Özel Adların Bir Dilden Bir Dile Tercümesi Yapılamaz...

Özel Adların Bir Dilden Bir Dile Tercümesi Yapılamaz...

Kavramlar ile terimlerin tersine, Özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz, özge sözel temsilcileri bulun­maz. Bundan dolayı ALLAH’a ALLAH’tan başka bir şey denile­mez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip (İng: to fancy) de beceremediklerini yüklemiş olduğu üstün güçlerden -ilahlardan- apayrıdır. İlah -yahut benzeri ilke/ler-, in­sanın kendisini ölçü -insanmerkezcilik-- aldığı düzlemde, üstün becerileri (İng: Süper performance) temsil ettiğine inanılan varlıktır.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

Çağdaş İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin Ana Merkezi:Londra

BAŞ MİHRAKI: ‘Farmasonluk’ ('Serbest Yapı Ustalığı’) ve ÖNCÜ ETKİNLİKLERİ:

İktisâd ile Sanayi 1300lerin başlarında vuku bulmuş kovuşturmalardan Templaris mensupları darmadağınık durumda Avrupanın çeşitli yöre' terine göçüp türlü etkinliklerle geçimlerini temîn ederken; Iskoçyaya sığınmış olanlar, alışılmış sanatlardan taş, yapı ve duvar işçiliği ve ustalığına devâm ettiler.

ispanyada yaklaşık bin yıl sürmüş Islâm döneminin ardın­dan Müslümanlarla birlikte Yahudîler de ülkeden çıkarılmış ya­hut din değiştirmeğe icbâr edilmişlerdir. 1492de ispanyadan, 1495de de Portekizden sürülmüş olan Yahudîlerin bir kısmı, Fe­lemenk ülkesine iltıcâ etmiş; oradan da zamanla İngiliz adasına göçmüştür. Ortaçağ boyunca Hıristiyanlarca hor görülmüş, ko­vuşturulup kırıma uğramış Yahudîlere ticâret dışında bütün iş güç kapıları kapalı tutulmuştur. Batı ile Orta Avrupalı Yahudî­ler, Avrupada mal değiş tokuşuyla meşgulken, gerek Müslüman ispanyadaki gerekse öteki Islâm ülkelerinde yaşayan dindaşları, Müslümanlığın yaygın olduğu bölgelerin yanında, Hıristiyan toplumlarıyla dahî ticârî ilişkiler kurmuşlardır.

Bu yoldan za­manla başta mal olmak üzere, para bakımından da servet sâhibi olmuşlardır. Onbeşinci yüzyılın sonları ile Onaltıncı yüzyıl baş­larında zanaat ile ticârette Avrupanın en önde gelen ülkeleri hâline gelen Felemenk ile Ingiltereye göçüp yerleşen bir kısım İspanyol ile Portekiz Yahudîsi, yanlarında getirdikleri mal, para ile hünerlerini, bahsedilen ülkelerde yatırıma ve uygulamaya ra­hatça aktarabilecekleri ortamlar bulmuşlardır. Öncelikle de İngilterede karşılaştıkları iki toplulukla tarihî bir ortaklığa girmiş­lerdir. Bunlardan biri, kıta Avrupasından İngiliz adasına sığın­mış Templarisler; öbürüsüyse, daha Onüçüncü yüzyılda cereyân etmiş sürtüşmelerden hânedâna karşı siyâsî ve iktisâdî cihetlerden güçlenerek çıkmış olan toprak zâdegânıdır.

İşte, bu üç farklı öbek, Onyedinci yüzyılın sonlarına doğru ‘buluşarak’ keli­menin tam anlamıyla bir ‘akıl izdivâcı’, daha doğrusu, ‘menfaat izdivâcı’ kuracaktır -her ne kadar, ‘izdivaç’, çiftler arasında olur­sa da! Sözü edilen üç unsurun yerleştiği mahal, İngiliz adasının bellibaşlı şehirleridir. Bunların başındaysa, Londra gelir. Top­rakla uğraşmağı bırakıp şehre yerleşen, böylelikle de Yakınçağ tarihinde yeni bir toplum-iktisât sınıfını teşkil edecek olan Kentsoyluluğu (Fr: Bourgeoisie) gündeme sokan bu zâdegân takı­mı, mal -mal ile mal- para mübâdeleleri sonucunda biriken ser­mâyeyle Sanayi devriminin başını çekmiştir.

Nisbeten kısa sürelerde büyük miktarda mâlî değer taşıyan malların, yalınkat beden gücü gereksinilmeksizin ortaya çıkarıl­ması anlamına gelen sanayi, başka bir deyişle, fabrikalaşma, geç­mişteki bütün öteki üretim araçları ile tarzlarından bambaşka bir olaydır. Burada hammadde denilen işlenmemiş malzemeden ma­mul maddenin çıkarılması işini üstlenen cıhâzlara makine; bir­den fazla makineyi barındıran yapılara da fabrika denmiştir. Sa­nayi, şu hâlde, Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyetinin mekanik biliminde temellenen felsefe-bilim sisteminden türetilmiş Maddeci-Mekanisist dünyagörüşü çerçevesinde oluşturulmuş yöntem­ler kullanılarak mekanik araçlarla maddî yapıların ortaya koyul­masıdır. Bu yolla ortaya koyulanlara mamul madde denir. Mamul maddeyse, hammaddenin, fabrika denilen mahalde bulunan ma­kinelerin işleminden geçirilmesiyle meydana getirilir.

Makineleri çalıştıran kişiye işçi, onun ortaya koyduğu güceyse emek denir. Başka bir deyişle, insanın makine çalıştırma gücü, emektir. İnsanın kol gücü ve el mahâretiyle makine çalış­tırma edimi ve bunun toplum ile siyâset düzlemindeki yansıma­sıysa emekçiliktir.

Mamul maddenin üretilmesi için elzem olan hammaddenin temîn edildiği tabiî-coğrafi-siyâsî yöreye sömürge (Ing: Colony) adı verilir. Mamul maddenin, para karşılığında elden çıkarıldığı yere de pazar (Ing: Market) denir. Çoğu kere sömürge ile pazar, aynı yörede buluşmuştur. Bunun temini için genellikle silâhlı devlet kuvvetleri yahut gayrıresmî -şirketlere ait (Hindistana ve Malayanın bâzı illerine İngiliz tâcı hesâbına el koyan East India Company gibi)— birlikler işe koşulmuştur.

Bundan böyle, en az masrafla en büyük kazancı elde etmek -kâr- ana hedeftir. Taş, toprak, maden, ağaç, insan, istisnâsız her şey, maddî ve manevî bütün birimler ile değerler, az önce bahset­tiğimiz gâyeye yönelik araçlardır. Gâyeye ulaşmak çabasında olan birey hâliyle beşerdir. Başka bir anlatışla, ALLAH Tebliğinde bildirilmiş tekmil değerleri temelden red ve inkâr edip kendisini bunlardan bağımsız ilân eden ve yeni yükselen medeniyette baş rolü oynayan bireylilik durumundaki beşerdir.

Bundan önceki -kısmen Eskiçağ Ege medeniyeti istisnâ sayılırsa- bütün medeni­yetlerde esas câmia (Ing: Community) iken, burada merkeze ka­yan tek başına oluşuyla bireydir. O, artık dünyanın odağı duru­mundadır. Maddî'mâlî menfaatine erişmek amacıyla ona bütün araçlar, gereçler ile yollar mubahtır. Tek başına altından kalka­mayacağı güçlükleri yenmek için başka bireylerle mukavele ya­hut ittifak akdedebilir. Bu yeni medeniyetin en önde gelen fikir babalarından Thomas Hobbes (1588-1679), toplumun (îng: Soci- ety) bireyler arasında akdedilmiş mukavelelerden vucut bulduğu­nu öne sürmüştür. “Herkesin herkesle savaş” (L: “Bellum omni- um contra omnes ) durumunda bulunduğu bir dünyada “insan insanın kurdudur" (L: “Homo homini lupus”).

Mukavele veya ittifak akdları, bu sürekli mücâdele ve rekabet ortamındaki süreli ‘ateşkeslerdir. Dikduran -artık, ‘başıboş’ anlamında- serbest insan (L: Homo erectus liber), kibirlidir ve dünyaya menfaatleri açısından yukarıdan bakar. Mukaveleler veya ittifaklar, işler ik­mâl olunur olunmaz sona ererler. Bu, ailenin esası olan Evlilik­ten tutunuz da, toplumun en üst ve karmaşık teşkilâtlanışını ifâ­de eden Devlet yapılanışına dek uzanan bir durumdur. Mukave­le veya ittifak süreleri geçici barış zamanlarıdır.

İşte, Friedrich Nietzsche'den (1844' 1900) Yeni İnsanın tasvir ve tavsifi:

“Ecce Homo”:    “Elbette! Biliyorum aslımı, esasımı;

Aynen alev, yanmağa doymayan,

Yana yana kendini bitiren.

Neyi tutsam, nurlanıveriyor;

Neyi bıraksam, kararıveriyor.

Hiç şüphe yok: Ben alevim!’’

“Yeni Denizlere:“Gitmek istiyorum oraya;

Güvendikçe güveniyorum kendime ye kavrayışıma. Deniz uzanıp gidiyor alabildiğine;

Cenevizli gemim almış başını, yelken açıyor maviliklere. Her şey, yeni, yepyeniymişçesine parlak gözüküyor bana. Yatmış zaman ile mekân öğle uykusuna.

Gözün -koskoca Bakıyor bana -sonsuzluk!”

 

Bu ‘nevzuhur’ trajik insanın ilişkilerinde gördüğümüz herca­îliği, avâmî söyleyişle, “öküz öldü, ortaklık bitti” atasözüyle de özetleyebiliriz. Buna karşılık, ‘eski’ inanmış insanınkilerini de yi­ne Mevlâna Celâleddin Rumî’den bir beyitle dile getirelim: “Ca­nın canıma karışmıştır; seni inciten her şey, beni de incitir”. Atasözümüz, ‘’confédératif’, faydacı ilişkileri ele verirken, Mevlânanın beyiti bize içden bütünlüklü  olanları yansıtmaktadır.

 

‘Confédératif, faydacı  ilişkilerden doğan ittifakların esası, daha önce bahsi geçen ‘menfaat izdivâcı’dır. Böylesi ‘izdivâç’lardan tarihte yepyeni bir sayfa açacak boyuttakisiniyse, İNGİLİZ-YAHUDÎ İTTİFAKI olarak adlandırıyoruz. Söz konusu ‘İttifak’, çenber çenber, daire daire yükselen yahut genişleyen çeşitli alt birimlerin veyahut ortaklıkların meydana getirdikleri bir karma yapıdır. Birbirlerine karşıtmış gibi gözüken siyâsî, fikrî, iktisâdî hareketler ile akımların,aslında belirli bir çekirdek teşkilâttan, kuruluştan türeyip yönlendirildikleri ilk ‘bakışlar’da göze çarpmaz.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

Toplumu Yozlaştıran Şey Hayasızlıktır...

Toplumu Yozlaştıran Şey Hayasızlıktır...Toplumu yozlaştıran baş etken, kendisine vücut veren bireylerin göze bata­cak raddede çoğunun hayâsızlaşmasıdır. Hayâ, kelime olarak, hayâttan gelir. Canlı olan beşerle varoluş bütünlüğünü paylaşan, artık canlı olmaktan öte hayat sahibi insandır. Hayat ise, hayânın pınarıdır. Hayâ da, edebin, dolayısıyla da, ah­lâkın ‘omurga’sidir. İşte bu zikrettiğimiz belirlenim, İslâmî yaşayışın, İmmanuel Kantın deyişine başvurursak, “temel kural’ı yahut ‘düstûr’udur. Nitekim bunu Hz Muhammed: “Her dinin ahlâk düzeni bulunur; İslâmınkisiyse, hayâ üzerine kurulmuştur” şeklinde ifâde buyurmuştur. Bu yaşayışın baş düzenleyicisi, ter­biye edici olan kadındır. Yukarıda andığımız Hadîsin, bu bağlamda, mantıkça devâmı şudur: “Hayâ, güzeldir; kadınlar ise, bir başka güzeldir.”

Nihâyet, sağlık­lı olan ile çözülen, çözülmeğe hükümlü toplumlar arasındaki çizgiyi Hz Muham­med bize şöyle özlü biçimde çekmektedir: “Mümîn, her davranışa yatkın özellik­te yaratılmıştır; hıyânet ile yalan hâriç”! İlkasli Andını unutan yahut ondan sa­pan, hürriyeti tam beşerdir "... Utanmadıktan sonra, istediğini yap”!

Seleserpe, serazad Utanmaz adam (L Homo impudens), ömür boyunca hıyânet ile yalan batağında debelenen Ümitsiz —Tragique— ferdir.

Bugün nitekim, dünya çapında insanlık olarak karşı karşıya kaldığımız ölümcül durum budur işte. Bu son derece tehlikeli gidişten kurtulmak, Kur ân ile Hadîslerin işâret ettikleri ve hayânın kapsadığı değerler olarak kabul ettiğimiz, insançin ölçülüğü olağanı, dengeli ile sağlıklı olanı yakalamakla mümkündür.

“Bütün insanlar birdir;

Karşılıklı haklar gözetilmelidirler;

Karşı cinsiyetler, birbirlerini saymalıdırlar;

Evlilikten doğan aile bağlan ve çocuk doğuran kadın kutsaldır.

Yetimlerin özellikle şefkata ihtiyâcı vardır.

Bütün mallar, güvenilir ellerde bulundurulurlar;


Ödevler ise, tam belirlenmişlerdir.

Bu dünya hayatımıza şefkatla ve hayırlı eylemleriyle ışık ve neşe saçanlara Ölümden sonra hakkettikleri ödüller,

Hakkaniyet esasları gözetilerek dağıtılmalıdırlar.”

 

Hakktan yana olan Rahmânî insan (OrL vir Dei), Ümidin insanıdır (L Homo spes). Hakktan ümit kesilmez

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet

 
Devamını Oku »

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

İslâm,Adaletsizliğe,Sui-istimale Başkaldırma Hareketidir

 

8-İslâm, spekulativ yahut spekulativ-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizâmı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bunlar, onun görev alanında yer almazlar. O, bunlarla birlikte bilcümle insan faaliyetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, etkinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belirlemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlîlde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcîl eden kaynağın, yânî ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlikte bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli kalmaz. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini bizlere bildiren Tebliğ, yânî Kur’ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerektiğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evrensel Peygâmberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed’dir. Ahlâkı biçimselleştirilmiş mantık çerçevesinde işlemden geçirerek sistemleştiren ve bunun bağlamında olayları değerlendirip anlamlandırmak suretiyle gerek sanat kurgularının gerekse bilgi binâlarının temellerini ve bilâhare sistemleştirilmiş bilgiler yapısı demek olan bilimin inşâa imkânlarını hazırlayan ‘filosof’tur. Gerek ‘peygâmber’ gerekse ‘filosof’, Allahın seçilmiş kullarıdır.

