Seçeneksiz Bir Medeniyetle ve onun İdeolojisiylemi Karşı Karşıyayız?

Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin Üç Merkez Ülkesi ve Toplumu

................

4-Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da, Imperyal isminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan Ingiltere, yavruvatan A.B.D. ile Islâm âleminin yüreğine hançermişçesine saplanmış Siyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre olun­maktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultu­sunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtça da siyâsetçe de hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellik­le Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanhk, sağladığı yararlar açısından kendisini kanıtlamıştır.

Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyur­duğu, başta Alman toplum ile iktisât fılosofu Max Weber (1864 - 1920) olmak üzre, birçok aklıevvel tarafından ileri sürüle-durulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgü- zâf! Bir kere, emek,çalışma, alın teri yoluyla geçimin temini Müslümanlıkta ibâ­det mesâbesindedir: “Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yü­kü vurulmaz; kişinin nesi varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” — Necm/53 (38,39,40). Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, harâmdır. Nitekim fâiz, bu meyânda yasaklanmıştır.

Ayrıca, Protestanlık,doğal Tanrı vergisi birdin olduğu iddiasını taşımaz. İn­san elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhep­ler camiasıdır Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu Devlet ile Toplumun —millî Kilise— çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir. Zâten bahse konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir. Ardından da onlardan yararlanmışlardır.
Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasadın yo­luyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermayecilik ile Milliyetçiliğin ‘sırtlarını dayadıkları' Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı etkili iş görmeye, yâni, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî—ahlâkî etkenlerin ‘temizlenme'sine cevâz vermelerinden ötürü, Sö­mürücü - Sermâyeci - Laik çevrelerin takdirlerini toplamışlardır.

5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî, millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu durum kendisini dinyayma etkinliklerinde bile göstermiştir. Ispanyollar ile Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258 dinyayma etkinlikleri de karışmıştır.

Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır. 1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir.

Her kilise kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini baltalamışlardır. Bunun çarpıcı örneklerinden biriyle Güney doğu Asyada karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur. Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası Felemenklilerin eline geçmiştir.

Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince, ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır.Şehrin Portekiz mimarî uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile 1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa koyulmuşlardır.260 Benzer durumlarla yeryüzünün dörtbir yanında karşılaşmak mümkün. İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur.

Bağımsızlığının ilânından yarım yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı, başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti. Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır.

Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur.Buralardan yetişen nesiller, anne-babalarının inançlarına ters düşmenin yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı eylemlere dahî tevessül etmişlerdir.

Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır.

Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı gerçekleştirirlerken, öbür yandan Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibâren Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye, Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik görüşlerini yerleştirmiştir.

Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur: Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir. Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar da ondan.

Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır.263 Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur.

Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur.

II. Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış” ‘helâl–lokma–ehli’ cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâmve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta, ‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur. Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik).

Selânikte ilk Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş etken olmuştur.

Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956).

.....

8-Çağımız (muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet görülür.

9-'İngilizlik' dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir. Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler.

Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık Savaşı’yahut ‘Devrimi’ deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan Devrimi’, kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir:

“On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan haklardan, denizaşırı ülkede yaşamalarına rağmen, kendilerinin yoksun kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine ‘gayrimeşru’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George'z (1738 - 1820) karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır.

Daha da ötesi,öteki devrimci mücâdelelerden farklı olarak Bağımsızlık Savaşından da türemiş yeni anayasa düzeninden de pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esasında, anayurd İngiltereden bu yana göze çarpan gelişmeler, bu vesileyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu, muhafazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” — ‘muhafazakâr devrim’ nasıl oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’,“İhtilâli'' kebîrin tersine, toplumda yeni sınıf farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa, sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sahibi seçkinlerin elinde kalmıştır.”

............

6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, bu doğal olmayan duruma örnek teşkil ederler. Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeniyoluyla Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine ne kadar da uymaktadır.

...................

10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol, bilardo, bovling—, ıskambilden —poker, bezik, konken, briç—, eğlenceden —Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından —gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev (country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik, iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı, hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları iptilâsı—, gezginlik (tourism) yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının mahreci olan cinsiyetin ayağa düşürülmesine —müstehcenlik—, sanatın, bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr, ‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına —meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi hâli: Tekörnek–kültür.

Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî —yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”, “gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’ marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar.

Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin ‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve acı verebilecek, tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer, merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek oyunculu oyunun tek oyuncusudur.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;159,-165,172-173

 
Devamını Oku »

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

 

8-İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın seçilmiş kullarıdır.

Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır” diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise, kutsal-olmayan kişidir.

Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek– hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu– Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci ‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi ‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar?

Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi. İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı  ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir. Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci– Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine yabancılaşmış kişidir.

Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz. Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır.

Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir. İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir.

Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken, öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, 207 beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî- iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır.

Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, ‘başkaldıran insan’dır. İşte ‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi. Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;188-190

 
Devamını Oku »