Lisanımız...


Lisanımız... Esrarlı yumağın, kristal düşünceler örgüsünün; atkı ve çözgüsü, dildir. Dilimizin kendine has kumaşı sinsice abraşlaştırıldı. Kesilip, parçalandı. Ne garip, onun ihtişamından ve muazzam diyalektiğinden, dilimizin grameri olarak her soruya cevap veren ve tek dil olan Türkçe’den bahseden, Lisan âlimi F. Max Müller’de Batı’da afaroz edilir. Bilhassa hocası Franz Bopp, bu "Mukayeseli Sankritçe Grameri, 1833-52" yazan. Ve Fransız E. Renan adlı bu uzun bir zincire hep bağlı bir görünümünü veren- ve sürekli her işine gelmeyen hakikate havlayan bu kopek müs­veddesi tarafından.Türkçe lisanı. Osmanlı'daki cedlerimiz hem millî bir dil hem de İslam Vahiy Medeniyeti'nin dilini inşa eden, tek millet­tir.

Evet tekevvünü sarayda başlamış ve kemale ermiştir. Saray: Mücerretliğin, zarif, celîl ve âlî bir üslûbun mekânıdır. Kristal belagâttin, muhkim bir sarf ve nahyin inşa edildiği, millî dile giden bir revak ve eyvandır. İtalya ve Fransa “saraylarından çok önce. Onların 10. asırda ne lügati ne de sağlam bir grame­ri var. Bir Kâşgarlı Mahmud'un “Dıvânü Lügati t- Türk, 1077 ve “Muhâkemetü'l- Lugateyn, 1501 "yazan, Ali Şîr Nevâî gibi.Mimarimizde yapılan, dilimizde de yapılmıştır. İmparatorluk coğrafyasında bulunan bütün nadir malzemelerden faydalanıla­rak camiler ve medreseler vs. inşa edilir.

Bunun gibi cedlerimiz İslâm medeniyetinin bütün kristal, hayati ve mücerret, irfanın bir nevi dev sütunları olan, İstılahlar, mefhumlar ve kelimeleri dili­mizin hançerinine uyarlayarak dilimizin sıhhatli vücuduna zengin­lik katarlar. Seyhun’dan Ceyhun’a oradan Seyhan nehrine.Yeşil Tuna’dan Meriç’e, oradan coşkun Kızılırmak'a. Hilâl’in imzası Hazar Denizinden, dertli Dicle ve Fırat’a.

Türkün şaha kalmış atının heybesine benzeyen;Orta Doğu, Arap Yarımadası, Mısır ve Hz.Musayı dalgalarında barındıran, yararak koruyan, mümbit, yeşıl ve uzun Nil’e. Bu üç kıta coğrafyasında hep aynı heyecan, hüzün neşe, şölen, hayal kırıklığın ve sevincin dili, ruhun kanatları ve sonsuz dünyaların mekanlarıdır, bizim gök kuşağı renklerimizin dilimizin ruh mekanları. Bizi birleştiren din ve dildir. Elbette bu sonsuzluğun nefesi olan; Gönül ve irfan ırmakları. Dil bizim dü­şüncelerimizin gözü, kulağı, kalbi ve dimensiyonudur. Onun için Din lisandır. Dinin ve varlığımızın metafiziği de lisandır.

Hafızasının, hatıraların en canlı mekanları olan birer şaheseri olan mimari eserleri, abideleri yok edilir veya kiliseye, meyhaneye devşirilir; Açık ve gizli bir şekilde bu muazzam hazıfanın mekan­larını. Cedlerimizin rüyası ve heyecanları saklı, bu dondurulmuş zamanın içindeki kelimelerinde. Derinlik saklı bu görülmeyen esrarlı kelimeleri barındıran mimari eserlerimizde. Gökkuşağının bütün renklerin dili sinmiş, bu ecdat yadiğan eserlerde. Dili ve inancı katledilerek müslüman Türk düşüncesinin vücudu pa­ramparça edilmiş. Bütün gerçek ve hakikatler ters yüz edilmiş. Hakikatin ruhu katledilip, o ruh yerine Putperestlik ruhu ikame edilerek,Gerçek“ler diye sunulmuş nesillere. Ama biz bunu gör­mek, duymak ve düşünmek bile istemiyoruz.