Ne var ki, peygâmber, kutsal kişidir. O ve aktardığı İlahî ahlâk nizâmı, ilkece, eleştiriden vârestedir. Aktardığı Tebliğ, “Allah tektir, eşi benzeri bulunmaz” yahut “haksız yere insana kasdedemezsin; hayatın dokunulmazlığı vardır” diyorsa, bu, soru konusu kılınamaz. Ahlâkın temel ilkeleri aklıaşkındırlar. Aklıaşkın olanı eleştiri süzgecinden geçirmek, aklaaykırıdır; saçmalamağa götürür. Filosof ise, kutsal-olmayan kişidir.

Kurduğu sistem, ilkece, eleştirilmeğe açıktır. Akla ve tecrübeye dayalı her yapı zorunlulukla eleştiriye tâbîdir. Allah Tebliği Kur’ânın, ilkece, eleştiriden vâreste olması, İslâmı akıl – tecrübe dünyasına sürmemizi imkânsız kılar. Ancak, İslâmın vazettiği temel ahlâk ilkelerinden hareketle bir ‘dünyevî gelenek–görenek– hukuk–bilgi–bilim–toplum–siyâset–iktisât düzeni’ kurabiliriz; kurmalıyız da. İlhâmını Allah Tebliği Kur’ândan alan bu düzen, zorunlulukla İnsanşumûl Toplumcu– Paylaşmacı–Dayanışmacıdır; demekki Adâletcidir. Ne var ki, nice vurgulasak yeridir: Dünyevîdir; öyleyse, eleştiri ile değişmeye açıktır. İşte Maddiyâtcı–İktisâdiyâtcı Bireyci ‘Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî medeniyeti’ ile onun temel ideolojisi ‘Sermâyeciliğ’e görünür tek canlı seçenek İslâmdan esinlenmiş Maneviyâtcı İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzendir. Bahse konu düzen, esâstan, Allah yaratığı ‘İnsancı’dır. Bu manâda insanın insana kul köle kılınmasını öngören bütün düzenlemeleri temelden reddeder. Peki, nedir bunlar?

Emeksiz gelir temînin gerektirdiği küçük ve büyük çapta sömürü, şirketlerin tekelleşmesi ile devletlerin imperyalistleşmesi; fennin, dur durak bilmez kazanç hırsı uğruna hayatın tüm vechelerine hâkim olup doğayı alabildiğine yıpratıp tüketmesi. İnsan şeref ve haysîyetinin gerektirdiği maddî ile manevî yaşama seviyesinin altına düşmeğe ‘sefillik’; emeksiz, sömürü ve suiistimâl yoluyla aşırı zenginleşip ‘ahlâksızlık çukuru’nda debelenme durumuna da, ‘sefîhlik’ diyoruz. Emeğiyle geçinip edebiyle yaşayan, üreten ve ürettiğine kısmen yahut tamamıyla mâlik olan bu iki aşırı  ucun arasındaki insandır. O işte, İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Düzenin Maneviyâtcı ‘ödev’ insanıdır. O, beninin değil, mensûbu bulunduğu topluluğun hâdimidir. ‘Benci’ değil, ‘bizci’dir. Üretenin, ürettiğine tümüyle uzak kalması, yabancılaşmaya yol açar. Tekelci– Sömürücü Sermâye düzeninin iki aşırı ucunda duran sefil de sefîh de kendisine yabancılaşmış kişidir.

Kendisine yabancılaşmış kişi, ya sefilde olduğu üzre, üretecek güc ile üretim araçlarından kısmen yahut tamamıyla yoksundur ya da sefîhte gördüğümüz gibi, kendi üretmez, ama toplumdaki beşerî, mâlî ile maddî üretim araçlarını tekelinde tutmak suretiyle ürettirir. İkisi de manevî yıkıma uğramış kişidir. Maneviyâtı çökmüş, özsaygısını yitirmiş kimsenin, değerlendirme ile anlam atfetme kâbiliyeti de kalmaz. Kendi ektiğini biçen, biçtiğini kendisinkilerle birlikte tüketen ‘özbilinc’ini duyumlayabilip özüne saygı duyar. Böyle biri, mütedeyyin, güvenilir, emekci, hayırlı ödev insanıdır. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzenin baş hedefi, mütedeyyin, güvenilir, hayırlı ödev insanının yetişmesini sağlamaktır.

Bu tür bir düzende haksız kazanç getiren fâiz, rant ile tekelleşme çeşidinden kötülüklere fırsat tanınamaz. İnsanşumûl Toplumcu–Paylaşmacı–Dayanışmacı Âdil Düzen, bir yandan mahvedici yoksulluğu, öbür taraftan da şatafatı, ‘ayranı kabarmış’ şımarıklığı önler. Zâten bu iki temel kötülük birbirini kaçınılmazcasına zorunlu kılar. Nerede sefilliğe rastgelinirse, orada sefihlikle de karşılaşmak mukadderdir. İnsana ve dünyaya hizmetin gerektirdiği dirâyeti Allaha ibâdetin kişiye kazandırdığı nizâm ile intizâm tutumunda buluruz. Bu tutum, iç ile dış olmak üzre, iki çeşittir. İç nizâm ile intizâm duyuşunu bizlere ibâdet, dış tutumu da, askerî talîm ile terbiye kazandırır. Ödev bilincini duymak yoluyla beşerden insana terfîi olunur. Ödev bilincini duymak ve icâplarını yerine getirmek dirâyetli olmağı gerektirir.

Söz konusu dirâyetin husûle getiricisi eğitimdir. Onun da, demekki iki neviinden biri, dinîyken, öbürüsü de askerîdir. Nasıl ki ‘din’in suiistimâli bizi ‘Din devleti nizâmı’na (Fr Théocratie) sürüklerse, ‘askerliğ’inkisi de, ‘Askerciliğ’e (Fr Militarisme) götürür. O, İmperyalismin ilk basamakları arasındadır. Bu yüzden de, sakat ve gayrımeşrûudur. Öyleyse askerlik ile Askercilik birbirlerinden seçikce ayırdedilmelidirler. Birincisi, 207 beşer kılığındaki canlıyı insan kılan ödev bilinci ile bunu ifâ irâdesini tevlîd edip bileyen, ibâdetle birlikte, bir talîm terbiye —eğitim— işiyken, ikincisi bir siyâsî- iktisâdî düzendir. ‘Ödev bilinci’nin baş tâcı, ‘haksızlığa karşı çıkmak’tır.

Başkaldıran insanın ise, çelikleşmiş bir irâdeyle mücehhez olması zorunludur. Çelikleşmiş irâdeyi kişiye dinî ile askerî eğitimler kazandırır. Çağımızın Küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin en fazla korkup ürktüğü olay, ‘başkaldıran insan’dır. İşte ‘sekülerleştirme’ ile ‘barışcıllaştırma’, kısacası, ‘uyuşturma’ çabalarının nedeni. İslâm ahlâkının esâsı, ‘zulm ile haksızlığa başkaldırı irâdesi’dir: ‘Cihât’. İşte İslâm düşmanlığının hikmetisebebi. Sonuc itibâriyle, İslâm, bir ‘başkaldırma hareketi’dir; Müslüman olmanın manâsı da, haksızlığa, adâletsizliğe, suiistimâle, sömürüye, Sömürgecilik ile İmperyalisme, Irkcılık ile Kavimciliğe ‘başkaldırma irâdesi’nde yatmaktadır.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;188-190

 
Devamını Oku »

İslam

İslamİlkece, İslâm, Allah Tebliğinin verisidir. Buna karşılık, daha önce de çeşitli vesilelerle bildirilmiş olduğu üzre, ideoloji, insan dimâğının eseri olan Felsefe- bilim çıkışlıdır. Bu ikisi, şu hâlde, birbirine zıttır. İkisinden birini öbürüne indir­gemek, felsefe-bilim bakımından saçma; Din yönündense, küfürdür. Ne İslâm\ ideolojileştirebilirsiniz ne de ideolojiyi İslâmileştirmeğe mezunsunuz.

Haddızâtında, İslama., dolayısıyla da insanlığa yapılabilecek en büyük kötü­lük, onun, siyâsî ile iktisâdî maksatlar uğruna suiistimâl edilmesidir. Böylelikle o. Din olmaktan çıkar; manevî yetkisi ile duruluğunu yitirip Yeniçağ dindışı Ba­tı Avrupa medeniyeti çerçevesinde bitip serpilmiş ideoloji zincirine eklenmiş ye­ni bir halka olmaktan öteye geçmez: İslâmcılık. Bu bakımdan İslâmın siyâsîleş­tirilmesi, hele din devletine konu kılınması teşebbüslerine Müslümanların var güçleriyle karşı çıkmaları, zorunluluktur.

Allahtan ruhsât yahut icâzet aldıkları iddiasıyla aşağılık dünyalık işlerini görmeğe girişmiş zevâtın, insanlığın başına açmış olduğu belâlara gerek geçmiş devirler gerekse çağımız tanıktırlar. Her suiistimâl kötüdür, suçtur, günâhtır. Ama en kötüsü ve bağışlanmazı, katıksız katışıksız, salt inanç demek olan imânın su­iistimâl idir, İşte, mümin kitlelerde Ruhbân sınıfının din sömürüsü ile suiisti­malinin yarattı yeğin ve derin hayâl kırıklıklarından Güney, Batı ile Kuzey Avrupanın ruhbân-olmayan çevresine mensup kimi ihtirâslı idareciler, tâcirler, düşünürler ile sanatçılar, 1300lerden itibaren git gide etkili biçimde yararlanır olmuşlardır. İşte Ruhbanın suiistimali,Ruhban olmayanın çıkarcı iş bitiriciliğiyle buluşunca ‘din’ ilkin sarsıldı, akabinde parçalandı, nihayet dağıldı ve buradan Laiklik neşvünema buldu.

İslam, spekulativ yahut spekulatıv-olmayan metafizik sistem, ideoloji, hukuk nizamı yahut fizik dünya hakkında bilgi sağlayan kaynak eser değildir. Bun­lar, onun görev alanında yer almazlar. 0, bunlarla birlikte bilcümle insan faali­yetlerine imkân veren kaynağın menbaıdır. Algılanamaz kaynağın menbaıdır. İpuçlarını fizik dünyada bulamadığımız, ama tekmil işlerimizi, işlemlerimizi, et­kinliklerimiz ile faaliyetlerimizi; kararlarımızı, tercihlerimizi, kabullerimiz ile redlerimizi, doğruluk ile yanlışlık, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik belir­lemelerimizi kendilerine ilk ve son tahlilde vurduğumuz temel ölçülerimizi tayîn ve tebcil eden kaynağın, yânî, Ahlâkın menbaıdır. Ahlâk yoksa, insanın, etkinlik­te bulunmasının, faaliyet göstermesinin de imkânı ihtimâli yoktur. Ahlâkın ana ilkeleri ile genel örneklerini (Fr modèle) bizlere bildiren Tebliğ, yânî, Kur 'ândır. Onların insan ile dünya şartlarına en düzgün biçimde nasıl uygulanması gerekti­ğini gösteren, öğreten adı sanı tanınmış olan, olmayan yerel, özellikle de evren- sel Peygamberler ve bunların sonuncusu Hz Muhammed'dir.

 

Teoman Durali,Çağdaş Küresel Medeniyet
Devamını Oku »

4-Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti ile Sermayeciliğin Tarihteki Konumu

İngiliz Yûhudîlık ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

İngiliz Yûhudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken

''Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vücut vermesine rağmen, Hür Sermayeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî mahfil, milletler-üstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsile-i meratıp düzeni ile tavizsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belit bir kişinin, aile yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır. Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle serbestçe yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet nevinden hiçbir ayırım gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında ustun olanlar, yine de İngilizler olup onları Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur.

İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupanın değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dörtbir köşe bucağına yayılan ingiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır.

Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi, meslek yahut hayır demekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî - gayrıresmî alt kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Dost kisvesi altında cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kabiliyetli akıllı, zekî ve tercihân soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi, ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler— çevreleri. Farmasonluk, gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar.

Tactique ve stratégiesiyle Farmasonluk, İngiliz-Yahudiliğin ana örnekliğini teşkil eder. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere ‘ihrâc ettiği’ değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere, muhafazakâr, maneviyâtcı ile silsile-i merâtipci olmasına ve kendisi için gizlilik ile câmia-içi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği, ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudiliğin, kendi dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetçi olmasına karşılık, başkalarının milliyetçiliği ile yurtseverliğini ırkçılık,giderek, Yahudî-aleyhdarlığı şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip kendisini temsîl eylediği öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği,eşitlikçilik ile cumhuriyetçilik fikirlerini ihrâc etmesine karşılık, kendisinin muhafazakârlık, silsile-i merâtib ile hükümdarlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içerisinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik ve gittikçe gerileyen derecede

Ingilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken, kerih bildiklerini hedefteki özge toplumlara ‘yedirerek’onların mücâdele irâdelerini, dolayısıyla, dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.
Ingiliz-Yahudiliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle, öncelikle, İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da, millileştirilmiş Kilise durumundaki Anglikancılıktır.

Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre, İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupanın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştı.

ii- Din ile Dindışının Birbirlerine karşı Mevzilenişleri

Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse, ‘küllî irâde’ denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları Tebliğlerden birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş anlamda ‘dindar’ diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir iytikât düzenine uymağı reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz.

Nihâyet, tek tek olup bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun ‘mimar’ını tanımanın, nesnel, positiv şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır. Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr Athéisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar ile Tanrıtanımazların (Fr athée) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri cevaptadır.

İşte dar ile geniş anlamdaki ‘dindarlar’a hep birlikte Gerekirciler (Fr Déterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç Ulyanov, nâmıdiger Lenin’le (1870 – 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod’nun (1910 – 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan reddetmiştir.

Monod’ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir. Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın düşünürüdür. Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz.

Akıl–deney yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi görürüz. Ne var ki, Vahiy ve ‘iç sesimiz’, yânî vicdânımız ise, bize Mükemmelliği, başka türlü söylenirse, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellik ise, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya “tesâdüf eseridir”, “kazadır” ya da “kaderin tecellisidir” şeklinde niteleyebilirim.

İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır. Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin aşılıp İlahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen bir husustur. Burada artık toptan görme ―basîret― bahis konusudur. Tarihe bilimsel tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu görmemize engel değildir.

Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden hakîm olunamaz. ‘Bilim’in üstü ve kaynağı ‘felsefe’dir. Onun fışkırdığı pınarsa, ‘hikmet’tir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan ‘hadsisâdık’tır. Tarihi incelerken sezgilerimiz bize önemli ölçüde yardım ederler. Sezgilerimiz, akılyürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde herkes biçimsel mantığın ana yolu olan akılyürütmeyi olağan bir orta ile yüksek öğrenim sonunda öğrenebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. ‘Biçimsel öğrenim’ bize ilkece şüpheye açık değişken ‘bilimsel’ yahut ‘fennî’ bilgilerin edinilmesini sağlarken, ‘tasavvufî eğitim’ insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân demek olan Hakkelyakîne ulaştırabilir.

Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum–siyâset şartları çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün ‘izdivâc’ından neşet etmiş günümüz medeniyet durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla dahî yer yer karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez. Tarafsızlık, ahlâksızlıktır.

Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür. Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden dünyamızdır. Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler, sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden – etki bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir.

