Cihad ve Gençlerimiz



Bu ülkede İslam’ın diğer yönlerini olduğu gibi “cihad” hükmünü ve bu hükmün pratiğini de kendisine “Selefî” diyen kardeşlerimizden öğrenmek durumunda kalmış gençlerimizin sayısı önemli bir yekün oluşturuyor.

Bunda bütün kabahat onların değil şüphesiz. Onlara bunu anlatması gereken bizlerin, yetki sahiplerinin, karar mekanizmalarının başında bulunanların, konuşanların, yazanların.. bu noktada sorumluluğu büyük. Bu noktada kemiyet ve keyfiyet planında daha fazlasının yapılması gerektiği ortada..

Ancak İslam adına öğrenilmesi gereken şeyleri Selefî/Cihâdî diye anılan kesimlerden öğrenme ısrarı gerçekten bir “yoksunluğa” ve “mecburiyet”e mi dayanıyor?

Bu soruya “evet” diyebilmek için bu ülkede bu alanda kayda değer hiçbir çalışmanın yapılmamış/yapılmıyor olması gerekir. Ama hakikat böyle değil. Cihad’ın teorisiyle pratiğiyle hayatın ta merkezinde olduğu bir coğrafya Anadolu. 1071 tarihinden bu yana bu coğrafyada hükümferma olan fetih ve gaza ruhu bugün “Ümmet Coğrafyası”nın büyük bir kesiminin ayakta kalabilmesinin en önemli etkenlerinden biridir.

Sadece bu coğrafya değil, bu coğrafyanın ruhuna sinmiş müstakim İslam çizgisinin hüküm sürdüğü bütün tarihler ve coğrafyalar bu ruhla yoğrulmuş olarak Ümmet’i bugünlere taşımıştır.

21.yüzyılda İslam’ı, modern zamanlarda ortaya çıkmış hareket ve fikir akımlarından öğrenme ısrarında olan gençleri, bakışlarını yaşadıkları coğrafyaya çevirmeye davet ediyorum. Burada, buranın geçmişinde bulamadığınız ne oldu da İslam’ı Suud, İran ya da Batı patentli İslam takdimlerinde aramak zorunda kaldınız?

Bu toprakların ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan insanların önce kendi miraslarını tanıması gerekmiyor mu? Arap kökenli veya başka yerden herhangi bir alimi, hareket ve fikir adamını tanıyıp sevdiğiniz kadar, hatta “en az o kadar” Halil Gönenç’i, Mehmet Emin Er’i, Sadreddin Yüksel’i, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Naim’i, Said Nursi’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahid el-Kevserî’yi…. de (daha gerilere gitmiyorum) kendi metinleri üzerinden tanımış ve onlarla bu anlamda bir aidiyet ilişkisi kurmuş olmanız gerekmiyor mu? Bu bir mükellefiyet, bir ilim ve irfan borcu değil midir?

Denebilir ki: “Bu insanların kimi konulardaki düşüncelerini/yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz.”

Ben de derim ki: Arap dünyasından yakından tanıdığınız ve izlediğiniz insanların tamamının fikirlerine/yaklaşımlarına katılıyor musunuz?

Yine denebilir ki: “İslam’ı bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın tarihine aidiyet hissetmeyen insanlardan öğrenmenin neresi yanlış?”

Benim hassasiyetimin temelini işte bu sorunun cevabı oluşturuyor.

Benim cevabım şu:

Şurası yanlış:

1-İslam’ı Selefî/Cihâdî çizgiden öğrenenler, o çizgiyi temsil edenlerin bu Ümmet’in ana gövdesiyle problemli olduğunu unutuyor. Hicaz bölgesini İngiliz desteğiyle Osmanlı idaresinden ayıranlar sadece idarî/coğrafi bir kopuşu değil, aynı zamanda itikadî, fikrî, kültürel.. olarak da Ümmet’in ana istikametinden ayrılışı öngören bir ideolojik öğretiyle yaptılar bunu. Bu çizgi her ne kadar fikrî olarak İbn Teymiyye üzerinden Ehl-i Hadis’in bir kısmıyla irtibatlansa da, itiraf edelim ki ne İbn Teymiyye ne de daha öncekiler “Ümmet’ten kopuş” üzerine kurulu bir ideolojinin peşinde olmuştur!

2-Bu çizgi, temsil ettiği “kopuş” hareketiyle gerçek anlamda bir “diriliş”i, bir “tecdid”i temsil ediyor olsa elbette kimsenin diyeceği birşey olamaz. Burada problem, bu çizgiyi temsil edenlerin büyük bir yekününün, programını, Ümmet’in geri kalanını küfre varan ithamlarla karalama, itibarsızlaştırma ve yok sayma üzerine kurgulamış olmasıdır. Bu temel bir arızadır ve bu hareket varlığını bu arıza üzerine kurmuştur. Benim insanım İmam Ebû Hanîfe (rh.a)’i niçin icazet sistemiyle ona bağlanan ulemadan değil de farklı çizgilerden ve kaynaklardan tanıyınca ortaya Hanefîlerin Ebû Hanîfe’siyle hiç ilgisi olmayan -tabir yerindeyse- “Selefî” bir Ebû Hanîfe’nin çıkması kaçınılmazdır. Bu, bu ümmetin diğer “değer”leri için de aynıyla geçerlidir.

Bu problemin, bu ülkede yaşayan ve bu coğrafyanın tecrübesini, müktesebatını önemseyen bir müslüman olarak beni doğrudan ilgilendirdiği açık.

Bu coğrafyanın insanlarının, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kendi değerlerine karşı sağır-kör, hatta “düşman” kesilerek başkasına öykünmesi”nin alkışlanacak yanı olamaz.

Bu ideoloji, gençlerimize ilmî ve tarihsel tecrübemizi kendi süzgeçlerinden geçirerek anlatıyor; onlara farklı bir”kimlik” aşılıyor.

Bu açıkça bir “operasyon”dur ve biz bu operasyonun sonuçlarını bugünlerde ülke olarak en acı biçimde yaşıyoruz. Kendi güvenliğini sağlamak ve dinî, tarihsel, kültürel sorumluluğunun gereğini yerine getirmek için Suriye topraklarında askerî mücadele yürütmek zorunda kalan Türkiye’nin elini zayıflatmak için bizim gençlerimizi intihar bombacısı olarak kullananlar bu ideolojik operasyonun kotarıcılarından başkası değil!

Bu “mankurtlaştırma” operasyonunun kurbanı olan gençler İslam’ı tam da böyle bir “yabancılaştırıcı” etkiyle öğreniyor ve öğrendiği “İslam” onu, kendi halkıyla, kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle “cihad etme” noktasına savuruyor!

Bu milletin Batılılaştırılması, Şiileştirilmesi ya da “Selefî”leştirilmesi… hangisi olursa olsun, bu milletin kendi özüne yabancılaştırılması anlamına geldiği için benim açımdan “kabul edilemez”dir.

Bütün derdim budur ve daha önce de pek çok kez söylediğim gibi ömrüm oldukça bu operasyonlarla ilmî zeminde mücadeleye devam edeceğim bi iznillâhi teâlâ.

https://ebubekirsifil.com/yazilar/cihad-ve-genclerimiz/

Ebubekir Sifil

Şubat 2017
Devamını Oku »

Cihad ve Gençlerimiz



Bu ülkede İslam’ın diğer yönlerini olduğu gibi “cihad” hükmünü ve bu hükmün pratiğini de kendisine “Selefî” diyen kardeşlerimizden öğrenmek durumunda kalmış gençlerimizin sayısı önemli bir yekün oluşturuyor.

Bunda bütün kabahat onların değil şüphesiz. Onlara bunu anlatması gereken bizlerin, yetki sahiplerinin, karar mekanizmalarının başında bulunanların, konuşanların, yazanların.. bu noktada sorumluluğu büyük. Bu noktada kemiyet ve keyfiyet planında daha fazlasının yapılması gerektiği ortada..

Ancak İslam adına öğrenilmesi gereken şeyleri Selefî/Cihâdî diye anılan kesimlerden öğrenme ısrarı gerçekten bir “yoksunluğa” ve “mecburiyet”e mi dayanıyor?

Bu soruya “evet” diyebilmek için bu ülkede bu alanda kayda değer hiçbir çalışmanın yapılmamış/yapılmıyor olması gerekir. Ama hakikat böyle değil. Cihad’ın teorisiyle pratiğiyle hayatın ta merkezinde olduğu bir coğrafya Anadolu. 1071 tarihinden bu yana bu coğrafyada hükümferma olan fetih ve gaza ruhu bugün “Ümmet Coğrafyası”nın büyük bir kesiminin ayakta kalabilmesinin en önemli etkenlerinden biridir.

Sadece bu coğrafya değil, bu coğrafyanın ruhuna sinmiş müstakim İslam çizgisinin hüküm sürdüğü bütün tarihler ve coğrafyalar bu ruhla yoğrulmuş olarak Ümmet’i bugünlere taşımıştır.

21.yüzyılda İslam’ı, modern zamanlarda ortaya çıkmış hareket ve fikir akımlarından öğrenme ısrarında olan gençleri, bakışlarını yaşadıkları coğrafyaya çevirmeye davet ediyorum. Burada, buranın geçmişinde bulamadığınız ne oldu da İslam’ı Suud, İran ya da Batı patentli İslam takdimlerinde aramak zorunda kaldınız?

Bu toprakların ekmeğini yiyen, suyunu içen, havasını soluyan insanların önce kendi miraslarını tanıması gerekmiyor mu? Arap kökenli veya başka yerden herhangi bir alimi, hareket ve fikir adamını tanıyıp sevdiğiniz kadar, hatta “en az o kadar” Halil Gönenç’i, Mehmet Emin Er’i, Sadreddin Yüksel’i, Ömer Nasuhi Bilmen’i, Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Ahmed Naim’i, Said Nursi’yi, Mustafa Sabri Efendi’yi, Zahid el-Kevserî’yi…. de (daha gerilere gitmiyorum) kendi metinleri üzerinden tanımış ve onlarla bu anlamda bir aidiyet ilişkisi kurmuş olmanız gerekmiyor mu? Bu bir mükellefiyet, bir ilim ve irfan borcu değil midir?

Denebilir ki: “Bu insanların kimi konulardaki düşüncelerini/yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz.”