Her milletin düşüncesinin, kalbini, beynini ve can damarlarını alıp, kestiğinizde; o milletin düşünce vücudunu yok etmiş olursu­nuz. Bu hakikatte bir Genozit / Soykırımdan daha beter bir şevydir. Bunu ruhumuzun, medeniyetimizin meta metafiziği olan âlî ve hükümrân lisanımız ve tarihimizi, hatıralarımızı içinde barındıran bu suretlerinde sîretler ormanının tedaisini barındıran, bu zarif ve narin harflerimizle yaptılar.

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.9-10

--------------

Dil tek başına hem milleti hem de medeniyeti tarif eder. Türkçe âli bir dil, bir fetihdir. Kelimeler bize cedlerimizin rüyalarını, fe­tihlerini ve imzalı dünyalarını barındırır ve faş eder. Bir izdir, dil. Tarihimizin ve düşücelerimizin kristal izidir. Sûret ve sfretler yumağıdır; Lisan-ı Türkî. Atalarımızın rüyaları, ufukları, heye­canları, ümit ve ümütsizlikleri, cihangir karekterleri ve merhamet kahramanı ellerinin izinin lisanı ve dahi bitmez tükenmez İslâm’ın emrindeki ufuk ötesinin fethi olan: Kızıl elma ülküsünün bütün dimensiyonları saklı, lisani Türkî’de. Dünyalarının bütün zıtlık­tan, kristal görüşleri bu “Hak’ın” bendi olma, hakkın nefesi, sesi ve dahi neferi olma hülya ve rüyasının, şecaatlı, bilge Alperenleri olan cedlerim. Rüyalarında biteviye “Hakkın” bendleri “Hakkı” müdaafa etme olan; bu İslâm aşıkları cedlerim. Sonsuz dünyaları- nın, maveralarının ve islâmi ontolojimizin cümle kapısıdır; lisan-ı Türkî Tıpkı Bağdatlı Ruhi’nin şu mısrasında ifade ettiği gibi:

Hak ol ki Huda mertebeni eyleye âli.

Onlar her daim “Hakkın” müdafii ve “Hak” ın sesi oldular...

Cedlerimiz bu bir İslam Vahiy Medeniyeti’nin en önemli li­sanı olan Türkçe’yi en âli ve doruk bir mertebeye çıkarmak için, çabaladılar ve başarmak üzere idiler. Dide gibi, bir sevgili gibi korudular ve sudaki nilüfer (lotus) yaprağı gibi, kökü ter tertemiz ve asla kir tutmayacak âli bir kristal çizgi mertebesine çıkardılar, Türkçeyi... Ama şimdi, şimdi ise...

Türkçe tam doksan senedir, yok edilmek için, “ YarıTürkler ve Batı’yı bilmeyen bu Batı perestler tarafından “Devrim”. ”Öz” Türkçe adına herşey yapıldı ve halen yapılıyor. Türkçe şuan yaralı, bereli sürekli kan kaybediyor. Peki Türk dilini ta­mamen öldürebilirler mi? Bunun İçin bir Alman lisan bilgesi olan, Johann D. Michaelis’in 1759'da “Königlichen Akademie der Wissenschaften und Schönen Künste”nin sorusuna verdi­ği cevabı risalesinde, yazmış olduğu şu nefis ve çarpıcı sözleri­ne dikkatlice kulak kabartabm:

“Hülasa dil bir nevi vesikadır. Öyleki onun içinde insanlığın bütün keşifleri var. Ve en kötü çöküşlere, yıkılışlara karşı muhafa­za eder. Bu öyle bir vesikadır ki, bunu hiçbir yangın, onun alevle­rinin dalgaları yakıp, kül etmeye muktedir değildir. Bu ancak ve ancak, onu konuşan milletin fertlerini tamamen yeryüzünden yok edilirse, işte ancak o zaman o dilde zevale uğrar. ”24, der.

Milletlerin dilinde; inançları, maveraları ve irfanlarının izi durur. İzler bizi tarihe götürür. Tarihe yani menşe’e götürür. Tarihe sorulması gereken soruların izi durur, lisanlarda. İtalya ve Fransa’da “klasik ve milli” dillerinin oluşum safhasına geçmeden önce, Batılı bazı düşünür ve yazarların dil konusundaki görüşlerine kısaca eğilelim, bu lisan ilmini 19. asırda keşfeden bu Avrupa medeniyeti. Mesela Condillac için: ”Her dil, o dili konuşan milletin karekterini ifade eder ” der ve ekler, Diller her milletin dehasıdır.