İnşâa etmekten uydurmağa kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler yoluyla neden – etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır. Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde ilerilediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla becelleşip buna cevab aramışlardır. Onlar, tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı Avrupada biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün özge yörlerinde şekillenmedi?

Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique) sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı 176; nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha bir şaşırtıcı olmuyormu? Herbert W.Armstrong, bu hâli, “Vahiye göre Anglo-Saksonlar” başlıklı dikkate değer eserinde İlahî İnâyete bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 – 1831) ise, “Tarih Felsefesi Dersleri” başlıklı dev eserinde tarihin, ‘Maneviyât’ (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. ‘Dünya Maneviyâtı’nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin güneş misâli, doğudan doğup Batı Asyada en üst noktasına erişerek batıda kemâle erdiği görüşünü savunmuştur. Hegel’e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız inssanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) maneviyâtları (Alm Volksgeist) aracılığıyla Kendisini izhâr eder.

Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler, Hegel’in gözünde, Büyük İskender (356 – 322), Gaius Iulius Caesar (102 – 44) ile Napoléon Bonaparte (1769 – 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabîî ki bilmeden, “aklın bir hîlesi”ne âlet olurlar. Yine Hegel’e bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile hürriyet ilkelerinin gerçekleşmeleri (“Freiheitsverwirklichung”) yoluyla olur. Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerileme (“Fortschritt”) aşamalarını temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı durumlarda, gerileme (“Rückkehr”) başgösterir. İlerilemeyi durduran en önde gelen etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin (“dunkle Macht der Natur”) baskısına insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyyet ilkelerinin bayrakdârlığını yapan millet, tarihtedeki ilerilemenin de öncüsü sayılır.

Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdârlık tâkatını gösteremeyen milletler, hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler. Devlet geleneğinin Asyadan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin ―İslâmî terimlerle söylersek, ‘cüzî irâde’sinin― bilincine erişme mücâdelesini vermek suretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa185 nasîb olmuştur, diyor. Çağdan çağa ve toplumdan topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki insandan Tektanrılı Vahiy dini ―Hegel’in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır― sâyesinde ahlâk insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır.

Hür insan, konumunu Lutherci Islâhatcı (“Reformation”) hareket ve daha sonra Hürriyetcilikle (“Liberalismus”) pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün, doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından (“entgötterte Natur”), Lutherci Islâhat ve sonraki Hürriyetci hareketlerin sonucunda, Hegel’e kalırsa, insanın kendisi, kendisine karşı serbestce tavır alır hâle gelmiştir. Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu, doğanın, Hegel’in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer kılan sanayi devrimi olmuştur.

iii- Manevî İnsana karşı Maddî Beşerin Mevzilenişi

İşte, insanın, doğaya cephe alışı ve Sanayi devrimi doğrultusunda kendisini kendisine karşı âzât kılmasıyla, Hürriyetci–Sermâyeci anlayış, büyük bir ivme kazanmıştır. Bu eşi menendi görülmemiş gelişmelerin anahtarıysa, Yahudîlik ile İngilizliğin tarihî ittifâkında aranmalıdır. İnsanın, kendisine karşı kendisini âzât kılmasının ne anlama geldiğini gözden geçirdik. Bu yüzden aynı konuya burada dönmeyeceğiz. Yalnız, bu yolda onun, dur durak bilmez korkunç ilerileme marazına dûçâr olduğunu belirtelim.

Bireyler, tüzel topluluklar, şirketler ile milletler arasında kıyasıya, sonu belirsiz yarış başgöstermiştir. Yarış için yarış! İlk ve biricik hedef, kuvvete, kudrete, şana, şöhrete, servete kavuşmak. Hep daha çok; daha, daha fazla; çok daha fazla! ‘Önüme ne çıkarsa, devirir, basar, geçerim; ihtirâslarımın sonu sınırı yok!’ ‘Dünya benimdir ve sonunda her yanıyla, her şeyiyle bana kalacak!’ İmdi, Maddeci–Mekanisist–Akılcı–Deneyci–Laik–İnsancı–Hür Sermâyeci (yahut Toplumcu)–Çağdaşcı insanın vehmi: Bu insan, içsizdir, bencildir, bencidir, benmerkezcidir, çıkarcıdır, ukalâdır, bilgiçtir, zekîdir, arsız hayâsızdır; çıkarına dokunulmadıkca, rahat bırakıldıkca başkasına karışmaz ―’bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!’―; kısacası, daha önce belirttiğimiz üzre, tragique varlıktır.

Çıkarlarını yürütmek maksadıyla oldum olası kimsenin aklına esmemiş yollara başvurur. Fennî üstünlüğüne dayanarak kendisine karşı çıkanları, toptekneleri (İng gunboat), tank, top, uçak, yangın bombası neviinden gelişkin ateş gücü yüksek; kimyevî, biyolojik yahut çekirdeksel (Fr nucléer) bombalar gibi, maşerî yıkıcılığı olan silâhlarla sindirmiştir.

Bunların etkisi de, beklenin altında kalınca, başka müdhiş yöntemler denenmiştir: 1900lerin başında Çinlilere revâ görüldüğü gibi, kalabalık kitlelere zorla afyon yutturulmuştur. Ama bundan daha sinsisi dahî var: Felsefî sistemlerin çarpıtılmasından elde edilmiş ideoloji verisi, içi boş, dışıysa rengârenk kâğıtlarla allanıp pullanmış, sarıp sarmalanmış deyimler ve deyişlerle yığınla zihinlerin bulandırılması, uyuşturulup yozlaştırılması! Böylelikle insanın savaşma ile başkaldırma hassasına öldürücü darbe indirilmiştir.

5- Hür Sermâyeciliğin Yapma Seçeneği: Toplumculuk

Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti, ana ideolojisi olan Hür Sermâyeciliğe seçenek olarak Ortakmülkcülüğü oluşturmuş yahut oluşmasına el vermiştir. Bu yolla Hür Sermâyeciliğe esaslı bir seçeneğin doğması, vucut bulması önlenmek istenmiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin dışından çıkıp geleceği sanılırken, onun içerisinden beklenmedik bir bozuk ses yükselmiştir: Faşism. Hür Sermyecilik gibi, Toplumculuk ve onun türevi, Ortakmülkcülük de, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinin temel dünyatasavvuru olan Maddecilik– Mekanisismden esinlenerek biçimlenmiştir. Muhâfazakârlığa karşı olup ilerici– hamlecidir.

Yine Sermâyecilik gibi, iktisâdı ilahlaştırır. Bu esâslı ortak özelliklerin yanında, Toplumculuğun, özellikle de, onun aslî uzantısı olan Ortakmülkcülüğün, Sermâyecilikten ayrıldığı hususlar elbette var. Aksi tadîrde, nasıl seçenek olurdu? Nitekim, ‘birey’in ‘bireysel benliğ’ine çakılıp kalmağı derpîş eden Sermâyeciliğin tersine, Ortakmülkcülük, ‘toplumsal benliğ’e sıçramağı —üretim ile tüketim ilişkilerinden hız alıp bunların şartlarını değiştirmeği— öngörür: Devrim. Bununla İngiliz-Yahudî medeniyeti, ‘Hürriyetcilik–Sermâyecilikten memnun değilseniz, buyrun işte, size seçenek ideoloji, Toplumculuk yahut Ortakmülkcülük!’, demek istemiştir.

Nasıl birincisini Thomas Hobbes, John Locke (1632 – 1704), David Hume, Adam Smith gibi İngiliz filosofları biçimlemişse, ikincisini, Almanyada doğup büyümüş olmakla birlikte, asıl zihin olgunluğuna İngilterede ulaşmış Karl Heinrich Marx belirlemiştir. İngiliz tarihini kendisine örnek alarak bunun bir bakıma türevi şeklinde görünüme çıkmış Sermâyeciliği irdelemiştir. Çıkardığı sonuçları Avrupa, hattâ dünya çapında yaygınlaştırarak insanlığın geçmişteki aşamalarını değerlendirip bunlardan hareketle geleceğe ilişkin tahminler yürütmeğe çalışmıştır.

Karl Marx, klasik mekaniğin öngördüğü bilimsellik incelemelerini yürütüp sonuç çıkarmağa çaba harcamıştır. İleride, tarafdarları ile aleyhdarlarınca kendisine yakıştırılacak heyecân ile duygu dolu nitelemelerden, az önce söylediklerimizden de anlaşılacağı üzre, Karl Marx, vâreste tutulmalıdır. Karl Marx, bilimsel, duru, seçik akılyürütme tutumunun gerektirdiği biçimde araştırmalarını dar çerçeveden genişe doğru yürütmüştür. Sonuçta, ona bakılırsa, Toplumculuk, Sermâyeciliğin rakîbi veya seçeneği olmayıp “Tarihî maddecilik gereği devâmı”dır. İngiltereden Kıta Avrupasına, oradan da yeryüzünün öbür illerine ellerine yayılacağını iddia etmiştir.

Böyle bir oluşumun başgöstermesi, ancak o dönem İngilteresinde varolmuş maddî ile zihnî şartlar çerçevesinde mümkündür. Nitekim zamanla Toplumculaşmış Sermâyecilik yahut Sermâyecileşmiş Toplumculuk —: Toplumsal halkidâresi (Fr Démocratie sociale)—, İngiltere ile benzeri Kuzey batı Avrupa ülkelerinde yer edinmiştir. Bu ülkelerde siyâsî düzen, toplum devleti (Fr Etat social) şeklinde nitelenmiştir. Gerek Rusyada gerekse onun zoru ve desteğiyle başka memleketlerde zuhur etmiş ve dar anlamda Rus siyâsî ve askerî yayılmacılığının aracı ve âleti olmuş Leninci-Stalinci Ortakmülkcülük, yânî Bolşeviklik, İngiliz-Yahudî medeniyetinin ‘mimarbaşları’nca yahut başka bir deyişle ‘iyi-saatte-olsunlar’ca öngörülmemiş bir ârızadır, kazadır.

6- Öngörülmemiş Tepkiler: Beşerî Akıl Temelli Maddecilik–Mekanisism Dünyatasavvuruna karşı Romantiklik - İdealism ve Sermâyecilik ile Milletlerarası Toplumculuk İdeolojilerine karşı da Faşism ile Millî Toplumculuk

i- Duygu–Heyecân temelli Organisism–Romantiklikten çıkan yol

Faşism ile Millî toplumculuk, kendilerini doğurmuş bulunan Romantiklik– İdealismle birlikte, İngiliz-Yahudî medeniyetince öngörülmemiş bir diğer kaza olup onun dünyatasavvuru durumundaki Maddecilik–Mekanisism ve bilâhare ideolojileri olan Sermâyecilik ile Toplumculuğa karşı meydana getirilmiş ve şiddeti gittikce artmış tepkilerdir. Doğanın, matematik tekanlamlılığını, heyecânsızlığı ile tarafsızlığını temel almış Galilei–Descartes–Newton bilim anlayışından hareket eden dünyatasavvuruna karşı Giambattista Vico (1668 – 1744), özellikle “Milletlerin Doğal Hukukunun Tekrar İkâme olunacağı bir Başka Sistemin İlkelerinin Yardımıyla Milletlerin Doğası hakkında Yeni bir Bilimin İlkeleri” başlıklı eserinde insanı ve tarih çerçevesinde biçimlenmiş değerlerini esas almıştır.

Bunlar, ilk bahsolunan Maddeci–Mekanisist ve Akılcı olanların tersine, düpedüz akılla izâhı mümkün olmayan manevî değerlerdir. “Latin Dili esas alınmak suretiyle İtalyanların en eski Bilgeliklerinin Sergilenmesi” başlıklı kitabındaysa, bu çeşit değerleri paylaşan toplumların tarihte milletleşebildiklerini öne sürmüştür. Vico, René Descartes’ın “cogito ergo sum” (“düşünüyorum öyleyse varım”) vargısının, analizci tarzda elde edilemeyeceğini; bunun, bilinçte, giderek, toplum benliğinde bitip serpildiğini, neşvünemâ bulduğunu savunmuştur. Doğaya da, kişinin, tarafsız, ilgisiz bakışla yönelemeyeceğini; tersine, toplumun etkisiyle kazanmış olduğu bilinçle yol alabileceğini ileri sürmüştür. Böylelikle çağdan çağa, toplumdan topluma farklılık gösteren doğa görüşleri tarih sahnesini doldurmaktadır.

Mutlak kesin Bilgi —Hakkelyakîn— yalnızca Allahtadır. Ona yakınlaşıldığı ölçüde bilgilerdeki görelilikler giderilebilinir. Şu hâlde bilgilenme bir akılyürütme ile gözlem sürecine tâbîyken, ‘irfânî nurlanma’ ânlık sezgi verisidir. Tanrının evrensel düzeni, insanlık âleminde devlet nizâmıyla görünüme çıkar. Aydınlanmacı–İnsancı–Laik zihniyetin, merkeze çektiği ‘birey’ kavrayışına karşı, başta, Vico’da tanık olduğumuz üzre, Tanrı – Devlet esaslarına dayanan bir anlayışın geliştiğini görüyoruz. Bu anlayış, “Fırtına ve Hamle” diye Türkceleştirebileceğimiz (Almanca) “Sturm und Drang” hareketi altında tanınan ve Organisism dünyatasavvurunda esaslanan Romantik akım çerçevesinde 1770'den itibâren Almanyada yer edinip yayılmağa başlamıştır. Maddeci–Mekanisistlerin biçimsel aklın verisi kabul ettikleri değerlerin reddolunup bakîr doğaya geri dönüşü taleb eden, bu cümleden olmak üzre, sanayileşmeğe tepki gösteren hareketin, duyguyu,sezgi ile gönlü dikkatlerinin odağına çeken Romantiklerin indinde, yer aldığına tanık oluyoruz.

ii- Romantiklikten Faşisme

Geleneksel yaşama biçimlerinden köylülük, toprağı işlemek arzusu ve bunlardan neşet etmiş —doğayı sevip özlemek, dostluk, dayanışma, maddiyâta sırt çevirmek, savaşcılık, mertlik türünden— kadîm değerleri yüceltmek eğilimi, benden ziyâde biz için mücâdele etme irâdesi ağır basar olmuştur. İktisâttaysa, tüketim ihtiyâçları yelpâzesini —fabrikalaşma— habire rekâbeti alabildiğine kamçılayan Sermâyeciliğe karşı usta – çırak ilişkisi çerçevesinde gelişen küçük üretim birimleri —zanaate dayalı imâlathâne— arasında oluşturulmuş dayanışma teşkilâtlanmasını esâs almış Korporatism191 ikâme edilmeğe çalışılmıştır.

Kısacası söz konusu akım, Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibâren Kuzey batı Avrupada başgösteren ve 1789 Devrimiyle artık elle tutulur, gözle görülür duruma giren yeniliklere, Yenilikciliğe karşı tepki hareketidir. Bundan dolayı da Tepkici yahut geçmiş ve ‘altın çağ’ diye anılan bir devire geri dönülmek istendiğinden, Gerici şeklinde adlandırılmıştır. Bahse konu hareketin ideoloji hâlini alması İtalyada olur: Faşism.