Ben de derim ki: Arap dünyasından yakından tanıdığınız ve izlediğiniz insanların tamamının fikirlerine/yaklaşımlarına katılıyor musunuz?

Yine denebilir ki: “İslam’ı bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın tarihine aidiyet hissetmeyen insanlardan öğrenmenin neresi yanlış?”

Benim hassasiyetimin temelini işte bu sorunun cevabı oluşturuyor.

Benim cevabım şu:

Şurası yanlış:

1-İslam’ı Selefî/Cihâdî çizgiden öğrenenler, o çizgiyi temsil edenlerin bu Ümmet’in ana gövdesiyle problemli olduğunu unutuyor. Hicaz bölgesini İngiliz desteğiyle Osmanlı idaresinden ayıranlar sadece idarî/coğrafi bir kopuşu değil, aynı zamanda itikadî, fikrî, kültürel.. olarak da Ümmet’in ana istikametinden ayrılışı öngören bir ideolojik öğretiyle yaptılar bunu. Bu çizgi her ne kadar fikrî olarak İbn Teymiyye üzerinden Ehl-i Hadis’in bir kısmıyla irtibatlansa da, itiraf edelim ki ne İbn Teymiyye ne de daha öncekiler “Ümmet’ten kopuş” üzerine kurulu bir ideolojinin peşinde olmuştur!

2-Bu çizgi, temsil ettiği “kopuş” hareketiyle gerçek anlamda bir “diriliş”i, bir “tecdid”i temsil ediyor olsa elbette kimsenin diyeceği birşey olamaz. Burada problem, bu çizgiyi temsil edenlerin büyük bir yekününün, programını, Ümmet’in geri kalanını küfre varan ithamlarla karalama, itibarsızlaştırma ve yok sayma üzerine kurgulamış olmasıdır. Bu temel bir arızadır ve bu hareket varlığını bu arıza üzerine kurmuştur. Benim insanım İmam Ebû Hanîfe (rh.a)’i niçin icazet sistemiyle ona bağlanan ulemadan değil de farklı çizgilerden ve kaynaklardan tanıyınca ortaya Hanefîlerin Ebû Hanîfe’siyle hiç ilgisi olmayan -tabir yerindeyse- “Selefî” bir Ebû Hanîfe’nin çıkması kaçınılmazdır. Bu, bu ümmetin diğer “değer”leri için de aynıyla geçerlidir.

Bu problemin, bu ülkede yaşayan ve bu coğrafyanın tecrübesini, müktesebatını önemseyen bir müslüman olarak beni doğrudan ilgilendirdiği açık.

Bu coğrafyanın insanlarının, sömürge ülkelerinde olduğu gibi kendi değerlerine karşı sağır-kör, hatta “düşman” kesilerek başkasına öykünmesi”nin alkışlanacak yanı olamaz.

Bu ideoloji, gençlerimize ilmî ve tarihsel tecrübemizi kendi süzgeçlerinden geçirerek anlatıyor; onlara farklı bir”kimlik” aşılıyor.

Bu açıkça bir “operasyon”dur ve biz bu operasyonun sonuçlarını bugünlerde ülke olarak en acı biçimde yaşıyoruz. Kendi güvenliğini sağlamak ve dinî, tarihsel, kültürel sorumluluğunun gereğini yerine getirmek için Suriye topraklarında askerî mücadele yürütmek zorunda kalan Türkiye’nin elini zayıflatmak için bizim gençlerimizi intihar bombacısı olarak kullananlar bu ideolojik operasyonun kotarıcılarından başkası değil!

Bu “mankurtlaştırma” operasyonunun kurbanı olan gençler İslam’ı tam da böyle bir “yabancılaştırıcı” etkiyle öğreniyor ve öğrendiği “İslam” onu, kendi halkıyla, kendi ülkesiyle, kendi tarihiyle “cihad etme” noktasına savuruyor!

Bu milletin Batılılaştırılması, Şiileştirilmesi ya da “Selefî”leştirilmesi… hangisi olursa olsun, bu milletin kendi özüne yabancılaştırılması anlamına geldiği için benim açımdan “kabul edilemez”dir.

Bütün derdim budur ve daha önce de pek çok kez söylediğim gibi ömrüm oldukça bu operasyonlarla ilmî zeminde mücadeleye devam edeceğim bi iznillâhi teâlâ.

https://ebubekirsifil.com/yazilar/cihad-ve-genclerimiz/

Ebubekir Sifil

Şubat 2017
Devamını Oku »

Osmanlı Devletinin Temel Değerleri



Düşünce ve eylemlerin dayandığı unsurlar olarak değerler, toplumsal düşün, cenin temelinde yer alırlar. Başka bir deyişle değerlerin araştırılması, toplumun nasıl düşündüğü ve bu düşüncelerini gerçekleştirmek için nasıl kurumlar oluşturduğu daha açık bir şekilde görülür. Devletin dayandığı üç temel değere yakından bakıldığında ne demek istendiği anlaşılmaktadır. Bunlar, kuruluşu ve sürekliliği sağlayan savaş, toplumsal huzuru sağlayan adalet, insanın dünyadaki konumu­nu, bütün kurumların birbirleriyle ilişkileri, değerleri ve geleneklerin bütünlüklü bir yapı olarak düşünülmesini sağlayan düzendir. Savaş değeri, ordu kurumunu ve bu kurumun ihtiyaçlarının giderilmesiyle ilgili diğer kurum ve zanaatların ya­pılan ve bu alanlarda sorun çözme yöntemlerinin gerçeklemesine neden olduğu gibi, bu alanların yeni değerler çerçevesinde de yorumlanmasını sağlamaktadır. Adalet değeri, hukuk sisteminin temellerini, yapısını, uygulayıcılarının eğitim ve becerilerini, uygulayıcı kurumlan ve dayandıkları kuralları ve hedefleri bütün­lüklü bir şekilde ortaya çıkarır. Düzen değeri, insanın ve toplumun varoluşunun sürekliliğini sağlamak için, toplum ile devletin dayandığı değerler ile kurumların yapılarım ortaya koyar. Bu kısa açıklamalardan hareketle, adı geçen üç değerin Osmanlı Devleti’nde nasıl anlaşıldığını görmek, devletin yapısını içten anlama­yı kolaylaştırmaktadır.

Savaş

Türkler için savaşın en önemli değerlerden biri olduğunu çalışmanın ilk kıs­mında ele almıştık. Savaş değerinin hiç değişmediği hatta İslam tarafından belli ölçülerde beslendiği, Osmanlı devlet düzeninde de görülmektedir. Gaza adı altın­da devletin en önemli faaliyetlerinden biri olan savaş, toplumsal varoluşun sü­rekliliği için, hayatî önemini korumuştur. İslam inancında cihad (gaza) önemli bir yere sahiptir. Özellikle İslam’ı yaymakla ilgili olarak çok önemsenen değer­lerden biridir. Arapçada “güç ve gayret sarf etmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkanları kullanmak” manasındaki “cehd” kökünden türeyen ci­had, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslam’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklinde genel ve kapsamlı an­lamı yanında, fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlara savaş, tasav­vufta ise nefs-i emmareyi yenme çabası için kullanılmıştır (Özel 1993, 527). Ayetlerin bir kısmında (et-tevbe 9/41, 44, 81,86) cihad kelimesinden doğrudan savaş kastedilmektedir. Diğer bir kısım ayette ise, “Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmek­tedir (Özel 1993,527)

Cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etmek, Allah ve Resulü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulamaktan İslam’ı diğer insanlara tebliğe, İslam ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı sa­vunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar giden geniş bir anlama sa­hiptir. Kalp, dil, el ye silah gibi beşeri aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir (Özel 1993, 528). Hukukçular, ilgili ayet ve hadislerden hare­ketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fa- sıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmışlar ve bu anlamlar yanında “gayrimüslimlere savaş” şeklindeki özel manasını önplana çıkarmışlar­dır.

Cihadı, Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek şeklinde tarif etmişlerdir (Özel 1993, 528).

Cihadın çe­şitli anlamlara geldiği bilinmektedir:

1- Kalbin, nefis ve şeytana karşı yaptığı.

2- Dil ile iyiliği emretmek kötülüğü neyhetmek. Münafıklarla yapılan cihat bu kıs­ma girer.

3- El ile yapılan cihat, idareci ve yetkililerin, insanları haram ve bâtıl­ları irtikab etmekten ve farzlar ile emirleri terkten zorla alıkoymalarıdır.

4- Kılıç­la, din hususunda gayrimüslimlerle yapılan savaş (Özel 1998, 61).

Hanefîlerle birlikte Hanbeli ve Malikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu ço­ğunluğa göre, İslam’da savaşın nedeni, inanmayanların Müslümanlara savaş aç­maları ve tecavüzkâr olmalarıdır. Şafiiler ise onların kâfir olmalarını başlı başı­na bir savaş nedeni saymışlar (Özel 1993, 528).

İslam, çok kısa bir sürede çok geniş coğrafyaya yayıldığına göre, cihadın, Müslüman olmayanların kontrol altına almak olduğu kolaylıkla söylenebilir. Çün­kü daha Peygamber döneminde, bu yayılma başlamış çok başarılı olmuştur. Bu­nunla birlikte nefse hakim olma, nefsi terbiye etme, toplumu dinî ilkeler doğrul­tusunda eğitme ve yönetme anlamında cihat konusunda başarılı olunduğu söyle­nemez. Çünkü daha dördüncü halife döneminde iç savaşın başlaması, Müslüman olma bilincinin Müslümanlar arasında yeterince gelişmemiş ve yaygınlaşmamış olduğunu gösterir.