Bu görüşe F. deSaussere ise; "psi­kolojik karekter” sözünü ekler. Bu lisan alimine göre: ”Hemen he­men herkes tarafından umumi olarak kabul edilen bir görüştür ki, bir dil bir milletin psikolojik karekterini yansıtır”. Alman dil felsefecisi Wilhelm Humboldt ise, “Diller adeta milletlerin ruhunun dış görü­şüdür. Onların dili, onların ruhu; lisanlarıdır. İnsan ikisini asla yete­ri kadar aiyniyet ve oluşumunu düşünemez ”. Bu dili aynı zamanda “Bizzat milletlerin ruhunun kasideleridirdiyen Humboldt, Fransız keşiş ruhlu E. Renan gibi, hani milletin mevcudiyetini: ”Hergün vuku bulan bir halk oylaması” diye bu garip tarifin sahibi “Millet ” mefhu­muna “Dili” dahil etmez, Humboldt gibi. Sahi bu halk oylamasını, millet hergün hangi dille yapacak ki? Max Müller ise, bize: Dinlerin tarihi, tabir-i caiz ise dillerin tarihidir. Die Geschichte der Religion ist in gewissem Sinne eine Geschichte der Sprache. " diyor. Bu muka­yeseli dinler ve usta bir lisan âlimi olan, F. Müller.25

Her kadim kavim, kendi lisanını ilk konuşulan, oluşan dil olarak görülmesini, o kadar çok seviyor ve dahi kendi ülkesinin insanlığın, ilk medeniyetin tekevvün mekanı, beşiği olarak baş­latmak ister diyor, Herder meşhur Tarih Felsefesi eserinde bunları söylüyor..26 Ama Herder’in bu ikazını Avrupalılar dinlemez ve dü­şünmezler. Batılı “Ulus”lar, kavimler kendi dillerinin ilk konuşu­lan ve en üstün dil olarak görmek isterler. Bütün sahte ilimlerin, sözcüleri, kalpazan ilim adamları iş başındadır.27

“Semitik” ve “Arya” dil tartışmaları, daha önce ifade ettiği­miz gibi, iş başındadır. Max Müller dil olarak “Turan” konusun­da eserini yazar, “Essay über Turan Sprachen, 1853 ” gibi. Bu bizde ise tamamen bir ırkçı istimna, kof tartışma ve zihniyetin geç bir yansıması olarak “Güneş, Dil Teorisi” olarak arzı endam eder, Türkiye’de ve bu budalalığa, saçmalığa, ”İdola Fori”ye dö­nemin Sezar’ın emriyle üniversitelere ders olarak verilmeye baş­lanır. Dilciler bu teoriye inanmasalarda anlatırlar, korkularından. Mesela Abdülkadir İnan’ın: “Güneş-Dil Teorisi Üzerine Ders Notları 1936”. İnsan bu 80 sayfalık hıncahınç sefaletin acıma­sız yıkıcı yüzünü, sesini ve ruhunu görüyor, bu sayfaların içinde.

Bunun bir korku neticesinden dolayı yapıldığını en güzel ifade eden, İbrahim Necmi Dilmen’in Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, istihza, bir nevi kendini korumak ve ciddiyetsizliği ifade etmek için: ”Güneş öldükten sonra onun teorisi nasıl hayatta ka­labilirdi?” diye. Hakikatte teorinin sahibi bir Sırp asıllı, Viyana oryantalistikte 1927 yılında doktorasını yapan, Hermann Feodor Kvergıc (1895-1949) tır. Bu deli saçması 40 sayfalık hapishane kaçkını karalamasını önce "Yeni Bir Gramer Metodu Hakkında Layiha, 1931 yazarı Ahmet Cevat Emre’ye gönderir.

Bu saç­malığı gayri ciddi bulur ve ilgilenmez. Ama Sırp karalamasını, Mustafa Kemal'e gönderir. Sadece bir asker, bir komutan ve dev­let adamı olan Mustafa Kemal bu teoriye candan sarılır. Ona bu hakikati yüzüne söyleyecek bir ilim adamı çıkmaz. Çünkü daha önce yapılan kıyımlar, idam sehpaları, karşı gelmenin fiyatının ne olduğunu, dönemindekiler biliyorlar... Şecaat, izzet, irfan ve na­mus olmayınca, Türk dili tekrar tabii mecrasından uzaklaştırılır ve hançerlenir.

