Celal Bayar’ı Nasıl Bilirdiniz?



1946’lara gelindiğinde, devlet partisi durumundaki CHP ve ‘Milli Şef’ İsmet İnönü sıkışmıştı. Artık olağanüstü savaş şartlarında sin­dirilmiş halk uyanmış, cumhuriyet’ kalkanı altında sürdürülen ‘dik­tatörlük’ uygulamalarına olan tepki tavan yapmıştı. Kısacası toplum patlama noktasına geldiği için, çok partili siyasal hayata geçilmesi zaruret olmuştu. İsmet Paşa, 1946 öncesinde rejime ve kendisine bağlı ikinci bir parti istiyordu. Kasım 1945 yılındaki meclis açılış konuşmasında, “Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır.” demişti. Oysa çok partili hayata geçiş ha­vasının esmeye başlamasıyla, Temmuz 1945’te bir parti kurulmuştu zaten. Adı da Milli Kalkınma Partisi’ydi. Öyleyse İsmet Paşa bu par­tiyi görmezden gelerek, neden başka bir partiye ihtiyaç duyuyordu?

Aslında nedeni basitti. Paşa, parti ismi farklı olsa da CHP gibi düşünen, rejime eleştiri yapmayan yeni bir ‘düzen partisi istiyordu. Akla hemen 1943 yılına kadar CHP’den İzmir milletvekili olarak siyaset yapmış olan ve Cemiyet’in kıdemli üyesi Celal Bayar gelmişti. Mustafa Kemal in, Serbest Cumhuriyet Fırkasını Fethi Okyar’a kur dururken izlediği taktiği, İsmet Paşa da aynen uygulayacaktı. Kurulacak partinin “güdümlü” olmadığını ispatlamak için de, yine döne­min “güdümlü” basını kullanılmıştı.

Devrin gazetelerinde çarşaf çarşaf Celal Bayar’ın yeni bir parti ku­racağı haberleri yer alıyordu. Basın, Celal Bayar’ı rejime ve CHP’ye bağlılığından dolayı övmeye çok erken başlamıştı. Cemiyet’in ateşli yazarlarından ve CHP döneminin etkili gazetecilerinden Hüseyin Cahit Yalçın, muhalif parti düşüncesini şöyle açıklıyordu: “En iyi çare... Mevcut fırka içinden bazı zatların ayrılarak esas programda (CHP programında) müttehit kalmakla (birlik olmakla) beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleridir. İşte bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde telakki ediyoruz”(50) Zaten partinin kuruluş aşamasındaki gelişmeler de aynen bu istikamette oldu. 3 Aralık 1946 tarihinde CHP’den istifa eden Celal Bayar, bir gün sonra İsmet Paşa tarafından yemeğe davet edildi. Ve bir ay sonra da, bekle­nen o “güdümlü” parti kurulmuş oldu.

Demokrat Parti (DP) ismiyle kurulan partinin programı, CHP'nin altı ilkesinin biraz farklı yorumlanmış şeklinden başka bir şey değildi. Yeni rejimin en sadık savunucularından olan Bayar, İs­met Paşadan son talimatları da almıştı. Zaten düşünce olarak, Celal Bayar’la İsmet Paşa arasında hiç bir fark yoktu. Her ikisi de İttihat ve Terakki Cemiyeti nin kıdemli üyelerindendi. Tek farkları, Bayar Cemiyet’in liberal/sağ kanadında yer alırken, İsmet Paşa sol kanadını temsil ediyordu. Ancak Celal Bayar’ın devrim kanunları ve Mustafa Kemal’e olan bağlılığı konusunda İsmet Paşadan bir gömlek daha üs­tün olduğunu da söylemek mümkün. Zira Mustafa Kemal ile İsmet İnönü’nün siyasi kavgaları ayyuka çıkarken, Celal Bayar, “Atatürk’ü sevmek milli ibadettir.”(51) diyordu.

Demokrat Partinin (DP) ilk genel başkanı ve kurucusu olan Bayar, dönemin basınına verdiği demeçlerle İsmet İnönü’ye ılımlı mesajlar gönderiyordu. İlk demeci, “Devr-i sabık yaratmayacağız” olmuştu. Yani iktidara geldikten sonra, yapılan yanlışların ve yol­suzlukların hesabı sorulmayacaktı. Ancak Bayar’in bu ani çıkışı, iyi niyetle bu partiye girenleri şok etmişti. Bazı DP’liler partilerinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğin­de Millet Partisini kurdular. Bayar, gidenlere aldırış etmeden yoluna devam etti. Partiyi kurduktan sonra yaptığı ilk icraat, 1935 yılında kapatılan mason derneklerinin yeniden kurulmasına destek vermek oldu. İsmet İnönü’nün aldığı ani bir kararla, 5 Şubat 1948’de Türkiye Mason Derneği kuruldu ve İnönü’nün emri, Celal Bayar’ın da deste­ği ile tekrar faaliyete geçti. .Masonlar, açtıkları davalarla, Halkevleri­ne devredilen tüm mal varlıklarım da tekrar geri aldılar.

Halk, tek parti yönetiminden öylesine musdaripti ki, CHP dı­şında kurulacak bir partinin başında kimin olduğu’ hiç de önem­li değildi. Mesela DP’nin kuruluşundan tam 16 yıl önce, her türlü engellemelere karşı Serbest Cumhuriyet Fırkasının İzmir mitingine yaklaşık 70 bin kişinin katılması da bunun en büyük deliliydi. Zira halk için önemli olan, CHP dışındaki bir partinin iktidara gelmesiy­di. Nitekim seçme iradesinin halka verilmesiyle birlikte, Demokrat Parti 1950 seçimlerinde CHP’yi hezimete uğratacaktı. DP’nin se­çimleri kazanmasından sonra, Celal Bayar aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye’nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçil­di. Seçilir seçilmez de yine masonları unutmadı. DP milletvekili Ah­met Gürkanin 1952’de vermiş olduğu yasa teklifi ile, mason locaları kanunla pekiştirildi. Öyle ki, tasarının mecliste tartışıldığı üç celse boyunca, Celal Bayar Reis-i Cumhur locasına gelerek kanun müza­kerelerini sonuna kadar bizzat takip etmişti.(52)

Celal Bayar’ın, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet devrimlerine ne kadar bağlı olduğunu daha önce belirtmiştik. Bayar, Cumhurbaşka­nı seçildikten sonra da, bu tutumunu büyük bir kararlılık içerisinde sürdürmeye devam etti. Mesela bu alanda yapmış olduğu en tartış­malı icraatlarından biri, CHP’nin tek parti döneminde bile aklından geçirmediği 5816 Sayılı Atatürk’ü Koruma Kanununu çıkarmak ol­muştu. Üstelik de bildiğimiz İttihat ve Terakki komitacılık yöntem­leriyle... 17 Eylül 1951 ara seçimleri öncesi CHP’ye üye olan Ticani Tarikatı üyeleri, bir gecede tam 17 Atatürk büstünü yıkıvermişti! Ya­sanın gerekçesi buydu. Meclisi olağanüstü toplantıya çağıran Bayar, tasarının yasalaşması için DP’li milletvekillerine büyük baskı yaptı.(53)

Her ne hikmetse tasarı yasalaşır yasalaşmaz, saldırılar da bir anda bıçak gibi kesilmişti. Bayar aynı yıl bir başka önemli hamle daha yaptı. 577 yıllık Osmanlı rejimini 1876 Darbesiyle değiştiren cuntanın sivil lideri Mithat Paşaya da ‘iade-i itibar’ kazandırdı, ölümünün üzerin­den tam 67 yıl geçmişti ki, Mithat Paşanın özgürlük abidesi’ oldu­ğunu hatırlamak da yine Celal Bayar’a düşmüştü. Mithat Paşanın ke­mikleri Taif’ten getirtilerek, 26 Haziran 1951'de bizzat Celal Bayar’ın da katıldığı törenle, İstanbul Şişlideki Abide-i Hürriyet Tepesinde toprağa verildi. Bununla da yetinmeyen Celal Bayar, Demokrat Parti hükümetine baskı yaparak, 1947 yılında Dolmabahçe'de inşa edilmiş olan İnönü Stadyumunun adının, 1951’de ‘Mithat Paşa Stadyumu olarak değiştirilmesini sağlamıştı.