Diğer taraftan, “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktı­ğınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selam verene, dünya hayatının geçici men­faatine göz dikerek “sen mümin değilsin” demeyin” (Nisa 94) mealinde bir ayet varken, Müslümanlar arasında savaş hiç eksik olmamıştır. Dolayısıyla cihat, ya­yılma, genişleme, hakimiyet anlamında siyasî ve askerî bir terim olarak anlam ka­zanmıştır. Savaş anlamında cihadın gerçekleşmesi, darülharp bölgesiyle ilişkilidir. Ancak Kur 'un ve hadislerde darülharp ve darülislam ayrımı yapılmamıştır. Bu sı­nıflamanın sonradan fıkıh âlimleri tarafından yapıldığı düşünülmektedir (Özel 1998, 75). Darülharp, Müslümanlar tarafından idare edilmeyen ve halkı Müslü­man olmayan ülkeler için kullanılan bir terimdir. Müslüman hükümdarlarca yöne­tilen ülkeler, darülislam olarak tanımlanırlar (Özel 1998,81-84). Darülharp ile darulislam arasındaki ilişkinin savaş ilişkisi şeklinde gerçekleşmesi, savaş ve onunla ilgili kurum ve değerlerin yüceltilmesine büyük katkı sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’ni kuranlar, İslam’ın yücelttiği bu değeri, kendi tarihlerin­den gelen savaş ilkesiyle birleştirerek, toplumsal varoluşlarını kurumlaştırıp, sü­reklilik kazanmasını sağlamaya yönelmiş ve başarmışlardır. Düşmanla savaşma anlamına gelen gazâ, 13. yüzyıl sonlan ve 14. yüzyıl başlarında Anadolu’da uç boylarında yaşanan çatışmalarda, Türk beylikleri ve derviş toplulukları arasında çok defa hem bir motivasyon hem de bir meşruiyet unsuru olarak kullanılmıştır. İslamiyet'i yaymak ve İslam yönetim alanını genişletmek için cenk etmek anla­mını kazanmıştır (Kafadar 1996, 427). Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itiba­ren, siyasal gücünün, yayılmacılığının ve hakimiyetinin ana motorlarından biri gazâ olmuştur. Bu kabul, Osmanlı tarihçilerinin genellikle kabul ettiği bir düşün­cedir (Aşık Paşazade 2007, 53, 61-63, 65; Ocak 1998, 97; Kafadar 1996, 428)*.

Ahmedî kitabının “Osmanlılar” bölümünde gazileri neden en sonra ele aldığı­nı, onların tarihteki en önemli unsur oldukları şeklinde cevaplamıştır (Ahmedî 2000, 259; Wittek 1995, 25-26). Oruç Bey, Osmanlıların soruna nasıl yaklaştığı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Oruç Bey, Osmanlı hanedanı hakkındaki bil­gilerin tevatür olmadığı, tersine asıl olduklarını belirttikten sonra şöyle devam et­mektedir: Zira, bunlar gaziler ve düşmanı yenicilerdir. Tanrı adına hak yoluna dur­muşlardır. Gaza malını toplayıp Hak yönüne harç edicilerdir; ve haktan yana gidi­cilerdir. Din yoluna gayretlidirler. Dünyaya mağrur değillerdir. Şeriat yolunu göze­ticilerdir. Dinsizlerden intikam alıcıdırlar ve kimsesizleri sevicidirler. Garptan şar­ka İslam dinini açıcılardır ve hakkın yolundan dışarıda olan asileri kırıcılardır. Os- manlı hanedanı sert bir ailedir. Oğuz neslinden ve Sam ailesindendir (Oruç Bey 1972, 18). Savaşın dinî zeminini ortaya koyarken aynı zamanda Oğuz’a gönderme yapmasını, Türk savaş geleneğinin devam ettiğinin işareti olarak yorumlamak ge­rekir. Kafadar’ın belirttiği gibi, Türkler gazânın (cihad) İslam’daki önemini kavra­dıklarında, kabilecilik geçmişleri canlanmıştır (Kafadar 1995, 99).

Yukarıdaki veriler göz önüne alındığında, Osmanlılarda, savaşın neden dev­letin en önemli değerlerden biri olduğu ortaya çıkmaktadır: 1- İnsanın varoluşu, savaşma gücü ve tekniklerine bağlı olduğundan, insanlık tarihi, insanın varoluş savaşının tarihi olarak anlatılabilir. 2- İslam’ın insan ve dünya anlayışı ve İslam tarihinin savaşlarla dolu olması. 3- Türklerin savaşçılık geleneği, evren tasavvu­ru ve insan anlayışında savaşa verilen değer. Bu unsurların analizleri, savaşın ne­den önemsendiğinin bir başka yönünü sergilemektedir.

İnsanın varoluş sürecinin, savaş bağlamında ele alınması kaçınılmazdır. Çünkü, tarihsel süreç içinde doğal ve kültürel ortamlarda varlığını sürdürebilmek için sürekli mücadele etmiştir. Bu mücadeleler savaş adı altında da toplanabilir. İnsanın doğayla ilişkilerinde başarılı olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak insa­nın, kendi kendiyle yaptığı mücadele devam etmektedir. Savaşın birinci anlamı da insanın kendi türdeşleriyle girdiği mücadeledir. Görülen o ki, bilindiği kada­rıyla insanlık tarihi, insanlararası mücadele ve savaşlardan başka bir şey değildir. Her tür nedenlerden hareket ederek, insanlar, birbirlerini ortadan kaldırmaya ça­lışmış ve bu süreç günümüzde de sürmektedirler. “Savaş duygusu nasıl bir teme­le oturmaktadır?” sorusu iki kaynağa işaret etmektedir. İlki, bireyin varoluşuyla ilgili olarak, sahip olduğu temel haklan güvence altına almak ve bu haklan kul­lanabilmek için yaşama alanını savunmak durumunda ortaya çıkar. Aynı zaman­da bazı bireylerin kendi alanlarıyla yetinmeyip diğerlerinin alanlarına saldırmaları da savaşın nedenleri arasındadır.

Bu durum bireylerarası çekişmenin temeli­ni oluşturur. Birey, kendi kimlik ve kişiliğini oluştururken, kendisi dışında olan­lara kendini kabul ettirme çabası, çatışmanın zeminini oluşturan unsurlar arasın­dadır. İkincisi, toplum tarafından bireye yüklenilen değerler arasında, savaşa ön­celikli yer verilmesidir. Çocukluktan itibaren bireye, önce ailenin, sonra kabile­nin, sonra da toplumun ya da devletin düşmanları tanıtılır. Böylelikle savaş orta­mına doğan birey varoluşunu sürdürebilmek için savaşması gerektiğini ya da onun adına bir başkasının bu işi yapması gerektiğini öğrenir. Böylelikle savaş de­ğeri, hem bireyin hem de toplumun yaşama şartlarının bir parçası olur.

Türklerin Müslüman olma nedenleri arasında, İslam inancı çerçevesinde sa­vaşın meşru bir yere sahip olmasını saymak gerekir. Önceleri savaş esiri, sonra köle askerler, en sonra da hükümdar olarak İslam dünyasıyla ilişkileri esas itiba­riyle savaş temelli olmuştur. Ayrıca İslam’ın Türklerin yaşadığı bölgelere gitme­si ve Türklerin İslam dünyasına girişleri, sürekli savaşların olduğu dönemlerdir. Türkler Müslümanlarla savaş ortamlarında tanışmış ve yeni zihniyetin yapısını anlamaya çalışmışlardır. Sanırım Müslümanlığı kabul edişlerinde, Müslümanla­rın savaşçılığından etkilenmiş olmalarını da düşünmek gerekir. Yukarıdaki pa­ragraflarda da belirtildiği gibi, İslam’ın önemli değerlerinden biri olan cihad, dinî yayma gayesine yönelik savaştır.

Cihad bağlamında savaş, her yetişkin Müslü­man için farz kabul edildiğinden, savaşmak bir ibadet olarak algılanmıştır. Savaş, namaz gibi Müslüman toplumun Tanrı için yerine getirilmesi gereken sürekli bir yükümlülüktür (Imber 2004, 76). Başka bir deyişle cihat, Müslümanların Tanrı’ya borçlarından biridir (Imber 2004, 77). İslam dünyasında kabul edilme süre­cinde ve kendilerini kabul ettirdikten sonra Türklerin gücüne karşı ç.kan başka Ulam devletleriyle sürekli savaşmışlardır. Bir yandan hem iç savaşlar hem de dış savaşları birlikte sürdürmüşlerdir.

Osmanlı Beyliği’nin kurulduğu mekân ve zaman, savaşmak ve devletleşmek için uygun bir coğrafyadır. Anadolu’da küçük büyük beyliklerin birbirleriyle çekiştiği ve Moğollar nedeniyle merkezî otoritenin kalmadığı bir dönemde Bizans imparatorluğu sınırında tutunmaya çalışan Osmanlı Beyliği’nin, varoluşunu sür­dürmek için savaşmaktan başka bir yolu yoktu. Savaştığı için devletleşip gelişmiş, yüzyıllar boyu varlığını sürdürmüştür. Osmanlı Devleti, İslam’ın cihad an­layışını benimseyip gazâ adı altında savaşlarına yeni bir bakış açısı getirmişler­dir. Savaş, varoluş için şartların iyileştirilmesi anlamının yanında, kabul edilen değerlerin korunması ve yayılması anlamını da kazanmıştır.

Bu ikinci anlam, çok belirgin bir şekilde, dinden türetilmiştir. Müslüman olmanın gerektirdiği şartlar­dan biri olarak savaşmak, eski savaş mantığının bilinmesi anlamına gelmektedir. Çünkü, Gök Tanrı’nın buyruğu ile İslam Tanrı’sının buyruğu savaş konusunda aynıdır. Her ikisi de savaşma emrini vermiştir. Türk devlet anlayışındaki savaş ile İslam dinî çerçevesindeki savaş, aynı hedefi işaret etmektedir: Dünya düzeni.

Savaşın toplumdaki konumunu görmek için, dönemin şiir, menkıbe destan gibi yazılı kaynaklarına bakmak yeterlidir. Gazâ ve gazileri yüceltmek için kale­me alınmış Danişmendname, Battalname, Saltukname gibi çok sayıda eserler ya­zılmıştır (Kafadar 1996, 428). Aşık Paşa Garib-name’de alplerin özelliklerine yer vermiş ve savaştaki konumlarını anlatmıştır (Aşık Paşa 2000, II/ 2, 549-579). Dede Korkut kitabındaki bütün öyküler, savaşla ilgilidirler.İslam öncesi insan anlayışında belirgin bir yere sahip olan alp (savaşçı, yiğit) tipi, İslam’la birlikte yerini gazi tipine bırakmıştır (Kaplan 1996, 112). Gazilerin, savaşı dünyadaki en büyük nimet kabul etmeleri, bunu yaşama tarzı haline getirmeleri, doğayı gazâ çerçevesinde algılamaları (Kaplan 1996, 118-119), nasıl bir tipin ortaya çıktığını görmek açısından önemlidir. Savaşın, Türklerin yaşama tarzlarının temel bölüm­lerinden biri olduğu Osmanlı döneminde de görülmektedir.