İşte bu şuursuz hareketler ve dil kıyımı aklıma meş­hur İngiliz şairi "The Marriage of Heaven and Hell, 1790-93/ Cennette ve Cehennemde Düğün" adlı aforizmalarını topladığı bu eserin yazan şair William Blake’nin şu mısrasında ifade ettiğin­den daha zalimce bir kıyım ve yok etme hareketidir. Şair:

Yıldızlar dövülmüş

Onların ruhları dövülmüş, yuvalarında.

Dediği gibidir.

Lisan hayatımızın her alanında yaşayan bir sosyal varlıktır. Âlî bir fikrin, düşünce hareketinin hücresidir. Dilimiz hem on­tolojimizin, sanatımızın, sosyal hayatımızın ve irfan bahçeleri­mizin atlası ve sosyolog P. Bourdieu’nun ifadesiyle: Sembollik Kapitallerimizin ötesinde daha çok bir manevi ve metafiziğimiz­dir. Sosyal alanımızın, düşüncenin cümle kapısının anahtarıdır, dilimiz. Onsuz nasıl düşünce parkına girebilirizki?

Türkçe müslüman Türk cedlerim tarafından ulvi bir sevgili gibi korundu. Asırların ruhunun bir emaneti olarak korundu. Ve dilimiz onların düşüncenin fethine kanatlandıran, götüren bir ok ve tuğ idi. Kristalleşmiş sanatın, düşüncenin, imanın, irfan fetihlerimizin, ulu gönlümüzün taçdar kelimeleri yani namusumuz du­ruyordu. Lisanımızda binlerce fethin sesi, şarkısı ve kristal ifadesi olmuştu. Şairler ve metafizikçi düşünürler bir sevgili gibi kıskandılar ve erişilmez bir sevgili gibi sevdiler... Tıpkı ceddim Taşlıcalı Yahya’nın şu mısrasında ki gibi, bir korunması gereken bir “Dide” idi.. Şairin şu mısrasını Türkçe için düşünürsek:

Dide gibi kaldı su içinde Nuh

Ruhuna irişti sonunda fütûh.

Hakka tapan, şiiri fetheden bir milletin bütün fetihlerini içinde barındırıyordu, bu biricik sevgili ve âli dilimiz. Bu dil ile dü­şünüyor ve konuşuyorlardı; cedlerimiz, dedelerimiz ve ba­balarımız. Biz bugün bu cedlerimizin diline alabildiğince çok uzaklaştırılmışız..

Ekrem Tahir - Yarı Türk,Hitabevi yay.syf.42-46

Dipnotlar:

24 Johann D. Michaelis, Beantwortung der Frage von dem Einfluss der Meinungen in der Sprache und der Sprache an die Meinungen, öre­men, 1762, s. 28-29. Yeni baskı Stuttgart, 1974. Yazar bu risalesini önce Franszızca'da kaleme almış: De l'influence sur le langage et du langage sur les opinions, 1759.

25 Max Müller, Die Wissenschaft der Sprache. Bd 2, Leipzig, 1892, s. 512.

26 J. G. Herder, İdeen zur Philosophie der Geschichte der Menscheit, Münc- hen, 2002.

27 19. Asırdaki tartışmalar hakkında şu eseri okumak bile insana yeteri ka­dar bilgi verir; Maurice Olender, Die Sprachen des Paradieses. Religion, Rassentheorie und Textkultur, Berlin, 2013. Eserin orijinali :Les langues dtı Paradis. Aryens et semites:un couple providtntiel, Paris, 1989/2013.
Devamını Oku »

Resmi Tarihin Oluşumu

Tanıl Bora resmi tarihin oluşumunu iki evreye ayırır;’’Doruğunu Türk Tarih Kongresi(1932) oluşturduğu (romantik) denilebilcek evre ile,2-Türk Tarih Kongresinden(1937) başlatabilceğimiz,1950’lere kadar uzanan ikinci evre.İlk evrede kadın kadın,Türk Tarihinin idealleştirilmesi ve etnisist bir tarihçilik hakim.İkinci evrede ise tarihsel  mitos üretiminde bir durulma söz konusu;mamafih devlet mitosu tahkim ediliyor ve ilk evrede üzerinden atlanan Osmanlı tariihi daha fazla içeriliyor.’’

