanın sebep olarak kavradığı detaylı izahta: kaide olarak hizmet eder diye bir ikazda daha bulu­nur, okuyucusuna. Bacon bize dört çeşit “İdola”dan bahseder. Bu kelime yunanca “eidölon', latinçe “idolum” resim, suret, hayalet kötü ruh, putperest suretler, birşeye gözü bağlı olarak değer verrnek gibi anlamlara geliyor, bu mefhum.51

Filozof bu Yeni Metod adlı eserinde, bütün bilginin analiz ve izahında, insanı yanıltan yanlış kaynakların yani bu insan zekâsını, ruhunu aldatıcı, bu putperest ve aldatan, gölge sûretlerin hepsine önce:

”İdola mentis” der. Bacon bu ’İdola” idolleri dörde ayırır: 1- idola tribus 2-İdola specus 3- İdola Fori 4-İdola theatri, diye. İmdi filozofun bunlardan ne anladığına kısaca bakalım. Ve aynı zamanda Batı düşüncesi ken­disini bu karanlık çağlardan, hayalin aldatıcı dünyasından ve ilmi boğan zifiri karanlıktan, kalpazan, şarlatan, ve büyücü çıraklardan kendisini nasıl tecrit etmiş, nasıl kurtarabilmişliğini de izlerini ve mücadelesini görmüş olacağız.

İdola Tribus (Soy, sop idolleri): İngiliz filozofu bu mefhumunu şöyle izah ediyor: İnsan tabiatının içinde olan sebepler. Ve sanki bunlar, bütün herşeyin mihenktaşı gibidir. Bu cins insanların inançı- na göre, bizzatihi kendi nizâm ve kâideleri, “şeyleri” tabiatın içinde tekrar bulacaklarına inanırlar. Bu bir çeşit bizim sahip oluğumuz bütün yanlış eğilim ve temayüllerdir. Temayüller: Doğrudan doğ­ruya müşahittirler. Bunları anlama, manaya aşırı derecede ağırlık verirler. Bu nevi insanlar aşın derecede, anlamın ağırlığını oldukça abartırlar. Süperlatifın dili, onların öz dilidir. Kısacı düşünürün bize anlatmak istediği bu.52

İdola Specus (Mağara İdolleri): Bu fertlerin peşin hükümleridir. Bunlar ya doğarken veya sonra elde edilen fikri miraslardır.Bacon bu “Mağara” tasnifi ve sembolünde şunları, bize etmek istiyor. Kişilerin her defasında kendilerini peşin hükümler hücresinde hapsetmelerini işaret ediyor. Bir çeşit bu şahısların kendilerine numune, örnek, “model" olarak rağbet, teveccüh ettikleri kişilere ve bu kişilere gözü bağlı aşıklar gibi itaat ettiklerini ki her defasında onların tasarruf ve görüşlerine uygun olarak etki ve tesirinde kalanları kast ediyor.

İdola Fori (Çarşı-Pazar İdolleri): Aldatıcı suretler ve hokkabazlar Bacon için bu dört “İdola” idoller içinde en tehlikeli olanıdır.

“İdola Fori ”. Filozof için bu mefhumun manası,putperest,aldatıcı sûretler, anlam ve manaları tahrif efen,keyfi olarak değiştiren hokkabazlar. Kısacası ilimde ve düşüncede soytarı şarlatan ve kalpazanları kast ediyor,Bacon.

Bunlar iletişim ve uygun olmayan vasıtalarla ve bilhassa kelimelerin aptalca eşyalara tekabülyle,remizlerin,işaretlerin teşekkülü aracıyla,hülasayı kelam mevcud olmayan hadiselerin, mefhum ve kelimelerin akıl üzerindeki hükümranlığıyla oluşur. Onlar için hakiki ilmin hiçbir değeri yoktur!Sadece sahte ilimler vardır yani ideolojilerin emrinde olan bu "ilim"ler vardır.