Ancak kaderin cilvesine bakın ki, bir darbeciyi Taif’ten getirterek ‘Hürriyet Tepesine defnettiren Celal Bayar, kendisi de 27 Mayıs 1960 darbesiyle askeri bir cunta tarafından iktidardan indirilecekti. O da Mit­hat Paşa gibi darbe sonrası yargılandı ve idama mahkum edildi. Cezası önce müebbete çevrildi, 7 Kasım 1964’te ise serbest bırakıldı. Nitekim 7 Temmuz 1966'da dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından affedildi. 67 yaşındaki Celal Bayar yaş haddinden affedilirken, ondan sadece 6 yaş küçük olan Adnan Menderes asılacaktı. Oysa 11 Temmuz 1960da Türk Ceza Kanununda yapılan değişiklikle “65 yaş üzerindeki­lerin de idam edilebilme” hükmü getirilmişti. Peki, buna rağmen Bayan ipten alan sebep neydi?

Belli ki Üst Aklın, Sultan Abdülhamid iktidarının yıkılmasında ve yeni rejimin oluşmasında büyük emeği geçen bu kıdemli Cemiyet üyesinin idamına gönlü razı olmamıştı.

Murat Akan - Üst Akıl,Hayat yay.,syf:191-194
Devamını Oku »

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Osman Yüksel'i, 1950 yılında, Serdengeçti dergisindeki "Yıkıl­dılar" başlıklı yazısıyla tanıdım. 27 yıllık CHP iktidarının devrilme­sini, yıkılıp gitmesini müthiş bir sevinçle, aynı zamanda anlatılmaz bir öfkeyle açıklıyordu. "Yıkıldılar" yazısını okuya okuya ezberle­dim. Sonra onun yazılarının tiryakisi oldum.

1950-1956 yılları arasında Serdengeçti dergisi 11 sayı çıkabil­di. O dergileri de su içer gibi gözden geçirdim.

Yüksek tahsil için Ankara'ya yol hazırlığı yaparken babam beni karşısına oturttu:

Fakülteye kaydını yaptırdıktan sonra gidip Serdengeçti'yi gö­receksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. Seni, Türk Ocağına götürme­sini isteyeceksin. Yeni arkadaşlarını, oradaki yaşıtların arasından seçmeni, Osman Yüksel'in çevresinden ayrılmamanı istiyorum. An­ladın mı beni, dedi.

Babam çok otoriter bir adamdı. Emirlerinden kıl kadar ayrıl­mamı istemezdi. Söylediklerini yerine getirdim.

Üniversite öğrencisiydim ama yeteri kadar okumamıştım. Anka­ra'da dinlediklerim, okuduklarım, zaman zaman beni çok şaşırtıyor­du. Meselâ Osman Yüksel, coşkun duygularla bir Türk milliyetçisi idi. Vatansever adamdı. Tarihimize ve bütün mukaddesatımıza çok bağlı  kalemdi. Ama Atatürkçü değildi. Serdengeçti'de zaman zaman

Atatürk'ü ve Atatürkçüleri iğneleyen, onları hafife alan yazıları çıkı yordu. Bunu anlayamıyordum. Çünkü bana göre onun da Atatürkçü olması gerekiyordu. Bir gün merakımı gidermek için sordum:

-Osman Ağabey, neden Atatürkçü değilsiniz?

-Değilim!

-Ama niçin? Bunu sizden öğrenmek istiyorum!

-Öğrenemezsin! Çünkü ilkokulda, ortaokulda, lisede sana ve arkadaşlarına hep iki kere ikinin 22 ettiğini öğrettiler. Şimdi ben sana "İki kere iki 4 eder.” deyince öğrendiklerin üzerine yıkılacak. Belki de bana inanmayacaksın. O bakımdan konuyu karıştırma. Sen Atatürkçü müsün?

-Elbette!

-Peki, sen Atatürk'ün Nutuk isimli eserini okudun mu? Kâzım Karabekir Paşa’yı, Rauf Orbay'ı, Fahrettin Altay Paşa'yı, Hüsrev Ge­rede'yi, Falih Rıfkı Atay'ı okudun mu?

-Okumadım.

-Oldu mu şimdi? Okumadan Atatürkçülük olur mu Bülent? Senin Atatürkçülüğün fasa fiso Atatürkçülüğüdür, önce, bu kişile­ri okumadan, araştırmadan Atatürk'ü anlaman, Atatürkçü olman mümkün değildir. Sonra sen, bir zamanlar okullarımızda okutulan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabını gördün mü? 1931 tarihli Ta­rih Kitabı'mızın ikinci cildini inceledin mi?

-Görmedim, incelemedim Osman Ağabey! Bunları ilk defa siz­den duyuyorum. Ama size söz veriyorum. Bu kitapları ilk imkânda bulup okuyacağım.

-Bu kitaplar okunmadan, görülmeden senin soruna cevap ve­rilemez. Önce git, bul bu kitapları. Al, getir bana. Sonra oturup ko­nuşalım seninle!

-Bu kitapları nereden bulabilirim?

-Sahaflara bakacaksın. 25 yıl önce basılan kitapları başka yer­de bulamazsın.

-O gün Serdengeçti bürosundan ayrılır ayrılmaz istediği iki ki­tabı bulabilmek için Adliye binası karşısındaki sahafa gittim. Ara­dığım kitapları bulamadım. Tam üç ay gidip geldim. Sonra ilk defa Medenî Bilgiler kitabını, arkasından 1931 baskılı Tarih Kitabı'nın ikinci cildini bulabildim. 0 iki kitabı Serdengeçti'nin küçücük masa­sı üzerine koyduktan sonra dedim ki:

-İstediğiniz kitapları bulup getirdim Osman Ağabey! Konuyu artık konuşabiliriz. Kendisi de raflardan birkaç başka kitap çıkar­dı. Aradan 60 yıl geçmesine rağmen söylediklerini hiç unutma­dım-

-Önce söz ver bana. Burada benden dinlediklerini şurada bu­rada katiyen söylemeyeceksin. En az 50 yıl ağzına kilit vuracaksın. Çünkü Atatürk, Türkiye'de 20.000 wolt gücünde bir cereyandır. Türkiye'de kimse Atatürk'ü yeteri kadar okumuş değil. Ama herkes Atatürkçü. Herkes ağzını Atatürk diye açıyor. Bir kısım insanlar dal­kavukluktan, bir kısım insanlar da korkularından böyle davranıyor­lar. Benden sana ağabey nasihati: Eğer bulunduğun bir toplantıda, birisi şehadet parmağını sana uzatarak dese ki: "Atatürk diyor ki: İki kere iki 179 eder!" Sakın, sakın, sakın itiraz etme. Eğer cevap vermek mecburiyetinde kalırsan de ki:

Ben bugüne kadar, iki kere ikinin dört ettiğini sanıyordum. Madem ki Atatürk iki kere iki 179 eder diyor. Ben de bundan sonra böyle bilir, öyle söylerim!

Böyle söyle ve münakaşaya girme. Yoksa adam gider seni "Ata­türk düşmanı!" diye gammazlar. Bu suçlama da senin felaketin olur. Bitirirler seni!

Şimdi dikkat et: Tenkitsiz siyaset, tenkitsiz ilim, tenkitsiz fikir, tenkitsiz kişi... olmaz. Tenkit, medenî düşüncenin temel aşıdır. Ama bunun tek istisnası Türkiye ve Atatürk'tür. Türkiye'de, Atatürk'ü tenkit etmenin boğaları bile böğürtecek ismi Atatürk düşmanlığı­dır. Çok dikkatli ol. Kendine sakın kıyma. Atatürk'ü tenkide kalkış­ma. O işi bizim gibi kişilere bırak!

- Anladım Osman Ağabey!

-Önce şunu özellikle belirtmek istiyorum. Millî Mücadele'mizin lideri Atatürk'tür, Kahramanlığından, vatanseverliğinden, deha de­recesindeki zekâsından hiç şüphem yok. Rauf Orbay'ı okudum. Di­yor ki: "O olmasaydı biz bu işi başaramazdık. Ama biz olmasaydık o, bu mücadeleyi yine zafere ulaştırırdı." Benim bu değerlendirmeye hiçbir itirazım yok. Ama benim Atatürk’ün cumhuriyet anlayışıyla, dil, din, tarih... anlayışıyla bir beraberliğim de yok. Atatürk’ün kur­duğu rejime cumhuriyet diyenler var. Bunlar galiba cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Atatürk'ün kurduğu rejime, mutlakıyet, haydi bilemedin meşrutiyet diyebiliriz. Ama cumhuri­yet diyemeyiz. Çünkü bana göre muhalefetsiz cumhuriyet olmaz. Atatürk'ün de muhalefete katiyen tahammülü yoktu. Olur mu hiç, muhalefetsiz cumhuriyet olur mu?

Bak şimdi, Cumhuriyet'imiz ne zaman ilân edildi? 29 Ekim 1923'te. Pekâlâ! O Meclisteki milletvekillerini kim seçmişti? Halk mı? Hayır! Halk Partisinin büyük öncülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay diyor kİ: "Adayları tespit eden heyet üç kişi idi: Cumhurbaşka­nı Atatürk, Başbakan İnönü ve Parti Umumi Kâtibi Recep Peker!" Başka? Başka kimse yok. Cumhuriyet rejiminde, halkımız, halk ta­rafından, halk için seçilen milletvekilleriyle idare edilecektir değil mi? Halk diyor ki ben: A/B/C isimli kişileri milletvekili seçmek is­tiyorum. Yetkili o üç kişi itiraz ediyor: "Hayır!" diyor, "Sen V/Y/Z isimli kişileri seçeceksin." Halkın başka tercihi yok. Sandığa gidip oy kullanıyor. Oyunu nasıl veriyor biliyor musun? "Açık oy, gizli tas- nif usulüyle!" Yani halkımız, oyunu herkesin gözü önünde açık açık kullanıyor, sıra oyların sayılmasına gelince oylar gizli gizli sayılıyor. Bu nasıl cumhuriyettir?

Atatürk, Meclis çatısı altında da, Meclisin dışında da bir mu­halefet grubunun faaliyetine katiyen izin vermedi. Birinci TBMM, Falih Rıfkı Atay'ın gösterdiği gibi seçildi. Zamanla Mecliste iki ayrı grup teşekkül etti. Birinci gruba mensup milletvekilleri 160 kişi kadardı. Bunlar doğrudan doğruya CHP fikriyatlı kişilerdi. Bir de ikinci grup milletvekilleri vardı. Sayıları 35-40 civarınday­dı. Bunlar muhalif milletvekilleriydi. Muhalif milletvekillerinin başında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey bulunuyordu. Müthiş bir adamdı. Denizci kurmay subaylardandı. TBMM açıldıktan bir gün sonra, arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'la birlikte İstanbul’dan gelerek Atatürk'e katılmışlardı. Atatürk onu Trabzon, Mehmet Akif'i de Burdur milletvekili olarak Meclise almıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? Bu Ali Şükrü Bey muhalif milletvekillerinden biri oldu. Olsun, ne var?” diyeceksin. Atatürk’ün muhalefete taham­mülü yoktu. O bakımdan Ali Şükrü Bey, Atatürk'ün Muhafız Alay Komutanı Topal Osman tarafından öldürüldü. Mecliste küçük kı­yamet koptu. Bu defa, silahlı kuvvetlerimiz Topal Osman'ı yakala­mak için harekete geçti. Topal Osman sandı ki Atatürk kendisine sahip çıkacaktır. Çıkmadı. Öfkeyle Köşk'ü basmak istedi. Başba­kan Rauf Orbay devreye girdi. Topal Osman'a dedi ki: “Bak Osman Ağa, Köşk'te kadınlar var. Bırak kadınlar çıksınlar. Sonra sen git, Gazi'yle ne işin varsa hallet. Kadınların bulunduğu yeri basmak sana yakışır mı?”

Topal Osman bu oyuna geldi. Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın kız kardeşinin çarşafını Atatürk'e giyindirdiler. Onu diğer kadın­larla birlikte Köşk'ten kaçırdılar. Topal Osman Köşk'e girdiği za­man Atatürk'ü bulamadı. Öfkesinden onun elbiselerini ve eşyala­rını kurşunladı. Silahlı kuvvetlerimiz, Topal Osman'ı yaralayarak teslim aldı. Sonra konuşmasın diyerek başına bir kurşun sıkarak onu öldürdüler. Eski TBMM önünde, Topal Osman'ı ayaklarından darağacına astılar da Meclis öyle sükûnet buldu. Şimdi sen, sözüm [ona bir cumhuriyet rejiminde, Atatürk’e veya onun partisine mu­halefette bulunmanın meydana getirdiği dehşetli neticeleri görü­yor musun? Bu arada, bir büyük, bir anlatılmaz, bir dehşetli facia­yı da sana hatırlatmak istiyorum. Benim Mehmet Akif Ersoy'u ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. O bir destan adamdır. Bir karakter abidesidir. Mehmet Akif İstanbul’dan Ankara’ya Ali Şükrü Bey’le birlikte gelmişti. Ali Şükrü Bey muhalif olduğu için öldürülmüştü. Mehmet Akif'i de Atatürk, muhalif milletvekillerinden biri olarak düşündü ve Meclisi feshedince onu yeniden milletvekili yapmadı. Bir milletin İstiklâl Marşı'nı yazan, Çanakkale Zaferi'ni destanlaş­an Akif gibi bir adam sokağa atılır mı? Attılar. Sonra ona hiçbir ev et dairesinde vazife vermediler. Emekli maaşı da bağlamadılar. Peki, yedi nüfuslu Akif ne yapacaktı? Mendil açıp dilenecek miydi? Bir de tutup arkasına iki polis taktılar. Onu bir vatan haini gibi gördüler. "Sen git de biraz kumda oyna!" diyerek alaya aldılar. Mehmet Âkif de bin parçaya bölünerek Mısır'a gitmek mecburiye­tinde kaldı. Edebiyatımızın, tarihimizin yüz karası hadiselerinden biridir bu. Unutma!

Şimdi gelelim Cumhuriyet’imizin muhalif partilerine:

İlk muhalefet partisini Cunıhuriyet’in ilânından bir yıl sonra Kâzım Karabekir Paşa ve arkadaşları kurdu. Nasıl adam bu Kâzım Karabekir Paşa? Bana göre büyük vatansever. Büyük kahraman! Ve yine samimi kanaatime göre, Karabekir Paşa olmasaydı Mustafa Kemal de Atatürk olmazdı. Karabekir ve arkadaşları 1925 yılın­da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Atatürk onu ve arkadaşlarını analarından doğduklarına pişman etti. Hiçbir ilgisi olmadığı hâlde İzmir Suikastı dolayısıyla Karabekir Paşa az kalsın idam ediliyordu. Kurduğu partiye devrin iktidarı en çok beş buçuk ay tahammül edebildi. Sonra Vekiller Heyeti kararıyla Karabekir’in partisi kapatıldı. Neden? Muhalefet partisi olduğu için!

1925-1930 yılları arasında çok yanlışlar oldu. Yakamız bece­riksiz idarecilerin elinde kaldı. Kimse, yapılan yanlışların, görülen hırsızlıkların hesabını soramıyordu. Hadiseler yeni bir muhalefet partisinin kurulmasını zorluyordu. Atatürk de bunu gördü ve çok yakın arkadaşlarından Ali Fethi Bey’e Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurdurdu. Ali Fethi Bey, Atatürk’ün özellikle­rini bildiği için önce bu işe yanaşmadı. Ama Atatürk çok ısrar etti. Böylece 1930 yılının ortalarında Serbest Fırka kuruldu. Atatürk sanıyordu ki Serbest Cumhuriyet Fırkasına rağmen halk kendisi­ne yani Cumhuriyet Halk Fırkasına oy verecektir. Düşündüğü gibi olmayınca, kuruluşundan 3,5 ay sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Düşün, şimdi tam 16 yıl yeniden tek parti dönemi ve bu rejimin adı da Cumhuriyet veya Atatürkçülük! Ben aklımı peynir ekmekle mi yedim? Yapılan baskılara, zulümlere, yanlışlıklara... ne­den arka çıkayım Bülent? Benim Atatürkçü olmamamın şahsî men­faatlerle hiçbir ilgisi yoktur.

Atatürk'ün Bazı Özellikleri: İnönü Başbakanlıktan Neden Atıldı ?

Falih Rıfkı Atay diyor ki: "Ben ömrümde Atatürk kadar tartış­maya katlanan adam görmedim!"

Adam milyon kere yalan yazıyor. Çünkü Atatürk tartışmaya açık bir devlet adamı değildi. İşte sana Falih Rıfkı'nın Çankaya isim­li kitabından müthiş bir bölüm. Çankaya'nın 575-576. sayfalarında şöyle bir açıklama var:

"Atatürk bir gün Tarım Bakanı Şakir Kesebir'e soruyor:

Orman Çiftliği’ndeki ağaçlar neden bakımsız?

Kesebir’den önce araya İnönü girip cevap veriyor:

Sebebini adamlarınıza sorun Paşa’m!

Atatürk'e hiç böyle cevap verilir mi? Atatürk, Kâzım Özalp'e dö­nerek soruyor:

Ne olmuş buna? Yoksa içmiş mi?

İnönü tekrar söze karışıyor ve diyor ki:

Ne oldu size Paşa’m? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirleri­nizi hep sofradan mı alacağız?"

İnönü'nün "sofra" dediği Çankaya’da her akşam kurulan içki sofrası. Atatürk’ün 12 yıl hizmetinde bulunan Cemal Granda isimli biri şurada, karşımda oturup bana anlattı, dedi ki:

"...Atatürk, her akşam ama her akşam, tek başına yarım litre Bulgar rakısı içiyordu."

Yani İnönü demek istiyor ki: "Paşa'm, Meclisi açtık. Kararların orada alınması lâzım. Ama siz, Türkiye'yi bu içki masasının başın­dan idare etmek istiyorsunuz, yapmayın!"

Haksız mı İnönü? Çok haklı. Ama Atatürk'e böyle cevap verilir mi? Falih Rıfkı Çankaya’nın 575. sayfasında diyor ki:

-Ertesi gün Atatürk İstanbul’a hareket etti. Ben de yanında idim. Önce İnönü’yü çağırdı kompartımana. Kendisine:

Görev arkadaşlığımız bitmiştir, dedi.

İnönü iki eliyle yüzünü kapadı. Atatürk:

Dinlenmelisiniz, dedi."

Ne olmuş? Ne var bunda? İnönü, Atatürk'e:

Eskiden böyle değildiniz! Artık emirlerinizi hep bu sofradan mı alacağız, demiş. Bu soru, bir başbakanı makamından silip sü­pürecek bir gerekçe midir? Hani Atatürk kadar tartışmaya açık bir devlet adamı yoktu?

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal ın Uğradığı Büyük Haksızlık

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Ankara Üniversitesinin kurulma­sında devletimize çok yardımcı oldu. Arsal, Kazan Türklerindendir biliyorsun. Atatürk de Sadri Maksudi’nin çalışmaları dolayısıyla onu Şebinkarahisar milletvekili olarak TBMM'ye aldı. Arsal’ın önüne bir gün bir kanun tasarısı geldi. Hükümet, denizcilik hizmetlerimizin gelişmesi için "Denizbank" diye bir banka kurmak istiyordu. Sadri Maksudi söz alarak dedi ki:

“Bu terkip, Türkçe bakımından yanlıştır. Türkçede Deniz­bank denilmez. Denizcilik Bankası veya Deniz Bankası dememiz lâzım."

Teklif Atatürk'ten geliyodu. Atatürk'ün dalkavukları durumu akşam sofrasında Atatürk'e bildirdiler. Atatürk çok öfkelendi. Etra­fındakilere emir verdi:

"Şimdi kalkıp Ankara Radyosu’na gideceksiniz. Yayım kestire­rek mikrofonu elinize alacaksınız. Bu Sadri Maksudi Arsal'ın ne ka­dar cahil bir adam olduğunu millete anlatacaksınız." dedi.

Atatürk'ün emri derhâl yerine getirildi. Üstelik Sadri Maksudi milletvekilliğinden de kovuldu. Hani hayatta en hakiki mürşit ilim­di? Bir ilim adamına böyle davranılır mı?

(Sadri Maksudi'nin Hariciyeci kızı Adile Ayda’nın hem İş Ban­kası Yayınları arasında çıkan Bir Demet Edebiyat kitabında hem de Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yer alan Sadri Maksudi Arsal kitabında konu aynen böyle açıklanıyor.Meraklıları bakabilirler.(Y.B.B)

Atatürk Profesörü

Bir insan üniversite tahsili yapmadan, asistan olmadan, doktora alışmasına başlamadan, doktorasını belirli bir ilim kurulu önünde vermeden, belirli bir süre doçent olarak çalışmadan profesör olabilir mi? Olamaz. Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Atatürk bu çalışmaların hiçbirinden geçmeyen Abdülkadir Inan'a "Seni Dil ve Tarih Coğraf­ya Fakültesine profesör yaptım. Git, orada ders ver." dedi. Abdülkadir İnan da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yıllarca profesör etiketiyle ders verdi. Sağlığında hiç kimse ama hiç kimse Atatürk'ün bu tasar­rufuna itiraz edemedi. Edemezdi. Kim "Atatürk düşmanı" olarak suç­lanmak ister? Yalnız herkes kendi arasında kısık bir sesle Abdülkadirİnan’dan "Atatürk Profesörü"diye bahsetmekle yetindi.

Atatürk, 1938 yılında ölünce kahramanlarımız ortaya çıktılar ve Abdülkadir İnan’ın sırtındaki profesörlük cübbesini çekip aldı­lar. Hani Atatürk bize demokrasiyi getirmişti. Hani saltanattan ve sultandan kurtularak Cumhuriyet'i kurmuştuk? Bir cumhurbaşkanı ulufe dağıtır gibi şuna buna profesörlük unvanını nasıl dağıtır?

Çankaya Köşkü'nün İkinci Katında Bir Kısrak İle Tay...

Cemal Granda burada bana anlatmıştı. Bir gün Atatürk'e de­mişler ki:

Paşa'm, kısrağınız bir tay kunladı (doğurdu),

Atatürk içki masasının başında emretmiş:

Kısrağı da, tayını da alın, getirin buraya, sevelim onları!

Cemal Granda dedi ki tayı bir iki asker kucakladı. Merdivenlere halılar serdik. 8-10 asker de kısrağı arkadan iteklediler. Hayvanı ve tayını kan ter içinde merdivenlerden çeke çeke Atatürk'ün huzuruna çıkardık. Köşk'ün şeref salonuna getirdik. Misafirler dağıldılar. Atatürk sabaha kadar o iki atın başında kaldı.

(Osman Yüksel’den bu hadiseyi dinledikten 28 yıl sonra, Cemal Granda’nın Hürriyet Yayınları arasında çıkan Atatürk'ün Uşağı İdim isimli kitabını bularak okudum. Kitabın 224-225. sayfalarında hadi­se, olduğu gibi anlatılıyordu. Y.B.B.)

-Osman Yüksel neden Atatürkçü olmadığının başka sebeplerini de açıkladı:

"Atatürk, musikimizde de, dinimizde de inkılap yapmak istedi. Onun bu tavrını çok garip buluyorum. Çünkü bu özel toplantıları­mızda bizim türkülerimizi, şarkılarımızı çaldırıp söyletiyordu. Za­man zaman coşuyor, ortaya çıkarak bizim oyunlarımızı oynuyordu. Ama beri yanda "Bu bizim tek sesli musikimiz can çekişmektedir. Bu musiki mutlaka ölecek, yerine Batı’nın çok sesli musikisi gele­cektir.” diyordu. Radyolarımızda bizim musikimizi yasaklamıştı. Birtakım yetkili kişiler, Ankara’daki yabancı büyükelçiliklerin kapı­larına dayanıyor, bizim radyolarımızda çalınmak üzere adamlardan plak dileniyorlardı. Biliyor musun dünyanın hiçbir yerinde böyle yanlış, böyle faydasız, böyle imkânsız bir yol için cumhurbaşkanları önayak olmamışlardır. Her milletin kendine has, farklı bir musikisi vardır. Bir ülke, tek sesli bir musiki dünyası içinde diye geri sayıl­maz. Geri kalmaz. Bir ülkenin yükselmesi de musikisinin çok sesli olmasından ileri gelmez.

Atatürk bir askerdir. Musikişinas değildir. Musikiden tabii ola­rak anlamaz. Ama sandı ki Batı musikisine döndük mü kalkınacağız. Israrı yani bizim musikimizi uzun yıllar reddetmesi, yasaklaması... hiçbir fayda sağlamadı. Sonunda şöyle bir kanaate vardı: "Musikide devrim olmaz!" Olmadı. Ama o yanlış görüşün ağırlığı hâlâ üzeri­mizde. Birtakım adamlar "Atatürk, dedi ki..." diye söze başlayarak bizim musikimizi kötülemeye çalışıyorlar.

Şimdi gelelim dananın kuyruğunun koptuğu noktaya. Yani "Ben niçin Atatürkçü değilim?" sorusunun cevabına. Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi yaşamak, Atatürk gibi inan­maktır. O zaman ortaya şöyle bir soru çıkıyor, çıkmalı: Herkes mecbur mu Atatürk gibi düşünmeye, inanmaya? Ve çok önemli bir soru daha: Acaba Atatürk, her konuda doğru düşünmüş müydü? Doğru kararlar almış mıydı? Sonra bırak bunları. Hani insanların çeşitli konulardaki hürriyetleri, din ve vicdan hürriyetleri? Birtakım ham kafalarda yok böyle bir şey. Adamlara göre Atatürk ne söylemişse ölçü olarak onu dikkate alacaksın. Atatürk'ün söylediklerine kayıt­sız şartsız uydun mu Atatürkçüsün, uymadın mı Atatürk düşmanı­sın. Olur mu böyle softalık, yobazlık?

İşte senin alıp getirdiğin Vatandaşlar İçin Medenî Bilgiler isim­li bu kitabı, Afet İnan'a bizzat Atatürk yazdırdı. Afet İnan önceleri bir lisemizde musiki öğretmeniydi. Atatürk'ün çok yakınında oldu. Kendisinin çok güzel bir kadın olduğu doğrudur. Ama onun çok güzel bir kadın olması, bu çok önemli eseri yazmasına yol açmadı. Bu kitaptaki bilgileri bizzat Atatürk söyledi, o da kaleme aldı. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Şimdi bu kitabın 3. sayfasında Atatürk diyor ki: "Kuvvetler ayrılığı bizim için esas değildir. Türk milletinin idare şekli kuvvetler birliği esasına dayanmaktadır."

Atatürk görüldüğü gibi kesinlikle kuvvetler birliği görüşüne taraftardır. Yani istiyordu ki yasama-yargı-yürütme aynı elde top­lansın. Atatürkçü görüş bu. Ben de bu görüşün yanlış olduğuna ina­nıyorum. Çünkü bu üç kuvvetin bir elde toplanması, bizi hep büyük haksızlıklara, keyfî idarelere alıp götürür. Nitekim bütün demokra­tik ülkeler, hep kuvvetler ayrılığı esasına göre kurulmuşlardır. Şim­di kuvvetler birliği esasına evet dedin mi Atatürkçüsün! Hayır dedin mi Atatürk düşmanısın! Olur mu bu? Sonra ben kuvvetler ayrılığını şahsî çıkarlarım için mi istiyorum. Milletin huzuru, güveni, geleceği için savunuyorum. Kimsenin bunu düşündüğü yok.

Atatürk'ün yazdırdığı bu Medenî Bilgiler kitabının 12. sayfasın­da, bizi dehşete düşüren bir büyük yanlış daha var. İşte açıklama burada. Atatürk diyor ki:

Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyle- yenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tab­losunda bunun aksini görmekteyiz. İslâmiyet, Türk milletinin millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu "

Atatürk katiyen doğru bir tespit içinde değil. İslâmiyet konu­sunda ben katiyen Atatürk gibi düşünmüyorum. Bizi millet hâline getiren temeller arasında İslâmiyet'in çok büyük yeri var. Atatürk daha önce İslâmiyet üzerine söylediği güzel sözlerin hepsini, bu 1931 yılı beyanıyla reddediyor.

Bizim milletimiz, Söğüt çevresinde kendisine verilen 1000 km2lik bir yurttan 23 milyon km2lik bir coğrafyaya yayıldığı za­man Müslüman'dı. 624 yıl hükümran olduğu zamanlarda da Müs­lüman'dı. Müslümanlık milletimizi uyuştursa idi Viyana önlerine kadar gidemezdik. Atatürk Müslümanlıkla Müslümanları birbirine karıştırıyor. Bizi uyuşturan Müslümanlık değil, bazı Müslümanlar- dır. Kemalist anlayışta İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü Atatürk de tamamen pozitivist düşünceli bir kimsedir. Yani Atatürk naklî ilim­lere inanmaz, aklî ilimlere inanır. Onun için "Hayatta en hakiki mür­şit ilimdir’’diyor. Aklı başında bir Müslüman hem aklî ilimlere hem de naklî ilimlere inanır. Akıl elbette çok çok önemli. Ama akıl her meseleyi çözmeye muktedir mi? Meselâ sadece aklımıza dayana­rak; deneyleri, tecrübeleri, ilmî araştırmaları dikkate alarak hangi ilim adamı cenneti, cehennemi, öldükten sonra dirilmeyi, şeytanı ve meleği... ispat edebilir? Hz. Mevlana diyor ki: "Her konuyu, her  meseleyi sadece akılla çözmeye çalışanlar, dört ayaklarıyla bataklığa gömülen bir mandaya benzerler.’’

Resmî Tarih Kitabında İslâm Düşmanlığı

Kur'an'a ve Peygambere Bakış

Şimdi sırada, senin alıp getirdiğin, bizim 1931-1950 yılları ara­sında liselerimizde okuttuğumuz resmî tarih kitabımız var. Gel bu­rada bana bu tarih kitabının 89-90-91. sayfalarında işaretlediğim bölümleri oku bakalım yüksek sesle:

Muhammed'in Dâveti:

Muhammed 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine davete başladı. Muham­med'in dâvet ettiği bu dine Islâm denilmiştir."

-Dikkat et! Kur’an, vahiy yoluyla gelmemiş de Hz. Peygamber İslâmiyet'i kendisi uydurmuştur, deniliyor. İnkârdır bu! Küfürdür. İslâmiyet’i hafife almaktır. "Kur'an ve Vahiy” başlığı altında ne var:

"Kur'an, Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaptır.O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tehna yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur." İslâm Tarihi, s.90

-Dikkat et! Resmî tarihimiz Kur'an-ı Kerim'i doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in bir uydurması olarak kabul ediyor. Hâlbuki bizim inancımıza göre, Kur’an baştan sona Allah kelamıdır. İçinde Pey- gamber'imize ait tek bir kelime yoktur. Şimdi bir de bana "İlk Vahiy" bölümünü oku bakayım! Kitabın 91. sayfasında neler yazıyor?

"Muhammed, uzun devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetle­ri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber, ken­disini tahrik eden kuvvetin, tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi."

-Şimdi Yavuz Bülent, git İslâmiyet'i bir parçacık bilen kırk kişiy­le konuş. Bu bizim resmî tarihimizdeki yazılanlara inananlara kâfir denilir. Ben, şunun bunun inanmamasına katiyen karışmam. Benim inanmak hakkım kadar, başkalarının da inanmama hakkı vardır. Ve dinimizde katiyen zorlama yoktur. Ama şimdi ben mecbur muyum bu saçmalıklara inanarak gâvur olmaya?

-Kim yazdı Osman Ağabey bu Orta Zamanlar Tarihi'ni?

-İsimleri kitabın baş tarafında var. Bunlar Atatürk'ün en yakın arkadaşları. Oku oradan o isimleri birer birer. Bunların hepsi hem cHP milletvekili hem de Türk Tarih Kurumu üyesi.

Tevfik Bey Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Samih Rıfat Bey,Prof. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Dr. Reşid Galip Bey, Hasan Cemil Bey, Afet Hanımefendi, İsmail Hakkı Bey, Reşid Saffet Bey, Prof. Sad­ri Maksudi Bey, Prof. Şemsettin Günaltay, Prof. Yusuf Ziya Bey.

Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi inanmak demektir. Ben Atatürk gibi değil, bir Müslüman gibi düşünmek istiyorum.

Şimdi ben niçin bütün ahiretini inkâr ederek, küfre saplanarak Atatürkçülük ismi altında ileri sürülen bu küfür batağına düşeyim Bülent?

-Doğrusu bunların hiçbirini bilmiyordum Osman Ağabey. Bun­ları ilk defa bugün burada sizden dinliyor, öğreniyorum.

-Kemalist geçinenlerimizin en az %95'i bu gerçekleri bilmiyor­lar. Herkes uydum kalabalığa havasında.

Şimdi sana bir de Türk'ün Amentü'sünü okumak istiyorum. İs­lâm'ın Amentü'sünde imanın altı şartı sıralanmıştır. Bir Müslüman İslâm'ın Amentü'süyle bildiğin gibi "Allah'ın meleklerine, kitapları­na, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan gel­diğine ve Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna iman ettiğini" söyler. Bunları diliyle söyler, kalbiyle tasdik eder. Bu altı esastan bir tekini bile inkâr etmek, insanı küfre götürür. Bak şimdi, İslâm'ın Amentü'süne karşı 1928 yılında Hâkimiyet-i Millîye Mat­baasında bir de Türk’ün yeni Amentü'sü basıldı ve satıldı. Geliri Tayyare Cemiyetine bırakıldı. Türk'ün yeni Amentü'sü ise kelimesi kelimesine şöyle:

"Kahramanlığın örneği olan, vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e / Onun cengâver ordusuna / Yüce kanunlarına / Mücahit analarına / Ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim! / İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine / Büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset dasitanla­rıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordularının birliğine / Ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna, bütün hulus-i kalbimleşehadet ede­rim, eylerim!"

“Nedir bunlar? Laiklik mi bu? Modern düşünce mi? İnsan uta­nır be böyle saçmalıklarla milletin kafasını bulandırmaya! Bu saç­malıklara inanmak Atatürkçülük ise ben milyon kere, milyar kere Atatürkçü değilim.

Görüyorsun Yavuz Bülent, Cumhuriyet'imizin ilânından sonra bazı imansız ve idraksiz kişiler Allah'ı inkâr ettiler. Peygamber'imizi uydurmacılıkla suçladılar. Kur'an'ı onun hayal dünyasından kopup gelen saçma sapan bir kitap olarak gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk'ü Allah gibi, peygamber gibi gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk’e hem Al­lah hem peygamber dediler. Kemalizmi İslâmiyet'in yerine koymaya çalıştılar. Bazı dalkavuklar, yeni Kâbe'mizin artık Çankaya olduğunu ileri sürdüler. O kadar ileri gittiler ki Sevgili Peygamber'imiz İçin Sü­leyman Çelebi'nin yazığı Mevlüd'ü Atatürk üzerine çevirdiler.

Bizim 624 yıllık bir Osmanlı İmparatorluğu devrimiz var. O süre içinde 36 padişah geldi, geçti. Aç, oku, araştır... göreceksin. Bazı şairlerimiz, o padişahlarımız için methiyeler yazdılar. Fakat o 624 yıllık dönemde, ilaç için bir tek şairimiz, edibimiz şu veya bu pa­dişahımız için "Sen bizim peygamberimizsin! Sen bizim Tanrı'mız- sın! Allah'ımızsın!" diyerek dalkavukluk yapmadı. Ama tarihimizin en utandırıcı dalkavukluk şairleri Cumhuriyet devrimizde yetişti. O dalkavuk ve küfür edebiyatı, bir koca cilt olacak kadar çeşitlidir. Şu herzeler onların kalemlerindendir:

İşte Kemalettin Kamu'nun şiiri:

"Ne örümcek ne yosun Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter.”

İşte Behçet Kemal Çağlar ın çığlıkları.

“Atatürk dendi mi dolar gözümüz Atatürk... Atatürk bu baş sözümüz Yola düşer birden açtığın izde Adın besmeledir her işimizde Açar al gülümüz her son baharda Yarın bir iskelet olsak mezarda Atatürk çağrışır kemiklerimiz Nimetinle dolu iliklerimiz...”


İşte İlhami Bekir'in çığlığı:

"İlk adam Mavi gözlerle Baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa Allah değil, o yazdı Alın yazımızı"

***

İşte Faruk Nafiz Çamlıbel’den şaşırtan bir iddia:

“On milyon bel iki kat olmuşken eğilmeden Onda on beş milyonun boyu birden uzadı. Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa, hepsi onda şekil aldı."

Yusuf Ziya Ortaç da olaylardan geri kalmadı:

“Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği Yoktan var ediyordu, Tanrı gibi her şeyi"

Nurettin Artam kendisine yeni bir Tanrı buldu:

"Her zaman ırkıma büyük başAta'm Tanrılaş gönlümde, Tanrılaş Ata'm"

Ömer Medrettin Uşaklı diyor ki:

"Bir güneş gibi yalnız Sensiz ülkü Tanrımız




Vasfı Mahir Kocatürk’e bak şimdi:

"Peygamber tanrısına duymadı bu hasreti Vermedi bu kudreti Tanrı peygamberine.

Benzedi ıstırabım Allah'ın kederine"

***

Edip Ayel, Ataütrk'e hem Allah hem de peygamber dedi:

"Cennetse bu yurt sen onu buldundu harabe Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun.

Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık yüce Tanrı'yla müsavi Toprak olamaz kalp doğabilmişse semavi ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez"

Bir ara Behçet Kemal Çağlar, katıldığı her toplantıda kürsüye çıkıyor, mahalle tellallarının rahatlığı içinde, Süleyman Çelebi’nin ruhunu tepeleyerek Atatürk için yazdığı yeni Mevlüd'ü okuyordu:

"0l Zübeyde Mustafa'nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.

Gün gelip oldu Rıza'dan hâmile Vakt erişte hafta vü eyyam ile.

Ger dilersiz bulasız od'dan necat Mustafa'yı bâ Kemal'e esselât"

Behçet Kemal Çağlar’m bu yeni Mevlüd’ü tam beş yüz mısra ile kamburlaşıyordu. Dinleyenler, içlerinden ona da, Atatürk’e de bırak saiavat getirmeyi, sövüyorlardı.

- Çok şaşırdım Osman Ağabey. Atatürk kendisi için böyle şiirler yazan o dalkavuklar sınıfına kızmıyor muydu?




Ne kızması yahu? Aksine çok memnun oluyordu. Bu adamlar el üstünde tutuluyordu. Kemalettin Kamu da, Behçet Kemal Çağlar da onun partisinin milletvekilleriydi. Atatürk, o dalkavuklar sınıfı­na kaşlarını çatarak "Kesin ulan bu zırıltıyı dırıltıyı!" deseydi bir tek kişi bile bu saçmalıklarla onun karşısında secdeye kapanamazdı. Aksine Atatürk böylesi şiirlerden çok memnun oluyordu. Çünkü o İslâmiyet'i kaldırmak, Kamalizmi yeni bir din olarak yerleştirmek istiyordu. Sen, Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yazıp bastırdığı Kamalizm isimli kitabı okumadın mı?

Okumadım Osman Ağabey!

Şimdi sana kızmaya başlıyorum ha! Neyi sorsam okumadım diyorsun. Okumadım! Okumadım! Okumadım! Sen ne biçim Ata­türkçüsün? CHP Milletvekili Şeref Aykut o kitabında "Kamalizm bütün dinlerin üstünde bir yaşamak dinidir." diyor ve partinin altı okunu, Kamalizm dininin altı temeli olarak gösteriyor. Ve Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan yeni lügatlerde, Kamalizm, Türk ulu­sunun yeni dini olarak açıklanıyordu. Okumadın mı?

Yavuz Bülent Bakiler, Hatıralar Işığında Cumhuriyet Tarihi Okumaları 3
Devamını Oku »

Basın Yönünden İnkılaplar

Basın Yönünden İnkılaplar

• Üç inkılâp devremiz var: Tanzimat, Meşrûtiyet, Cumhuriyet... Bunlardan birincisi 137,ikincisi 68, üçüncüsü 53 yıllık...

• Garplı bir müessise olan gazete, bizde Tanzimat ile başlar.

• Tanzimat... Kendisinden birkaç asır evvel Garp âlemine karşı olanca taaruz iktidarını kaybetmiş, hazin ve mezbuh bir müdafaaya geçmiş bir cemiyetin, tamamiyle muvazaacı satıh üstü, malûm, maymunvâri hareketi... Bu devrin gazetesinden, büyük Türk topluluğunun kök haklarını koruyabilmesi zaten  beklenemezdi. Hattâ bu mahrem ve girift hakların müdafası şöyle dursun, bizzat gazete, o devirde, ayrıca ve yüzüncü sınıf bir taklit ve özenti eseri olmaya mahkûmdu. Elbette ki, Garba körü körüne tâbi ve nefs muhasebesinden mahrum ellerde bulunacaktı.

• Meşrutiyete kadar hep böyle gitti. Basit teknik ve dış yüz ifadesiyle  dahi gazete şekillenemedi. Hele Türk topluluğunun iç plânlardan nabzını dinlemek,onun tercüme edemediği ruh acılarını dile getirmek istidadında tek
gazete zuhur etmedi.

• Bacakları çarpık ve bakışları yılgın, pantolonu ve ceketiyle Garplı, fesi ve galoşiyle Şarklı bir Tanzimat paşası neyse Meşrutiyete kadar Tanzimat gazetesi de odur.

• Gazetenin, şöyle böyle gazete olarak zuhuru, Meşrutiyette...

• Bu devrede, kendini gûya tepesindeki Kızıl Sultan baskısından – ah o ne mübarek baskıydı!-  kurtulmuş farzeden gazete, hakikatte, tam bir Yahudi tertibi «Hürriyet, Müsavat, Adalet» maskeleri altında, perde arkası gizli kuvvetlerin kuklası olur. «Eşek» ten «Kalem» e kadar türlü isimler altında  ve göstermelik cambazhane hayvanlarına mahsus bir hürriyet içinde gazete, o zamanki galip ve hâkim seciyesiyle, doğrudan doğruya kozmopolitlik ve köksüzlüğün idare ettiği bir iflâs curcunası...

• Mütareke yıllarında ve İstiklâl Savaşı başlarında, millî ruhla temasa geçer gibi olan gazete, Halk Partisi ve Cumhuriyet teşekkül eder etmez, bazı millî  ntesirleri yıkmak adına kendini kaptırdığı garp tesiri baskısına, bir de, cihanın hiçbir zaman ve mekânında görülmemiş bir korku ve menfaat baskısının bindiğine şahit olmuş; ve 1923’ten 1946’ya kadar tam 23 yıl, bu yürekler acısı esaret, riya ve meddahlık memuriyetinde sadıkane devam etmiştir.
Öyle ki, «Allahtan ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!» diyecek ve bunu gazete gazete tamim edecek kadar küçülebilmiş, cihanda hiçbir (tiran) ve zâlim bulunamazken, bu imtiyaz, İkinci Dünya Harbi ortalarında Halk Partisi hükümetine nasip olmuştur. Kendisinden mahud tarihî emri alan gazeteler de «albabda emr-ü ferman...» edasıyle zaten öz yüreklerince müsamaha ve müsaade edilmeyecek bir keyfiyetin lüzumsuz yasağı önünde eğilmeyi, caizecilik ahlâkına  bağlı bir edeb ve sadakat borcu bilmişlerdir.

• Tanzimattan Cumhuriyete kadar bir türlü gelemeyen, olamayan gazete, bu  halini, en büyük meziyet derecesine çıkaracak bir geliş, bir oluş ve bir zümre ruhuna bağlanış olarak muhafaza etti. Halk Partisi ne kadar halkın partisi olabildiyse, o da aynı derecede Hakkın sesini ters tarafından temsilde muvaffak oldu. 1956 yılına kadar Halk Partisi iktidarı boyunca gazete, Türk milletine kendi kendisini unutturmak plânının tatbiki işine bağlı parti bürolarından  birisidir.

• Hürriyet için hürriyet mefkûrecisi büyük cihan kutuplarının zoriyle de, gazete, 1946’da, tam 23 yıl kölesi geçindiği rejimle birlikte, hürriyet oyunu oynamaya mecbur oluyor! Tamam! Cebren verilen bir hazin hürriyetin ve onu takip  eden devrenin mahzun mânasını düşünün! Hürüz; fakat kendi istediğimiz ve olduğumuz gibi değil, başkalarının dilediği ve olmaya zorladığı gibi... Cebren gelen hürriyet...

• C.H.P. iktidarından sonra ise bütün mâna, dışardan gelen, serbestçe burun kaşıyacak kadar küçük bir hürriyet neticesinde Türk milletin ne yaptığı ve karşılığında ne bulduğudur. Türk milleti, başından, derhal şekâvet çetesini atmış, fakat onu attıktan sonra gene istediğini değil, ancak o ân olması mümkün olanı bulmuştur.

• Bu oluşun içindeyse, Türkün asliyet ve şahsiyetine zıt kutupların madde ve mâna sermayesiyle teçhiz edilen bir matbuat, bu anda (Demokrasi) ve hürriyet adına, Türkün kökünü kemirmekte kendince hak sahibi olmuştur. Ve bu matbuat, Türkün özü ve kökü ile devlet ve hükûmeti müttefik görünce, ona da karşı gelmekte, asla tereddüt sahibi olmamıştır. O devrenin Yahudi kolpoları da işte bu ölçüye göre davranışlar...

• Tarihi Tanzimatla başlıyan ve örneklerinin çoğunluğu bakımından millî  kök ve içtimaî ruha zıt, gizli tesirlerin mikrop nahiyesini teşkil eden  gazeteciliğimizde, bugüne kadar alıştığımız, ister istemez alıştırıldığımız patron vasıflar veya patronluk vasıfları acaba nelerdir?

• Bizde gazete patronu, umuiyetle, ya tüccardır, çilesiz ve faziletsiz bir sermayenin sahibidir; nazarında paradan başka kıymet yoktur. Yahut millî bütünlük ve hayatiyetimizi sömürücü bir iç veya dış sınıf ve cereyanın kuklasıdır; her şeyini ona bağlamıştır. Yahut da doğrudan doğruya hükûmetlerin meslekî pohpohçusudur; giden kim ve gelen ne olursa olsun, hep bu sefil işin daima sabit bareminde birinci dereceyi tutmak ister. Ve ilimsizdir! Ve fikirsidir! Ve esersizdir! Ve imansızdır! Ve ihlâssızdır! Ve ahlâksızdır!

• Halbuki on parmağını birden taktığı istinat ve imtiyaz halkaları ne zaman muazzam şeyler: İlim, fikir, hak, hakikat, vicdan, iman, hürriyet, medeniyet, halk vicdanı...

• Bu işe, gazetenin yuları çözüldü çözüleli, bir de açık fuhuş kartpostalı satıcılığı binmiştir.

• Gerçekten, Tanzimattan bu yana, Şark ve Garba doğru esen kasırgalar arasında yalpalaya yalpalaya harap olmuş Türk varlık ağacının kökündeki lif hummasından, dallarındaki tomurcuk hasretine kadar, hiçbir patron kalem, bu milletin nefs muhasebesine nisbet belirtmemiştir. Zira bizde gazetecilik,hayflar olsun ki, Tanzimattan beri bu dilsiz milletin öz hakikatine her ân biraz daha uzak ve ters bir aksülâmel mihrakı etrafında kurulmuş ve hep çıkış noktasına göre yol almıştır. Bizzat gazete, bizde aslında vasıta ve âletlerin en azizi olduğu halde, teftişsiz ve murakabesiz, hazımsız ve temsilsiz Garp taklitçiliğinin ilk ve menfî eseri kabul edilebilir.

• Onun içindir ki, bu mesleğin «esbak» ve «sâbık» ları, millî tefekkür ve tahassüs teknesinde yoğurulmuş büyük «entellektüel» ler yerine çeyrek münevverler, günü birlik açıkgözler, basit heves ve küçük teşebbüs adamlarıdır; onları takip eden dünküler ve bugünkülerse, züppelikte, sahtelikte, kışırcılıkta, istismarcılıkta, riyakârlıkta, eyyam güderlikte şehinşah rütbesinde mirasyediler...

Necip Fazıl,İdeolocya Örgüsü
Devamını Oku »

CHP Bir Dönem Fakir Halkı Ankara’ya Sokmamıştı

CHP Bir Dönem Fakir Halkı Ankara’ya Sokmamıştı

İttihat Terakki ve 1912 seçimleriyle başlayıp cumhuriyet döneminde CHP ile devam eden zihniyetin adı tek parti. Halkın eşekle, şalvarla meydanlara giremediği, tahta kaşık yapıp satmanın yasak olduğu yıllar.

Recep Peker, 1935 CHF programında yer alan ulusçuluk ilkesini açıklarken, bu ilkenin yalnızca partiye ait olmayıp devlete hâkim zihniyet olması gereğine işaret ettikten sonra kongre konuşmasında “Türkiye Cumhuriyeti bir parti devletidir” diyerek durumu özetler. ‘Devlet örgütlenmiş ulustur’ düşüncesinden hareketle ve Atatürk’ün adı etrafında oluşturulan lider kültüne dayanarak, ideolojik ve ekonomik muhalefetin tasfiyesini ulusal misyon olarak ortaya koyan; devlet karşısında bireye özgürlük alanı bırakmamayı idealize eder Recep Peker.

Ve ona göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı herkes CHP’nın doğal ve potansiyel üyesidir. Türkiye’de din telakkisinin vatandaşların teninden içeri nüfuz etmediğini söyleyen Recep Peker’in gerçek kutsalın din değil cumhuriyet inkilabı olduğu kanaatini taşıdığını, laiklik politikasının temelini ise dinden bahsetmemenin oluşturduğu görüşünde oluştuğunu da ekleyeyim. Peker, Kemalizmin ideolojisini yapmaya çalıştığı Ülkü Dergisi’nde Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Türkün yeni mukaddes kitabı, Halkevleri’nin de bu inancın mabedleri olduğu fikrini savunuyordu.

Gözümüz sizi görmesin!

Aşık Veysel’de Yamalı Elbisesinden Dolayı Ankara’nın Merkezine Alınmamış

Aşık Veysel’in torunu Halil Süzer anlatıyor: “Dedem köylü kıyafeti giyiyordu. Elbisesi de yamalıydı. Ayakkabı olarak çarık giyiyormuş. Hatta çarığı bile yamalıymış. O dönemin fakirliğinin getirdiği durum bu. Zabıta polisleri onu Ulus’tan atmışlar” derken onun Atatürk’ü ziyaret etmek istediğinden falan söz etmiyor. Bu kılıkla sokakta görünmesine izin verilmeyen insanın köşke alınamamasında da şaşılacak bir şey yok zaten. Ancak o yılların Ankara’sında yaşayan herkesin maruz kaldığı muameleydi bu.

Başkent Ankara’nın en merkezi bölgesi olan Ulus Meydanı’na çarıkla, şalvarla ve merkeple girilemeyeceğinin belediyece yönetmeliğe bağlandığı, çarşı pazarda tahta kaşık satılmasının ‘Ormanları koruyoruz’ denilerek yasaklandığı dönemdir bu.

Cumhuriyet elitlerinin İstanbul’un Beyoğlu’su saydığı ya da öyle görmek istediği de hepi topu çapı 300 metrelik bir alandır. Meclis, Ankara Palas, Karpiç lokanta/gazinosu ve milletvekillerinin büyük kısmının kaldığı Taş Han’dan oluşuyordu sınır. Az ilerde Hacıbayram Camii, biraz yürüyünce Tahtakale Hamamı ve nihayet Samanpazarı. Şayet yanlış bilmiyorsam Bentderesi’ne taşınmadan evvel ilk genelev de Ulus’tan Dışkapı’ya giden yol üzerindeydi. Yani çemberi geniş tutsanız çağı 500-600 metrelik dairedeydi her şey. Yeni başkente yerli halk dışında gelen ve çoğu da buranın İstanbul kurtulana kadar geçici ikamet olmasını dileyenler için bu mekânlar dışında gidilecek bir yer yoktu; dolayısıyla Türkiye’ye gelip Ankara’nın siyaseti konusunda fikir sahibi olmak isteyen yabancı gazeteciler ve diplomatlar da buradaydılar. Atatürk Ankara’yı onlar için cazip kılmaya çalışıyor, sınırlı sayıdaki mekâna kendisi de giderek oraların canlanmasını teşvik ediyordu, ama pek çok elçilik Ankara’yı içine sindiremediği için uzun süre vagondan çıkıp bir binaya yerleşmeye yanaşmadı.

TBMM’nin ilk kanunu

TBMM’nin açıldığı ilk gün yani 23 Nisan 1920’de kabul ettiği ilk kanun ‘Ağnam Vergisi’nin yani köylülerden alınan koyun vergisinin kaldırılmasını amirdi. Ancak daha sonra halk Yol Vergisi ve Bekârlık Vergisi gelince neye uğradığını anlayamadı. 1921’de kabul edilen Yol Vergisi 18-60 yaş arasındaki erkeklerin ya dört günlük işçi yevmiyesi tutarında para ödemek ya da üç gün yol inşaatında çalışmak zorunda tutulduğu vergiydi. 1934 Nisan başında meclise sunulan Bekârlık Vergisi ise nüfusun artmasını teşvik amacına dönüktü.

Bağlum Köyü’nden eşeğiyle Ankara’ya gelen Abdullah adında bir köylüye atfen dilden dile anlatılan bir hikâye var:

Abdullah Efendi eşeğiyle Ulus Meydanı’na girmeye çalışırken polis tarafından, “Meydanın manzarasını bozuyorsun, buradan eşekle geçmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?” denilerek önü kesilmiş. Öfkelenen köylü, “Yol vergisi verirken manzarayı bozmuyorduk da, şimdi mi bozuyoruz” diye karşı gelmiş polise. Ve rivayet edilir ki bu olaydan sonra eşeğine Recep adını koymuş ve genelde çevresinde fazla sayıda insanın olduğu ortamlarda ‘Recep Recep’ diye bağırarak hayvanı çağırmaya başlamış. Olayın CHF Genel Sekreteri Recep Peker’in kulağına kadar gittiği, hatta bir akşam Atatürk’ün sofrasında anlatıldığı söylenir.

Avni Özgürel
Devamını Oku »