Ortak bir tarih/dil geçmişine dayanmak,daha doğrusu böyle bir geçmiş inşa etmek:Türk ırkının yenilmez gücüne atıf yapmak içindir.Tarihin hiçbir döneminde devletsiz kalınmadığı hatırlatılarak bu güç pekiştirilir.

Irkçılığa varan vurgularla bir dönem başlamış  olan geri kalmışlığımızın sebepleri tartışması da, zımnen Müslümanlığa bağlanılarak çözümlemeye çalışılır. Çünkü modernlik/modernleşme siyaseti aynı zamanda geri/gecikmiş olmayı  da zımnen onaylamak anlamına gelir. Çağdaşlaşma/batılılaşma geri kalmışlığımızı aşmanın tek ve geçerli yoludur. Eskiye ait her ne varsa reddedilmelidir. Gerçek tarih, gerekse dil tezleriyle yapılmak istenen, bu kopuşu sağlamak, geride kalana bir daha bakmamak üzere yüzünü yeni değerlere çevirmektir. Tarih ve dil tez­leri, uzak geçmişin mirasını keşfe çıkan bir romantizmden değil, mevcut mirası topyekün ilga ödevini yerine getirmek anlamına gelen bu kopuşun yarattığı derin boşluğu alelacele doldurmak arayışından doğmuş olsa gerektir. Bir dönem Akdeniz ve Ege uygarlıklarının öne çıkarılması, Yunanca ve Latincenin okullara ders olarak konulması,sözünü ettiğimiz arayışların bir sonucudur. “Osmanlıca belli bir dönem kültür dili ol­masına karşın yok sayılırken, Latince’nin temel eğitim kurumlarına yerleştirilmesi ya­şanan çelişkinin boyutlarını büyütmüştür. Böylece, tarihsel ve ortak bilinci yok sayılan, yadsınan bir ‘halkın önüne, kendisine ait kalıcı ve değerli hiçbir şeyin olmadığı, tüm olumlu ve nitelikli kavramlar ve olguların Batı’da bulunduğu tezi çıkarılmıştır.” Yurttaşlık bilincine ulaştırılacak olan halka götürülecek ‘millî değerler’e de böylece ulaşıl­mış ve ‘resmiyet’ kazandırılmış olmaktadır. Köy Enstitüleri, Halk Evleri gibi projeler, öncü aydınların mezkûr değerleri halka taşıma faaliyetlerinin en önemli yanını teşkil etmekteydi, Ayrıca çağdaşlaşmanın/asriliğin özelliklerinden sayılan “opera, bale, tiyat­ro, heykel, senfoni orkestrası, arya, balo, çoksesli müzik gibi birçok projenin hazırlan­ması ve toplumsal karşılıkların oluşturulması için aydınlar seferber oldular. Burada ’musiki inkılabı yapmakla vazifeli’ Musiki Kongresi sonrasında Paul Hindemith’in, 1936-37 yıllarında Türkiye'ye çağrıldığını ve P. Hindemith’in ‘Türk Musiki Haya­tini Kurmak için Teklifler’ini anımsayalım. Ayrıca, kurulmaya çalışılan devlet anlayışına uygun bir millet inşası için de tek dil, tek tarih, tek ırk, tek kültür; geleneksel bay­ramlar yerine millî bayramlar, geleneksel saat ve takvim yerine, ‘evrensel’ saat ve tak­vim gibi ortak paydalar oluşturulmaya çalışıldı.”

Millî devlet, millî vatan, millî tarih, millî dil, millî kültür, hatta millî millet... gi­bi nerdeyse her olgunun ancak millî ön-ekiyle kavramsallaştırılabildiği, ‘millî değer­ler’ ortak paydası, bize milliyetçiliğin armağan ettiği bir inşâdan ibarettir. 1. Dünya savaşıyla birlikte çöken İmparatorluktan sonraki yeni hükümet etine biçiminde, mil­lî değerler nerdeyse yeni siyaset anlayışının tüm yükünü sırtlanmış oldu. Artık her şey bu değerlerin dolayımıyla inşâ edilecekti.