Bacon bunu eserinin 59.aforizmasında şöyle izah ediyor filozof:At idola fori omnium molestissima sunt, quae ex foedere verborum et nominum se insinuarunt in intellectum.Credunt onim homines rationem suam verbis imperare;sed it etiam ut verba vim suam super intellectum retorqueant et reflectant,quod philosphiam et scianties reddididt sophisticad et inavtivas.53

Lisani Türki ile:Fakat bu ideoller içinde en tehlikelisi olan idola fori'dir.Bunlar iltifak vasıtasıyla kelimeler ve isimlerle aklın,zekanın içine sinsice sokulurlar..

İnsan aklının, kelimelerin vadisi olduğuna inanıyorlar. Lâkin şu da olabiliyor; kelimelerin gücü akla karşı avdetleşip, dönüşebiliyor. Buda felsefe ve ilimleri safsatalaştınp ve kısırlaştırır.” diyor.

Bize hepsi yani “îdola Mentis” uygulandı ve haliyle kalpa, zan, şarlatan ve putperest sûretler pazarı halen ülkemde bu idoller rağbette. Rejim bu idollerle, bu kalpazan ve şarlatanlar ordusuyla insanları melezleştirdi, daha doğru bir ifadeyle gavurlaştırmaya çalıştı ve Cumhuriyet rejimi melezleştirme politikasına uygun kendi müslüman tipini yetiştirdi ve önce ahlâklarını şiddetlice bozdu. İslâmın öz ruhundan uzak olarak.

Onlar bu ülkenin en çok dili, dini ve tarihiyle uğraştılar ve halen etnik toz haline getirmek için çetin bir varlık-yokluk kavgası içindeler, bu içimizdeki “Yarı” Türkler adlı “İdola Mentis”in emir kipi sürüleri tarafından. Bir firavunlar, kalpazanlar tarafından kuşatılmış getto mekanın, karanlık ve yollar kuşatılmış bir ormanı içindeyiz...

İdola Teatri (Tiyatro Idolleri): Çok renkli aldatıcı sûretler tiyat­rosu. Buna teorilerin putperestliği de denilir. En kötü fılozofların, şarlatanların oteritesinin nakli, bidat ve kötü ananelerin devamı, kısacası bu ruhlu fılozofların sistemi. İşte Bacon, insanları yanıltan Bu eğri ve çarpık düşünce zinciri halkalarından, ilim adamlarının mutlaka kendilerini korumaları lazımdır, diyor. İşte hakikatte Bacon’un bahsettiği bu dört “İdoller”den, bu putperestlerden arın­mış, bunları sığaya çekmiş kişier, idola’lara şiddetlice düşüncenin tekmesini savuranlar, onların kelime ve mefhumlarını kendi içlerine tercüme edip ve dahi hakiki ilimleri tenkit süzgecinden geçirenler, haliyle gölge düşüncelere, bu şarlatanların ağından kendilerini kur­tarabilenler ancak o zaman doğru karar verebilirler diyor.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.85-88

Dipnotlar:

49-Francis Bacon, NewsOrganon. Lateinisch-Deutsch Hrsg.Wolfgang Krohn, 2 Bd, Hamburg, 1990. ’

50-A.g. eser, cilt 1, s. 80-81.

51-Martin Gessmann, Philosophisches Wörterbuch, Stuttgart, 2009, s. 342 ve Metzler, Philosohie Lexikon, Hrsg. P. Prechtel und F. Peter Burkani, Stuttgard Weimar, 1999, s. 253.

52-Batı düşüncesinde başından Kant’ın dönemine kadar bu tarz tartışmalar hakkında yazılmış en iyi kitap, Hans Blumenberg’in; Die Legımıtat der Neuzeit, Frankfurt am Main, 1988, adlı eseridir. Ve bilhassa bu eserin içindeki: Rechtfertigungen der Neugiende als Vorbereitung der Aufklârung kısmı, s. 440-470.Saniyen Bacon, Aristo mantığını tenkid ederken "incinetio" bu istikra Tümdenvarım ’ı hem Aristo hem bütün islam mantıkçı ve filozoflar tarafından bilinen bir metod yani usûl.

53 Francis Bacon, Neues Organon. Lateinisch-..Krohn, Hamburg, 1990, s. 121.
Devamını Oku »

Lisanımız...