Türkler, İran yaylasına yerleşip İran, Müslüman ve Hıristiyan zihniyetlerini tanıdıkça farklı bir savaş türünün daha olduğu gerçeğiyle yeniden yüzleşmişlerdir. Daha önce Çin ve Budist zihniyetlerle karşılaşmalarından edinilen tecrübe­lerle, yeni zihniyetlere daha temkinli yaklaşmış, kültür savaşlarının savaşçılarını yetiştirme sürecine girmişlerdir. Hoca Ahmet Yesevi Dergâh’ında derviş erler ye­tiştirilmiş, yeni savaşçı tipinin savaş meydanı, Anadolu ve Balkanlar olmuştur. Düşünce ve değer savaşları diyebileceğimiz bu savaş türü, çok daha çetin ve uzun süreli olmuştur. Bu savaşın araçları, kalem, kitap, defter ve terimlerdir, sa­vaş alanı, zihinler ve medeniyetlerin değer alanlarıdır. Bu savaş türü Tasavvuf ve Ulema başlıkları altında geniş bir biçimde ele alınmıştır.

Savaş, hem toplumun hem de devletin güç kaynağıdır. Devlet ve devleti ida­re etmek, insanların hiçbir zaman vazgeçmedikleri tutkulardan biridir. Bu tutkuyu yaşayanlar, her fırsatta iktidarı elde etme çabasında olmuşlardır. İktidarı elle­rinde bulunduranlar da, kontrol ettikleri güçten hiçbir zaman uzak kalmamaya çalışmışlardır. Bu iki gurup arasındaki çekişmeler şiddetlendiğinde, devlet zayıf­ladığından, güçlenen devletler tarafından ortadan kaldırılmaktadırlar. Gücün sı­nırı olmadığından, sürekli artırma peşine gidilir ve en üst noktaya ulaşırken, ter­sine dönüş başlar ve güç kaybı çöküşü birlikte getirir. Bu tecrübeleri çok fazla yaşayan Türkler, varoluşlarını sürdürebilmek için savaşı ve devleti temel değer­ler arasında kabul etmişler ve varoluşlarını onlarla açıklamışlardır.

Toplumsal ve siyasî düzenin sürekliliği, devletin savaşma gücüyle yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin kurulup geliştiği coğrafyada, devletlerin zaafları hiçbir şekilde affedilmediğinden, devletler sürekli yıkılmış ve yerlerine yenileri kurulmuştur. Osmanlı Devleti de birçok defalar yıkılma tehlikesiyle karşı karşı­ya kaldığından, gerekli tedbirleri almıştır. Bu tedbirler arasında kardeş katli ve komşu devletleri yıpratarak zayıflatma taktikleri de yer almıştır. Bütün bunlar, hem devletin hem de toplumun varoluşunun sürekliliği için gerekli çabalardır.

Devletin gücünün en iyi göstergesi, askerî yeteneklerdir. Savaş gücü yüksek ol­duğu sürece varoluşunu sürdürebilmiş bu gücü kaybettiğinde de başka devletler tarafından parçalanmıştır. Devletin varoluşunun sürekliliği, toplumun ihtiyaçla­rını nasıl karşıladığı ve sorunlarını nasıl çözdüğüyle yakından ilişkilidir. Eğer toplumsal ilişkiler ve sorunların çözümünde adalet sağlanmazsa, toplum içten içe çöker ve toplumun çöküşü, devletin de sonu olur. Bu nedenle uzun ömürlü bir devlet isteniyorsa, adalet en önemli değer olmak zorundadır.

3.2.7.2. Adalet

Adaletin, dinî, ahlâkî ve siyasî olmak üzere üç esas uygulama alanı vardır. İlahi adalet, öldükten sonra bu dünyadaki hayatının tümünün hesabının görülme­si anlamında, Tanrı’nın yargılamasına bağlı olarak gerçekleşir. Ahlâkî adalet, bi­reyin diğer bireylerle olan ilişkilerinde gerçekleşir. Bireyin kişiliğinin temel be­lirleyicileri arasında olan ahlâkın eylemlerde gerçekleşmesi, adalet temeline da­yanır. Ahlâkî eylem, bireyler arasındaki farklılıklara göre değil, bireylerin yaşa­dığı sorun karşısında kendini gösterir. Aynı sorunu yaşayan herkese, gücü yetti­ğince aynı davranmak, ahlâkî tavrı gösterdiği gibi adaletli bir tavır olarak da ger­çekleşmiş olur. Siyasî adalet, devletin sahip olduğu hukuk sisteminin herkese eşit şekilde uygulanması anlamına gelmektedir. Tanımın basitliği, siyasî adaletin ko­lay gerçekleştirilebileceği izlenimini vermekle birlikte, bunun çok da kolay ol­madığı tarihsel olarak görülmektedir.

Osmanlılardaki adalet kavrayışı, adaletin her üç uygulanışını da içermekle birlikte, uygulama esas itibariyle siyasî adalet temeline dayandırılmıştır. Hatırlanacağı gibi, Osmanlı hukuk düzeni şer’i ve törel olmak üzere iki temel kaynağa sahiptir. Şer’i olan, temelde ilahi adalete yönelik olmakla birlikte, siyasî adaletin gerçekleştirilme çabalarında çok önemli desteklerden biri olmuştur. Hem şer’i kaynak hem de ahlâk, bireyin eylemlerini doğruluk, iyilik, sevap ilkeleri çerçe­vesinde temellendirdikleri için, bu ilkeleri esas alarak yaşayan bireyler, devlet için en az sorun çıkaran ya da hiç çıkarmayanlar gurubunu oluştururlar. Bireyle­rin yürürlükteki hukuk sistemini zorlamayacak şekilde eğitilmeleri, hukuk siste­minin başarılı ve devletin iyi idare edilmesindeki esaslardan biridir. Osmanlı Devleti, kendini “ebet müddet” olarak tanımladığından, bu ilkenin gereklilikleri arasında olan adaleti temele aldığını çeşitli yollarla göstermiştir.

Devleti yöneten­ler ve ulema, adalet değerine ne kadar bağlı kalınırsa, halkın ve devletin sorun­ları adalet çerçevesinde çözülürse, halkın devlete desteğinin tam olacağının far­kındadırlar. Halkın devlete bağlılığının tam olması, devletin en temel güç kay­naklarından biridir. Bu güç kaynağını kaybetmemek için, halka adil davranmak “ebet müddet” iddiasında olan bir devletin temel siyaseti olmak zorundadır. Os­manlı Devleti de adaleti, kendi devlet anlayışının merkezî değerlerinden biri ha­line getirmiş ve bu değerin gerekliliklerine uymaya çalışmıştır. Bu kaygılarını gerçekleştirmek için, adaletname denilen geleneğe büyük önem verilmiştir.

Osmanlı hukuk sisteminde yer alan adaletname anlayışı, devlet otoritesini temsil edenlerin, reayaya karşı bu otoriteyi kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı tutumlarım, olağanüstü tedbirlerle yasaklayan, beyanname şeklin­de bir padişah hükmü anlamında kullanılmıştır (İnalcık 2000/4, 75). Adaletname anlayışı, yöneticilerin denetimini esas aldığından, yönetim daha sağlıklı bir hale gelmektedir. İnalcık’ın belirttiği gibi, Ortadoğu devletinde eskiden beri mutlak otorite ile adalet arasında ilişki, temel ilke olarak kabul edilmiştir.

Devlet, hü­kümdarın kuvvet ve kudretinden ve devletin gayesi de bu kudreti artırmaktan ibarettir. Fakat halkın huzursuzluğu ve hoşnutsuzluğu, fakirliği bu gayeyi tehli­keye düşüren şeydir. Bu devlet anlayışına göre, bu durumdan ancak hükümdarın “adil” olmasıyla, yani halkın üzerinden zulmü gidermek, kuvvetlinin zayıfı ez­mesine meydan vermemek, tebaanın can ve malını emniyette bulundurmakla ka­çınmak mümkündür (İnalcık 2000/4, 75). Sasani geleneğinden gelen adalet anla­yışı, İslam devletleri tarafından da benimsenmiştir. Halkın şikâyetleri, çeşitli tef­tiş ve raporlarla tespit edilen sorunlar, bizzat hükümdara iletilerek, sorunun çö­zülmesi adalet ilkesi gereği kabul edilmiştir. Selçuklu ve Osmanlılar tarafından da uygulanmıştır (İnalcık 2000/4, 75-77).

Devletin sürekliliğini sağlayan, topluma güven ve huzur veren ilke adalettir. Osmanlı Devleti için adaletin önemi, hükümdarlar, âlimler, tarihçiler, siyaset adamları tarafından sürekli vurgulanmıştır. Aşıkpaşazade kitabının başlarında şu ifadeye yer vermiştir: “Osmanlı hanedanı ne yaparsa ahlâk kanunu üzere yapar’

(Aşıkpaşazade, b8). Ahlâk ilkeleri arasında önemli bir yere sahip adalet, siyasî alanda da hayatî bir yer tutar. Bunun farkında olan Aşıkpaşazade, kitabında Os­manlı Devletinin adalete ne kadar önem verdiğini çeşitli şekillerde vurgulamıştır. “Aldıkları hisarlarda adalet üzere hareket ettiler. Bütün köylüler gelip yerlerine oturdular. Halleri kâfir zamanındakinden daha iyi oldu. Buradaki kâfirlerin rahat­lığını işitip başka yerlerden de adam geldi” (Aşıkpaşazade, bl3). Devletin kuru­luş aşamasında uygulamaya konan ilkelerin sonuçlan, devletin büyümesi için iyi sonuçlar vermiştir. Devletin büyüyüp güçlenmesinde temel bir konuma sahip olan adalet, devletin yıkılması ya da uzun ömürlü olmasıyla da yakın ilişkilidir.