Bu ideoloji, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Giuseppe Garibaldi (1807 – 1882) gibi Millîyetci ihtilâlciler ile Gabriele D’Annunzio (1863 – 1938) neviinden şair–düşünürlerin İtalyayı ecnebîlerin işğâlinden kurtarma ile birleştirme savaşlarında biçimlenmiş; Yirminci yüzyılın ilk yarısında da, öncelikle Vilfredo Pareto’nun (1868 – 1913) Fransızca kaleme almış olduğu “Cours d’Economie Politique” (“Siyâsî İktisât Dersleri”) ve anadilinde yazdığı “Manuale d’Economia Politica” (“Siyâsî İktisât Elkitabı”) ile “Trattato di Sociologia Generale” (“Genel Sosoyoloji İncelemesi”) kitaplarında bellibaşlı siyâsî ile iktisâdî özelliklerini kazanmış; nihâyet, Fransız Devrimci sendikacısı Georges-Eugène Sorel’den (1847 – 1922) hatırı sayılır raddede etkilenmiş olan Önder (İ il Duce) Benito Mussolini’nin (1883 – 1945) siyâsî mücâdele düzleminde kemâle ermiştir. İtalyan Faşismi, kendisini Romanın devlet ile savaş düzeninin vârisi olarak ilân etmiştir.

Ne var ki, M.Ö. Birinci yüzyıl Romasından M.S. Yirminci yüzyılın İtalyasına köprülerin altından pek çok su akmış olduğundan, İtalyan milleti, asla Romalının savaşcı ciddîliği ile tertibine ayak uyduramamış; bu ülkünün fikir babalığı ile önderliğini üstlenmiş Benito Mussolini dahî, bir başbuğdan beklenecek gözüpek yalınkılınç yiğitlik ile kişilik tutarlılığını gösterememiştir. Faşism, Eflâtun’un Devlet – Toplum – Asker tıkızlığı ülküsünü gerçekleştirme gâyesine takılmıştır. Ancak, her millet, toplumsal kişiliği bakımından, böyle zorlu bir gâyeye erişecek güçte olmadığı vakıasını Eflâtun, kendi tecrübelerinden öğrendi.

Tarihte hiçbir filosofun beceremediği zor bir maceraya atıldı. Görüşlerinin —bilim felsefesinin terimiyle söylersek, ‘varsayımı’nın— geçerlilik derecesini öğrenmek amacıyla üç kere silâhlı mücâdelenin başını çekti. Bozgunla sonuçlanan denemelerinden hareketle Eflâtun, “Devlet”inde dile getirdiği düşüncelerini son eseri “Kanunlar”da değiştirdi. Mussolini de, milletinin ruh hâletini esâslıca tanıyıp Eflâtun’u bir filosof irfânıyla, ağırbaşlılığı ve dikkatiyle inceleseydi, ne kendisini ne de toplumunu bildiğimiz o korkunç sona sürüklemiş olurdu. Sonun korkunçluğu, maddî olmaktan ziyâde, manevîdir. Ortalık günlük güneşlikken başlarının tâcı kıldıkları Önderlerini, talih rüzgârları ters dönünce, uzatmalı sevgilisiyle birlikte, ayaklarından asıp balgam yağmuruna boğdular.

Kendisine has ayırdedici manevî, dolayısıyla da davranış özellikleri taşıyan bireye nasıl, ‘kişi’ diyorsak, benzer bir oluşuma tâbî olmuş toplumu da ‘millet’ diye anıyoruz. Kişiler gibi, milletlerin dahî ‘seciye’si (Fr caractère) vardır. İşte, burada kısaca tasvîr ettiğimiz bir Akdeniz milleti ile onun, daha ziyâde opera sahnelerine çıkmağa uygun Önderinin seciyesiydi. Öte yandaysa, Ducenin müttefiki ve kendisi ile önderliğine soyunduğu İtalyan milletini sırtlamaktan bîtâp düşmüş Führerin sonu, ilkine, maddeten benzer, fakat manen bambaşka olmuştur. Führerle uzun, meşakatlı bir yola düzülen Alman milleti, sonunda, onunla birlikte gözünü kırpmadan ateşe atlamıştır.

Kaçınılmaz sona yaklaştığını anlayan Führer ise, tabancasıyla kendisini vurmadan önce, ölümünü sağlama bağlamak amacıyla, ne olur ne olmaz bâbından, bir de, çok güçlü bir zehir yutmuştur. Bu da bir başka seciye örneği. Sonuçta, halkidâresinin, demokrasinin dağıtıcılığından, savrukluğundan kaçınayım derken, milletler, kendilerini istibdâdın kucağına, mutlak iktidarın bozucu etkilerini unutarak, bırakıverirler.

Buyrunuz: Ölümlerden ölüm beğeniniz! Faşism ile Millî toplumculuk, kendisinden hareket ettikleri zemîn itibârıyla, birbirlerine ters düşerler. Roma–Latin devlet anlayışının bağlandığı dil – kültür birliği kıstasını kendisine esâs ihdâs eden Faşism için saf ırk mülâhazasının önemi yoktur. Hangi soydan gelirse gelsin, kim Latinceyi anadil olarak kullanıyorsa, Roma yaşama uslubuna uygun yaşıyor, irâdesini benimsiyorsa, ve canla başla Roma devlet fikriyâtını içine sindiriyorsa, o, Romalıdır 193 düstûrundan hareket eden Faşism için devlet (L civitas) ülküsünü kişiliğinde canlandıran önderin çevresinde derlenip toparlanmış, dayanışma hâlinde bulunan, gözünü de budaktan sakınmayan esâsen gençlerden kurulu bir toplumun inşâaası, ulaşılması arzulanan amaçtır. Geçmiş nesillerin elinden çıkma ulvî değerlerin muhâfazası nice ağırlık taşıyorsa, Faşism için, gerek doğanın gerekse onun içerisinde gelişen insanın hâlisliğinin korunmasının da onca önemi vardır.

Şu hâlde her çeşit doğadışı, doğal olmayan tasarruf, bozgunculuk yahut sapıklık suçlamasıyla reddedilir. İktisâdî ve fennî, özellikle de sınaî gelişmeler, demekki doğanın bütünlüğü ile hâlisliğine, insanınsa nefs – beden saflığı ile sağlığına halel getirmemecesine gerçekleştirilmelidir. Buna bağlı olarak, insanın nefs – beden saflığı ile sağlığı, onun cinsiyeti ile zihin ve bünye durumu göz önüne alınarak geliştirilmeli düşüncesi eğitime esâs alınmak istenmiştir. Burada kız çocuğunun, ileride ailenin temel dayanağı olacak sâdık, iffetli ev kadını ve anne; erkeğin ise, ailesi ile topluluğunu geçindirip koruyacak faziletli, sözünün eri birey olması hedefi gözetilmişitr. Aynı devlet ülküsüne sâdık bireyler birbirlerinin vatandaşıdır (L civis). Roma devletinin bu ülküsü, Roma medeniyetinin, yavrularından Fransız kültürü yoluyla 1789 İhtilâlikebîrinin çarpıtılmış ruhuna sızabilmiş tek tük unsurlardan biridir: ‘Vatandaşlık’ (L civiles, cives; Fr citoyenneté)...

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;106-118

 

 
Devamını Oku »

Batı'nın İnsan Anlayışı ''Robotçuluk''tur

Batı'nın İnsan Anlayışı ''Robotçuluk''turYeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyeti, uzvî/organik asıllı insanı hem uzvî esâsından hem de manevî-olma hassasından uzaklaştırmağa çaba harcamıştır..Onaltıncı yüzyılın ikinci yarısından itibâren başgösterdiğini gördüğümüz İnsancılık, bu yüzden mekanik beşer anlayışına sâhiptir.

Öyle bir İnsancılığın tasavvur ve temsil ettiği, Allah yaratığı ve rahîm mahreçli insan olmayıp imalâthane yahut laboratuvar ürünü beşerdir. Daha doğrusu, imâlâthâne yahut labora-tuvar çıkışlı olan, beşer de değildir artık; robottur. O hâlde Yeniçağ Batı Avrupa ile Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetlerinin İnsancılıktan kasıtları, haddizâtında robotculuktur.

Robota dönüştürülmüş beşer-insanın örneğini Yirminci yüzyıl boyunca dünya çapında gördük. Robot, esirden, köleden, hattâ delî ile serhoştan özce farklıdır. Esirlikte, mahkûmlukta, kölelik ile hastalıkta kişinin kısmen yahut, en kötü durumda, tamamıyla yoksun kaldığı, serbestliktir. Böyle olanın kişiliği de ona bağlı gelişen kimliği de az yahut çok zedelenmiştir. Yine de bilinci kısmen yahut tamamıyla yerindedir. Bilinci yerli yerinde olan, hürdür. Hür olan, istediğince davranamasa da, irâde sâhibidir. İsteme ile irâdenin ayırımını daha önce yapmıştık

 

Teoman Durali,Sorun Nedir ?
Devamını Oku »

Siyâset Sanatı ile Devlet Nizâmı

Siyâset Sanatı ile Devlet NizâmıSiyâset sanatı ile devlet nizâmını Selçukludan ve onun üzerinden Iranlı Sâsânî ile Arab asıllı Abbâsîden tevârüs etmiş Osmanlı, Anadolu müdhiş bir kargaşaya batmışken, uç beğliğinden imparator devleti olmağa adım atmıştır. 1243 Kösedağ muharebesinde Anadolu Selçukluları yenen Moğol Ilhanlılar, taş üstünde taş, gövdede baş bırakmamacasına Anadoluyu istilâ etmişlerdir. Moğol mezâliminden kaçan Türkmen boyları ile oymakları Türkistandan, İrandan, Azarbaycandan, Doğu ile Orta Anadoludan kalkıp 1261 ile 1310 arasında istilâdan nisbeten masûn kalabilmiş Batı ile Kuzey batı Anadoluya yerleşerek beğlikler kurmuşlardır. Öncelikle Kuzey batı Anadolu serhad boyudur.

Selçuklu sultanı Gıyaseddîn İkinci Keyhusrev (saltanat: 1237 — 1246) Kayı boyu yahut oymağını Bizans kaynaklarında Bitinya diye anılan bölgenin askerî açıdan en kayda değer mıntıkasına yerleştirmiştir. Menteşe, Aydın, Saruhan ile Karesi çeşidinden gâzî beğlikler gibi, Kayılardan gelme Osmanlı da Hırıstıyan topraklarına akınlar düzenleyip kalelerini ele geçirmeğe koyulmuştur. Sonunda 1299 da bağımsızlığını ilân edip Söğütlü merkez kıldıktan sonra Osman Gâzî 1301de İznik (Nicaea) şehrini fethetmiştir. 1326 da vefatıyla Osman Gâzî’nin yerine oğlu Orhan Gâzî tahta çıkmış; 1326 da fethettiği Bursayı Osmanlı devletinin ikinci pâyıtahtı kılmıştır. 1352 de Çanakkale boğazı aşılarak Rumeliye ayak basılmıştır. Mekecenin fethi akabinde Orhan Gâzî, yolda kalmış fakîr fukaranın sığınacağı fakîrân, yabancıya kucak açan garîbân, dilencileri kabul eden miskînân, gezgin dervişleri ağarlayan dervişân ile talebeyi barındıran tâlibân-ı ilmi içerir hânegâh inşâa ettirmiş-tir.“

1326 da fethedilmiş Bursayı 1331 eylülünde ziyâret eden Arap gezgin Muhammed ibn Battuta'nın (1304 - 1377) verdiği bilgilerden buranın beş yıl önce uzun süre muhasara altında tutulup da zaptedilmiş, savaş görmüş bir şehir olduğu izlenimi edinilmez. Hummalı bir imâr etkinliği hüküm sürmekteydi. Bu cümleden olmak üzre, câmi, medrese, han, kervansaray, hamâm, imârethâne, imâlâthâne, çarşı, pazar ve yeni yerleşmeğe gelenlere konut inşâa olunmaktaydı. Şehrin görünümü hızla Müslümanlaşmakla birlikte, din ile kavim farkı gözetilmeksizin herkese hayatını olduğu gibi sürdürme hakkı tanınmıştı. Hana yahut kervansaraya konuk gelenin önüne yiyecek niyetine ekmek, içeçek olaraksa keyfe göre, su yahut şarap koyulurmuş. Yine İbn Battuta'nın anlattıklarına bakılırsa, hükümdar Orhan Gâzî sefere çıkmadıkça mülkündeki şehirleri dolaşır, bir yerde de on günden fazla kalmazmış. Böylece halkın sorunlarını yerinde görüp gerekli tedbirleri vakit geçirmeden almak imkânını bulurmuş. Zaptolunan topraklar ile şehirlerin nizâm ile intizâmı gözetilmiş; kimsenin toprağına, malına mülküne dokunulmamıştır. Sâdece vergiye —iltizâm— bağlanmışlardır. Gerek konulmuş vergilerle gerekse belli bir miktarın üstüne çıkan topraklara el koymak sûretiyle menkul ile gayrimenkul servetin tekelde toplanmasının önlenmesine gayret edilmiştir. Bu da, zâten Kur'ân hükmü gereğiydi.

Söz konusu düzenden Hıristiyan ahâlî öylesine etkilenmiş olmalı ki, kendiliğinden Osmanlıya iltihâk edenler azımsanmayacak sayılara ulaşmıştır. Nitekim Müslüman Türk akıncılarının Hıristiyan mütekâbili olan Bizanslı Rum Akritai, Gâzîlerle birlikte savaşmağa koyulup gazâ çoşkunluğu ile savaş ganîmetlerini yine Akıncılarla paylaşmışlardır. Akritainin arasından Gâzî Köse Mihal, oğlu Gâzî Ali beğ, Gâzî Evrenos gibi akıncı kumandanlar temâyüz etmişlerdir. Aşıkpaşazâde' nin aktardıklarına bakılırsa, bunlardan biri olan Bursa beğinin veziri Gâzî Saroz' a Osmanlı hükümdarı Orhan Gâzî, kuvvete başvurmaya gerek bırakmadan şehri niye kendi istekleriyle teslim etmiş olduklarını sormuş; Saroz da şu cevabı vermiş: “Çeşitli sebeplerden teslim olduk. Bunlardan biri, devletiniz günden güne güçlenirken, bizlerinkisi gün be gün çaptan düşmektedir. Hepimiz bunun farkındayız. Bir başka sebep, atanız (Osman Gâzî) bize darbe indirdi; ardından başını alıp gitti. Köylerimizi mülküne —devletine— kattı. Sizlere teslim oldular. Onların nice rahata ermiş olduklarına tanık olduk. Artık bizlere ihtiyâç duymadıklarını gördük. Bizler de, işte, o rahatı arzuladık.”

Gerek Bizanslı gerekse Balkanlardan Hıristiyan zâdegân aileler hızla ve tereddütsüzce Osmanlı İdâresinin en üst mertebelerine tırmanıp yerleşmişlerdir. En çarpıcı örneklerden birinden bahsedelim. 1389 Kosova meydan muharebesinde Osmanlı sultanı Birinci Murat kumandasındaki Osmanlı Türk ordusuna yenilen Sırpların efsânevî hükümdârı Lazar Hrebelyavoniç, vuruşmada can vermiştir. Onun oğlu ve halefi sıfatıyla Osmanlı hâkimiyeti altındaki Sırbistanm kralı olan Stefan Lazareviç (Lazar II), Birinci Murad'm ardından tahta oturan oğlu Yıldırım (I.) Bayazıt" ın yoldaşı, silâh arkadaşı olmuştur. O kadar ki Stefan, 1402 Ankara muharebesinde Yıldırım'ın yanında Timurlenk'e (1336 - 1405) karşı cansiperane savaşmıştır. Stefan, kumandasındaki Sırp birlikleriyle, askerleri tarafından terkedilmiş hâlde tek başına kalakalmış Yıldırım'm yanında ümitsizce vuruşmağa devam etmiştir. Sonunda Yıldırım'ı ricata iknâ edemeyince, ister istemez elinde kalmış pek az sayıdaki askeriyle muharebe meydanından çekilmek zorunda kalmıştır. Yıldırım da Tımurlenk'e esîr düşmüştür.

Osmanlının seçkinci ve dinî ile kavmî ayırım gözetmeyen siyâsetine çarpıcı bir örnek daha: Yıllardan 1453; tarih, 29 mayıs. Yirmi bir yaşındaki Fatih Sultan II. Mehmet kumandasında Osmanlı Türk ordusu Istanbula girmektedir. Surlar ve onların hemen dibi iki taraftan savaşta ölmüş askerlerin naaşlarıyla dolu. Naaşların arasında devleti ile davâsı uğruna vuruşurken canını fedâ etmiş Bizansın son imparatoru ve başkumandanı XI. Konstantin (Drages) Palaiologos (1404 - 1453) da bulunmaktadır. Fatih, er meydanında can vermiş Onbirinci Konstantin' şanına, şerefine uygun tarzda defnettirmiştir

 Teoman Durali,Sorun Nedir ?
Devamını Oku »

Sevişen — Savaşan Bireylerin Toplumu

Sevişen — Savaşan Bireylerin Toplumu
Sağlıklı toplum, kolayca kırılabilir bir sevişme - savaşma dengesi üstüne kuruludur. Burada ‘sevgi’ yakasını ‘kadın’ temsil ederken, ‘savaş’ tarafı, ifadesini ‘erkek’te bulur. Sevgi ile mücâdele taraflarından biri, ötekisi aleyhine gözle görülür derecede zayıflar yahut güçlenirse, toplumun psikososyal dengesi bozulur. Erkek ile erkeklik özelliklerinin tümüyle başat kılındığı toplum, vahşileşip hûnhârlaşır. Tersine, kadının şefkat, rikkat ile yumuşaklık niteliklerinin tek geçerakca hâline getirildiği ortamda da yozlaşma ile soysuzlaşma başgösterir. Birinci hâlde, medenîleşmenin iki pâyândâsı, ahlâk ile sanattan yoksun kılınılırken; İkincideyse, kişiler, haksızlık ile zulme karşı direnme ile başkaldırma irâdelerini yitirirler.

İşte, çağımızın küreselleştirilmiş İngiliz-Yahudî medeniyetinin genelde bütün insanlığa, özelde de, İslâm medeniyet davâsının tarih boyunca çekicisi olmuş Osmanlı Türklüğüne karşı uyguladığı eğitim, öğretim ile iktisât siyâseti, ikinci şıkta ifadesini bulan hedefe kilitlenmiştir. Mücâdele irâdesini kırmak amacıyla kadın erkekleştirilirken, erkek de kadınlaştırılmak sûretiyle cinsiyet farklılığının doğurduğu görev bölüşümü alt üst olunmakta, böylelikle de tek cinsiyetli nesillere zemîn hazırlanmaktadır. Cinsiyet farklılığından doğan gerilimin meydana getirdiği ve kutsal saydığımız güvenilirlik, sâdıklık, fedâkârlık ile dayanışma türünden değerler berhava olunmaktadır. Zerreleştirilmiş bireyler, beden-nefs varlıklarıyla çırılçıplak ortada kalakalmaktadırlar.

Beden-nefs varlıklarıyla ortada çırılçıplak bırakıverilmiş, zerreleştirilmiş bireylere ne sunarsanız onu yerler. Ötesini düşünmeğe mecâlleri bile kalmamıştır artık. Onlar toplumu, hele hele ümmet kudretindeki bir toplumu asla oluşturamazlar; olsa olsa domuz yahut tavuk çiftliğinin manzarasını sunarlar. Beşerin dünyası nitekim, bir maşerî domuz çiftliğine dönüştürülmektedir. Dirim bilimin/biyolojinin moleküler genetik dalında gerçekleştirilen inanılmaz atılımlardan murad edilen de zâten budur. Biyolojik terimleri- dirilişiyle homo sapiens sapiens olan ve insanlaşmaya kulaç atan beşer, hayvana eşdeğer beşer derekesine düşürülmeğe çalışılmaktadır. İmdi çağdaş sözümona medeniyetin ulaşmak çabasında olduğu gâyenin özü özeti böyledir.

 

Teoman Durali,Omurgasızlaştırılmış Türklük
Devamını Oku »

Osmanlı Devleti Ayrıştırmaz,Birleştirir

Osmanlı Devleti Ayrıştırmaz,Birleştirir

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır. Zirâ, bu milletin maşerî şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadığı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsında Antebi, Maraşı nice savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Medine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulİslâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârulîslâmda yaşayanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe taşıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir.

O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifâdesi de, Halîfe-Kaysar-Han- Pâdişâhı olan kişidir. Nasıl îslâmın âlem telâkkîsi, Vahdete dayanıyorsa Devlet anlayışı da bir o kadar Birlikçidir. Aslında, bugün dahî bağlandığımız birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osmanlının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun kalıntısıdır.

Teoman Durali,Sorun Nedir ?
Devamını Oku »

Osmanlı Devleti Üst Yapısı

Osmanlı Devleti Üst Yapısı

Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdetçe ve iktisâdi geçim araçları ile yolları itibâriyle çok çeşitli alttoplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin kendine uygulayamadığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylesi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır. O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil etmiştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz.

İlk başta gelen ilkesi Allah inancı;

İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlılıktır.

Bu bakımdan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zevâl vermesin!” şiârıdır.

Bu, o denli güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken, sarayını terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” diye parmağından çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebî bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği buyana bırakın, sâdece, yurdu terkederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevheri yanında götüreydi, menfada ayâlı-evlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borçlan ödenemeyip cenâze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfadaki ikâmetgâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

 

Teoman Durali,Sorun Nedir ?
Devamını Oku »

Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’iÇağdaş İngiliz-Yahudi medeniyeti ve  ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak arzusundadır. Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet tasarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygulamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden dirilip toparlanma istidâdını durdurup kökten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm medeniyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Osmanlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvurulmuştur: Binyüz küsur yıllık yazısının iptaliyle Türklüğün tarih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yok edilmiştir. Bu, tarihte eşine menendine rastlamadığımız bir tragedyadır. Böyle bir çılgınlığa devrimciliğin öncüsü Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.

Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha, karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdı-ayâlını yaşatmak, öğrenme iştiyâkını karşılamak da onun İlahî hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, İlahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır.

Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfîdir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır. Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgelelim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız? Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyüklenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan basit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünya görüşünün en bariz vasfı, kişinin, kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâ-yet Hak davâsı uğruna savaşıp direnmesidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünya görüşü çerçevesinde şekillenmiş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları genişmi geniş coğrafyaya İslâmî manâda ‘vatan’ denilmiştir. Bu vatanın bir ucu Tuna boylan, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklardaki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış; imperyalism telâkkisine has sömürge - anavatan (métropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anlamında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düstûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Afrika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tutulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi özetlersek, İslâmın ahlâkında vurgulanan husus, edebin gerektirdiği, yanî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtı-mustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dostlukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözetmede, ödüllendirme ile cezâlandırmada, hep orta yol.

Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘orta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yürümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî yaşayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuruculuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamıştır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî devirlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.

İşlediğimiz bölümün başlığı “Biz Kimiz Sorunu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplayamadığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesileyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeyecektir. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tarihidir. Savaşçılık zihniyeti ile edebi tarafından taşman bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsil edense Osmanlı Devleti olmuştur.

Teoman Durali,Sorun Nedir ?
Devamını Oku »

Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi ‘Devletiebedmüddet’

Türklerin İl (Devlet) Telâkkisi

Yüce Görev (Misyon) Uğruna Yaşananlarla Ülküsel Hayat İnşâa olunur: ‘Devletiebedmüddet’

 

(1)Ta Hsiung-nu varsayılı atalarından, demekki M.Ö. Dördüncü yüzyıldan beri Avrasya anakarasının bütün bellibaşlı inanç câmialarına -Kamlık, Göktanrı itikadı, Taoculuk, Burkancılık, Mazdaklık, Manicilik, Yahudilik ile Hıristiyanlığın kollarından Nasturîlik, Katoliklik ile Ortodoksluk- girip çıkmış Türklüğün,(130) hayata ve insana karşı vazgeçilmez ülküsü, yâni tarihî ödevi, îslâmın yüce çağrı­sına içkindir, mündemiçtir. Alperen, kuvveydi; Velî-Gâzîyle fiile dönüştü. Türklerin, imparatorluk devletini kurmak uğruna savaşma irâdesi, Müslümanlaşmaylarıyla manâsını kazanmıştır.

Türk tarihinin en müntâz devletadamlarından Göktürklerin veziriâzamı Bilge Tonyukuk, Türkün hasletlerinin ne olduklarını ve ülküsünün ne olması gerektiğini şöyle bildirmiştir: “Türkler, Çinde kendilerinden yüz kat kalabalık bir halkla baş edemez; mera ile pınarları izlediklerinden, belli bir yere bağlanamazlar. Gerek bun­dan dolayı gerekse yalnızca savaşma işinde kullanıldıklarından, koskoca bir impa­ratorluğa karşı çıkamazlar. Güçlü olduklarında zapdetmek üzre ilerilerler; zayıf düştüklerinde de çekilip gizlenirler. Tan hânedânının ordusu kalabalıktır; ama işe yaramaz. Bir şey daha: Burkan (Buddha) ile Lao Çe öğretileri salt insancıllık ile zaaf telkin ederler. Savaşma ile güçlenme duygusu ile irâdesini ortadan kaldırır­lar. Bu yüzden tapınaklar inşâa etmemeliyiz”(131)

Nihâyet, Orhon kitâbelerine bakarak Türklerin İl (Devlet) tellâkkisi şöyle dile getirilebilinir. Emniyeti ve adâleti sağlamağı amaç bilen, kuvvetli ve hâki­miyete itaat ve inkıyât eden teşkilâtlanmış müstâkil bir câmia”.(132)

İmdi, bu telâkkiyi en açık ve sallantıya yer bırakmadan barındıran İslâm Ülküsüdür. O, sömürü ile zulme karşı ve ihlâs ile ilim, hak ile adâlet uğruna savaş­ta ifâdesini bulan ve cihât denilen bir ulu ülküdür. İşte, İslâm ahlâkının odağını oluşturan bu ülküyü içleştirerek her hâl ile şartta yaşayıp başkalarına dahî öğret­me mücâdelesini verenler mücâhittirler. Müslümanlaştıktan sonra Türklük, cihât tarihini yaşamağa koyulmuştur. Türk tarihinin kutsallığı da bu ülküde saklıdır.

(2)Türkistanda Tanrı dağlarının güney batısındaki Talaş ırmağı kenarında Milâdî 751de vukûu bulmuş çarpışmanın, özellikle de Selçukluların 956da Müslü­manlığı resmen benimsemelerinin ardısıra Türkler, kitleler hâlinde ihtidâ etmişler­dir. Bahse konu vuruşmada Türkler, Müslüman Arab ordusuna iltihâk edip Çinli­lere karşı çarpışmışlardır.(133) Başka bir deyişle, Türkler, Arap kılıncının zoruyla Müslüman kılınmışlardır, iddiası, tarihe ilişkin bir vakanın çarpıtılmasından özge bir şey değildir.

Özellikle 956ların sonlarında sayıca da heyecân itibâriyle de Türkler, Müslü­manlığı öylesine hızlı ve kalabalık biçimde benimsemişler ki onlara hayranlık nidâsı şeklinde tezâhür eden “Türk imân!” denmiş. Deyim birleştirilip kısaltılınca, za­manla, öncelikle de Farsça telâffuzla “Turkoman”(134), o da, Türkcede “Türkmen” diye söylenir olmuştur.

Talaş vuruşmasının ardından Türk boyları Orta Asyanın doğusundan batısına dalgalar hâlinde hicret edip Müslümanlaşmış, akâbinde Dârül İslâmda, çoğunluk­la, yerleşik düzene geçmişlerdir. Nitekim, Kürt sözlükcü ve muhaddis Macideddîn İbn Athîr' in (1149 - 1210) bildirdiğine göre, sâdece 960da Mâverâünnehre ulaşıp yerleşen iki yüz bin çadırlık Türk toplulukları ihtidâ etmişler.(135) Hicret etmeyip yurtlarını terketmeyen çeşitli Türk boyları dahî, göçenlere oranla daha yavaş olmakla birlikte, zamanla Müslümanlaşmışlardır. Hıtaylar(136) gibi, Doğuda kalıp da Müslümanlaşmamış olanlarsa, git gide Türklüklerini yitirerek ya Moğollaşmış ya da Çinlileşmişlerdir. Buradan da Sekizinci ile Dokuzuncu yüzyıllardan itibaren Müslüman-olmanın, Türklüğün tarifinde baş orunu işğâl ettiğini anlıyoruz. Müslümanlığın yanısıra Türkçe, Türklük binâsını ayakta tutan öbür sütundur. Bu ikisinden biri, daha da kötüsü, ikisi birden belmi verdi, binâ çöker.

Artık, Müslümanlaşmakla yetinmeyip de Dokuzuncu yüzyıldan itibaren Türklük, İslâm dini ile medeniyetinin taşıyıcısı, yürütücüsü, dünya çapında öncü­sü ile savunucusu kesilmiştir. Evvelce, çoğunlukla ‘günübirlik’ bozkır devletim-sı teşkilâtlar kurmağı beceren, başta da Çin olmak üzre, yerleşik üstün medeni­yet toplumlarını ‘vur - kaç’ usuluyla sındırarak talanla geçinirken, Müslümanlığa intısâbından itibaren Türklük, hakkaniyetci-savaşcı—üretici uzun soluklu cihan devletlerini vucuda getirmeği başarmıştır. Nihâyet bu devlet kurma sanatının şahikasını, üstüne üstlük Yeniçağda altı yüz küsur yıl ömürlü ulu çınarı andırır Devletiebedmüddeti, yanî asırdîde Osmanlı Devletini teşkil etmiştir, ülkü. Devletiebedmüddet\ir. Ülkünün ete kemiğe bürünmüş biçimi, tarihte Türklüğün en parlak başarısı, Osmanlı Devletidir.

(3)İlhâmını İslâmın adalet esâsından alan Osmanlı Devleti siyâsî ile hukukî teşkilâtlanışını atası Selçuklular üzerinden, bir ölçüde, Akhamenitlerin halefleri Part ile Sâsanî devlet geleneklerinden devşirmiştir.(137)Tabîî, bunların Müslümanlaşmış hâlini ifade eden Abbasî devlet yapısı birinci derecede etkili olmuştur. Bizans aracılığıyla Romanın derpiş ettiği imparatorluk devletinin sağlamlığı ile dayanıklılığı, güvenilirliği ile şakaya gelmez ciddîliği, her bakımdan çok çeşitliliği ben imsem işlik ve ülkesiyle de milletiyle de bölünmez bütünlüğü vurgulayan vasıf­lan, Osmanlı, içleştirerek kendine mâletmiştir.

Türkler Orta Asyanın doğusunda yaşayıp hüküm sürdükleri çağlar boyunca dikkatleri Çin ile medeniyeti üstünde odaklanmıştı. Batıya kaydıkça Hint-Avrapalı, bu meyânda îranlı toplumlarla karşılaşıp temâsa geçmiş ve zamanla kaynaş­mışlardır. İlk temâslar, İranlılardan Perslerin İslâmöncesi medeniyet dönemine rast­lar. Ama asıl yoğun ilişkiler Müslümanlaşmış Iran kültürüyledir. İlkin hanlıların yaşadıkları Mâverâünnehir yörelerini ele geçirmişlerdir. Seyhun ile Ceyhun ırmak­larının ötesi, yanî Mâverâünnehir, Müslümanlaşmış Perelerin, demekki Farsların indinde Türklerin yurdu anlamında Turandır artık. Sonuçta o geniş bölge 900lerde Türkistan adıyla anılır olmuştur. Mâverâünnehirden sonra Türkleşen bir başka yöre güney Kafkasyadaki Azarbaycandır. Nihâyet 1000den itibâren de Türkler, bizzat İran topraklarında devlet kurar olmuşlardır. Bu devletlerin önde gelenleri Karahanlılar ile Selçuklulardır. Bunlardan sonra da İranı bin yıl süreyle yönetmiş hanedanlar, kültürce Farslılaşmış olsalar bile, Türk soyundandılar. Fars kültürüne intisap, daha Selçuklular devrinde başlamıştır. Farslılaşma, dil başta gelmek üzre,önemli ölçülerde Anadolu Selçuklularına da sirâyet etmiştir. Türklere Türkceyi iâde eden Anadolu Selçuklularının ardısıra gelen Osmanlıdır. Dilin yanında, İslâmî kavrayış cihetinden de Osmanlı, Farştan esen yellere karşı durmuştur.

Türk (oğuz) asıllı, hidâyette de Sünnî olup Sufî tarikattan neşet etmiş Safavî hânedânı (hükümfermâ: 1502 — 1737), Şah Ismâilin (1487 - 1524) önderliğinde İranın millî birliği ile bütünlüğünü sağlamıştır.(138) İslâm âlemini yakıp yıkmış kor­kunç Moğol ile Timur istilâlarının arkasından mezkûr dünyada dengeleri yeniden kurmağa kendini aday ilân eden iki rakîp Türk hânedânıyla karşı karşıyayız. Bunlardan biri Osmanlıyken, öbürü Safâvidir.(139) Ancak, Osmanlı, Türk Oğuz özüne bağlı kalırken Safavî hüküm sürdüğü ülke ile orada yaşayan çoğunluğun kültür belirlenimine uyarak Farslılaşmıştır. Safavîler, Osmanlı muârızlarından kendilerini ayırmak amacıyla Şîîleşirlerken, Osmanlı da onlara karşı Sünnîliği vurgulamıştır. Lâkin mezhep farkına rağmen Türk —hele Şîî Azarbaycan ile Sünnî Doğu Türk— ve İran kültürleri kaynaşarak çarpıcı raddede benzer bir görü­nüm kazanmışlar; buna da ‘Türk —Fars İslâm Kültürü’(140) denmiştir. Bunun en göz alıcı örneğini iki tarafın dilinde görebiliriz. Farscadan Türkceye büyük çapta söz aktarımı olurken, Türkçe de Farscayı, sözvarlığının yanısıra, dilbilgisi biçimi ve kuralları yönünden ziyâdesiyle etkilemiştir.(141)

Mezkûr andırışmalara rağmen, Osmanlı Türkü ile Fars yüzyıllarca çekişip durmuşlardır. Hasımlığın en olumsuz sonuçlarından biri, İranın, Türkistandan Türkiyeye akıp gelen Türk boylarının göçüne Onbeşinci yüzyıldan itibâren ket vurmasıdır. Haddizâtında Anadolu ile Rumeli, öyle, Onbirinci yüzyılda birkaç bin neferle Türkleşmiş filan değildir. Doğru olan, bu sayının ziyâdesiyle üstünde olup milyona varan bir rakam bahis konusudur.

Türk-Fars İslâm Kültürünün, Osmanlı üzerindeki etkisi, doğusundaki Türk ile Fars ülkelerine oranla daha zayıf kalmıştır. Bununla birlikte, doğusundaki Türk ile Fars toplumları gibi, belirli bazı kurucu unsurları itibâriyle Osmanlı da, ‘Türk-Fars İslâm Kültürü’ dairesinden sayılmalıdır.

Gerek insan tiplerinin, giyim kuşam ile yaşama tarzlarının, gerek hayatı ve dünyayı değerlendirişlerin, gerek mimârînin, tezyibin, edebiyat ile sözvarlığının benzeşmeleri gerekse yazıbirliğinin sağladığı özellikle aydınlar, yanî ulemâ arasın­daki bildirişme rahatlığı ile kolaylığı git gide silinip ortadan kalkmıştır. Sonuçta,Yeniçağ Batı Avrupasının tersîmlediği tasarı uyarınca öncelikle Osmanlı Türklüğü-nün İslâmsızlaştırılmasıyla bu medeniyet coğrafyasının doğusuna —İslâmî ıstılâhta buna Maşrık denir— şâmil mezkûr kültür ortaklığı da silinip gitmiştir.

Türkler ile Farslıların ortaklığını tarihte andırır tek örnek, İkinci Dünya Savaşı sonuna değin, Çinliler, Japonlar ile Koreliler arasındaki sıkı kültür birliğidir.

(4)Türklüğün öteden beri başat özelliği olan askerî savaşçılığın, herkes için geçerli kılınması, demekki belli bir zümrenin tekelinde bulunmaması keyfiyeti, Osmanlı devlet ile toplum yapısının esâsını teşkil etmiştir. Aynı durum, din yaka­sı için de söz konusudur. Nasıl, eli kılınç tutabilecek adam, muharebe meydanın­da arzıendâm ederdiyse, akılbâliğ öğrenim görmüş herkes, hinîhâcette, en azın­dan, bir cuma, bayram yahut cenâze namazını kıldırabilecek kadar dinin amelî hünerleriyle mücehezdi. İşte, bu bildirilenlerden de anlaşılacağı üzre, askerî (Fr militaire) - mülkî (Fr civile) ile ruhbân (L clericus) - ruhbân-olmayan (L laicus) ayırımının, Tanzîmât sonrası döneme değin Müslüman Türk, özellikle de Osmanlı tarihinde yeri olmamıştır.

Ruhbân - ruhbân-olmayan ayırımının olmaması, Müslümanlığın temel özelli­ğidir. Allah, kendi adına tasarrufta bulunma yetkisini hiç kimseye tanımaz. Burada Peygâmberler bile istisnâ teşkil etmez; onlar dahî beşerdirler: “Peygamberleri onla­ra —yanî ahâliye— dediler ki: ‘Biz sizin gibi beşer olmaktan başka bir şey değiliz. Ne var ki Allah, kullarından dilediğine ihsânda bulunur; Onun, izni olmadıkça sizlere hüccet getirmeğe kudretimiz yoktur...’” —İbrâhîm/ 14 (11); “Senden önce gön­derdiğimiz peygâmberler de yemek yiyen, sokaklarda yürüyen beşerdiler” —Furkân/25 (20). Hâlbuki ruhbânlık, İlahî yetkiyle mücehhez olmak anlamında­dır. Şu durumda birinin kalkıp sırtım Allaha, yaslayarak resmen ve siyâsetçe başka­larına çekidüzen vermeğe yeltenmesi İslâmın esâslarına aykırı bir işdir. Ruhbân zümrenin İlahî yetkiye ve kudrete dayalı siyâsî ve hattâ iktisâdî erki anlamındaki ‘diniktidarı’ (Fr théocratie) İslâmla bağdaşmaz. Bu sebeple geçmişte İslâm yahut Müslüman lakabı yahut ünvânını taşımış devlet yahut iktidar ad terkibiyle karşılaş­mıyoruz. Günümüzde de ilahî-dinî ünvân taşıma iddiasındaki bir kısım Müslümanın, Allahtan aldıkları hücceti göz önüne sermek zorundadırlar.

Filhakika, Allahtan ruhsat aldığımızı iddia ederek dünya işlerini tanzim etme­ğe kalkıştığımızda, kaçınılmazcasına düştüğümüz yanılgılar ile yaptığımız yanlış­larda, işlediğimiz cinâyetlerde Onu bunlara âlet etmeğe, Onun muazzez adını lekelemeğe ne hakkımız var? Böyle bir yola tevessül etmek hatâların en büyüğü­dür. İki onulmaz yanlıştan söz edilebilinir: Biri dini siyâset ile iktisâda âlet etmek, öbürü de müstehcenliktir. Birincisi manevî, İkincisiyse, maddî mahrecimizi ayağa düşürür. Kişinin birinci —yânî dünya ile âhıret— dayanağı, /fakıdır; İkincisi de Mürebbiyesi (annesi)dir. Bunlardan başta birincisi olmak üzre, ikisini de yitirir­sek, varoluşumuz çürüyüp çözülür.

Bir toplum-siyâset ortamında(142) ruhbân zümre yoksa, karşıtı, ruhbân-olmayan da, tabiatıyla, bulunmayacaktır. Tıpkı, sivil zümreniz yoksa, askerinizin (OsmT seyfîyenin) de olamayacağı, ve bunun tersi durumu, gibi. Osmanlı Türk tarihinde işte bu sebeple, Clérical - Laïque ile Militaire - Civile karşıt zümrelerini ve bun­lardan kaynaklanmış siyâsî iktidarları aramak beyhûdedir. O hâlde Cumhuriyet Türkiyesindeki bu kabil sınıflamalar idhâl malı sunîliklerdir. Nitekim, dinadamı meslek öbeği dahî, sunîliklere bâriz bir misâl teşkil etmektedir.

(5)Müslüman Türk, savaşma gücü ile kâbiliyetini hep İslâmdan almıştır. İkisi el ele yürümüş süreçlerdir. İslâmın, savaşmaya, dolayısıyla da yaşamağa esin ve güç kaynağı oluşturması, bir ahlâk olayıdır. Kur’ândan kaynaklanan ahlâk gücüyle ‘özüm’ü ve ‘Dârul İslâm’ı koruyup kollama çabasında bulunurum. Özümü ve Dârul İslâmı koruyup kollama mücâdelesi meşrûu müdâfaadır. Sırf talan maksadıyla elin günün malına mülküne, ırzına canına, yerine yurduna tamah ve tecâvüz etmek, elbette, Allah yolunda gazâ etmek değildir. Tam tersine, zulümdür. Taktik icâbı yer yer ve zaman zaman hücuma geçilecekse bile, aslında ‘gazâ’, ‘meşrûu müdâfaa’dan başka bir şey olamaz. ‘Meşrûu müdâfaa’, ‘haddini bilmek’tir. ‘Haddini bilmek’se, ‘edep’tir. ‘Haddini aşmak’ da ‘kibir’dir. İşte, ‘ahlâklı yaşamak’, ‘edep’ ile ‘kibir’ uçları -‘ifrât’ ile ‘tefrît’- arasında cereyân eder. Bu uçlardan ‘edep’, ‘hayata örnek’; ‘kibir’ ise, ‘ibret’tir.

Gelişigüzel biraraya gelip talan peşinde koşan ‘güruh kavgacılığ’ından farklı olarak Osmanlı’nın ‘askerî savaşcılığ’ı (Mücâhitlik), üstün insanî değerlerin demetlenmiş hâlini dile getiren ülküyü gerçekleştirmek üzre, savaşmağı olabilir kılacak kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmış bütünlüğüdür. Toplumun bütün maddî ile fikrî imkânlarının bahsi geçen kuvvetler ile malzemelerin teşkilâtlanmalarına hasredilmiş olmaları, kendisinden önceki Türk devletleri gibi, Osmanlı’yı da yekpâre bir ordu kılmıştır. Başka türlü söylersek, Osmanlı’nın Müslüman Türk unsuru, hükümdârıyla, rençberiyle, bilgini, dervişi ve zanaatkârıyla topyekûn bir savaş gücüydü. Yalnız, İslâm öncesi Türklerden farklı olarak Müslüman, özellikle de Osmanlı Türkleri savaşmak için savaşmamışlardır. Ülkü, ülkeleri ele geçirmek sûretiyle toprakların genişletilmesi ve bu yoldan maddî servetin artırılması doğrultusundaki mücâdeleyi öngörmez.

İlk amaç, İslâm âlemini bir bayrak altında toplamak -Halîfelik(143), bu maksatla üstlenilmiştir-, bunun başarılamadığı durum ile zamanlarda, zorda kalan Müslümanlar ile diğer toplumların dahî korunup kollanmasıdır. Nitekim bu bildirdiklerimizin şüpheye yer bırakmaz örneklerini, 1492’den itibâren İspanya’daki Müslümanlar ile Yahudîlerin(144), Katolik istilâcılara; 1500’lerin ortalarında Sumatra’nın kuzeyindeki Açelilerin, Portekiz; 1800’lerin sonlarında da Kafkas boylarının, Rus saldırılarına karşı savunulmalarında görebiliriz. İmdi, Osmanlı yurdu, tarihi boyunca kolu kanadı kırılmış, aç bîilâc ve açıkta kalmış mülteciye sığınak olmuştur.

Şu hâlde, birinci amaç, kavim, dil, iytikâat, örf, âdet ayırımları gözetilmeksizin, İslâm ülküsünde biraraya toplanabilecek cümle halklara ortak bir devlet ile yurt sağlamaktı -Ümmetin barınabileceği Dârulİslâm. İkincisine gelince; bahse konu ülküyü Müslüman olmayan ellere ve halklara -Dârulharb-dahî taşımaktı. Fetholunan Dârulharb ahâlîsi dilediği inanç çerçevesinde yaşamağa mezûndu. Hedef, kılıç zoruyla halkları Müslümanlaştırmak olmayıp kendisini Osmanlı’nın kişiliğinde gösteren, tebârüz ettiren İslâm ahlâkını onlara yaşatmaktı. Sorun, kişisel inançlara düğümlenmiş olmayıp düzendi. Haksız kazanç, yanî faiz ve onun yıkıcı sonuçlarından arındırılıp kurtarılmış toplum--siyâset—iktisât düzeni.

Bahsettiğimiz şu ahlâk meselesini biraz daha deşip açalım: Tabiatça, fıtrat­ça, maddeten güçlenip kudretlenmek imkânından yoksun olanlara insanca, insan şeref ile haysiyetine uygun yaşamak fırsatını sunmak. Bu gayeyi gerçekleştire­bilmek üzre, zâten güçlü olanlar ile böyle olmağa eğilimli bulunanların ziyâde­siyle palazlanmalarını önleyecek tedbirlere başvurulmuştur. Sözgelişi, çeşitli dinî esâslı vergilendirmeler, vakıfların tesisi, verâset ile zilyetin tanzimi, toprakların işlenmesiyle ilgili düzenlemeler, hep bahse konu maksada matûftular.

İnsanlar, eşitçe yaratılmadıklarından, hukukun dışında kalan sahalarda, her­kes istidâdıyla, aklıyla, fikriyle, zikriyle, öğrenimiyle, yapıp ettikleriyle bağlan­tılı biçimde lâyıkına kavuşmalıdır. Hukuk ise, kişinin, zihnine, genel kaııâatlan- na, toplumdaki orununa bakılmaksızın, belli bir mekân ile zamanda olup bitmiş bir olaya karışmışsa, vakada onun payı nedir; neyi, nasıl, niye, niçin yapmış olduğunu sorgulayıp bulgulamağa gayret eder. Toplumun bütün katlarında kat­manlarında her şeyin ve herkesin lâyık olduğu oruna yerleştirilmesiyse, adâlettir. Giderek, adâletin, yaşatan, hayat veren uygulanışına da hukuk diyoruz. Bu yüz­den “vur deyince öldürür” düstûru doğrultusunda yürüyen bir hukuk, adâletin zıddı demek olan zulümden türemiştir. Ahmak ile yoksulu, işe yaramaz ile ten- beli, çalışkanla, zekî ve hayırlı olanla karıştırmak da; o ilk saydıklarımızı insan şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan bir hayata hükümlü kılmak da, aynı raddede zulümdürler. Kul hakkı yiyenlerin, kanunları fütursuzca çiğneyenlerin, cezâya çarptırılmasıyla kalınmayıp zâlimce muamelelere tâbî tutulmamaları kaydıyla. zarara uğrattıklarının, bir nebze dahî olsa, öc alma duygularına cevap vermeleri de adâletin gereğidir.

Sonuçta Müslüman Türkün savaşırlığını, İslâm ülküsünden çekip koparmak, onun mücâdele azmini dumura uğratmaktan özge bir anlam taşımaz. İngiliz Yahudî medeniyeti ile onun hareket ettiricisi olan İmperyalismin de maksadı işte budur. Bütün ezilen sınıfların, zümreler ile halkların, İslâm ülküsüne sarılmaları, bu ülkünün taşıyıcısı ile sürükleyicisinin de Müslüman Türkün olması, tarihî cihetten, akim, izânın gereğidir.

Nihâyet kulluk, insandan Allaha olup insanın insana olanı tek kelimeyle günâhtır.Yazıklar olsun, kulu kula kul kılan toplum düzenine!

(6)İktisâdı çıkar ve kâr esaslı İngiliz-Yahudî medeniyetinin desîsede tarihte çığır açan üstün zekâlı bireylerden oluşmuş gizli ve açık, resmî ve gayrıresmî önder kurmaylarının dikkati, 1800lerin başlarından itibâren bahse konu duruma odaklanır olmuştur. Adı anılan medeniyetin dünya çapında iktisâdî yayılmacılık ve bunu desteklemekle yükümlü siyâsî ile askerî hâkimiyet taşanlarının önünde göze batacakcasına belirgin pürüz, çözülmekte olan İslâm medeniyetinin yeniden dirilme ihtimâline ilişkin emârelerdir. Mezkûr ihtimâli gerçekleştirme imkânını bağrında taşıyan tek siyâsî-iktisâdî güç merkezi olan Osmanlı Devletinin başı ve gövdesiyle ortadan kaldırılması, İngiliz-Yahudî medeniyetinin karşısına vazge­çilmez bir zorunluluk olarak dikilmiştir.

İmdi, Osmanlı Devletinin başı ve göv­desiyle ortadan kaldırılma girişimi, Türklüğün ya toptan imhâsını ya da, neredey­se o anlama gelebilecek, bir başkalaşıma (métamorphose) uğratılmasını şart koş­muştur. Haddizâtında bir kültür varlığının imhâsı, tabiatının bozulması demek olan başkalaştırılmasından geçer. Türklüğü toptan imhâsı, soykırım yoluyla ger- çekleştirilebilinirdi. Bu, nitekim denenmiştir. Balkanlarda 1800lerin başlarından 1950lilerin sonuna değin Türk diye adlandırılıp kabul edilen Müslüman nüfusun kâh öldürülüşü, kâh kavmî temizlik doğrultusunda yerinden yurdundan edilmesi (Fr déportation) olayı ile bunun bir benzerinin Kafkaslarda da sahnelenmesi yukarıda bildirilenin açık bir örneğidir.(145)

Sèvresâe tasarlanmış taslaklardan biri olduğu söylenen, Müslüman Osmanlı Türkünün Anadoludan Orta Asyaya sürül­mesi, gerçekleştirilemeyince, kültür varlığının başkalaştırma yoluyla imhâsı cihetine gidilmiştir. Başta yazı düzeninin tamamıyla değiştirilmesiyle millî maşerî hâfıza silinmiş, ameliyât da böylece başarıyla sonuçlandırılmıştır. Ameliyât, kültür soykırımı anlamındadır. Dirimsel soykırımınmı yoksa kültürel olanınmı sonuçları daha ağırdır, sorusunun cevabı, İkincisidir. Olağanüstü kor­kunçluğuna rağmen, katledilen bir soya mensûp bireylerin kalıtım unsurları, başka bir/çok topluluğun döldöşüne karışarak, bir ölçüde dahî olsa, saklı kalırlar. Oysa bir toplumun, tarihi boyunca, göz nuru, alın teriyle vucuda getirmiş olduğu kültürün köküne, bir kere, kibrit suyu dökülmeğegörsün; o artık, bütün zamanlar için sırra kadem basar.

Yazının değiştirilmesinin yanısıra, Osmanlı Türküne mahsûs dine, siyâsete, hukuka, kılık ile kıyâfete, ev ile aile hayatına ilişkin tekmil kurallar, örfler, âdetler, alışkanlıklar, biçimler, tavır ile tutumlar küpeşteden denize atılmışlardır. Fakat yazıya koşut bir başka bağışlanmaz, fecîi katliâm dile uygulanmıştır. 1920lere gelindiğinde, gerek söylenişindeki renklilik ile telâfuzunun soylu latîfliği,gerek dilbilgisinin tıkızlığı ile kavîliği gerekse sözvarlığının çeşitliliği ile zenginliği itibâriyle Osmanlı Türkcesi dünyanın üç beş en mutenâ ile müstesna dilinden biriydi. Bahsettiğimiz, nazmın şehinşahı Fars şiirine cepheden meydan okuyabilecek gücü kudreti kendinde gören bir şiir ve onunla içli dışlı olmuş ruh kardeşi hârikulâde bir musikî geleneğini bağrında barındıran mümtâz bir dildir. Kıyılırmı böyle bir şahesere? Yakılıp kül edilmiş bâkir orman, yerini, iç karartı­cı, susuzluğu gideremeyen, cümle umudu tüketen çöle bırakır. Klasik dilimizin katli yerlebir edilmiş bir şehre yahut yakılmış bâkir ormana nice benziyor.'

(7)Kimilerinin son yirmi yılda diline pelesenk olmuş iddiası uyarınca, Türklerin yüzde altmışı ahmakmış. Bir millet yahut kavim, fıtraten, aptal olamaz. Böyle bir şeyi kanıtlar mahiyette aklı başında delîl yok. Günü çoktan geçmiş Kuzey kavmiyetci ırkçılığını çağrıştır bir saçmalık. Şurası da var ki, seksen yıl­dır her yeni nesille duygu ile düşünme yollarında tıkanıp yoksullaştığımız gözle görülür, elle tutulur bir gerçekliktir. Gerek bireyin gerekse toplumun duygu ile düşünme ufkunu dili çizer. Dil yoksa, duygu ile düşünme de olamaz. Sözdizimi ile dilbilgisiyle birlikte dilin kurucu unsuru söz haznesini teşkil eden her bir söz, tarihi boyunca edinmiş olduğu muazzam bir müktesebâtın taşıyıcısıdır.

Belirli bir kültürün bâriz bir özelliği, karşılığını belli bir sözde bulur. Nasıl bir canlının gen havuzundaki kalıtım unsurlarını kurcalamak, onun genetik yapısını değiştirmek demekse, benzer biçimde sözlerle oynamak, onları ipe sapa gelmez gerekçelerle atmak, yerlerine saçma sapan sözümona karşılıklar koymakla dil mahvedilir. Dili mahvedilmiş bir toplum-kültürün günleri sayılıdır. Dil, düşünme ufkumuzdur. Tek tek sözler, düşüncelerimiz ile duygularımızdır. Belli bir zaman ile mekânda dile getirilen, başvurulmuş ‘söz’ün tümü tamamı değildir. Çünkü, salt kavramlar, yanî fikirler dışında kalan düşünceleri ifade eder bütün sözler, tasavvur yüklü­dürler. İşte o tasavvur yüklü söz yokmu; o, toplumun, kültürün tarihidir; üstelik resimli tarihi. Kültürü toplumu teşkil eden fertler, o ‘resimli tarih’in mihverinde buluşur, bağdaşırlar. Nitekim Osmanlı milletini kaynaştırıp birarada tutan mihver üçgeninin de köşelerinden biri, devlet-hukuk geleneği, öbürü dindarlık/dinlilik, ötekisiyse Arap asıllı harflerle yazıya geçirilmiş dil (Klasik Türkçe) olmuştur.

(8)Çağdaş Ingiliz-Yahudî medeniyeti ve onun siyâsî-iktisâdî zenbereği hür sermâyecilik, dünyada tek ve eşsiz kalmak arzusundadır. Bu medeniyeti ve onun temel ideolojisini taşıyan güç, imperyalism, mümkün ve hattâ muhtemel her medeniyet tasarısını ateş bacayı sarmadan boğmak irâdesini tereddütsüzce uygu­lamaya geçirmektedir. Bu cümleden olmak üzre, mantıkça tek mümkün gözüken seçenek İslâm medeniyetinin yeniden dirilip toparlanma istidâdını durdurup kök­ten kurutmak amacıyla onun başını ezmek zorunluluğunu duymuştur. İmdi, İslâm medeniyet davâsının bin yıldır mücâdelesini ilimle, irfanla, kan ve gözyaşıyla sürdüregelmiş Türklüğü ve onun devlet şaheseri Osmanlıyı tarih sahnesinden ebeden silmek kaçınılmazlaşmıştır. Bu maksat doğrultusunda kırımın en akıllı ve kökten olanına başvurulmuştur: Binyüz küsur yıllık yazısının iptâliyle Türklüğün tarih-kültür hâfızası silinip boşaltılmış, millî kültür bilinci yokedilmiştir. Bu, tarihte eşine menendine rastlamadığımız bir tragedyadır. Böyle bir çılgınlığa dev­rimciliğin öncüsü Lenin ile Mao bile kalkışmamalardır.

 

6- Türk Tarihinin ‘Zenbereğ’i

(1) Hukukuyla, iktisâdı ve siyâsetiyle tasvir edegeldiğimiz İslâm medeniye­ti zeminine inşâa edilmiş düzene âdil nizâm diyoruz. Teoride ilkece o düzende çok ve hayırlı iş görenin de az çalışanın da yaşama hakkı mahfuzdur. Yalnız, her birinin alacağı karşılığın niteliği ile niceliği farklı olacaktır.

Çalışmak, hizmet etmek, kendini ve başkalarını yaşatmak, kulun, Allaha, karşı ödevidir. Yemek, içmek, evlenip çoluk çocuğa karışmak, evlâdıayâlını yaşatmak, öğrenme iştiyâkını karşılamak da onun İlahî hakkıdır. Haklar ile ödevlerin, İlahî menşeli oldukları bir kez kabul edildimi, bunlardan vazgeçmek de artık imkânsızlaşır.

Dünyevî olan her şey gibi, ilahı olmayan hukuk da, gelip geçici olur, keyfîdir, öznel çıkarlara, duygulanmalar ile mülâhazalara dayanır. Her dünya varlığını, bu arada insanı dahî, aldatabilir; beşer ürünü kurallar ile kanunları çiğneyebilirsiniz. Önünde sonunda, el elden üstündür. Gelgelelim, niyetlerinizi dahî görüp okuyanı; size şahdamarınızdan da yakın olanı nasıl aldatacaksınız? Seferden zaferle dönen görkemli sultanın kulağına “büyüklenme Pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye fısıldayan basit yeniçerinin sözlerinde ifadesini bulan bu dünya görüşünün en bariz vasfı, kişinin, kendi sınırlarını tanıması, alçakgönüllülüğü elden bırakmaması, nihâyet Hak davâsı uğruna savaşıp direnmesidir.

İşte, sözünü ettiğimiz dünyagörüşü çerçevesinde şekillenmiş bir düzende yaşayanların meydana getirmiş oldukları genişmi geniş coğrafyaya İslâmî manâda ‘vatan’ denilmiştir. Bu vatanın bir ucu Tuna boyları, ötekisiyse on binlerce fersah uzaklardaki Cava adası olabilir. Nitekim Osmanlı Devletine katılmış her yeni ülke vatanın parçası sayılmış; imperyalism telâkkisine has sömürge - anavatan (métropole) ayırımını öngören bir mefhum dahî Osmanlı Türkünün aklına gelmemiştir.

Devlete, onun hukuk şemsiyesinde yaşayan halk anlamında millete ve mülkü demek olan vatana ilişkin temel düstûrlar bahsi geçen coğrafyada bir ve aynıdır. Değişen, yere ve yöre şartlarına bağlı algılama ile davranma tarzlarıdır. Bundan dolayı da Türk Müslümanlığı, İran, Arap, Hint, Malay, Doğu Afrika, Arnavut, Boşnak v.s. Müslümanlıkları ne dikkatten ırak tutulmalı ne de bunlara halkın gündelik yaşama düzleminin ötesinde özel anlamlar atfedilmeli.

İmdi özetlersek, İslâmın ahlâkında vurgulanan husus, edebin gerektirdiği, yanî zulmü doğurmağa yatkın aşırılıklara, özellikle de kibire karşı sapılacak olan sırâtımustakîm, doğru yol, tabiatıyla, orta yoldur. Yemede içmede, sevmede sevişmede, dostlukta düşmanlıkta, barışmada savaşmada, mal, mülk ile mesken edinmede, yetkide sorumlulukta, dünya ile âhıret hayatını gözetmede, ödüllendirme ile cezâlandırmada, hep orta yol.

Medenî yaşayış, ancak âdil düzende mümkündür. O da ‘orta yol’dan gidilerek inşâa olunabilir. O orta yoldan güvenle yürümek de yalnızca devlet çatısı altında olur. Öyleyse medenî yaşayışın teminâtı devlettir. Türkün de birinci hasleti, devlet kuruculuğudur. Devletini kurmadan, tarihte, milletini oluşturamamıştır. İslâmöncesi tarihinde iki önemli devleti vardır: Göktürk ile Uygur. Tarihî önem taşıyan bütün müteâkip devletleri İslâmî devirlerde yer almışlardır. Bunların en önde geleniyse, Osmanlı Devletidir.