Lisanımız... Esrarlı yumağın, kristal düşünceler örgüsünün; atkı ve çözgüsü, dildir. Dilimizin kendine has kumaşı sinsice abraşlaştırıldı. Kesilip, parçalandı. Ne garip, onun ihtişamından ve muazzam diyalektiğinden, dilimizin grameri olarak her soruya cevap veren ve tek dil olan Türkçe’den bahseden, Lisan âlimi F. Max Müller’de Batı’da afaroz edilir. Bilhassa hocası Franz Bopp, bu "Mukayeseli Sankritçe Grameri, 1833-52" yazan. Ve Fransız E. Renan adlı bu uzun bir zincire hep bağlı bir görünümünü veren- ve sürekli her işine gelmeyen hakikate havlayan bu kopek müs­veddesi tarafından.Türkçe lisanı. Osmanlı'daki cedlerimiz hem millî bir dil hem de İslam Vahiy Medeniyeti'nin dilini inşa eden, tek millet­tir.

Evet tekevvünü sarayda başlamış ve kemale ermiştir. Saray: Mücerretliğin, zarif, celîl ve âlî bir üslûbun mekânıdır. Kristal belagâttin, muhkim bir sarf ve nahyin inşa edildiği, millî dile giden bir revak ve eyvandır. İtalya ve Fransa “saraylarından çok önce. Onların 10. asırda ne lügati ne de sağlam bir grame­ri var. Bir Kâşgarlı Mahmud'un “Dıvânü Lügati t- Türk, 1077 ve “Muhâkemetü'l- Lugateyn, 1501 "yazan, Ali Şîr Nevâî gibi.Mimarimizde yapılan, dilimizde de yapılmıştır. İmparatorluk coğrafyasında bulunan bütün nadir malzemelerden faydalanıla­rak camiler ve medreseler vs. inşa edilir.

Bunun gibi cedlerimiz İslâm medeniyetinin bütün kristal, hayati ve mücerret, irfanın bir nevi dev sütunları olan, İstılahlar, mefhumlar ve kelimeleri dili­mizin hançerinine uyarlayarak dilimizin sıhhatli vücuduna zengin­lik katarlar. Seyhun’dan Ceyhun’a oradan Seyhan nehrine.Yeşil Tuna’dan Meriç’e, oradan coşkun Kızılırmak'a. Hilâl’in imzası Hazar Denizinden, dertli Dicle ve Fırat’a.

Türkün şaha kalmış atının heybesine benzeyen;Orta Doğu, Arap Yarımadası, Mısır ve Hz.Musayı dalgalarında barındıran, yararak koruyan, mümbit, yeşıl ve uzun Nil’e. Bu üç kıta coğrafyasında hep aynı heyecan, hüzün neşe, şölen, hayal kırıklığın ve sevincin dili, ruhun kanatları ve sonsuz dünyaların mekanlarıdır, bizim gök kuşağı renklerimizin dilimizin ruh mekanları. Bizi birleştiren din ve dildir. Elbette bu sonsuzluğun nefesi olan; Gönül ve irfan ırmakları. Dil bizim dü­şüncelerimizin gözü, kulağı, kalbi ve dimensiyonudur. Onun için Din lisandır. Dinin ve varlığımızın metafiziği de lisandır.

Hafızasının, hatıraların en canlı mekanları olan birer şaheseri olan mimari eserleri, abideleri yok edilir veya kiliseye, meyhaneye devşirilir; Açık ve gizli bir şekilde bu muazzam hazıfanın mekan­larını. Cedlerimizin rüyası ve heyecanları saklı, bu dondurulmuş zamanın içindeki kelimelerinde. Derinlik saklı bu görülmeyen esrarlı kelimeleri barındıran mimari eserlerimizde. Gökkuşağının bütün renklerin dili sinmiş, bu ecdat yadiğan eserlerde. Dili ve inancı katledilerek müslüman Türk düşüncesinin vücudu pa­ramparça edilmiş. Bütün gerçek ve hakikatler ters yüz edilmiş. Hakikatin ruhu katledilip, o ruh yerine Putperestlik ruhu ikame edilerek,Gerçek“ler diye sunulmuş nesillere. Ama biz bunu gör­mek, duymak ve düşünmek bile istemiyoruz.

Her milletin düşüncesinin, kalbini, beynini ve can damarlarını alıp, kestiğinizde; o milletin düşünce vücudunu yok etmiş olursu­nuz. Bu hakikatte bir Genozit / Soykırımdan daha beter bir şevydir. Bunu ruhumuzun, medeniyetimizin meta metafiziği olan âlî ve hükümrân lisanımız ve tarihimizi, hatıralarımızı içinde barındıran bu suretlerinde sîretler ormanının tedaisini barındıran, bu zarif ve narin harflerimizle yaptılar.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.9-10

--------------

Dil tek başına hem milleti hem de medeniyeti tarif eder. Türkçe âli bir dil, bir fetihdir. Kelimeler bize cedlerimizin rüyalarını, fe­tihlerini ve imzalı dünyalarını barındırır ve faş eder. Bir izdir, dil. Tarihimizin ve düşücelerimizin kristal izidir. Sûret ve sfretler yumağıdır; Lisan-ı Türkî. Atalarımızın rüyaları, ufukları, heye­canları, ümit ve ümütsizlikleri, cihangir karekterleri ve merhamet kahramanı ellerinin izinin lisanı ve dahi bitmez tükenmez İslâm’ın emrindeki ufuk ötesinin fethi olan: Kızıl elma ülküsünün bütün dimensiyonları saklı, lisani Türkî’de. Dünyalarının bütün zıtlık­tan, kristal görüşleri bu “Hak’ın” bendi olma, hakkın nefesi, sesi ve dahi neferi olma hülya ve rüyasının, şecaatlı, bilge Alperenleri olan cedlerim. Rüyalarında biteviye “Hakkın” bendleri “Hakkı” müdaafa etme olan; bu İslâm aşıkları cedlerim. Sonsuz dünyaları- nın, maveralarının ve islâmi ontolojimizin cümle kapısıdır; lisan-ı Türkî Tıpkı Bağdatlı Ruhi’nin şu mısrasında ifade ettiği gibi:

Hak ol ki Huda mertebeni eyleye âli.

Onlar her daim “Hakkın” müdafii ve “Hak” ın sesi oldular...

Cedlerimiz bu bir İslam Vahiy Medeniyeti’nin en önemli li­sanı olan Türkçe’yi en âli ve doruk bir mertebeye çıkarmak için, çabaladılar ve başarmak üzere idiler. Dide gibi, bir sevgili gibi korudular ve sudaki nilüfer (lotus) yaprağı gibi, kökü ter tertemiz ve asla kir tutmayacak âli bir kristal çizgi mertebesine çıkardılar, Türkçeyi... Ama şimdi, şimdi ise...

Türkçe tam doksan senedir, yok edilmek için, “ YarıTürkler ve Batı’yı bilmeyen bu Batı perestler tarafından “Devrim”. ”Öz” Türkçe adına herşey yapıldı ve halen yapılıyor. Türkçe şuan yaralı, bereli sürekli kan kaybediyor. Peki Türk dilini ta­mamen öldürebilirler mi? Bunun İçin bir Alman lisan bilgesi olan, Johann D. Michaelis’in 1759'da “Königlichen Akademie der Wissenschaften und Schönen Künste”nin sorusuna verdi­ği cevabı risalesinde, yazmış olduğu şu nefis ve çarpıcı sözleri­ne dikkatlice kulak kabartabm:

“Hülasa dil bir nevi vesikadır. Öyleki onun içinde insanlığın bütün keşifleri var. Ve en kötü çöküşlere, yıkılışlara karşı muhafa­za eder. Bu öyle bir vesikadır ki, bunu hiçbir yangın, onun alevle­rinin dalgaları yakıp, kül etmeye muktedir değildir. Bu ancak ve ancak, onu konuşan milletin fertlerini tamamen yeryüzünden yok edilirse, işte ancak o zaman o dilde zevale uğrar. ”24, der.

Milletlerin dilinde; inançları, maveraları ve irfanlarının izi durur. İzler bizi tarihe götürür. Tarihe yani menşe’e götürür. Tarihe sorulması gereken soruların izi durur, lisanlarda. İtalya ve Fransa’da “klasik ve milli” dillerinin oluşum safhasına geçmeden önce, Batılı bazı düşünür ve yazarların dil konusundaki görüşlerine kısaca eğilelim, bu lisan ilmini 19. asırda keşfeden bu Avrupa medeniyeti. Mesela Condillac için: ”Her dil, o dili konuşan milletin karekterini ifade eder ” der ve ekler, Diller her milletin dehasıdır.

Bu görüşe F. deSaussere ise; "psi­kolojik karekter” sözünü ekler. Bu lisan alimine göre: ”Hemen he­men herkes tarafından umumi olarak kabul edilen bir görüştür ki, bir dil bir milletin psikolojik karekterini yansıtır”. Alman dil felsefecisi Wilhelm Humboldt ise, “Diller adeta milletlerin ruhunun dış görü­şüdür. Onların dili, onların ruhu; lisanlarıdır. İnsan ikisini asla yete­ri kadar aiyniyet ve oluşumunu düşünemez ”. Bu dili aynı zamanda “Bizzat milletlerin ruhunun kasideleridirdiyen Humboldt, Fransız keşiş ruhlu E. Renan gibi, hani milletin mevcudiyetini: ”Hergün vuku bulan bir halk oylaması” diye bu garip tarifin sahibi “Millet ” mefhu­muna “Dili” dahil etmez, Humboldt gibi. Sahi bu halk oylamasını, millet hergün hangi dille yapacak ki? Max Müller ise, bize: Dinlerin tarihi, tabir-i caiz ise dillerin tarihidir. Die Geschichte der Religion ist in gewissem Sinne eine Geschichte der Sprache. " diyor. Bu muka­yeseli dinler ve usta bir lisan âlimi olan, F. Müller.25

Her kadim kavim, kendi lisanını ilk konuşulan, oluşan dil olarak görülmesini, o kadar çok seviyor ve dahi kendi ülkesinin insanlığın, ilk medeniyetin tekevvün mekanı, beşiği olarak baş­latmak ister diyor, Herder meşhur Tarih Felsefesi eserinde bunları söylüyor..26 Ama Herder’in bu ikazını Avrupalılar dinlemez ve dü­şünmezler. Batılı “Ulus”lar, kavimler kendi dillerinin ilk konuşu­lan ve en üstün dil olarak görmek isterler. Bütün sahte ilimlerin, sözcüleri, kalpazan ilim adamları iş başındadır.27

“Semitik” ve “Arya” dil tartışmaları, daha önce ifade ettiği­miz gibi, iş başındadır. Max Müller dil olarak “Turan” konusun­da eserini yazar, “Essay über Turan Sprachen, 1853 ” gibi. Bu bizde ise tamamen bir ırkçı istimna, kof tartışma ve zihniyetin geç bir yansıması olarak “Güneş, Dil Teorisi” olarak arzı endam eder, Türkiye’de ve bu budalalığa, saçmalığa, ”İdola Fori”ye dö­nemin Sezar’ın emriyle üniversitelere ders olarak verilmeye baş­lanır. Dilciler bu teoriye inanmasalarda anlatırlar, korkularından. Mesela Abdülkadir İnan’ın: “Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları 1936”. İnsan bu 80 sayfalık hıncahınç sefaletin acıma­sız yıkıcı yüzünü, sesini ve ruhunu görüyor, bu sayfaların içinde.

Bunun bir korku neticesinden dolayı yapıldığını en güzel ifade eden, İbrahim Necmi Dilmen’in Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, istihza, bir nevi kendini korumak ve ciddiyetsizliği ifade etmek için: ”Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta ka­labilirdi?” diye. Hakikatte teorinin sahibi bir Sırp asıllı, Viyana oryantalistikte 1927 yılında doktorasını yapan, Hermann Feodor Kvergıc (1895-1949) tır. Bu deli saçması 40 sayfalık hapishane kaçkını karalamasını önce "Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, 1931 yazarı Ahmet Cevat Emre’ye gönderir.

Bu saç­malığı gayri ciddi bulur ve ilgilenmez. Ama Sırp karalamasını, Mustafa Kemal'e gönderir. Sadece bir asker, bir komutan ve dev­let adamı olan Mustafa Kemal bu teoriye candan sarılır. Ona bu hakikati yüzüne söyleyecek bir ilim adamı çıkmaz. Çünkü daha önce yapılan kıyımlar, idam sehpaları, karşı gelmenin fiyatının ne olduğunu, dönemindekiler biliyorlar... Şecaat, izzet, irfan ve na­mus olmayınca, Türk dili tekrar tabii mecrasından uzaklaştırılır ve hançerlenir.

İşte bu şuursuz hareketler ve dil kıyımı aklıma meş­hur İngiliz şairi "The Marriage of Heaven and Hell, 1790-93/ Cennette ve Cehennemde Düğün" adlı aforizmalarını topladığı bu eserin yazan şair William Blake’nin şu mısrasında ifade ettiğin­den daha zalimce bir kıyım ve yok etme hareketidir. Şair:

Yıldızlar dövülmüş

Onların ruhları dövülmüş, yuvalarında.

Dediği gibidir.

Lisan hayatımızın her alanında yaşayan bir sosyal varlıktır. Âlî bir fikrin, düşünce hareketinin hücresidir. Dilimiz hem on­tolojimizin, sanatımızın, sosyal hayatımızın ve irfan bahçeleri­mizin atlası ve sosyolog P. Bourdieu’nun ifadesiyle: Sembollik Kapitallerimizin ötesinde daha çok bir manevi ve metafiziğimiz­dir. Sosyal alanımızın, düşüncenin cümle kapısının anahtarıdır, dilimiz. Onsuz nasıl düşünce parkına girebilirizki?

Türkçe müslüman Türk cedlerim tarafından ulvi bir sevgili gibi korundu. Asırların ruhunun bir emaneti olarak korundu. Ve dilimiz onların düşüncenin fethine kanatlandıran, götüren bir ok ve tuğ idi. Kristalleşmiş sanatın, düşüncenin, imanın, irfan fetihlerimizin, ulu gönlümüzün taçdar kelimeleri yani namusumuz du­ruyordu. Lisanımızda binlerce fethin sesi, şarkısı ve kristal ifadesi olmuştu. Şairler ve metafizikçi düşünürler bir sevgili gibi kıskandılar ve erişilmez bir sevgili gibi sevdiler... Tıpkı ceddim Taşlıcalı Yahya’nın şu mısrasında ki gibi, bir korunması gereken bir “Dide” idi.. Şairin şu mısrasını Türkçe için düşünürsek:

Dide gibi kaldı su içinde Nuh

Ruhuna irişti sonunda fütûh.

Hakka tapan, şiiri fetheden bir milletin bütün fetihlerini içinde barındırıyordu, bu biricik sevgili ve âli dilimiz. Bu dil ile dü­şünüyor ve konuşuyorlardı; cedlerimiz, dedelerimiz ve ba­balarımız. Biz bugün bu cedlerimizin diline alabildiğince çok uzaklaştırılmışız..

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.42-46

Dipnotlar:

24 Johann D. Michaelis, Beantwortung der Frage von dem Einfluss der Meinungen in der Sprache und der Sprache an die Meinungen, öre­men, 1762, s. 28-29. Yeni baskı Stuttgart, 1974. Yazar bu risalesini önce Franszızca'da kaleme almış: De l'influence sur le langage et du langage sur les opinions, 1759.

25 Max Müller, Die Wissenschaft der Sprache. Bd 2, Leipzig, 1892, s. 512.

26 J. G. Herder, İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit, Münc- hen, 2002.

27 19. Asırdaki tartışmalar hakkında şu eseri okumak bile insana yeteri ka­dar bilgi verir; Maurice Olender, Die Sprachen des Paradieses. Religion, Rassentheorie und Textkultur, Berlin, 2013. Eserin orijinali :Les langues dtı Paradis. Aryens et semites:un couple providtntiel, Paris, 1989/2013.
Devamını Oku »