Adalet sistemi öncelikle hukuk boyutu çerçevesinde ele alınmakla birlikte, onun yanında ahlâkî bir sorumluluk ve dinî bir görev şeklinde de yöneticilerin önüne serilmiştir. Adalete bu kadar çok vurgu yapmalarının bir nedeni de Na- ima’nın şu düşüncesinde görülür: “Dünya küfür ile yıkılmaz zulüm ile yıkılır’ (Naima 1967/1, 43). Akıl temelli yönetim tarzlarının Müslüman olmayan toplumlarda da olduğunu gören düşünürler, devletin yıkılma nedeni olarak küfrü yani Müslüman olmamayı değil, zulmü kabul etmişlerdir. Zulüm adaletin zıt kavram­larından biridir. İnsanlara kötü davranmak, sömürmek, haksız yere cezalandır­mak yanında akla gelebilecek her türden kötülük zulmün içeriğini oluşturur. Zu­lüm, iktidarın halka zorbalık yapması anlamına geldiğinden, halkın iktidarı des­teklemesi ortadan kalkmaktadır. Halk desteği olmayan bir devletin yaşamasının mümkün olmayacağına göre zorbalık ya da zulüm temeline dayanan devletler, kısa sürelerde yıkılmışlardır. Devletin varoluşunun sürekliliğini tehdit etmekten kaçınmak, adil davranmayı gerektirmektedir.

Halkla devlet arasındaki ilişkinin iyi bir şekilde devam etmesi için, zorba­lık ve zulümden uzak durmak yanında, halkın bazı kusurları görmezlikten gel­menin gerekli olduğu, Naima tarafından belirtilmiştir. Ayrıca Naima, zorbalık al­tında yaşayan insanların psikolojilerinin nasıl etkilendiği üzerinde de durmuştur. İnsanlar başkalarının tahakkümü altında ezilmeye ve itaat itmeye mecbur olsa, şevk ve hevesi kaçar, çalışmaz, hatta yiyip içmekten kesilir (Naima 1967/1, 52). Bu durum, toplumun, devletin güç kaynağı olmaktan çıktığının işaretidir. Toplu­mun psikolojik çöküntüyü yaşadığı bir durumda devletin, aktif halde kalmasının mümkün olmadığı açıktır.

Kişisel harsları ve gayrimeşru konumunu zorla kabul ettirmek için, zorbalık yapan yönetici ve yandaşları, devlet olma durumlarını kı­sa zamanda yok ederek eşkıya çetesine dönüşmektedirler. Zulüm temelli bu dav­ranış şekli, toplumu çökertmekte ve kurumlan işlemez hale getirmektedirler. Osmanlı yönetimi ve düşünürleri, zulmün yaratacağı sonuçların farkında olarak, yö­netim tarzlarının dayandığı ilkelerle adalet arasında sürekli ilişki kurmuşlardır. Naima, toplumla devlet arasındaki ilişkilerin iyi yürümesi için, küçük sorunlar-da yönetici ve hakimlerin cezalandırma yolunu seçmeyip, sorunu yaşayanların aralarını bulmak, küçük kusurlara göz yummak gerektiği üzerinde durmuştur. Çünkü Naima’ya göre, ufak tefek cürümler büyük bir şiddetle cezalandırırlarsa halk korkuya kapılır, zelil olur, yalana ve hileye kaçar (Naima 1967/1, 53).

Hal­kı bu türden olumsuz davranışlara yöneltmek hem halk için hem de devlet için olumlu sonuçlar vermemektedir. Dolayısıyla idari kadroların adaletin alt terimle­rinden biri olan toleransa sahip olmaları gerekmektedir. Bireylerin haklarının hu­kuk tarafından güvence altına alınması da adaleti gerçekleştirmenin bir başka yo­lu olmuştur. Hiçbir sanık, kadı’nın yazılı hükmü olmadan cezalandırılamaz ve en küçük bir para cezası bile uygulanamazdı. Kadı’nın hükümlerini yerine getirmek ancak bey sıfatını taşıyanların göreviydi. Sultan tarafından cezalandırılması iste­nen kişiler de kapıkulları tarafından kadıya getirilir ve kadı’nın vereceğe hükme göre işlem yapılırdı (İnalcık 2003, 81). Teorik temellendirmeler yanında uygula­malarda kişisel hakların gözetildiğini göstermektedir.

Osmanlı Devleti için adalet, devletin varoluş nedenlerinden biri olarak orta­ya çıkmaktadır. Çünkü adaleti sağlamayan bir devlet zulüm yapıyor anlamına gel­mektedir. Zulüm temeline oturtulmuş geniş çaplı da olsa bir teşkilatlanma, devlet olarak kabul edilmemektedir. Zulmün şiddeti ve yaygınlığına bağlı olarak teşki­latlanmanın, çok kısa bir sürede yıkılacağı kesindir. Devleti kutsallaştıran ve dev­leti temsil eden hükümdarı Tanrı’nın gölgesi ya da halifesi kabul eden bir anlayış için adalet, devletin varoluş nedeni olarak ortaya çıkar. Diğer yandan, devleti “ebet müddet” olarak tanımlayan bir zihniyet, bu özelliğin ancak adalet temeline dayalı bir sistemle mümkün olduğunun bilincindedir. Adalete vurgu her durumda, devletin gücünü, ilahi adaleti ve ebet müddeti işaret etmektedir. Bu unsurların her biri halkın rahat yaşaması için hukukî zemini oluşturmuştur.

3.2.7.3. Düzen

Devlet teriminin, ilkece düzen terimim içermesi yanında devlet, evren tasav­vurunda içkin olan düzeni temsil eden en önemli unsurlardan biridir. Düzenin aşa­maları, evrenin düzen içinde varlığını sürdürmesi, insanın yaratılmasıyla birlikte ruha ve akla sahip olması, dünyada yaşanan süreç ve ölüm sonrası hayat tümüyle düzen ilkeleri çerçevesinde tanımlanırlar. Ancak devletin düzenden sorumlu oldu­ğu alan toplum ve dünya düzenidir. Toplum ve dünya düzeninin hangi temeller üzerine nasıl kurulduğu ve değer olarak düzenin devlet ve toplumda nasıl bir ye­re sahip olduğuna yakından bakmak, Osmanlı devlet anlayışım daha açık hale ge­tirecektir. İnsan kültürel varlık olarak tanımlanması yanında, düzen varlığı olarak da tanımlanır. Çünkü kültürel yapının anlamlı olabilmesi, tümüyle düzen* ilkesi çerçevesinde mümkündür. Toplumsal kurum ve geleneklerin tümü de yine düzen çerçevesinde anlamlı hale gelirler. Devletin toplumsal düzene katkısı, toplumu oluşturan insanların haklarını, birbirleriyle ve devletle ilişkilerini belli bir hukuk çerçevesinde tanımlamaktır. Bu tanımlamalara uyulmadığı durumlarda ecza uy­gulamaktır. Devletsiz toplum yaşamayacağından, insanlar küçük gruplar halinde ya da kabileler olarak varlıklarını sürdürürler. Ancak bu küçük öbeklerin gelecek­leri daha güçlü gruplar tarafından belirlendiğinden, yeniden bir devletleşme sü­reci başlar. Toplumdan söz etmek, devletten söz etmektir.

Osmanlı Devleti ’ndeki düzen fikrinin teknik terimi nizam-ı alemdir. Alem dü­zeni anlamına gelen ifadedeki, alem dünyaya işaret etmek yanında, alemdeki tanrı­sal düzeni, dünyada devletin gerçekleştirdiğini ifade etmektedir. Ebet müddet fik­rinden doğan nizam-ı alem düşüncesi, resmi anlayışı en iyi yansıtan unsurlardan bi­ridir. Devlet, nizam-ı alemi temsil ettiğinden, nizamda ortaya çıkan her türden ra­hatsız edici unsuru etkisizleştirmek, devletin temel görevleri arasında olmuştur. Kardeş katli de nizam-ı alem için yapılmıştır (Ocak 1998, 84). Devletin ebet müd­det olarak nitelendirilmesi, devletin sonu olmayan bir kurum olduğu anlamına gel­mektedir.

İslam'a göre dünya sonluyken kıyamet fikri açık ve seçik sonluluğu or­taya koyarken, devletin ebed müddet olarak tanımlanmasının nedeni nedir? Ahmet Vasıf Efendi, hükümdarı, “Padişa-ı ru-yi zemin ve zıllu’l-lahi fi’l-alemin hazretle­rin i mede’l-eyyam serir-i şevket-masir-i saltanatta ber devam (Ahmet Vasıf Efen­di 1978,4-5) şeklinde tanımlamıştır. Aynı düşünür devleti, “Devlet-i aliye-i ebedıy- yü’l-ittisâl” (birbirine yakın olma, kavuşma, yakın) (Ahmet Vasıf Efendi 1978, 149) ve devlet-i ebed müddet olarak görmüştür (Ahmet Vasıf Efendi 1978, 1, 16, 17, 18, 123, 175, 211). Ayrıca devletin âlî şekilde tanımlanması, onun sonunun ol­madığını açıklamaktadır. Osmanlı Devleti’nin resmi adı olan Devlet-i Aliyye ya da Devlet-i Aliye-i Osmaniye'nin anlamı, her zaman, her şeyden yüce ve öyle kalacak olan Osmanlı Devleti'dir (Ocak 1998, 84). Devlete yüklenilen bu özellikler, devle­ti zaman üstü tanımlama eğilimlerini göstermektedir.

Hem insanın hem de toplumun varoluşunun temelini oluşturan devletin ebet müddet olarak tanımlanması, onun görevleri yanında, devleti ve Tanrı’yı temsil eden hükümdar çerçevesinde gerçekleşir. İslam öncesi inançta kut alma durumu, İslam’da vahiy inancıyla ilişkilendirilmiş olmalıdır. Hanedanın kutsal olduğu dü­şüncesi, eski inancın gereklerine uygun olarak devam ettiğinden, kut alma yeni medeniyetin değer dizileri çerçevesinde, Tanrı ’nın gölgesi ya da halifesine dö­nüşmüştür. Devlete yüklenilen ebedilik, yasalar çerçevesinde de değerlendirile­bilir. Şer’i ve örfi yasaların her ikisi de köken zamanıyla ilişkilidir. Şer’i olanla­rın bazıları doğrudan Tanrı tarafından verildiğinden, bazıları da tanrısal kaynaklardan türetildiğinden ebedî olarak kabul edilmektedir.

Örf ya da hükümdarın koyduğu kanunlar, atalarla ilişkilendirildiğinden, farklı bir bağlamda kökene bağlanmışlardır. Kökende varolan değerlerin ebedî olduğu kabulünden hareket­le, devletin ebediliği mümkün hale getirilmiştir. Ancak gaye ya da gelecek açı­sından ebedilik mümkün gözükmemektedir. Eğer devlet ebet müddet olarak ka­bul edilmişse, kıyamet inancını yok saymak gerekir. Fakat böyle bir belirti görül­memekte hatta kıyametin Hicri 1000 yılında gerçekleşeceğine ilişkin büyük bir beklentiye girilmiştir (Fleischer 1996, 138). Kıyamete inanç devam ettiği sürece, devletin ebedî olması retorik olmaktan öteye geçmez gibi gözükmektedir.

Diğer taraftan, İslam inancının yoğun olarak yaşandığı ve İslam’ın ilkleri çerçevesinde kurumların tanımlandığı bir dönemde, İslam ilkelerine karşı olan bir düşüncenin ortaya çıkması nasıl açıklanır? Osmanlı düşüncesinde ortaya çıkan devletin ebe­diliği sorununu, Türklerin evren tasavvuruyla yani evren ve insan anlayışıyla iliş­kili ele almak gerekir. İnsan anlayışı, devleti temel unsur olarak kullandığı süre­ce, insan ruhunun ebediliği, öte dünya gerçeğinde temellendirilirken, insan bede­ninin ebediliğini, mezar ve devlet gibi bu dünyaya özel değer ve kurumla elde et­mektedirler. Yeryüzündeki hayatın tek güvencesi olarak görülen devleti, ebed müddet olarak tanımlayarak, dinî inançla ters düşmeyi göze alarak devletin sü­rekliliğini, toplumun sürekliliğinin güvencesi olarak görmüşlerdir.

Türk ve İslam devlet anlayışlarının dayandığı ilkelerin benzerliklerine dikkat etmek gerekir. Her iki tarafın benzer özellikleri ortaya konduğunda, benzer unsur­ların özsel nitelikleri ortaya çıkar ve her iki taraf da kendi yapılan içinde daha iyi değerlendirilebilir. Tanrı’nın Peygamber göndermesi, Peygamber’in ayrıcalıklı ol­ması, insanları doğru yola davet etmesi, devlet kurarak inancı yayma çabalan, adalet ve savaşın önemsenmesi İslam’ın devlet anlayışının temel ilkeleri arasında­dır. Benzer özellikler İslam öncesi Türk devlet anlayışında da görülmektedir. İste­mi ve Bilge kağanların Tanrı tarafından gökte yaratılıp insanları yönetmek için ye­re indirilmeleri ile Oğuz Kağan’ın olağanüstü nitelikleri ve dünyayı bir bayrak al­tında toplama isteği, kağanların Tanrı’dan kut alarak meşrululuk kazanmaları, adalet, düzen ve savaşın önemsenmesi, sözkonusu benzerliklere örnek olarak ve­rilebilir.

Bu benzerlikler nedeniyle Türklerin devlete ilişkin değerleri gözardı edil­miş, İslam’ın devlet değerleri öne çıkarılmıştır. Bununla birlikte, Oğuz Kağan şe­ceresi devletin hedefleri ve yapısı, Osmanlı devlet sisteminde varoluşunu sürdür­müştür. Ayrıca çok sayıda Osmanlı düşünürü, Osmanlı Devleti’ni hem Türk hem de İslam devletleri arasında ayrıcalıkla bir yere koyarak, üstünlüklerini sıralamışlardır. Osmanlı hükümdarları, Eşrefli s-Selatin, yani Müslüman hükümdarların en şereflisi ve en seçkini olarak gösterilmişlerdir. Hatta Peygamber ve dört halifede) sonraki bütün hükümdarlardan üstün oldukları iddia edilmiştir (İnalcık 2005/1 114, 115). Örneğin Hayrullah Efendi, 1852 yılında tamamladığı Osmanlı Tarih adlı kitabında, Osmanlıların üstünlüğünü tartışmasız kabul etmiş ve üstünlüğü gerekçelerini şu maddelerle açıklamıştır:

1- Osmanlılar, devletlerini, Gazneli, Harzemşahlar ve Selçuklular gibi efendilerine isyan ederek kurmamışlardır. Sal­tanat dizgini, Selçukluların elinden tabii olarak Osmanlılara geçmiştir.

2- Osman­lı padişahtan, hiçbir vakit başka hükümdarlara boyun eğmedikleri gibi, mütegal- libe ve zorbalara da mağlup olmamışlardır. Osmanlı Devleti her zaman mutlak hakim olmuş, çağdaşı olan devlet ve milletler yanında kıymeti daima yüksek ol­muştur. Bu husus tarih bilenlerce mâlumdur.

3- Diğer İslam hükümdarları, halife­den meşhur almak zorunda olduklarından bağımlı olmuşlardır. Osmanlılar kurulduklarından itibaren tam bağımsız yaşamışlardır. Yavuz’dan sonra halifeliği salta­natla birleştirerek, adaletle yönetimlerini sürdürmüşlerdir (Hayrullah Efendi 1971/1,18-19). Hayrullah Efendi’nin değerlendirmeleri, Osmanlı Devleti’ni diğer devletlerden nasıl ayırdıklarını göstermektedir.

Çalışmada temel kaygılarından biri olan Türk devlet anlayışının genel hatla­rını belirlemek olduğundan, Türk devlet anlayışının, İslam devlet anlayışıyla benzer ve farklı yanlarını sergilemek gerekmiştir. Osmanlı Devleti’nin yapısı Oğuz Kağan Efsanesi'ndeki yapıya uygun olarak biçimlenmiş ve İslam öncesi Türk devlet anlayışının temel ilkelerini olduğu gibi korumuş ve değerlerini aynı hassasiyetle geliştirerek uygulamıştır. Türk devlet geleneğini, ilkeler ve değerler açısından korumakla birlikte, kurumlar ve hukuk açısından önemli değişiklikler geçirdiği tartışma götürmez bir gerçekliktir.

Sürekli ve düzenli ordunun oluşturul­ması, maliye, eğitim, şeyhülislamlık gibi kurumlar, devlet geleneğinde yeni un­surlar olarak yer almışlardır. Sözkonusu kurumlan kendi devlet anlayışları ve ça­ğın şartlarına göre değiştirerek kullanmışlardır. İnalcık’ın belirttiği gibi, İslam dünyasına giren Türkler, geleneksel devlet anlayışlarını sürdürmüşlerdir. 1055’de Bağdat’ta halifenin Tuğrul Bey’e devrettiği İslam dünyasının hakimiyetini, Os­manlı Devleti yıkılıncaya kadar kimseyle paylaşmamışlardır. Türk hükümdarları, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakteri­ni daima saklamışlardır. İslam dinine büyük saygı göstermiş olmalarına rağmen, devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuşlardır (İnalcık 2000/2, 29).

Devletler tarihi göz önüne alınarak devlet kavramı incelendiğinde, devlet adamının gözünde, bu dünya, kısa bir misafirlik için değil, “devlet-i ebed müddet” için uygun bir mekândır. Dünya gezegen olarak durdukça ve insan yaşamına el­verişli oldukça, Türk devleti de üzerinde yer alacaktır. Bu da az bir zaman değil­dir. Ayrıca devlet, fakir değil, zengin olmak zorundadır. Çünkü, harcayacağı çok fazla kaleme sahiptir. Sahip olduklarının tümünü, halka dağıtmak keyfiyetinde de­ğildir. Halk için, doğrudan doğruya çok az harcama yapar.

Kurumlar aracılığıyla, zenginliğini halka yansıtır. Paylaşmak değil, yeterince yardım etmek zorundadır; verdiklerini bir şekilde başka yerlerden temin etmelidir. Devlet içe kapanık değil, dışa dönük, yayılmacı bir yapıya sahiptir. Devlet gücünü bu şekilde göstermekte- dir. Yayıldığı alanları, çoğunlukla, savaşla kazanmıştır; ve savaşla kaybetmediği sürece kimseye vermez. Devletin sahip olduğu bu özellikler, hem ahlâkî hem de dinî ilkelerle uyuşmaz. Devletin varoluşunun sürekliliği, kendi özünü belirleyen ilkelere bağlı kalarak onların gerekliliklerini yerine getirmekle mümkün olmakta­dır. Ancak bu ilkeler dinin temel ilkeleriyle çatışmak durumundadır. İki gerçeklik alanı, bireyin imanı, öte dünyasıyla ilişkili din ile toplumun yaşadığı dünyanın te­mel gerçeklerinden biri olan devlet, yan yana olmak zorundadır.

*Düzen ve kültürel varlık hakkında daha fazla bilgi için, Ayhan Bıçak’ın Tarih Düşüncesinin Oluşun111 adlı çalışmasına bakılabilir.

Ayhan Bıçak- Türk Düşüncesi1,syf:332-344
Devamını Oku »

Cihad-Mücahit

Bazı İslâmî kavramların gerçek anlamında değil, fakat mecazî bir anlam yüklenerek kullanılması yanlış anlaşılmalara ve lüzumsuz ihtilâflara yol açmaktadır.

Mecazî anlamda kullanılan kelimeler arasında "cihat" (savaş !) dikkate değer bir yer işgal ediyor.

İslâm uğruna çalışan hemen herkese "mücahit" sıfatını yakıştırmak günümüzde nerdeyse salgın hale gelmiştir denebilir. Herhangi bir toplantıda kürsüdeki konuşmacıya "mücahit" çığlıklarıyla nümayiş yapıldığı görülebilmektedir. Bu hareket, o hatibe, topluluğun bir iltifatıdır diyerek müsamaha ile karşılamak mümkündür belki. Ancak, belli bir mânâyı ifade eden "mücahit" kelimesinin gerçek anlamından saptırıldığı, hiç olmazsa gerçek anlamının farkına varılmadan da olsa zayıflatıldığı aşikâr olmalıdır. Bir hatibin hitabeti, bir yazarın yazı yazma faaliyeti, görevini yerine getiren birinin bu işi "cihat" sayılır ve bu kişi de "mücahit" ilân edilirse, İslâm'ın bazı kavramları ucuzlatılmış olur.

Bu meselenin diğer bir yanı da, bizzat bu faaliyetlerin içinde bulunan kimsenin yaptığı işe "cihat" gözüyle bakmasıdır. Bir dergi çıkaran kimse, yürüttüğü bu işi cihat sayabilmektedir. Cami yaptırmak için veya Kuran okumasını öğretmek için çaba gösteren bir demek, veya parti faaliyetini yürütmek için çalışan kimse, kendini cihat yapıyor farz edebilmektedir. Böyle farz ettiği için, o faaliyetine katılmayanları "kaçak" olarak görebilmektedir. Yaptığı işi ve yalnız onu cihat olarak gördüğü için o faaliyete katılmayan herkes kolayca hainlikle, kaçaklıkla, idraksizlikle damgalanabilmektedir.