Bir dönem dinî argümanlara yaslanarak kendini kutsallaştıran siyaset ve hükümet etme biçimi; geleneksel, tarihsel olana sırt dönülmesiyle birlikte kendini millîlikle kutsallaştırmaya çalıştı. Elbette bu bir zorunluluğun sonucuydu; milliyetçiliğin laik bir ideoloji olduğu ve bu nedenle dinle araçsal bir ilişki kurduğu düşünülürse; ilham verdiği siyaset ve hükümet etme biçimi de laik ve seküler olacaktı. “Milliyetçiliğin dine, dinin kendi doktrininde öngörülen düzeyde merkezi değil, milli ya da ulusal si­yasetin ihtiyaçları ölçüsünde ikincil bir önem atfettiği ve hatta yer yer ‘din karşıtı’ milliyetçilik biçimlerinde görüldüğü üzere, modern bir toplum inşa etmenin önşartı olarak, dinin sadece siyasal değil, gündelik yaşamda ve sosyal ilişkilerdeki etkileri­nin de bütünüyle bertaraf edilmesi gerektiği yönelimlerine de cevaz verebildiği gö­rülmüştür”. Ayrıca kutsal karşısında kendiliğinden mutîleşip râm olan geleneksel halk tepkisinin sürdürülebilir olması; geleneksel kutsallıkların yerine yeni, modern kutsallıkların ikamesini de, bir anlamda zorunlu kılıyordu.

Gerek Güneş Dil Teorisiyle, gerekse Türk Tarih Teziyle ortaya konan anlayış, Türk’ü, Türklüğü mitoslaştırırken; Türklerin ortaya koyduğu kurumları ve eserleri de kutsallaştırıyordu. Kut kelimesinin sözlük anlamı bile bize, andığımız kutsallaştırma­yı bizatihi göstermektedir; “. Devlet idaresinde güç, yaratıcılık ve yetki bakımından sahip olunan üstün güç. 2. Mutluluk. 3. mit. İlahi bir kaynaktan gelen rahmet, bere­ket,'’ olarak TDK Sözlüğünde anlamlandırılan kelime; devlet idaresindeki gücün üzerine, İlahî bir kaynaktan gelen rahmet ve bereketin hâlesini düşürüyor; böylece söz konusu gücü kullananlara da örtülü bir aşkınlık ve kutsallık bahşedilmiş oluyor­du. Yüzlerce yıllık Osmanlı devlet kozmolojisinin oluşturduğu “kutsayıcı” geleneğin de, bu yolla zengin bir psişik altyapı olarak işlevselleştirilmesi, “devlette devamlılık” hissini ödünlemek için eşsiz bir fırsat sağlamaktaydı. Yapılması gereken, dinî simge­ler yerine Türklerin ‘binlerce yıllık’ simgelerini ikame etmek; Zillullah olan halife yerine, hakan’ın ‘kut’lu halesini ‘milli devlet’in kozmik çatısına kondurmaktı. Türk- İslâm sentezi olarak da adlandırılan, simgeler arasındaki uyumun ve geçişliliğin sağ­landığı bu kaygan zemin, devlet mekanizmasının tıkandığı her durumu aşmak için kullanılan güvenli bir supap vazifesi görmüştür. Zira arkaik;  mitolojisindeki ‘kut’lu devlet’ tasavvuru ile İmparatorluk geleneğindeki ‘kutsî devlet’ tasavvuru, ‘kut’un sağladığı mistifikasyon sayesinde rahatlıkla kaynaşabiliyordu.

Egemenliğin tanrısallıkla ilişkilendirilmesiyle birlikte ‘Türk Devleti’nde tecessüm eden kutluluk; devletin yayıldığı her alanı da devletlû kılıyordu. “Ama bir za­manlar ‘milli mukaddesat’ olarak anılırken bir ölçüde İslami renkleri çağrıştırdığı halde, esasen laik bir ideoloji olarak milliyetçiliğin sembolik düzeyde ihtiyaç duydu­ğu ‘morale’ muhtevayı anlatan ve giderek milli değil ulusal bir renge bürünen ‘kut­sal değerlerdin (mili maneviyat), bu uyumlu ikiliyle imtizaç edip edemediği hala kuş­kuludur. Aslında burada kuşkuya yol açan şey, ‘ecdadımızdan miras kalan mukeddasat’ın ‘Türk milletinin değerleri’ ile bu ikisinin ‘ulusumuzun kutsal değerleri’ ile ay­nı şey olup olmadığıdır”.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »