Uydurma Dil Felaketi


Uydurma Dil Felaketi

KISA HECELER... Aşağıdaki cümleyi, ona hususî bir mâna biçmeden, onda ayrı bir mâna murad edildiğini hesaba katmadan, sadece Türkçe olarak okuyunuz:

• "Ciğerimi delici, yüreğimi yakıcı, kafamı kemirici soru şu ki, gericiliğe mi, ilericiliğe mi, ne tarafa döneceğini bilemeyene, ne diyeceğini, ne edeceğini bulamayana, baba izini görmeyene, anadilini yitirene, yolunu şaşırana, ya kuzu gibi boyuna budalaca acı acı meleyene, ya da kısa heceli ölü kelimeleri dizi dizi boşuna sıralayana, şu yeni kuşağa ne demeli; acımalı mı, acımamalı mı?”

İçinde 50 kelime ve 162 hece bulunan bu cümlede tek bir uzun hece yoktur ve böyle bir lisan yeryüzünde mevcut değildir.

• Bu hâl, tarihin ilk çağlarında, henüz hançeresi gelişmemiş bir millete işarettir.

TEK HECELER... Dilimiz umumiyetle tek, hiç değilse az heceli kelimelerden örülü:

al, kal, çal, dal, ol, sol, dol, yol, ser, ver, ger, yer, yar, ban, kan, san, at, kat, tat, çat, kap, sap, tap, yap, say, yay, kay, cay, sil, bil, ek, çek, şiş, piş, ye, de, filân, falan, sayısıza kadar giden bir dizi...

Askerî kumanda sesine benzeyen ve sonlarına birer “mak” veya “mek” edatı eklenince ancak iki heceli masdarlığa çıkabilen “emr-i hâzır”lardan ibaret bu tek veya az heceli kelimeler kalabalığı içinde yabancı dillerden devşirilmiş dolgun heceler de Türk hançeresine uymadığı için bölünmüştür:

Psomi (rumca ekmek)-İpsomi...

Fikr-Fikir... Spor-Sipor... Film-Film... Nefs-Nefis... Remz-Remiz...

Vesaire...

• Başka dillerde tek hecede 4-5 sese kadar çıkabilen (rast, drops) dolgun heceler Türkçede 2-3 sesi aşamaz ve ancak kültürlü insanların hançeresinde yer bulabilir.

• Bir dilde uzun, dolgun ve çok heceli kelimeler, tefekküriyet ve medeniyet işaretidir.

• Türk milletinin, ruhunu dayayacağı üstün bir medeniyet mihrakı buluncaya kadar sürdüğü hayat içinde dili, kısa heceler bahsinde olduğu gibi, konuşmaya ve dolayısıyla düşünmeye vakti olmayan bir topluluğu ifade eder.

MÜCERRET MEFHUM... Türkçe’de, kendi öz anlamı olarak tek bir mücerret mefhum yoktur. Aşağıdaki, hemen her lisanda mevcut mücerret mefhumların Türkçe karşılığını arayınız:

Zaman, mekân, mesafe, zevk, şevk, mevzuu, merkez, mihrak, gaye, mefkûre, din, Allah; ve nâmütenâhîye kadar sayabiliriz. Mücerret mefhumların hattâ basitlerinden olan bu kelimelerden bir tanesini bile Türkçe’de bulamazsınız. “Allah” adının hiçbir lisanda eşi bulunmaz hâs ve âlem ismi olması bir tarafa, ilâh mânasına her dilde mevcut kelime bile Türkçe’de yoktur. “Tanrı” kelimesi “tanyeri”nden gelir ve mücerretlikle alâkasız, putperestlikten kalma bir madde ismi olmaktan ileriye geçemez. “Mevzuu” kelimesine uydurulan “konu” ise “koymak” gibi kaba ve maddî bir fiile dayanır. “Vazetmek” fiili “koymak” değildir ve onun üstünde bir mânayı (nüans-gamiza) belirticidir.

• Neticede, sade ve mahdut madde isimlerine mahsus, beşerî tefekkür malzemesinden mahrum bir lisan karşısında kalıyoruz. Hattâ “dil” bile “lisan” kelimesine uymuyor ve ağızdaki et parçasından ibaret kalıyor.

(FONETİK) İMLÂ... Seste tecelli eden dil, ayna veya fotoğraf camındaki hayalini yazıda bulduğuna göre, onun yazılış tarzındaki ölçü aynen kendi keyfiyetine dahil bir kıymettir.

• Dünyada hiçbir dil yoktur ki, bugünkü Türkçe’nin yazılış derecesinde (fonetik-seslendirildiği gibi) olsun...

• "Fena mı, kolaylık!” mı diyeceksiniz? Evet, kolaylık; fakat ulvî “zor”u ortadan kaldırmakla, insanı süflî bir basite götüren kolaylık!.. Hece usulü yerine bugün kaim olan kelime usulünün, yani her kelimeyi kendi müstakil yazılış şekliyle bir resim gibi ezberleme ve ezberletme metodunun, zekâ terbiyesi bakımından üstünlüğü, medenî öğretim düsturları arasına girmiş ve bizim bundan haberimiz olmamıştır. (Fonetik) imlâ jandarma erlerine göredir.

• Aslı ve ibtidaî haliyle fakir olan Türkçe, bugünkü yazılış şekliyle de, zihin terbiyesi gücünden yoksun bir fakirliğe düşürülmüştür.

UYDURMA DİL CİNNETİ: Dil, istikrâi, yani kendi iç ve öz kanunlarıyla mevcut bir müessesedir ve dışarıdan, bütün bir lisan uydurma şeklinde müdahaleye tahammülü olamaz.

•Tıpkı kâinat gibi... Esrarı ve kanunları aranır, bulunur, fakat uydurulamaz. Lisan ile kâinatın hiçbir farkı yoktur. Zira kâinatta ne varsa, karşılığı lisanda mevcut... Dil, kâinatın plânıdır ve kendi dışında başka bir kâinat ile değiştirilemez. Mecnunun her çeşidi görülmüştür ama, böyle bir dâvaya “evet!” diyeni görülmemiştir.

DİLİN PİŞMESİ: Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor. Dildeki kelimeler de öyle... Milletin dilinde yıllarca pişecek ki, kalble dudak arasındaki elmas dizili nâkili vücuda getirebilsin... Sonradan da zorla bu nâkile dizilecek her madde, o milletin ruh ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da, Türkçe değil, uydurukça... Bir milletin öz dili, âlimlerin, aydınların, yabancı kültürlerle temasta olanların lisanı değil, hattâ okur-yazar olmayanların, bakkalın, çakkalın, hamalın, işçinin, dadının, babaannenin, köylünün, neferin dili... Bunların bilmediği hiçbir kelime Türkçe olamaz; ve topyekûn bir tasfiye hareketi belirtmesi bakımından tedrici bir ıstıfa ile tutulamaz. Böyle bir hareket, olsa olsa, bir milletin ruh nakışlarını silmek ve onu mânada cascavlak hale getirmek olur. Sadece ihanet...

ABESLER SERİSİNDEN: Türkçe’de meselâ “sebep”, “mevzuu” gibi Türkçeleşmiş, fakat asılları Arapça kelimelere karşılık, icat edilen “neden”, “konu” tabirleri, vahşet hissi verecek kadar iptidâî ve sathîdir.

Evvelâ "neden?" bir sualdir ve isim yerine kaim olamaz. Her dilde onun yeri ayrı, “sebeb”in yeri ayrı...

Meselâ:

-Neden bu sebebi öne sürüyorsunuz?

Derken:

-Neden bu nedeni?..

Diye mi söze başlayacağız?.. “Mevzuu” ise vazetmekten geldiği için Türkçe’ye tercümesine zâhirî tesiri altında kalınarak başka bir mefhum bulamamak zoru altında o güzelim mefhum, en kaba bir müşahhasa düşürülmüş ve bayağı işlerde kullanılan “koymak” masdarına bağlanmıştır. Halbuki “mevzuu”, çuvala kömür konurcasına maddî bir “koyuş” fiiline yakıştırılamaz ve lisanımızda mücerret mefhum sıkıntısını gösteren, zoraki ve daima Arapça’nın tesiri altında, güya ona zıt boş çabaları gösterir.

NİSPET EKLERİ... Bilimsel, fiziksel, tarımsal, siyasal, ulusal, Anayasal gibi, nispet edatı yerine (sel), (sal), (el) ve (al) getirilerek Türkçe’ye mal edilmeye çalışılan tabirleri, güvercinler arasında eşek arıları kadar vahşi ve yabancıdır; ve ne Türkçe, ne de halkın hançere dehâsıyla alâkalıdır. Doğal, koşul, amaç, kıvanç, uygar, özgür, soyut, somut, ilke, belge, evren, tören, vesaire vesaire gibi aslî madde olmak iddiasında kelimeler de, bize Moskof işgal kuvvetleri gibi görünecek ve aşıları asla takma kalbten ileriye gidemeyecektir. 40 yıllık (bay) ile (bayan)ın, (bey) ve (hanım) tabirleri önünde uğradığı hezimet malûm...

• Kat’î ve mutlak bir kaidedir ki, bir dile, aslî madde halinde kelime aşılamak, insanların beynini değiştirmeye kalkışmak gibi bir abestir.

ARAP İŞGALİ YERİNE GÂVUR İŞGALİ... “Enflâsyonist ekonomi, emisyon ve dreviewüasyon skandalları, anarşik realiteler, kaliteli ve kalifiye eleman azlığı, entelektüel kıtlığı, koalisyon zoru, nasyonalist klik ve partilerin politik espri ve plândan mahrumluğu, her alanda potansiyel düşüklüğü, rasyonel enerji ve lâboratuar idesine uzaklık, mistik ve sembolik illüzyonlar, atmosferimizin bazları olmuştur.” Şu 43 kelimelik cümleden, 6 adet “ve”yi, 28 adet de yabancı kelimeyi çıkaracak olursanız, Türkçe’ye ne kaldığını dehşetle görürsünüz!

• Aslî bünyesini berhava ettikten sonra üzerine bu kadar yabancı kelime üşüşmesine ses çıkarmayan bir dil, ilmî bir kat’iyetle mevcut değil demektir.

• Besbellidir ki, atılmak istenen şey dil değil, Türkün ruh cevheridir.

• Ruhumuzun ırzına geçtiği sanılan Arapça’ya karşılık, ruh ismet ve iffetimiz gâvurcaya takdim ve teslim edilmiştir.

DÖNME AĞZI... Dilimize dönme ağzı hâkim olmaya başlamıştır. Bu ağzın ilk tecellilerinden biri, şart edatı olan “ya”, iki kere kullanılarak kendisini belirtir:

-Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!

Veya:

-Ya kurtarıcını bulursun, yahut gümler, şapa oturursun!

Fransızca’da olduğu gibi, her dilde de böyle...

• İslâm düşmanı bir “eleştirmeci”den kalma daha nice Yahudi, Ermeni, Rum şivesine kadar yanaşma bu dil, dikkat edilecek olursa Moskova’nın milletleri çürütme plânından hususî bir madde olarak solcu ağızların edasıdır.

• Bu minicik sivilce noktasını küçümsemeyiniz! O, kanser işaretinden başka bir şey değil... İşaret küçük ama delâleti büyük...

• Onların ağzıyla hüküm:

-Ya dil niteliğimizi sınırlarımız gibi koruyacağız, ya da...

Şimdi kendi ağzımızla:

-Yahut, sınırlarımızı bile tehlikeye sokacak bir ruh kaybı içinde, sessiz, sedasız, çürüyüp gideceğiz!

TEŞHİS VE ÇARE... Tek ve kısa heceli kelimelerden örülü... Dar, basık ve ancak gözle görülebilir maddî hadiseleri anlatmaya muktedir... İçinde hiçbir mücerret yok... Nihayet, uydurma kelimelerin sıvası altında fakirliği büsbütün aşikâr... Dönme ve tatlısu frenklerinin sefil ağızlarına kadar âlet... Irzını işgal ordularına teslim edercesine ecnebi kelimelere kucak açmış bir dil... Bu dil her şeye rağmen Türk’ün, içinde doğup öldüğü ruh kalıbıdır ve bütün dâva onu kurtarmanın yolunu bulmakta...

• Cedlerimiz İslâm’ı kabul edip kâinat çapında bir tefekkür ve tahassüs hazinesini yüklendikleri ân, takdir ettiler ki, kumanda seslerinden ibaret tek ve kısa heceli, âhenksiz sadece yalçın madde plânına bağlı, mücerret mefhumdan sıfır derecesinde bir dille ne insan, ne cemiyet, ne de devlet teşkil edilebilir. Artık Türk, madde fâtihliğinden, onunla beraber mâna fâtihliğine geçmiştir; bunun için de maddî kılıcına eş bir mâna kılıcı lâzımdır. Halbuki elinde, mânevî kılıç adına, çelik değil, bir saman parçası bile yoktur? Ne yapsın?

• Aynı ruh akrabalığı içindeki büyük dillerden devşirmecilik...

• Türk, İslâmiyet’i kabul ettikten sonra düşünmeye başlamıştır. Bu, anlayan ve insafı olan için riyazî bir hakikattir. İşte bu Türk, yani İslamiyet’i kabul ettikten sonra gerçek Türk’ü bulan Türk, ilk iş olarak, kaba müşahhaslardan ileriye geçemeyen dilini zenginleştirmek zaruretini idrak etmiştir. Bunun için de, Batılının, Yunan ve Lâtin kaynaklarına uzanışı gibi, öz kültür kaynağının iki örnek diline el uzatmış ve Türkçe’nin çarşafı üzerine Arap ve Fars ağaçlarının meyvelerini silkelemeyi tek yol kabul etmiştir.

• Ecdadımız aynen Batı dillerinin eski Yunan ve Lâtin kaynaklarına el atması şeklinde, bağlı bulunduğu İslâm medeniyetinden âlet ve unsur sağlar ve bu medeniyetin iki büyük lisanını kaynak edinirken o büyük lisanlar içinde öylesine erimiş ve öz şahsiyetini feda etmiştir ki, aldığı unsurları aslî maddeler halinde benimseyip Türk diline uydurmayı, Türk gramer ve hançeresine mal etmeyi ihmal etmiş ve doğrudan doğruya Arapça ve Farsça’nın ifade mimarilerine esir olmakta bir mahzur görmemiştir. Şahsiyet şuurundan mahrum bulunmayı gösteren bu hal hataların en büyüğü olmuştur.

• Cedlerimiz Arapça ve Farsça gibi iki azametli dille temasa geçince kendilerine hiçbir istiklâl hakkı tanımadılar. Büyük bir selim akılla bu dillerden devşirdikleri kelimeleri, aslî maddeleri, öz hançerelerine ve lisan mimarîlerine (gramer) tatbik etmeyi düşünmediler. Onları kendi mimarîleri içinde kabullendiler ve hattâ bir “münevver” için, Osmanlıca’yı değil, Arapça ve Farsça bilmeyi esas saydılar.

• Hatâ bundan oldu ve hatânın tepkisi, yolların en yanlışı halinde, lisanı topyekûn ana sermayesinden yoksun bırakmaya kadar vardı. Başımızdaki bugünkü kurbağaca, işte bu dil şahsiyetsizliği yüzünden!..

• Arap ve Fars kelimelerinin kanımızda eritilmeden bünyemizde pörtükleşmesi üzerine, kapı, asla Türkçe olmayan birtakım uydurmalarla, (Lâtin) kaynaklı kelimelere açılmış ve meydana hiçbir kumaş hususiyet ve kıymeti olmayan bir yamalı bohça örneği çıkmıştır. Üstelik Türk lisan mimarîsine (sarf ve nahiv) uymayan bir Selânikli dönme ağzı... Bu, doğrudan doğruya millî ruhun katledilmesi hâdisesidir; ve artık bu bahisde son söz “sebep” ve “netice”nin tesbitine kalmıştır.

• Yapılacak tek şey, dilimize girmiş bütün Arapça ve Farsça kelimeleri benimseyip aslî maddeler halinde kabullenmek, onları kendi “sarf ve nahiv” dünyasından ayırmak, kendi (gramer) ve hançere dehâmıza terketmek, bütün uydurukçaları atmak, Batı dillerinden gelenleri de yalnız teknik plânda olmak şartıyla almak ve aynı muameleye tâbi tutmak, yani Türkçe’leştirmek...

ÖLÇÜLER: Cahil dadının, basit köylünün, bakkalın, çakkalın, amelenin, bekçinin, çöpçünün bilmediği dil Türkçe değildir.

• Alman dilinin kıvam bulmasında en büyük rolü oynayanlardan (Goethe) diyor ki: “Bir millete yapılacak en büyük fenalık, onun diliyle oynamaktır.” Bir milletin diliyle oynamak, onun hayatiyle oynamaktır.

• Dillere daima yeni kelime aşıları yapılabilir. Fakat bu aşıların tutması, yahut tutmaması bahsinde zor kullanılamaz. Yeni kelimeler ve iştikaklar halkın kabullenme duygusuna ve hançere dehâsına bırakılır ve bu işi sadece sanatkârlar yapabilir.

• İşte, Türk dili evvelâ müşahade altına alınamamış, ecdadımızın ne yapmak isteyip de tam beceremediği incelik noktaları görülememiş, aksine ve sadece İslâm nefretiyle ulvî mefhumların aziz eşyası süprüntülüğe atılmış, bunların yerine frenklerin de güldüğü frenk şapkalı barbar eşyası yığmak modası alıp yürümüş, bütün idrak melekelerini kavurucu bir ruh yangını manevî vatanı silip süpürmüş ve neticede bugünkü kısırlaştırıcı, iğdiş edici, her türlü büyük kafa yetiştirmeye engel ve eser vermeye mâni felâket iklimi doğmuştur.

İdeolocya Örgüsü,Necip Fazıl
Devamını Oku »