Şimdi, kendi köşesinde İlmî bir faaliyet içinde bulunan bir Müslüman ilmî faaliyette mi bulunmaktadır, cihat mı yapmaktadır? Bir dernek faaliyetini yürüten kimse dernekle ilgili bir iş mi görmektedir, yoksa cihat mı yapmaktadır? Bütün bu faaliyetler cümlesinin nihai amacı îslâmı hizmete matuf çalışma da olsa, yapılan işin adı doğru konulmayıp bunların tümüne "cihat" denirse, dernekçiler kendi üyesi olmayanlara veya bu derneğin faaliyetine katılmayanlara cihat kaçağı diye bakmakta mazur sayılır. Söz konusu faaliyetler cümlesinin genelde ibadet hükmünde olması, bu faaliyetlerin ıstılah anlamında cihat sayılmasını gerektirmez.

Cihadın îslâm hukukunun belirlediği şartlar içinde açılmış olması gerekir. Ancak bu durumda cihada katılan kimseye "mücahit" denir. Yoksa her çeşit faaliyetimize, Allah rızası için bile yapılıyor olsa, bir takım benzetmelerden hareketle cihat adım vermek yanlışlığa yol açar. Bir amelin bizatihi ibadet (veya cihat) olması durumu ile o işin ibadet (veya cihat) hükmünde sayılması arasındaki farka dikkat edilmelidir.

Kaynak:

Kafa Karıştıran Kelimele-Rasin Özdenören
Devamını Oku »

Cihadın Manevi Anlamı

Cihadın Manevi Anlamı

Ve Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza iletiriz. Allah muhakkak ki iyilik edenlerle birliktedir."

(Ankebut, 69)

‘Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’

(Hadis)

Bugünlerde İslâm’la ilgili hiçbir mesele üzerinde cihad kadar hassasiyetle durulmamıştır. Kille iletişim araçlarında olduğu kadar ilmi kitaplarda da tartışılan bu terime verilen farklı anlamlar sadece Batılı  yorumcuların değişik görüşlerini değil, kavramı anlamlandırmada ‘fundamentalistler’ ve gelenekçiler arasında. Varolanderin ayrılığı da yansıtmaktadır. Şu anda Batı’daki İslâm imajının cihadın manasını anlamakla ne denli ilintili olduğu düşünülürse, geleneksel İslâm’ın bu anah­tar fikri asırlar boyunca nasıl tahayyül ettiğini ve onun İslâm maneviya­tıyla olan bağını anlamak da o denli önem kazanmaktadır. Arapça bir kelime olan cihad, Kur’an ve hadisteki evrensel manasından ziyade İslâm hukukundaki anlamıyla Batı dillerine çoğunlukla ‘kutsal savaş’ olarak çevrilmiştir, chd kökünden türetilmiştir bu kelimenin birincil an­lamı, ‘kendi kendine çabalamak’ veya ‘uğraşmak’tır. Haliyle böyle bir çe­viri, Batı’daki yaygın yanlış kanaat lslâm= ‘kılıç dini’ fikriyle de birleşince, cihad yan anlamsal bir düzeye indirgenmiş; asıl anlamım oluşturan manevi ve içsel boyutu yitirmiştir. Yine, son yüzyılda, özellikle de son yıllarda birbiriyle çatışan bir kısım ‘fundamentalist' ve devrimci hareke­tin ortaya çıkarak cihad terimini ya da onun türevlerinden birini kul­lanması, kelimenin mûslûmanlarca yıllar yılı kavrana-geldiği gelenekselanlamı tamamen tersine çevirmiş, bu tür çarpıtmalar, cihad gibi dini manevi açıdan anahtar bir kavramın hakkıyla anlaşılmasını eskisinden çok daha zor hale getirmiştir.

Cihadın manevi anlamını ve İslâm'a göre, hayalın hemen hemen her alanına uygulandığını kavrayabilmek için. İslâm'ın insanın bireysel varoluşu ile içinde yaşadığı ve dünyevi hedeflerini gerçekleştirdiği toplum arasında bir denge tesis etme fikrini hatırda tutmak gerekir. İlahı  Adalet’in yeryüzündeki yansıması ve insan ruhunun huzuru açısından " kaçınılmaz olan bu denge, hristiyani terimlerle söyleyecek olursak, '’bütün kavrayışların ötesindedir’’. Hristiyanlık manevi hayat ve ahlak gayesini Hz. İsa’nın göğe yükselişiyle idealize ederken, İslâm bu tür bir manevi yükseliş için, içsel ve dışsal bir dengenin kurulmasını gerekli görmektedir. İslâm toplumlunun ,tarih boyunca gösterdiği istikrar; Şeriatla  belirlenmiş,İslâmî normların değişmezliği ve İslâm’ın sürekli ve kalıcı  yapısının bir sonucu olan geleneksel İslâm medeniyetinin zaman üstü tabiatı; hepsi söz konusu denge idealinin ve bu idealin gerçekleştirilme-sinin birer yansımasıdır. Hem Şeriat (veya İlahîHukuk) Öğretilerinde hem de İslâm sanatında böylesine aşikar olan bu denge, İslâm kelimesi­nin türediği selam kökünün anlamı olan huzurdan ayrılamaz.

Hayat, tabiatı gereği hareket demek olduğuna göre, bu dünyadaki dengenin korunması da bir durağanlık veya pasiflik anlamına gelemez. Olumsal değişimler, zamanın aşındırıcı etkisi ve yaşanan onca hadise düşünüldüğünde, dengede kalmanın daimi bir çabayı gerektireceği açıktır. İşte bu, cihadı hayatın her safhasında sürdürmek demektir. Şe­hevi arzu ve tutkularla kuşatılmış olmanın sancısını çeken, nisyanla malul insan fıtratı, hem bireysel hem de toplumsal anlamda söz konu­su hassas dengenin kaybedilmesi; hatta birey düzleminde çözülme, top­lum bazında da kaosa sebebiyet verecek dengesizlik halinin ortaya çık­ması gibi gibi bir tehlikeyi içermektedir. Böylesi bir trajik sondan kaça­mak ve tevhid’in ya da topyekün birliğin gerçekleştirilmesi yolunda in­sanlığı kemale eriştirmek için, birey ve İslâm toplumunun mensubu olarak her bir müslüman cihada sarılmalı; kendileriyle savaşılmadığı takdirde bu hayati dengeyi yok edebilecek güçlere karşı, anbean içsel ve dışsal anlamda bu mücadeleyi sürdürmelidir. Tabii ki bu, toplumun mücadele eden-çatışan birimler ve güçler öbeğinden çok, İlahi Nassın izini taşıyan bir ortaklık olarak görülmesi halinde gerçekleşebilecektir. İnsan hem maddi hem de manevi bir varlık; kendi içinde kusursuz bir küçük kainattır.

Bunun yanısıra, içerisinde kimi ihtiyaçlarını giderdiği ve varlığının bazı yönlerini geliştirdiği bir toplumunda üyesidir. İnsan öncelikle, cevheri ilahi karakterli bir akla; ayrıca bazen bu aklı perdeleyebildiği gibi bazen de kökenini sorgulamada kişiye yardımcı olabilen duyarlıklara sahiptir. İnsanda hem aşk hem nefret hem cömertlik hem tamahkarlık, hem şefkat hem de saldırganlık içkindir., Yine şimdiye dek, her biri farklı dini ve ahlaki normlara sahip bir çok “beşeriyet"; kendilerine has mensubiyet bağlan bulunan bir çok milli, etnik ya da ırksal grup ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, yaşa­nan tüm olaylara ve katmanlara yayılan cihad, sosyal alanda olduğu ka­dar siyasi ve iktisadi faaliyetler alanında da dallanıp budaklanmış ve in­san hayatını karakterize eden karmaşıklığı paylaşmaya başlamıştır. Za­hiri anlamıyla cihad, “darû'l-lslâm"ı, yani Islâm alemini gayri-İslâmî güçlerin işgal ve sızmalarına karşı korumak demektir. Cihadın zahiri anlamda kullanıldığı bu ‘kutsal savaş'ınen mükemmel örnekleri olarak,İslâm tarihinin ilk yıllarındaki, genç ümmetin varlığını tehdit eden savaşlar gösterilebilir.

Kurulmakta olan bir ümmetin hayatiyeti açısından son derece önemli ve bu nedenle de evrensel bir anlamı olan bu savaşlardan dönerken Peygamber-i Zişan (s.a.v.), ashabına, küçük savaştan büyük savaşa dönmekte olduklarını buyurmuştur: İnsanın asli tabiatı olan Allah rızasına uygun yaşamayı engelleyen bütün güçlere karşı sürdürülecek, içsel bir savaştır bu.

İslâm tarihi boyunca, Islâm aleminin bir kısmının veya tamamının  içten veya dıştan tehdit altına girdiği anlarda küçük cihada çağrı dört bir yanda yankılanmıştır.Bu çağrı özellikle, tehditlerin neredeyse tüm Islâm aleminin varlığına yöneldiği ve sömürgeciliğin yayıldığı  13.H/19.M yüzyıldan itibaren süreklilik kazanmıştır. Ne ki İslâm ale­minin kimi bölümlerinde cihad düşüncesini uyandıran bu gibi durum­larda bile kavram, savaşı kutsayan dinsel bir argüman olmaktan çok, toplumun yabancı askerî -İktisadî güçler veya fikirlerce işgaline karşı kendini koruma çabası olarak belirmiştir. Elbette bu, dini duyguların bir çatışmayı meşrulaştırmak veya kışkırtmak maksadıyla, özellikle son dönemlerdeki kimi örneklerde gözlendiği üzere, kötü yolda kullanıla­mayacağı anlamına gelmez. Yine de İslâm alemi en azından, diğer me­deniyetlerin ve hatta seküler Batının tarihte pek çok örneğini sergiledi­ği bu ayıbı asla ortak olmamıştır. Üstelik, din insan topluluklarındaki temel önemini kaybettiğinde, fıtratları gereği insanlar, iman ya da inançtan çok daha süfli bir takım sebeplerden ötürü savaşıp birbirlerini katletmektedirler.İslam Tarihinin açıkça gösterdiği gibi,şer-i bakış savaşa asla göz yummamış,sonuçlarını önceden görüp onu engellemeye çalışmıştır.Herhalükarda,toplu savaş düşüncesi ve bu düşüncenin uygulaması olan sivil insanların katli,dini cihadı olumlayan bir medeniyetin ürünü değildir.