İşlediğimiz bölümün başlığı “Biz Kimiz Sorunu”ydu. Bu sorun, Türk tarihin zenbereğidir. Soruyu cevaplayamadığımız, sorunu çözüme kavuşturamadığımız sürece vuzûha erişemeyeceğiz. Vuzûhsuzluksa, devlet biçiminde teşkilâtlanmış toplum demek olan millet için felâketlerin en büyüğüdür. Zirâ hiçbir vesileyle önünü göremeyecek; ayakta kalmak maksadına matûf dayanabileceği kimlik içeriğini inşâa edip geliştiremeyecektir. Daha önce de bildirildiği üzre, Türklük bir ülkünün tarihidir. Savaşçılık zihniyeti ile edebi tarafından taşman bu ülkünün adı ‘devletiebedmüddet’ olup onu şahsında temsil edense Osmanlı Devleti olmuştur.

 

i- Zenbereği Devletiebedmüddet olan Devlet: Osmanlı

İç -Doğu Sibirya, Yenisey, Tarım havzası- ile Orta Asya -Türkistan, Mâverâünnehir, Hazar Denizinin doğusu ile Aral gölü kıyılan- çıkışlı, başta Oğuzlar olmak üzre, Türk boyları, Karadenizin kuzey ile batı kıyılarından dola­narak, Balkanların doğusunu ve İranı katederek Rumeli ile Anadoluya varıp yer­leşmişlerdir. Türkün, Rumeli ile Anadoluda bin yıllık yerleşme ve yaşama serü­veninin devlet şeklindeki teşkilâtlanmış şekline Osmanlı denilmiştir.

Türk kavmine mensûp Kayı boyunun Onüçüncü yüzyıl sonlarında (1299) Kuzey batı Anadoluda kurmuş olduğu Osmanlı devletinin çerçevesinde bir millî varlık kimliği oluşmuştur. Genelde soyca ve/ya kültürce türdeş toplumlar, teşki­lâtlanmanın en üst basamağını temsîl eden devleti kurarken, Osmanlı tarihinin başlangıcında bunun tersi cereyân etmiştir. İlkin devlet kurulmuş, akabinde mil­let oluş/turul/muştur. Baştan beri bu, İslâm ahlâkını esâs edinmiş bir imparator­luk devletidir. Kurucusu Osman Gâzî146 (1258 - 1326) ile oğlu ve vârisi Orhan Gâzî (1281 - 1360) dönemlerinde soydaş olmayan ve din ile dil birliği bulunma­yan çok çeşitli bireyler ile insan öbekleri, şaşırtıcı bir hızla kısa sürede millet teş­kil etmişlerdir. Yüzyıllar zarfında Osmanlı Devletinin milleti, soyca olmasa dahî dil, din, örf, âdet, hukuk, siyâset ile iktisât itibâriyle nisbeten mütecânisleşmiştir.

Ondokuzuncunun sonu ile Yirminci yüzyılın başlarında doruğa eriştiğini gördü­ğümüz Osmanlı millet tecânüsünün dayandığı beş sütün sayabiliriz: Çok eski Türk geleneğinin devamı, devlet-millet kaynaşmışlığının —buna ETde ‘ordu’ denmiştir— ifâdesi, Tanrının-yeryüzündeki-gölgesi ve geçmişten alıp getirdiği meşrûuluk ruhsatıyla geleceğin teminâtı hânedân mensûbu önder —devlet kuru­cusu hânedân önderleri muzaffer kumandan olmak zorundaydılar—; Matûridî-Hanefî yorumuna dayalı devletin denetimi ile gözetiminde Müslümanlık; Hz Peygâmber ile ehlibeyt aşkı; ve nihâyet yaklaşık Dokuzuncu yüzyıldan bu yana yazılı bir muhâfazakâr yazı Türkcesi. Mezkûr devlet, ruhsatı Tanrıdan almış bir ruhbân zümrenin idâresini yaşamamıştır. Bundan dolayı din devleti (Fr théocratie) ortaya çıkmamıştır. Devlet, dinin değil; tersine din, devle­tin denetiminde kalmıştır. Genelde Türk devletlerinde, özellikle de Osmanlıda ruhbân - ruhbân-olmayan ayın mı yaşanmadığı gibi, askerî - mülkî zümreler ayırışması da gün ışığına çıkmamıştır. Bu olağanüstü hayatî önem taşır hususlar göz önüne alınmaksızın Türklüğün, bâhusus Osmanlının tarihî çözümlemesi bizleri sağlıklı sonuçlara götürmez.

Osmanlı, esâs itibâriyle, Çağatay/Özbek, Kırgız/Kazak, Uygur, Tatar gibi, Türk unsurlarının teşkil ettiği makûlenin/kategorinin bir kısmı, parçası, üyesi olmuştur. Mantık lisânıyla konuşursak, ‘Türk/lük’ kaplam, ‘Osmanlı/lık’ da onun içlemindedir. Tıpkı Arab ile İsraillinin Sâmî; hasım unsurlar Alman ile İngilizin Germen; Rus, Leh, Ukranya, Bulgar, Sırp, Çek v.s. milletlerinin İslav çatısı altın­da derlenmesi gibi, bir şey. Türk/ce bir diller ile lehçeler ailesinin, belki de kavmin genel deyimlendirilişidir. Osmanlıysa, bir birlikli (Fr unitaire) imparatorluk devleti, yanî kavim esâsına oturtulmamış devlet ile temelini, özünü Türklerin teş­kil ettiği, kandaş, türdeş olmayan toplumlardan yahut halklardan kurulu milletin sam olmuştur.'Osmanlı, dilce, dince, mezhepçe, tarikatça, örfçe, âdetçe ve iktisâdî geçim araçları ile yollan itibâriyle çok çeşitli alttoplum dokularından örülmüş bir üstyapıdır. Bu devlet üstyapısı, başta hânedân olmak üzre, yönetici zümrenin ken­dine uygula/ya/madığı, öncelikle hukuk ile iktisâttaki adâleti sâyesinde, böylcsi müdhiş bir çeşitliliği, bunca uzun süre birarada tutmağı başarmıştır.

O, sonuçta, ülkü devletinin seçik örneğini teşkil etmiştir. Kendine vucut veren insanlar arasında, tekrarlamak bahâsına söyleyelim, dirimsel bağın izi dahî bulunmaz. İlk başta gelen ilkesi Allah inancı; İkincisiyse, Devlet ülküsüne olan bağlılıktır. Bu bakım­dan onu oluşturan halkın ruhuna sinmiş olan “Allah, Devlet ile Millete zevâl ver­mesin!” şiârıdır. Bu, o denli güçlü bir itikâd olmuştur ki, son Pâdişâh, memleketten sürülürken, sarayını terketmeden önce, yüzüğünü, “devlet malıdır!” diye parmağın­dan çıkarıp masaya koymuştur. Ecnebî bankalarda hesab açtırmağı akıl etmeği bir yana bırakın, sâdece, yurdu terkederken, Topkapı sarayından değerli bir mücevhe­ri yanında götüreydi, menfada ayâlıevlâdı dahî servete garkolabilirdi. Oysa borç­ları ödenemeyip cenâze masrafı karşılanamadığından, naaşı, menfadaki ikâmet­gâhının arka kapısından kaçırılmıştır.

Onsekizinci yüzyılın sonlarından itibâren dünya çapında yayılıp yükselişe geçen İngiliz-Yahudî medeniyetinin temel devindiricisi Mâlî Sermâyecilik, adâletsizliği, yanî zulmü Ondokuzuncu yüzyıl sonları ile Yirmincide iyiden iyiye küreselleştirmiştir. Mülkünün temeli adâlet olan Osmanlı, sahteciliğin, ikiyüzlülük ile zulmün dörtbir yandan, bütün cephelerden karşı koyulmaz dehşet verici saldırısına yüzyıla yakın süre direnebilmiştir. Tecâvüze uğramış öteki çağdaşı devletler, milletler ile toplumlardan daha uzun zaman boyunca ayakta kalma başansım göstererek. Katledildiğine kanâat getiril­diğindeyse, ölmediğini kanıtlamasına, İstiklâl Harbini zaferle taçlandırmak süre­riyle gömülmek istendiği mezarından fırlamıştır.

Osmanlı Türk milleti, Millî Mücâdeleye girişirken, belli bir toprak parçası anlamındaki yurdu kurtarmak amacıyla silâha sarılmamıştır.(147) Zirâ, bu milletin maşeri şuurunda böyle bir kavram yer etmemiştir. Bahis konusu olan, bütün Müslümanların yaşadığı diyârdı. Osmanlı, Millî Mücâdele esnâsında Antebi, Maraşı nice savunmuşsa, Birinci Cihân Harbi sırasında Medine yahut Akâbe uğruna da onca canhırâc savaşmıştır. Dârulîslâm, Osmanlının maşerî şuurunda bir bütünlüktür. Dârulİslâmda yaşayanlar da, bir milletin ferdidirler. Bu milleti geçmişten geleceğe taşıyan ülküsel sürekliliğinin en üst teşkilâtlanışıysa Devlettir. O Devletin ete kemiğe bürünmüş ifâdesi de, Halîfe-Kaysar-Han- Pâdişâh,(148)olan kişidir. Nasıl İslâmın âlem telâkkisi, Vahdete dayanıyorsa Devlet anlayışı da bir o kadar Birlikçidir. Aslında, bugün dahî bağlandığımız birlikçi (Fr unitariste) devlet anlayışı, Osmanlının ta derinlerimize işlemiş siyâsî şuurunun kalıntısıdır.

 

Ş.Teoman Duralı-Sorun Nedir?,syf:324-337

 

 

 

Dipnotlar:

(130)- Milâdî Altıncı yy.da kurulan Hazar (Türk) Devleti ile ahfâdı Karayım Türkleri Yahudi dinini;

Karaman Türkleri Ortodoks ve Kuman Kıpçak Türkleri ise Katolik mezheplerini benimsemişlerdir.

(131)- Bkz: L.N.Gumilyov: A.g.c., 425.s.

132-Sadri Maksudi Arsal: “Türk Tarihi ve Hukuk”, 267. s.

133-Bkz: JJ. Saunders: “A History of Medieval Islam”, 141. - 184.syflr.

134-Rivayete göre, bir ayda iki yüz bin Türk ihtidâ etmiş. Osmanlılar ile Azarbaycanlılar örneği Batı Türkleri Oğuz menşelidirler. Oğuzların konar-göçer zümresine ‘yörük’; kırlık alanlarda yerleşik yaşayanlarına ‘Türkmen’; şehirlerde oturanlarına da ‘Türk’ denmiştir. —Bkz: E.W.Lane: “Arabic- English Lexicon”, I. cilt, 305.S.

135-Bkz: Peter B.Golden: “An Introduction to the History of the Turkic Peoples'\ 185.s; konuyla ilgili olarak Peter Golden'xn zikrettiği kaynak: Ibn Athîr: “Al-Kâmil fi-t Ta'rih/Chronicon quod Perfectissimum Inscribitur', ed. C.J.Tomberg, Leiden, 1851 - 1876, reprint Beirut, 1965- 1966 with different pagination.

136-Onuncu y.yda Moğolistanın güney doğusundaki anayurtlarından hareketle Çinin kuzeyi ile Mançuryayı ele geçirip bir süre sonra  Çinlileşmiş Hıtaylara  izâfeten Orta Asya Türkleri, Çini ve Çinlileri Hıtay/lı şeklinde anar olmuşlardır.Zamanla Türklere bakarak Araplar ile Farslar 'Hıtay',Ruslar da 'Kıtai'demişlerdir. -bkz:Peter B.Golden:Aynı yer.

137- Bkz: EK 10a

138- Bkz: Jean-Louis Bacqué-Grammont: “L’Appogée de 1 'Empire Otoman: Let Evénements (1512 - 1606)”, 141 - 143.«yflr, aynca bkz; Robert L.Canfield: “Theological *Extremism* and Social Movements in Turko-Persia”, 132. - 150. syflr.

139-Bkz: EK 11e

140- ing “Turko-Persian Islamicatc Culture.” -Robert L.Canfield: “The Tnrko-Persian Tradition”,I- 34 .syflr.-Robert L. Canfield, ‘İslâmî’yi, din anlamında Islamic şeklinde kullanırken, medeniyet için islamicate demiştir —bkz: A.g. çalışma, 32 s.

141-Bkz: Gerhard Doerfer. “Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen", dört cilt.

142-Fr.Milieu socio-politique

143-Bkz:Ek12'ye

144-Bkz.Ek 13'e

145-Bkz.Justin McCarthy:''Death and Exile/The Ethnic Cleansing of Ottoman Muslims 1821-1922''

146- Çoğunlukla toplumlar yahut milletler,adlarını, boy yahut oymak olduktan devirlerde taptıktan kutsal varlık/lar/dan almışlardır. Bununla birlikte, belli bir kişinin adıyla anılan milletler ile devletler de vardır. Amerika kıtası, Amerika Birleşik Devletleri«—¿/nerigo Vespucci (1454 -1512); Kolombiya«— Cristofero Colombo (1451 - 1506); Bolivya«- Simon José Bolivar (1783 -1810).

Tarihte cihangir imparatorluk devletleri belli bir milleti yahut kavmi ihsâs edebilecek adla anılmaktan kaçınmışlardın Britanya yahut Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Sovyet Sosyalist GiBMycıknı Mfcimparatorluk ülkü devleti adlandır. Osmanlı, herhangi bir kavme işâret etmeme- c ve kavım,Illk Itibany,e çdcimscr olmasıyla tam anlamıyla bir imparatorluk ülkü devleri adıdır.

147 Tasvir ettiğimiz durumun veciz ifâdesini, Mustafa Kemâl Paşa’mn, 5 ağustos 1921 tarihli talîmâtın- da bulabiliriz: “Hattımüdâfaa yok; sathımüdâfaa var; o satıh da bütün vatandır...” Vatanın millî dev­let hudutlarıyla sınırlanmış olduğu bu yolla dile getirilmiş oldu.

148- Osmanlı hükümdarının taşıdığı ünvânların her biriyle devlet çatısı altında yer alan tabaanın bellibaş- lı cüzlerinden biri kastolunmuştur. ‘Hanlık’, Türklere, ve Hükümdarın Türk asıllı olduğuna; ‘Pâdişâhlık’sa, her ne kadar Osmanlı idâresinde bulunmasa dahî, İran halkına; ‘Sultanlık’ da, Araplara yöneliktir. ‘Halifelik’, Müslümanların tümünü kuşatır. ‘Kaysar’a (L caesar) gelince; onun da işaret ettiği cüz, Gayrimüslimlerdir. Burada Gayrimüslim ahâlî, adetâ Roma Devletinin emâneti gibi görülmektedir. Ancak, Osmanlı, devlet olarak kendini Romanın halefi biçiminde görmez. Onun, devlet düzeni bağlamında, gözlerini İslâm medeniyeti çerçevesinin dışına çevirmiş olduğuna ilişkin elimizde güvenilir cinsten kanıt yoktur.

 

 
Devamını Oku »