Daha zahiri bir düzlemde, küçük cihadsosyo-ekonomik alana da uygulanır. Cihad, kişinin kendisinden başlayarak çevresinde de adaleti tesis etmesi anlamına gelir, Hakkını, iffetini, ailesini ve namusunu korumak da cihaddır ve dini bir görevdir. Şeriat’in vurguladığı, aileden ümmete tüm sosyal bağların kuvvetlendirilmesi düşüncesi de aynı görevkapsamı içindedir. Modern -sekûler anlamda değil- Kur an prensip­leriyle uyumlu sosyal adaleti gerçekleştirmeye çalışmak, iktisadi girişimleri olduğu kadar, toplumda dengeyi yeniden kurmak (yani cihadı İfa etmek) için de bir yoldur. Tabii bu arada herkesin refahı göz-önünde tutulmalı; maddi refahın kendisi amaç haline getirilmemeli ve Kur’an’ın  “ahi re t sizin için bu dünyadan daha hayırlıdır" emri hatırlanmalıdır. İki dünya arasındaki bu mükemmel ilişkinin unutulması da bir dengesizlik haline yol açacak ve bu kez tersinden bir cihad ortaya çıkacaktır.

İnsanın yüceliği, göründüğü ve olduğu arasındaki sürekli çatışmada ve dünya hayatı boyunca ‘hakikatine’ varmak için kendi kendisini aşma ihtiyacında yattığından; cihadın bütün dış şekilleri, insanın kendi , içinde devamlı sürdürmek zorunda olduğu büyük iç cihadlabütünleş­rtirilmedikçe, eksik kalacak; hatta hatta insanın aşırı bir şekilde dışa bağ­lanmasını yol açabilecektir

Konu manevi açıdan ele alındığında, İslâm’ın bütün ‘esaslarının ci­hadla İlgili olduğu görülebilir. Müslümanlığın nişanesi olan Kelime-i şehadet, yani ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ ve ‘Muhammed (s.a.v.) O’nun elçisidir’ ifadesi sadece İslâmî açıdan Hakikat’i dile getirmekle kalmaz, aynı zamanda bize iç cihadın silahlarını da sunar.

Kelime-i tevhidin ilk harfi, arapça yazılışıyla, Yüce Hakikat’i diğer bütün şeylerden ayıran ve ifadenin bütün olumluluğunu o Hakikat’e hasreden eğik bir kılıç gibidir. Şehadetin ikinci kısmı ise, O Yüce Haki­katken kainata ve insanlığa sadır olan, kudretiyle göz kamaştırıcı bildi­riyi içerir. Bu iki şehadeti nazil oldukları kutsal dilde söylemek, bir iç cihada soyunmak; kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin ve nereye gittiğimizin ayırdında bulunmak demektir.

İslami ibadetlerin temelini oluşturan günlük namazlar da yine,insanı,kainatın ritmiyle ahenkli daimi bir ritme kavuşturan,kesintisiz bir cihaddır.Namazı düzenli ve huşu içinde eda ederek,gaflete,sefahate ve tembelliğe karşı sürekli bir iradi mücadele,yani bir nevi manevi savaş gerçekleştirmiş oluyoruz.

Aynı şekilde, kişinin dış dünyanın ihtiras ve iğvasına karşı direnme safiyet zırhını kuşandığı Ramazan orucu da iç cihad olmaksızın ortaya çıkarmayacak bir zûhd ve iç disiplini gerektirir.Mekke’ye yapılacak Hacc ziyareti de genellikle uzun hazırlıklar, çabalar, sıkıntılar ve zorlukluklarla gerçekleşir. Peygamberin ‘’Hacc bütün cihadların en üstünüdür'’ sözüne yakışacak, esaslı bir mücadeledir bu. İç cihadı gerçekleştirecek kişi için Allah’ın Evi’ni haccetme, diğer Kabe olan kalpteki Ev Sahibi ile  karşılaşma anlamına da geleceği için; Kutsal Kase’yi arayan(*) şövalye gibi Mukaddes Ev’e gidecek hacı da, sonunda tüm zahmetlerin unutulduğu, manevi bir savaşa girişmek durumundadır.

Nihayet, zekat da bir cihad türüdür zira kişi böylelikle, servetinin bir bölümünden vazgeçerek tamahkarlığa ve nefsinin hırsına karşı savaş açmış olur. Ayrıca, zekatınbir çok şekilde verilebilmesi toplumdaki iktisadi adaletin tesisini de kolaylaştırır Cihad, İslâm’ın şartlarından biri olmasa da, bir anlamda diğer bütün şartların içinde yer alır. Aslında manevi açıdan bakıldığında tüm bu şartlar, bir olan Allah’ın tefekkûründen doğan huzurla çelişmek bir yana onu tamamlayan iç Cihad’ın  ışığında anlaşılabilir.

Manevi hayatta kemale ulaşan yol da iç cihadın ışığında ilerler. Ruhumuz, gerçeği arayışta bizi yanlışlara sürükleyen fani dünyaya derinden derine kök saldığından, İlahi Huzur’a bu dünyanın kirinden arınmış olarak çıkmak yoğun bir iç cihadı gerekli kılar. Genellikle ruh bezginliği, pasiflik ve vurdum duymazlık şeklinde beliren ve insanın neredeyse ikinci bir tabiat haline getirdiği ’hakikatte ne olduğunu unutma’ hastalığının üstesinden gelmede de, yine kararlı bir cihad çabası gerekir. Aynı şekilde, ruhun merkezkaç eğilimi sebebiyle dağılmasını önle­mek ve onu kesret içinde nafile gezinmekten İlahi Huzur’un ve güzelli­ğe asıl mekanı olan merkeze döndürmek de, iç cihaddır. Katılaşmış kalbi, Allah sevgisiyle bütün yaratılanları kucaklayacak bir sevgi ırma­ğında eritmek, bir nevi simyadaki ‘solveedcoagula’ işlemini yerine getirmektir:

Bu da ruhun ‘düştüğü hale’ karşı açılan bir iç savaştan; onu, gerçek tabiatından haberdar olmadıkça sürdüreceği bu yabancılık halinden kurtarmaktan başka bir şey değildir. Ve son olarak, yalnızca Allahu Teala’nın mutlak olduğunun ve sadece Zatı’nın ‘ben’ diyebileceğinin idrakine varmak, ruhun gaflet uykusundan uyandığı ve yaratıldığı hikmet  uğruna yüce bilgiyi kazandığı en üstün cihaddır denilebilir. Bu sebeple, manevî ve batınî açıdan iç cihad veya mücadele, öncelikle bütün mane­vî tekamülü anlamada bir anahtar ve İslâmî mesajın tamamını kapsayan Bir’in idrak edilmesinde bir yoldur. Kemale doğru uzanan İslâm yolu, bu yolun dünyadaki banii Sevgili Peygamberimiz’in işaret ettiği büyük cihadla anlaşılabilir.

Her nefes alışta, bizim irademiz dışında ve bizi yaratan Allah-u Teala tarafından murad edildiği kadar işleyen ömür saati, vücudumuza hayat kazandıracak cihadla idame etmektedir. Şuurlu hayatımızın her anında; sadece bizimle ilgili alemdeki dengeyi kurarken değil, bilinci­mizin esas kaynağı olan İlahî Hakikat’ı hatırlarken de cihad etmeyi dü­şünmeliyiz. Alman her nefes, bütün yaratılmışların kendisinden geldiği ve kendisine döneceği o en yüce isim kalblerde yankılanıncaya ve insan gafletten tamamiyle uyarıncaya kadar, ruha iç cihadı sürdürmesi gerek­tiğini hatırlatır. Peygamberimiz, ‘Kişioğlu uykudadır, ölünce uyanacak­tır’ buyurmuşlardır. Manevi insan, gafletten uyanmak; bütün hakikatların aslı olan Hakikat’e, bütün dünya güzelliklerinin onun soluk bir yan­sımasından ibaret olduğu Hakiki Güzellik’e(Cemal) ve herkesin aradığı Huzur’a kavuşmak için iç cihada girişir ve dünyadan geçer...

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern Geleneksel İslam
Devamını Oku »

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

 

8-İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın seçilmiş kullarıdır.

Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır” diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise, kutsal-olmayan kişidir.

Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek– hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu– Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci ‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi ‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar?

Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi. İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı  ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir. Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci– Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine yabancılaşmış kişidir.

Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz. Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır.

Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir. İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir.

Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken, öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, 207 beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî- iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır.

Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, ‘başkaldıran insan’dır. İşte ‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi. Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;188-190

 
Devamını Oku »

Müslümanlar İnançları İçin Savaşır Ve Kazanır Şark İse Sadece Savaşır

Düşmanına verecek bir şeyi olmayan kimse mutlaka kötü, haksız ve canice bir savaş yürütüyordur.

Evet olumlanacak olan savaş savaştığı tarafa kurtuluş götürmeyi amaçlayan, en azından kendinden bir şeyler vermeyi gözönünde tutan kişilerin yaptığı savaştır. Müslümanlar her savaştıkları alanda din yayıcılığı yapmışlardır. Kendileri için iyi bildiklerini, onlarla savaşanlara da vermekten çekinmemişlerdir. Bu yüzden müslümanların girdikleri her yer müslümanlaşmıştır. Osmanlı orduları Balkanlara kendileri için güzel olanı aşılamıştır. Kore'de bile müslümanların mevcudiyetinin orada çarpışan Türk askerlerinden ötürü gerçekleşmiş olması başka türlü nasıl açıklanır?

Müslümanlar inançlarının bayrağı altında dövüşürler. Şarkıları ile dövüşür ve kazanırlar. Yani müslümanların savaşları ne sanatı alçaltan insanların, ne de muhayyileyi inkâr edenlerin savaşıdır.

Düşmanını kurtarmayı öngörmek, sanatı bile geride bırakan bir yüce duygunun, sınırları geniş bir umudun erleri tarafından, gaza erleri tarafından yüklenilebilir üstünlükte bir anlayıştır. Bereket budur.

Kaynak:

İsmet Özel-Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »