Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Serdengeçti Osman Yüksel Neden Atatürkçü Değildi ?

Osman Yüksel'i, 1950 yılında, Serdengeçti dergisindeki "Yıkıl­dılar" başlıklı yazısıyla tanıdım. 27 yıllık CHP iktidarının devrilme­sini, yıkılıp gitmesini müthiş bir sevinçle, aynı zamanda anlatılmaz bir öfkeyle açıklıyordu. "Yıkıldılar" yazısını okuya okuya ezberle­dim. Sonra onun yazılarının tiryakisi oldum.

1950-1956 yılları arasında Serdengeçti dergisi 11 sayı çıkabil­di. O dergileri de su içer gibi gözden geçirdim.

Yüksek tahsil için Ankara'ya yol hazırlığı yaparken babam beni karşısına oturttu:

Fakülteye kaydını yaptırdıktan sonra gidip Serdengeçti'yi gö­receksin. Selâmlarımı söyleyeceksin. Seni, Türk Ocağına götürme­sini isteyeceksin. Yeni arkadaşlarını, oradaki yaşıtların arasından seçmeni, Osman Yüksel'in çevresinden ayrılmamanı istiyorum. An­ladın mı beni, dedi.

Babam çok otoriter bir adamdı. Emirlerinden kıl kadar ayrıl­mamı istemezdi. Söylediklerini yerine getirdim.

Üniversite öğrencisiydim ama yeteri kadar okumamıştım. Anka­ra'da dinlediklerim, okuduklarım, zaman zaman beni çok şaşırtıyor­du. Meselâ Osman Yüksel, coşkun duygularla bir Türk milliyetçisi idi. Vatansever adamdı. Tarihimize ve bütün mukaddesatımıza çok bağlı  kalemdi. Ama Atatürkçü değildi. Serdengeçti'de zaman zaman

Atatürk'ü ve Atatürkçüleri iğneleyen, onları hafife alan yazıları çıkı yordu. Bunu anlayamıyordum. Çünkü bana göre onun da Atatürkçü olması gerekiyordu. Bir gün merakımı gidermek için sordum:

-Osman Ağabey, neden Atatürkçü değilsiniz?

-Değilim!

-Ama niçin? Bunu sizden öğrenmek istiyorum!

-Öğrenemezsin! Çünkü ilkokulda, ortaokulda, lisede sana ve arkadaşlarına hep iki kere ikinin 22 ettiğini öğrettiler. Şimdi ben sana "İki kere iki 4 eder.” deyince öğrendiklerin üzerine yıkılacak. Belki de bana inanmayacaksın. O bakımdan konuyu karıştırma. Sen Atatürkçü müsün?

-Elbette!

-Peki, sen Atatürk'ün Nutuk isimli eserini okudun mu? Kâzım Karabekir Paşa’yı, Rauf Orbay'ı, Fahrettin Altay Paşa'yı, Hüsrev Ge­rede'yi, Falih Rıfkı Atay'ı okudun mu?

-Okumadım.

-Oldu mu şimdi? Okumadan Atatürkçülük olur mu Bülent? Senin Atatürkçülüğün fasa fiso Atatürkçülüğüdür, önce, bu kişile­ri okumadan, araştırmadan Atatürk'ü anlaman, Atatürkçü olman mümkün değildir. Sonra sen, bir zamanlar okullarımızda okutulan Vatandaş İçin Medenî Bilgiler kitabını gördün mü? 1931 tarihli Ta­rih Kitabı'mızın ikinci cildini inceledin mi?

-Görmedim, incelemedim Osman Ağabey! Bunları ilk defa siz­den duyuyorum. Ama size söz veriyorum. Bu kitapları ilk imkânda bulup okuyacağım.

-Bu kitaplar okunmadan, görülmeden senin soruna cevap ve­rilemez. Önce git, bul bu kitapları. Al, getir bana. Sonra oturup ko­nuşalım seninle!

-Bu kitapları nereden bulabilirim?

-Sahaflara bakacaksın. 25 yıl önce basılan kitapları başka yer­de bulamazsın.

-O gün Serdengeçti bürosundan ayrılır ayrılmaz istediği iki ki­tabı bulabilmek için Adliye binası karşısındaki sahafa gittim. Ara­dığım kitapları bulamadım. Tam üç ay gidip geldim. Sonra ilk defa Medenî Bilgiler kitabını, arkasından 1931 baskılı Tarih Kitabı'nın ikinci cildini bulabildim. 0 iki kitabı Serdengeçti'nin küçücük masa­sı üzerine koyduktan sonra dedim ki:

-İstediğiniz kitapları bulup getirdim Osman Ağabey! Konuyu artık konuşabiliriz. Kendisi de raflardan birkaç başka kitap çıkar­dı. Aradan 60 yıl geçmesine rağmen söylediklerini hiç unutma­dım-

-Önce söz ver bana. Burada benden dinlediklerini şurada bu­rada katiyen söylemeyeceksin. En az 50 yıl ağzına kilit vuracaksın. Çünkü Atatürk, Türkiye'de 20.000 wolt gücünde bir cereyandır. Türkiye'de kimse Atatürk'ü yeteri kadar okumuş değil. Ama herkes Atatürkçü. Herkes ağzını Atatürk diye açıyor. Bir kısım insanlar dal­kavukluktan, bir kısım insanlar da korkularından böyle davranıyor­lar. Benden sana ağabey nasihati: Eğer bulunduğun bir toplantıda, birisi şehadet parmağını sana uzatarak dese ki: "Atatürk diyor ki: İki kere iki 179 eder!" Sakın, sakın, sakın itiraz etme. Eğer cevap vermek mecburiyetinde kalırsan de ki:

Ben bugüne kadar, iki kere ikinin dört ettiğini sanıyordum. Madem ki Atatürk iki kere iki 179 eder diyor. Ben de bundan sonra böyle bilir, öyle söylerim!

Böyle söyle ve münakaşaya girme. Yoksa adam gider seni "Ata­türk düşmanı!" diye gammazlar. Bu suçlama da senin felaketin olur. Bitirirler seni!

Şimdi dikkat et: Tenkitsiz siyaset, tenkitsiz ilim, tenkitsiz fikir, tenkitsiz kişi... olmaz. Tenkit, medenî düşüncenin temel aşıdır. Ama bunun tek istisnası Türkiye ve Atatürk'tür. Türkiye'de, Atatürk'ü tenkit etmenin boğaları bile böğürtecek ismi Atatürk düşmanlığı­dır. Çok dikkatli ol. Kendine sakın kıyma. Atatürk'ü tenkide kalkış­ma. O işi bizim gibi kişilere bırak!

- Anladım Osman Ağabey!

-Önce şunu özellikle belirtmek istiyorum. Millî Mücadele'mizin lideri Atatürk'tür, Kahramanlığından, vatanseverliğinden, deha de­recesindeki zekâsından hiç şüphem yok. Rauf Orbay'ı okudum. Di­yor ki: "O olmasaydı biz bu işi başaramazdık. Ama biz olmasaydık o, bu mücadeleyi yine zafere ulaştırırdı." Benim bu değerlendirmeye hiçbir itirazım yok. Ama benim Atatürk’ün cumhuriyet anlayışıyla, dil, din, tarih... anlayışıyla bir beraberliğim de yok. Atatürk’ün kur­duğu rejime cumhuriyet diyenler var. Bunlar galiba cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Atatürk'ün kurduğu rejime, mutlakıyet, haydi bilemedin meşrutiyet diyebiliriz. Ama cumhuri­yet diyemeyiz. Çünkü bana göre muhalefetsiz cumhuriyet olmaz. Atatürk'ün de muhalefete katiyen tahammülü yoktu. Olur mu hiç, muhalefetsiz cumhuriyet olur mu?

Bak şimdi, Cumhuriyet'imiz ne zaman ilân edildi? 29 Ekim 1923'te. Pekâlâ! O Meclisteki milletvekillerini kim seçmişti? Halk mı? Hayır! Halk Partisinin büyük öncülerinden biri olan Falih Rıfkı Atay diyor kİ: "Adayları tespit eden heyet üç kişi idi: Cumhurbaşka­nı Atatürk, Başbakan İnönü ve Parti Umumi Kâtibi Recep Peker!" Başka? Başka kimse yok. Cumhuriyet rejiminde, halkımız, halk ta­rafından, halk için seçilen milletvekilleriyle idare edilecektir değil mi? Halk diyor ki ben: A/B/C isimli kişileri milletvekili seçmek is­tiyorum. Yetkili o üç kişi itiraz ediyor: "Hayır!" diyor, "Sen V/Y/Z isimli kişileri seçeceksin." Halkın başka tercihi yok. Sandığa gidip oy kullanıyor. Oyunu nasıl veriyor biliyor musun? "Açık oy, gizli tas- nif usulüyle!" Yani halkımız, oyunu herkesin gözü önünde açık açık kullanıyor, sıra oyların sayılmasına gelince oylar gizli gizli sayılıyor. Bu nasıl cumhuriyettir?

Atatürk, Meclis çatısı altında da, Meclisin dışında da bir mu­halefet grubunun faaliyetine katiyen izin vermedi. Birinci TBMM, Falih Rıfkı Atay'ın gösterdiği gibi seçildi. Zamanla Mecliste iki ayrı grup teşekkül etti. Birinci gruba mensup milletvekilleri 160 kişi kadardı. Bunlar doğrudan doğruya CHP fikriyatlı kişilerdi. Bir de ikinci grup milletvekilleri vardı. Sayıları 35-40 civarınday­dı. Bunlar muhalif milletvekilleriydi. Muhalif milletvekillerinin başında Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey bulunuyordu. Müthiş bir adamdı. Denizci kurmay subaylardandı. TBMM açıldıktan bir gün sonra, arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'la birlikte İstanbul’dan gelerek Atatürk'e katılmışlardı. Atatürk onu Trabzon, Mehmet Akif'i de Burdur milletvekili olarak Meclise almıştı. Sonra ne oldu biliyor musun? Bu Ali Şükrü Bey muhalif milletvekillerinden biri oldu. Olsun, ne var?” diyeceksin. Atatürk’ün muhalefete taham­mülü yoktu. O bakımdan Ali Şükrü Bey, Atatürk'ün Muhafız Alay Komutanı Topal Osman tarafından öldürüldü. Mecliste küçük kı­yamet koptu. Bu defa, silahlı kuvvetlerimiz Topal Osman'ı yakala­mak için harekete geçti. Topal Osman sandı ki Atatürk kendisine sahip çıkacaktır. Çıkmadı. Öfkeyle Köşk'ü basmak istedi. Başba­kan Rauf Orbay devreye girdi. Topal Osman'a dedi ki: “Bak Osman Ağa, Köşk'te kadınlar var. Bırak kadınlar çıksınlar. Sonra sen git, Gazi'yle ne işin varsa hallet. Kadınların bulunduğu yeri basmak sana yakışır mı?”

Topal Osman bu oyuna geldi. Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın kız kardeşinin çarşafını Atatürk'e giyindirdiler. Onu diğer kadın­larla birlikte Köşk'ten kaçırdılar. Topal Osman Köşk'e girdiği za­man Atatürk'ü bulamadı. Öfkesinden onun elbiselerini ve eşyala­rını kurşunladı. Silahlı kuvvetlerimiz, Topal Osman'ı yaralayarak teslim aldı. Sonra konuşmasın diyerek başına bir kurşun sıkarak onu öldürdüler. Eski TBMM önünde, Topal Osman'ı ayaklarından darağacına astılar da Meclis öyle sükûnet buldu. Şimdi sen, sözüm [ona bir cumhuriyet rejiminde, Atatürk’e veya onun partisine mu­halefette bulunmanın meydana getirdiği dehşetli neticeleri görü­yor musun? Bu arada, bir büyük, bir anlatılmaz, bir dehşetli facia­yı da sana hatırlatmak istiyorum. Benim Mehmet Akif Ersoy'u ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. O bir destan adamdır. Bir karakter abidesidir. Mehmet Akif İstanbul’dan Ankara’ya Ali Şükrü Bey’le birlikte gelmişti. Ali Şükrü Bey muhalif olduğu için öldürülmüştü. Mehmet Akif'i de Atatürk, muhalif milletvekillerinden biri olarak düşündü ve Meclisi feshedince onu yeniden milletvekili yapmadı. Bir milletin İstiklâl Marşı'nı yazan, Çanakkale Zaferi'ni destanlaş­an Akif gibi bir adam sokağa atılır mı? Attılar. Sonra ona hiçbir ev et dairesinde vazife vermediler. Emekli maaşı da bağlamadılar. Peki, yedi nüfuslu Akif ne yapacaktı? Mendil açıp dilenecek miydi? Bir de tutup arkasına iki polis taktılar. Onu bir vatan haini gibi gördüler. "Sen git de biraz kumda oyna!" diyerek alaya aldılar. Mehmet Âkif de bin parçaya bölünerek Mısır'a gitmek mecburiye­tinde kaldı. Edebiyatımızın, tarihimizin yüz karası hadiselerinden biridir bu. Unutma!

Şimdi gelelim Cumhuriyet’imizin muhalif partilerine:

İlk muhalefet partisini Cunıhuriyet’in ilânından bir yıl sonra Kâzım Karabekir Paşa ve arkadaşları kurdu. Nasıl adam bu Kâzım Karabekir Paşa? Bana göre büyük vatansever. Büyük kahraman! Ve yine samimi kanaatime göre, Karabekir Paşa olmasaydı Mustafa Kemal de Atatürk olmazdı. Karabekir ve arkadaşları 1925 yılın­da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını kurdular. Atatürk onu ve arkadaşlarını analarından doğduklarına pişman etti. Hiçbir ilgisi olmadığı hâlde İzmir Suikastı dolayısıyla Karabekir Paşa az kalsın idam ediliyordu. Kurduğu partiye devrin iktidarı en çok beş buçuk ay tahammül edebildi. Sonra Vekiller Heyeti kararıyla Karabekir’in partisi kapatıldı. Neden? Muhalefet partisi olduğu için!

1925-1930 yılları arasında çok yanlışlar oldu. Yakamız bece­riksiz idarecilerin elinde kaldı. Kimse, yapılan yanlışların, görülen hırsızlıkların hesabını soramıyordu. Hadiseler yeni bir muhalefet partisinin kurulmasını zorluyordu. Atatürk de bunu gördü ve çok yakın arkadaşlarından Ali Fethi Bey’e Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla yeni bir parti kurdurdu. Ali Fethi Bey, Atatürk’ün özellikle­rini bildiği için önce bu işe yanaşmadı. Ama Atatürk çok ısrar etti. Böylece 1930 yılının ortalarında Serbest Fırka kuruldu. Atatürk sanıyordu ki Serbest Cumhuriyet Fırkasına rağmen halk kendisi­ne yani Cumhuriyet Halk Fırkasına oy verecektir. Düşündüğü gibi olmayınca, kuruluşundan 3,5 ay sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası da kapatıldı. Düşün, şimdi tam 16 yıl yeniden tek parti dönemi ve bu rejimin adı da Cumhuriyet veya Atatürkçülük! Ben aklımı peynir ekmekle mi yedim? Yapılan baskılara, zulümlere, yanlışlıklara... ne­den arka çıkayım Bülent? Benim Atatürkçü olmamamın şahsî men­faatlerle hiçbir ilgisi yoktur.

Atatürk'ün Bazı Özellikleri: İnönü Başbakanlıktan Neden Atıldı ?

Falih Rıfkı Atay diyor ki: "Ben ömrümde Atatürk kadar tartış­maya katlanan adam görmedim!"

Adam milyon kere yalan yazıyor. Çünkü Atatürk tartışmaya açık bir devlet adamı değildi. İşte sana Falih Rıfkı'nın Çankaya isim­li kitabından müthiş bir bölüm. Çankaya'nın 575-576. sayfalarında şöyle bir açıklama var:

"Atatürk bir gün Tarım Bakanı Şakir Kesebir'e soruyor:

Orman Çiftliği’ndeki ağaçlar neden bakımsız?

Kesebir’den önce araya İnönü girip cevap veriyor:

Sebebini adamlarınıza sorun Paşa’m!

Atatürk'e hiç böyle cevap verilir mi? Atatürk, Kâzım Özalp'e dö­nerek soruyor:

Ne olmuş buna? Yoksa içmiş mi?

İnönü tekrar söze karışıyor ve diyor ki:

Ne oldu size Paşa’m? Eskiden böyle değildiniz. Artık emirleri­nizi hep sofradan mı alacağız?"

İnönü'nün "sofra" dediği Çankaya’da her akşam kurulan içki sofrası. Atatürk’ün 12 yıl hizmetinde bulunan Cemal Granda isimli biri şurada, karşımda oturup bana anlattı, dedi ki:

"...Atatürk, her akşam ama her akşam, tek başına yarım litre Bulgar rakısı içiyordu."

Yani İnönü demek istiyor ki: "Paşa'm, Meclisi açtık. Kararların orada alınması lâzım. Ama siz, Türkiye'yi bu içki masasının başın­dan idare etmek istiyorsunuz, yapmayın!"

Haksız mı İnönü? Çok haklı. Ama Atatürk'e böyle cevap verilir mi? Falih Rıfkı Çankaya’nın 575. sayfasında diyor ki:

-Ertesi gün Atatürk İstanbul’a hareket etti. Ben de yanında idim. Önce İnönü’yü çağırdı kompartımana. Kendisine:

Görev arkadaşlığımız bitmiştir, dedi.

İnönü iki eliyle yüzünü kapadı. Atatürk:

Dinlenmelisiniz, dedi."

Ne olmuş? Ne var bunda? İnönü, Atatürk'e:

Eskiden böyle değildiniz! Artık emirlerinizi hep bu sofradan mı alacağız, demiş. Bu soru, bir başbakanı makamından silip sü­pürecek bir gerekçe midir? Hani Atatürk kadar tartışmaya açık bir devlet adamı yoktu?

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal ın Uğradığı Büyük Haksızlık

Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal Ankara Üniversitesinin kurulma­sında devletimize çok yardımcı oldu. Arsal, Kazan Türklerindendir biliyorsun. Atatürk de Sadri Maksudi’nin çalışmaları dolayısıyla onu Şebinkarahisar milletvekili olarak TBMM'ye aldı. Arsal’ın önüne bir gün bir kanun tasarısı geldi. Hükümet, denizcilik hizmetlerimizin gelişmesi için "Denizbank" diye bir banka kurmak istiyordu. Sadri Maksudi söz alarak dedi ki:

“Bu terkip, Türkçe bakımından yanlıştır. Türkçede Deniz­bank denilmez. Denizcilik Bankası veya Deniz Bankası dememiz lâzım."

Teklif Atatürk'ten geliyodu. Atatürk'ün dalkavukları durumu akşam sofrasında Atatürk'e bildirdiler. Atatürk çok öfkelendi. Etra­fındakilere emir verdi:

"Şimdi kalkıp Ankara Radyosu’na gideceksiniz. Yayım kestire­rek mikrofonu elinize alacaksınız. Bu Sadri Maksudi Arsal'ın ne ka­dar cahil bir adam olduğunu millete anlatacaksınız." dedi.

Atatürk'ün emri derhâl yerine getirildi. Üstelik Sadri Maksudi milletvekilliğinden de kovuldu. Hani hayatta en hakiki mürşit ilim­di? Bir ilim adamına böyle davranılır mı?

(Sadri Maksudi'nin Hariciyeci kızı Adile Ayda’nın hem İş Ban­kası Yayınları arasında çıkan Bir Demet Edebiyat kitabında hem de Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yer alan Sadri Maksudi Arsal kitabında konu aynen böyle açıklanıyor.Meraklıları bakabilirler.(Y.B.B)

Atatürk Profesörü

Bir insan üniversite tahsili yapmadan, asistan olmadan, doktora alışmasına başlamadan, doktorasını belirli bir ilim kurulu önünde vermeden, belirli bir süre doçent olarak çalışmadan profesör olabilir mi? Olamaz. Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Atatürk bu çalışmaların hiçbirinden geçmeyen Abdülkadir Inan'a "Seni Dil ve Tarih Coğraf­ya Fakültesine profesör yaptım. Git, orada ders ver." dedi. Abdülkadir İnan da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde yıllarca profesör etiketiyle ders verdi. Sağlığında hiç kimse ama hiç kimse Atatürk'ün bu tasar­rufuna itiraz edemedi. Edemezdi. Kim "Atatürk düşmanı" olarak suç­lanmak ister? Yalnız herkes kendi arasında kısık bir sesle Abdülkadirİnan’dan "Atatürk Profesörü"diye bahsetmekle yetindi.

Atatürk, 1938 yılında ölünce kahramanlarımız ortaya çıktılar ve Abdülkadir İnan’ın sırtındaki profesörlük cübbesini çekip aldı­lar. Hani Atatürk bize demokrasiyi getirmişti. Hani saltanattan ve sultandan kurtularak Cumhuriyet'i kurmuştuk? Bir cumhurbaşkanı ulufe dağıtır gibi şuna buna profesörlük unvanını nasıl dağıtır?

Çankaya Köşkü'nün İkinci Katında Bir Kısrak İle Tay...

Cemal Granda burada bana anlatmıştı. Bir gün Atatürk'e de­mişler ki:

Paşa'm, kısrağınız bir tay kunladı (doğurdu),

Atatürk içki masasının başında emretmiş:

Kısrağı da, tayını da alın, getirin buraya, sevelim onları!

Cemal Granda dedi ki tayı bir iki asker kucakladı. Merdivenlere halılar serdik. 8-10 asker de kısrağı arkadan iteklediler. Hayvanı ve tayını kan ter içinde merdivenlerden çeke çeke Atatürk'ün huzuruna çıkardık. Köşk'ün şeref salonuna getirdik. Misafirler dağıldılar. Atatürk sabaha kadar o iki atın başında kaldı.

(Osman Yüksel’den bu hadiseyi dinledikten 28 yıl sonra, Cemal Granda’nın Hürriyet Yayınları arasında çıkan Atatürk'ün Uşağı İdim isimli kitabını bularak okudum. Kitabın 224-225. sayfalarında hadi­se, olduğu gibi anlatılıyordu. Y.B.B.)

-Osman Yüksel neden Atatürkçü olmadığının başka sebeplerini de açıkladı:

"Atatürk, musikimizde de, dinimizde de inkılap yapmak istedi. Onun bu tavrını çok garip buluyorum. Çünkü bu özel toplantıları­mızda bizim türkülerimizi, şarkılarımızı çaldırıp söyletiyordu. Za­man zaman coşuyor, ortaya çıkarak bizim oyunlarımızı oynuyordu. Ama beri yanda "Bu bizim tek sesli musikimiz can çekişmektedir. Bu musiki mutlaka ölecek, yerine Batı’nın çok sesli musikisi gele­cektir.” diyordu. Radyolarımızda bizim musikimizi yasaklamıştı. Birtakım yetkili kişiler, Ankara’daki yabancı büyükelçiliklerin kapı­larına dayanıyor, bizim radyolarımızda çalınmak üzere adamlardan plak dileniyorlardı. Biliyor musun dünyanın hiçbir yerinde böyle yanlış, böyle faydasız, böyle imkânsız bir yol için cumhurbaşkanları önayak olmamışlardır. Her milletin kendine has, farklı bir musikisi vardır. Bir ülke, tek sesli bir musiki dünyası içinde diye geri sayıl­maz. Geri kalmaz. Bir ülkenin yükselmesi de musikisinin çok sesli olmasından ileri gelmez.

Atatürk bir askerdir. Musikişinas değildir. Musikiden tabii ola­rak anlamaz. Ama sandı ki Batı musikisine döndük mü kalkınacağız. Israrı yani bizim musikimizi uzun yıllar reddetmesi, yasaklaması... hiçbir fayda sağlamadı. Sonunda şöyle bir kanaate vardı: "Musikide devrim olmaz!" Olmadı. Ama o yanlış görüşün ağırlığı hâlâ üzeri­mizde. Birtakım adamlar "Atatürk, dedi ki..." diye söze başlayarak bizim musikimizi kötülemeye çalışıyorlar.

Şimdi gelelim dananın kuyruğunun koptuğu noktaya. Yani "Ben niçin Atatürkçü değilim?" sorusunun cevabına. Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi yaşamak, Atatürk gibi inan­maktır. O zaman ortaya şöyle bir soru çıkıyor, çıkmalı: Herkes mecbur mu Atatürk gibi düşünmeye, inanmaya? Ve çok önemli bir soru daha: Acaba Atatürk, her konuda doğru düşünmüş müydü? Doğru kararlar almış mıydı? Sonra bırak bunları. Hani insanların çeşitli konulardaki hürriyetleri, din ve vicdan hürriyetleri? Birtakım ham kafalarda yok böyle bir şey. Adamlara göre Atatürk ne söylemişse ölçü olarak onu dikkate alacaksın. Atatürk'ün söylediklerine kayıt­sız şartsız uydun mu Atatürkçüsün, uymadın mı Atatürk düşmanı­sın. Olur mu böyle softalık, yobazlık?

İşte senin alıp getirdiğin Vatandaşlar İçin Medenî Bilgiler isim­li bu kitabı, Afet İnan'a bizzat Atatürk yazdırdı. Afet İnan önceleri bir lisemizde musiki öğretmeniydi. Atatürk'ün çok yakınında oldu. Kendisinin çok güzel bir kadın olduğu doğrudur. Ama onun çok güzel bir kadın olması, bu çok önemli eseri yazmasına yol açmadı. Bu kitaptaki bilgileri bizzat Atatürk söyledi, o da kaleme aldı. Bunu kendisi de itiraf ediyor. Şimdi bu kitabın 3. sayfasında Atatürk diyor ki: "Kuvvetler ayrılığı bizim için esas değildir. Türk milletinin idare şekli kuvvetler birliği esasına dayanmaktadır."

Atatürk görüldüğü gibi kesinlikle kuvvetler birliği görüşüne taraftardır. Yani istiyordu ki yasama-yargı-yürütme aynı elde top­lansın. Atatürkçü görüş bu. Ben de bu görüşün yanlış olduğuna ina­nıyorum. Çünkü bu üç kuvvetin bir elde toplanması, bizi hep büyük haksızlıklara, keyfî idarelere alıp götürür. Nitekim bütün demokra­tik ülkeler, hep kuvvetler ayrılığı esasına göre kurulmuşlardır. Şim­di kuvvetler birliği esasına evet dedin mi Atatürkçüsün! Hayır dedin mi Atatürk düşmanısın! Olur mu bu? Sonra ben kuvvetler ayrılığını şahsî çıkarlarım için mi istiyorum. Milletin huzuru, güveni, geleceği için savunuyorum. Kimsenin bunu düşündüğü yok.

Atatürk'ün yazdırdığı bu Medenî Bilgiler kitabının 12. sayfasın­da, bizi dehşete düşüren bir büyük yanlış daha var. İşte açıklama burada. Atatürk diyor ki:

Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyle- yenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tab­losunda bunun aksini görmekteyiz. İslâmiyet, Türk milletinin millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu "

Atatürk katiyen doğru bir tespit içinde değil. İslâmiyet konu­sunda ben katiyen Atatürk gibi düşünmüyorum. Bizi millet hâline getiren temeller arasında İslâmiyet'in çok büyük yeri var. Atatürk daha önce İslâmiyet üzerine söylediği güzel sözlerin hepsini, bu 1931 yılı beyanıyla reddediyor.

Bizim milletimiz, Söğüt çevresinde kendisine verilen 1000 km2lik bir yurttan 23 milyon km2lik bir coğrafyaya yayıldığı za­man Müslüman'dı. 624 yıl hükümran olduğu zamanlarda da Müs­lüman'dı. Müslümanlık milletimizi uyuştursa idi Viyana önlerine kadar gidemezdik. Atatürk Müslümanlıkla Müslümanları birbirine karıştırıyor. Bizi uyuşturan Müslümanlık değil, bazı Müslümanlar- dır. Kemalist anlayışta İslâmiyet’in yeri yoktur. Çünkü Atatürk de tamamen pozitivist düşünceli bir kimsedir. Yani Atatürk naklî ilim­lere inanmaz, aklî ilimlere inanır. Onun için "Hayatta en hakiki mür­şit ilimdir’’diyor. Aklı başında bir Müslüman hem aklî ilimlere hem de naklî ilimlere inanır. Akıl elbette çok çok önemli. Ama akıl her meseleyi çözmeye muktedir mi? Meselâ sadece aklımıza dayana­rak; deneyleri, tecrübeleri, ilmî araştırmaları dikkate alarak hangi ilim adamı cenneti, cehennemi, öldükten sonra dirilmeyi, şeytanı ve meleği... ispat edebilir? Hz. Mevlana diyor ki: "Her konuyu, her  meseleyi sadece akılla çözmeye çalışanlar, dört ayaklarıyla bataklığa gömülen bir mandaya benzerler.’’

Resmî Tarih Kitabında İslâm Düşmanlığı

Kur'an'a ve Peygambere Bakış

Şimdi sırada, senin alıp getirdiğin, bizim 1931-1950 yılları ara­sında liselerimizde okuttuğumuz resmî tarih kitabımız var. Gel bu­rada bana bu tarih kitabının 89-90-91. sayfalarında işaretlediğim bölümleri oku bakalım yüksek sesle:

Muhammed'in Dâveti:

Muhammed 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine davete başladı. Muham­med'in dâvet ettiği bu dine Islâm denilmiştir."

-Dikkat et! Kur’an, vahiy yoluyla gelmemiş de Hz. Peygamber İslâmiyet'i kendisi uydurmuştur, deniliyor. İnkârdır bu! Küfürdür. İslâmiyet’i hafife almaktır. "Kur'an ve Vahiy” başlığı altında ne var:

"Kur'an, Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaptır.O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tehna yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur." İslâm Tarihi, s.90

-Dikkat et! Resmî tarihimiz Kur'an-ı Kerim'i doğrudan doğruya Hz. Peygamber'in bir uydurması olarak kabul ediyor. Hâlbuki bizim inancımıza göre, Kur’an baştan sona Allah kelamıdır. İçinde Pey- gamber'imize ait tek bir kelime yoktur. Şimdi bir de bana "İlk Vahiy" bölümünü oku bakayım! Kitabın 91. sayfasında neler yazıyor?

"Muhammed, uzun devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetle­ri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber, ken­disini tahrik eden kuvvetin, tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi."

-Şimdi Yavuz Bülent, git İslâmiyet'i bir parçacık bilen kırk kişiy­le konuş. Bu bizim resmî tarihimizdeki yazılanlara inananlara kâfir denilir. Ben, şunun bunun inanmamasına katiyen karışmam. Benim inanmak hakkım kadar, başkalarının da inanmama hakkı vardır. Ve dinimizde katiyen zorlama yoktur. Ama şimdi ben mecbur muyum bu saçmalıklara inanarak gâvur olmaya?

-Kim yazdı Osman Ağabey bu Orta Zamanlar Tarihi'ni?

-İsimleri kitabın baş tarafında var. Bunlar Atatürk'ün en yakın arkadaşları. Oku oradan o isimleri birer birer. Bunların hepsi hem cHP milletvekili hem de Türk Tarih Kurumu üyesi.

Tevfik Bey Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Samih Rıfat Bey,Prof. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Dr. Reşid Galip Bey, Hasan Cemil Bey, Afet Hanımefendi, İsmail Hakkı Bey, Reşid Saffet Bey, Prof. Sad­ri Maksudi Bey, Prof. Şemsettin Günaltay, Prof. Yusuf Ziya Bey.

Atatürkçü olmak, Atatürk gibi düşünmek, Atatürk gibi inanmak demektir. Ben Atatürk gibi değil, bir Müslüman gibi düşünmek istiyorum.

Şimdi ben niçin bütün ahiretini inkâr ederek, küfre saplanarak Atatürkçülük ismi altında ileri sürülen bu küfür batağına düşeyim Bülent?

-Doğrusu bunların hiçbirini bilmiyordum Osman Ağabey. Bun­ları ilk defa bugün burada sizden dinliyor, öğreniyorum.

-Kemalist geçinenlerimizin en az %95'i bu gerçekleri bilmiyor­lar. Herkes uydum kalabalığa havasında.

Şimdi sana bir de Türk'ün Amentü'sünü okumak istiyorum. İs­lâm'ın Amentü'sünde imanın altı şartı sıralanmıştır. Bir Müslüman İslâm'ın Amentü'süyle bildiğin gibi "Allah'ın meleklerine, kitapları­na, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan gel­diğine ve Hz. Peygamber'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna iman ettiğini" söyler. Bunları diliyle söyler, kalbiyle tasdik eder. Bu altı esastan bir tekini bile inkâr etmek, insanı küfre götürür. Bak şimdi, İslâm'ın Amentü'süne karşı 1928 yılında Hâkimiyet-i Millîye Mat­baasında bir de Türk’ün yeni Amentü'sü basıldı ve satıldı. Geliri Tayyare Cemiyetine bırakıldı. Türk'ün yeni Amentü'sü ise kelimesi kelimesine şöyle:

"Kahramanlığın örneği olan, vatanın istiklâlini yoktan var eden Mustafa Kemal'e / Onun cengâver ordusuna / Yüce kanunlarına / Mücahit analarına / Ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim! / İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine / Büyük milletimin medenî cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamaset dasitanla­rıyla tarihi dolduran kudretli Türk ordularının birliğine / Ve Gazi'nin Allah'ın en sevgili kulu olduğuna, bütün hulus-i kalbimleşehadet ede­rim, eylerim!"

“Nedir bunlar? Laiklik mi bu? Modern düşünce mi? İnsan uta­nır be böyle saçmalıklarla milletin kafasını bulandırmaya! Bu saç­malıklara inanmak Atatürkçülük ise ben milyon kere, milyar kere Atatürkçü değilim.

Görüyorsun Yavuz Bülent, Cumhuriyet'imizin ilânından sonra bazı imansız ve idraksiz kişiler Allah'ı inkâr ettiler. Peygamber'imizi uydurmacılıkla suçladılar. Kur'an'ı onun hayal dünyasından kopup gelen saçma sapan bir kitap olarak gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk'ü Allah gibi, peygamber gibi gösterdiler. Bazı kişiler Atatürk’e hem Al­lah hem peygamber dediler. Kemalizmi İslâmiyet'in yerine koymaya çalıştılar. Bazı dalkavuklar, yeni Kâbe'mizin artık Çankaya olduğunu ileri sürdüler. O kadar ileri gittiler ki Sevgili Peygamber'imiz İçin Sü­leyman Çelebi'nin yazığı Mevlüd'ü Atatürk üzerine çevirdiler.

Bizim 624 yıllık bir Osmanlı İmparatorluğu devrimiz var. O süre içinde 36 padişah geldi, geçti. Aç, oku, araştır... göreceksin. Bazı şairlerimiz, o padişahlarımız için methiyeler yazdılar. Fakat o 624 yıllık dönemde, ilaç için bir tek şairimiz, edibimiz şu veya bu pa­dişahımız için "Sen bizim peygamberimizsin! Sen bizim Tanrı'mız- sın! Allah'ımızsın!" diyerek dalkavukluk yapmadı. Ama tarihimizin en utandırıcı dalkavukluk şairleri Cumhuriyet devrimizde yetişti. O dalkavuk ve küfür edebiyatı, bir koca cilt olacak kadar çeşitlidir. Şu herzeler onların kalemlerindendir:

İşte Kemalettin Kamu'nun şiiri:

"Ne örümcek ne yosun Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter.”

İşte Behçet Kemal Çağlar ın çığlıkları.

“Atatürk dendi mi dolar gözümüz Atatürk... Atatürk bu baş sözümüz Yola düşer birden açtığın izde Adın besmeledir her işimizde Açar al gülümüz her son baharda Yarın bir iskelet olsak mezarda Atatürk çağrışır kemiklerimiz Nimetinle dolu iliklerimiz...”


İşte İlhami Bekir'in çığlığı:

"İlk adam Mavi gözlerle Baktı toprağa

Toprağın haritasını çizdi bayrağa Allah değil, o yazdı Alın yazımızı"

***

İşte Faruk Nafiz Çamlıbel’den şaşırtan bir iddia:

“On milyon bel iki kat olmuşken eğilmeden Onda on beş milyonun boyu birden uzadı. Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa, hepsi onda şekil aldı."

Yusuf Ziya Ortaç da olaylardan geri kalmadı:

“Topladı avucunda yıldırımı, şimşeği Yoktan var ediyordu, Tanrı gibi her şeyi"

Nurettin Artam kendisine yeni bir Tanrı buldu:

"Her zaman ırkıma büyük başAta'm Tanrılaş gönlümde, Tanrılaş Ata'm"

Ömer Medrettin Uşaklı diyor ki:

"Bir güneş gibi yalnız Sensiz ülkü Tanrımız




Vasfı Mahir Kocatürk’e bak şimdi:

"Peygamber tanrısına duymadı bu hasreti Vermedi bu kudreti Tanrı peygamberine.

Benzedi ıstırabım Allah'ın kederine"

***

Edip Ayel, Ataütrk'e hem Allah hem de peygamber dedi:

"Cennetse bu yurt sen onu buldundu harabe Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun.

Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun.

Tutsak seni lâyık yüce Tanrı'yla müsavi Toprak olamaz kalp doğabilmişse semavi ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez"

Bir ara Behçet Kemal Çağlar, katıldığı her toplantıda kürsüye çıkıyor, mahalle tellallarının rahatlığı içinde, Süleyman Çelebi’nin ruhunu tepeleyerek Atatürk için yazdığı yeni Mevlüd'ü okuyordu:

"0l Zübeyde Mustafa'nın ânesi Ol sedeften doğdu ol dür dânesi.

Gün gelip oldu Rıza'dan hâmile Vakt erişte hafta vü eyyam ile.

Ger dilersiz bulasız od'dan necat Mustafa'yı bâ Kemal'e esselât"

Behçet Kemal Çağlar’m bu yeni Mevlüd’ü tam beş yüz mısra ile kamburlaşıyordu. Dinleyenler, içlerinden ona da, Atatürk’e de bırak saiavat getirmeyi, sövüyorlardı.

- Çok şaşırdım Osman Ağabey. Atatürk kendisi için böyle şiirler yazan o dalkavuklar sınıfına kızmıyor muydu?




Ne kızması yahu? Aksine çok memnun oluyordu. Bu adamlar el üstünde tutuluyordu. Kemalettin Kamu da, Behçet Kemal Çağlar da onun partisinin milletvekilleriydi. Atatürk, o dalkavuklar sınıfı­na kaşlarını çatarak "Kesin ulan bu zırıltıyı dırıltıyı!" deseydi bir tek kişi bile bu saçmalıklarla onun karşısında secdeye kapanamazdı. Aksine Atatürk böylesi şiirlerden çok memnun oluyordu. Çünkü o İslâmiyet'i kaldırmak, Kamalizmi yeni bir din olarak yerleştirmek istiyordu. Sen, Edirne Milletvekili Şeref Aykut'un 1936 yılında yazıp bastırdığı Kamalizm isimli kitabı okumadın mı?

Okumadım Osman Ağabey!

Şimdi sana kızmaya başlıyorum ha! Neyi sorsam okumadım diyorsun. Okumadım! Okumadım! Okumadım! Sen ne biçim Ata­türkçüsün? CHP Milletvekili Şeref Aykut o kitabında "Kamalizm bütün dinlerin üstünde bir yaşamak dinidir." diyor ve partinin altı okunu, Kamalizm dininin altı temeli olarak gösteriyor. Ve Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan yeni lügatlerde, Kamalizm, Türk ulu­sunun yeni dini olarak açıklanıyordu. Okumadın mı?

Yavuz Bülent Bakiler, Hatıralar Işığında Cumhuriyet Tarihi Okumaları 3
Devamını Oku »

Osman Yüksel Serdengeçti - Bir Nesli Nasıl Mahvettiler

Osman Yüksel Serdengeçti - Bir Nesli Nasıl MahvettilerKara Gâvur

Üç yaşına yeni basmıştın ki, Anadolu yeni bir kıyama ‘ hazırlanıyor, cepheden dönenler, tekrar cepheye sevk olunuyordu. Sen masumane soruyordun:

-     Ana, bu amcalar nereye gidiyor?

Cepheye yavrucuğum, gâvurları gırmaya..

-     Ana, gâvurlar da kim, nasıl adam bunlar?

-     Hep kötülük yaparlar yavrum; onlar bize benzemez­ler. Allaha, Peygambere inanmazlar!... Babam da şehit eden o herifler. Baksana kahrolasılar yine üzerimize çullandılar. Bu amcalar onlarla dövüşmeye gidiyor. Gâvurlar. şapkalı herifler...

Ana ne şapkası, nasıl şey bu?

Anacığın bir türlü bunu tarif edemedi. Nemli gözlerle harmanı yerinde toplanan askerlere bakıyordu. Sen yine soruyordun.

Ana, gâvur dediğin kapkara bir şey mi?

Evet yavrum!...

Gâvurun Şapkası

O zamandan beri ne zaman bir gâvur kelimesi duysan, İçine kapkara bir şey çöker! İsli pisli kapkara bir şey!...Fakat senin aklın şapkaya takılmıştı; çocukluk bu ya.

Mütemadiyen onu soruyordun:

Ana şapka, şapka!...

Anan kızar gibi oldu. Ne bileyim yavrucuğum, gâvurla­rın başlarına geçirdikleri şeymiş!..Benim bir amcam var­dı; o anlatırdı; askere gittiğinde görmüş. Abdest alınan le­ğeni göstererek: "İşte buna benzer bir şeymiş!"

Çocuk muhayyilende, babanı şehit eden gâvurlar iyi­ce teşekkül etmiş, canlanmıştı. Leğen gibi, kapkara şap­kaları olan adamlar... Gâvurlar...

Harman yerine giderken hep bunları düşünüyordun. Anan, elinden tutmuş seni oraya götürüyordu. Aman ne de kalabalıktı burası... Anan gibi kadınlar, senin gibi ço­cuklar, amcalar, dayılar, babalar hep burada toplanmıştı. Herkes susuyor, önde sarıklı bir adam, hoca efendi, yük­sek sesle cemaate bir şeyler söylüyordu. O da anan gibi gâvurlardiyordu; farz, vacip, cihat, cennet, cehennem, şe­hit, gazi, vatan, millet, ırz, namus kelimelerini sık sık tek­rarlıyor, halk kollarını göklere kaldırmış "âmin!" diyordu. Sanki her "âmin!" deyişte bir sürü gâvur ölüyordu!... O ka­dar kuvvetli ve içtendi bu dualar!

Şehadete Yolculuk

Anan ağlıyordu, sen ağlıyordun. Âmin! Âmin! Âmin! Yer­ler gökler âmin sedaları, yarabbi yarabbi! nidalarıyla dol­muştu... Sonra birdenbire bir karışıklık oldu. Herkes birbi- riyle sarmaş dolaş oluyor, helâlleşiyorlardı. Yukarı mahalle­den bir kadıncağız oğlunun boynuna sarılmış, bırakmıyor­du. Herkes bu ana ile oğula bakıyordu. Öteki askerler hayli uzaklaşmışlardı. Oğulcuk, anasının ellerinden öperek:

"Hakkını helâl et şefkatli ana.

Canım feda olsun öksüz vatana."

dedi, gitti.

Gittiler!...Bir daha geri dönmediler. Vatan öksüz, ço­cuklar yetim, analar dul kalmıştı!... Harman yerinde ağla­mayan kalmadı. Kalabalık, askerleri nemli gözlerle bir müddet daha takip etti. Nihayet askerler görünmez oldu­lar!... Bu memleketin bu toprağın çocukları, bu memleket için bu topraklar için can vermeye» kan vermeye gidiyor lardı..O günleri hiç unutmadın değil mi? Dualar... Âminleri, askerleri,sarılanları ağlayanları... Anacığınla birlikte evinize dönmüştünüz. Eviniz bom­boştu! Yalnız sizin ev değil, bütün evler, yollar, sokaklar bomboştu!

Memleket baştan başa bir dullar, yetimler memleketi oluvermişti !...

Dünkü gibi hatırlıyorsun değil mi? Bir gün anan yine namaz kılıyordu, vatanın selâmeti için dualar ediyor, sen de minicik «avuçlarını sonsuzluğa doğru açmış, ince titre korkulu seslerle "âmin!" diyordun. Bu dualar, yalvarmalar o milli falakalı, babanın üzerine yürüyen ogavurları hatırlatıyordu. Anan henüz secdeden kalkmamıştı ki,sen kollarına atıldın! Anacığının boynuna aarılarak,yüzünden gözünden öptün. "Ana babamı öldüren gâvurları ben öldüreceğim'’ dedin! Anan gözleri yaşararak gülümsedi:

"Büyü da yavrum, büyü de inşallah.*

Güzel İzmir, Güzel Aydın

Cephelerden kara haberler geliyordu. Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi, düşman ilerliyordu. Bu haberleri Kâtip Haşan Efendi cerideden okumuştu. Gidenlerden bir haber yoktu. Her yeri matem kaplamıştı. O sıralardaki ortalığa şöyle yanık bir türkü yayılmıştı:

Dogma güneş yasımız var,

O it haber ver diyar diyar,

Türk'ün kolları bağlandı,

İzmir'i ondan aldılar.

Aydın Aydın güzel Aydın.

Ah bir kerre kurtulaydın.

Karalar mı giydi bu yaz.

Yeşil duvaklı bağların.

Kargalara mesken olmaz.

Bülbül yuvası dağların.

Aydın Aydın güzel Aydın,

Keşke yanıp yıkılaydın.

Bunu mektep çocukları söylüyordu. Bu şarkı ağızlardan ağızlara, bu yas, gönüllerden gönüllere, diyarlardan diyarlara dolaşıyordu:

Doğma güneş yasımız var,

git haber ver diyar diyar!.

Artık sen de büyümüş, altı yaşına girmiştin. Bir sabah  anan seni giydirdi kuşattı; mahalle mektebine götürdü."Eti senin, kemiği benim" diye hocaya teslim etti. Bu hoca efendi harman yerinde gördüğün hocaya benziyor, bu da düşmandan bahsediyor, küffarın hâk ile yeksân olması için Cenabı Hakk'a dualar ediyor, size de“Amin" demenizi söylüyordu.

Nihayet dualar kabul olundu; rüyalar hakikat oldu .Cephelerden sevinçli haberler geliyordu. Türküler, şarkılar. havalar değişivermişti:

İnönü dağlarımla çiçikler açar Altın gülmüş ordu ateşler saçar.

Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar

Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa ismin yazılacak mücevher,yaşa

Ölenler dirilmiş, gidenler gelmiş gibi herkes sevinç içindeydi. Anan şükrediyordu. "Bu günleri bize gösteren Rabbime binlerce şükür" diyor, secdelere kapanıyordu.

Sen yerinde bir türlü duramıyor, anacığına sualler soruyordun !...

-    Ana bu Kemal Paşa da kim?

-    Evvel Allah’ın, sonra baban gibi yiğitlerin yardımıy­la memleketi, gâvurlarınelinden kurtardı; anası atası nur içinde yatsın! O şapkalı herifleri denize doktu...

-   Ana gidenler hep gelecekmiş! Babam da gelecek mi? Anacığın senin bu sualine ağlayışlıbir gülüşle cevap verdi: Hayır oğlum. Baban cennete gitti. Şehit oldu. Peygam­berimiz Hz. Muhammed "Şehitler cennette benim yanımdadır" buyurmuş; onun mertebesi, yeri çok yüksek. Zaten sağ­lığında rahmetli, Peygamberimizin bu hadisini tekrar eder "Bir şehit olsam, ah hir şehit olsam" der dururdu, işte mura­dına erdi. Allah şefaatinden mahrum etmesin yavrum.

Sen susuyordun. Yutkundun, yutkundun! Bir şey diye­medin! İçinden kendi kendine ; "Herkesin babası gele­cek, benim babam... Benim babam cennette imiş. Cen­net...’' Cennet, deyince yüzün gülüyor, gözlerinin önünde san, pembe, yeşil rengârenk bir âlem, sonsuzluğa doğru akıp gidiyordu. "Cennet, babam cennette. Cennet çok gü­zel. Ama ne yazık ki babam burada değil, yanılmada de­ğil, babam gelmeyecek!..."

Ana Mustafa Kemal Paşa da Cennette mi?

. - Hayır oğlum, o bizim başımızda, dünyada - Cennet dünyadan değil mi? O kadar akıllı, büyük adam dünyada ne duruyor, Cennete neden gitmiyor?

…………………………………….

Kimi derdi ki, "Bu adamlar bir oğlan çocuğunu kesmişler, kazanda kaynatırlarken zaptiyeler tarafından yakalanmışlar."

Bir başkası, "Hadi giz sen de, bunlar beş vakit namazını kılan insanlar öyle şey yapmazlar."

Bir diğeri "Kemal Paşanın kanununa karşı gelmişler, isyan etmişler."

Ötekisi "Şapka giymeyiz diye tutturmuşlar, onun için sürmüşler, bu adamcağızları buraya, bizim herifler nasıl giyecekler bilmem ki. Sen bilirsin yarabbi!.Gördün mü  sen başımıza bir geleni!..."

Böyle konuşmalar oluyor, haberler yayılıyordu. Anacığın belki de bu dedikoduların tesiri ile "Sus yavrum sus, sonra bizi asarlar" diyordu. Halk korku, merak ve teces­süsle karışık bir şaşkınlık içindeydi.

Gâvur Muallim

Sen istemeye istemeye, çekine çekine mektebe devam ediyordun. Bir gün muallim bey, size dönerek "Çocuklar

Allah var mı söyleyin, bakayım?!" dedi. Çocuklar şimdiye kadar duymadıkları, düşünmedikleri bu sual karşısında şaşkına döndüler. Belki de korkularından ses çıkarmadılar. Fakat sen duramadın!..."Var!" diye bağırıvermiştin...  Muallim bey güldü. "Böyle bir şey yok çocuklar. Bunlar kocakarı masalı, yalan..." dedi...

Talebelerin şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Masal, ya­lan!...Şimdi masallardaki devleri düşünüyorlardı. Acaba "Allah" dedikleri böyle bir şey olmasın!... Muallim tekrar söze başladı: "Çocuklar!" dedi." Şimdi hep bir ağızdan Al­lahımbize şeker ver! diyebağıracaksınız. Çocuklar hep bir ağızdan bağırdılar:

"Allahım bize şeker ver!"

Hiçbir cevap veren olmadı!...

"Muallim Bey bize şeker ver " diye bağırdılar:

Muallim Bey sırıtarakarkasını döndü, sakladığı yerden bir mikdar şeker çıkardı,çocuklara birer ikişer dağıttı.

Çocuklar şaşkın, ürkek nazarlarla muallime bakı yorlardı. Kimse olup bitenlerin manasını anlamamıştı.Bütünsınıfı derin bir sükût kaplamıştı. Şekerleri, kimisıranın altına attı, kimi içine koydu. Herkes işin sonu nereye varaoakdiye düşünürken muallimin sesi tekrar yükseldi: “Görüyorsunuz ya çocuklar, Allah yok... Olsaydı beni gördüğünüz gibi onu da görürdünüz! Şeker istediniz, bağırdınız! Duymadı, getirmedi, vermedi! Olsaydı, duyar, gelir, getirir verirdi. Bak benden istediniz getirdim, verdim!... Çünkü ben varım, siz varsınız. Veren de biziz. alan da. Sonra, muzaffer bir eda ile güldü: "Öyle değil mi?" Sen tam o sırada elinde terden yapış yapışolan şekeri adamın yüzüne fırlattın "Sen gâvursun" diye bağırdın!... Muallim seni tokatladı, kulağından tutup dışarı attı. Sen ağlayarak evine gidiyordun. "Bu adam anar mm anlattığı, babamı öldüren gâvurlardan olacak. Ba­şında şapkası var. Üstelik Allah’ı da inkâr ediyor. Hani,onları biz denize dökmüştük. Bunlar nereden çıkıp gel­diler? " diyor, ağlıyordun!...

Şapkalı Kurtarıcı

Bir gün sonraki derste, muallim kara tahtaya tıpkı kendisi gibi şapkalı bir adam resmi astı. "İşte bizim Alla­hımız. bunu gözümüzle görüyor, elimizle tutuyoruz. Bu, bizi kurtaran, yoktan var eden Mustafa Kemal!..." diyor­du!.., Sen iyice bakıyordun." Hayır, bu anamın anlattığı, yatağımın baş ucuna astığım Kemal Paşa değil. O başka. Hem o Allah değil ki, Allahın paşası. Tıpkı bizim gibi in­san!... Allah olur mu hiç?" Mütemadiyen kafamdan bu ve buna benzer düşünceler geçiyor, bağırmak istiyor, bağı­ramıyor, yutkunup duruyordun. Daha evvel yediğin toka­dın acısını hâlâ unutmamıştın... Sonra mualliminiz kara tahtaya, son kelimeleri, "Yaratan kurtaranlarla biten bir manzume yazdı. Çocuklara: "Hepiniz bunu Fatiha gibi ezberleyeceksiniz, sonra karışmam ha..." dedi.

Bir Bayram Günü

Bir bayram günüydü.Yeni bayramlardan biri.Sizi harman yerine topladılar.Sıra sıra dizdiler.Küçük küçük kağıtlar, bayraklar ve yeşil dallarla süslenmiş yüksekçe bir yere, paltosunun arkası koyun kuyruğuna benzeyen bir adam çıktı. Evvelâ adam 5 dakika sııkût edeceğiz dedi; tam 5 dakika zaptiye gibi "hazır ol!” vaziyetinde durdu. Sonra yırtılırcasına haykırmaya başladı: "Padişahlar, ha­inler, zalimler." Böyle bir şeyler söylüyor, hiddetinden nutuk verdiği yer sallanıyor, arkasındaki kuyruk gibi şey de inip kalkıyordu. Bize dönerek : Bu vatanı o yarattı, si­zi o yarattı. Biz yarattık; o. biz. O... Mütemadiyen "O" “Biz" deyip duruyordu.

Sen düşünüyordun; "Eyi amma vatanı bu adamlar mı yarattı? Eskiden vatan yok muydu? Bu dağları, bu taşlan bunlar mı yarattı? Hani ya ölmemişler, yaralanmamış­lar? Vatanı kurtaran babam, babam değil mi?"

Dört beş sene evvel aynı yerde okunan duaları, cephe­ye giden askerleri, analarının babalarının boynuna sarılanları hatırlıyordun. Hani onlar, nereye gitti? Vatanı kurtaran onlar değil mi? Onlardan kimse yok? Bu adamlar da kim, nereden çıktı bunlar? diyordun?...

Akşam mektebin salonunda bir müsamere verilecek­ti. Buraya herkes davetli idi. Sen de gittin. Arkadaşların­dan çokları müsamereye iştirak ediyorlardı... Muallim seni nedense almamıştı. Bakalım, neler olacaktı? Her­kes merakla bekliyordu. Nihayet perde açıldı. Bir köşede göbekli, kaim boyunlu bir hoca minderin üzerinde otur­muş, sallana sallan a bir şeyler okuyordu. Elinde meşin kaplı bir kitap vardı, Kur’an-ı Kerim’di galiba. Hem oku­yor, hem de arada sırada geyiriyor, her geyirişinde "es­tağfurullah!" diyordu. Hocanın hemen başının üzerinde bir falaka, diğer köşede de çerçeve içinde âyetyazılı bir levha  asılıduruyordu. Derken odayı pejmürde kıyafetli, burnu sümüklü bir sürü çocuk doldurdu. Çocuklar ezile büzüle hoca efendinin karşısında diz çöktüler. Hoca gâh kitaba, gâh öfkeli öfkeli çocuklara bakıyordu. Sık sık geyiriyor; hemen arkasından basıyordu: "Estağfurullah*!! O kadar kerih, o kadar iğrenç vaziyetler alıyordu ki ada­ma bakıp da tiksinti duymamanın imkânı yoktu. (Tabi­atıyla bütün bunlar Müslümanlığı ve onu temsil edenle­ri tezyif, tahkir etmek, halkın gözünden düşürmek için ustaca tertip edilmiş oyunlardı.)

 Eski Mektep-Yeni Mektep                                                                          

Aradan çok geçmeden içeriye genç, çarşaflı peçeli bir kadın girdi. Bu kadın değil, erkekti; amma mahsus-tan kadın kıyafetine girmişti. Gitti, hocanın elini öptü,dizçöktü. Hoca göğsünü açmasını işaret etti. O da iliklerini çözdü. Hoca efendi diviti, kamış kalemi çıkardı,kadına yanaştı; bir besmele çekti; kalemle göğsüne yazı yazmaya başladı. Yazıyor, olmadı, deyip diliyle yalıyor, tekrar yazıyor, ağzından. Siftah Bismillâh kelimeleri dökülüyordu. Derken, setre pantolonlu bir bey de arkasın­da maiyeti, içeriye girdiler. Adam, "Bu ne rezalet!...” di­ye bir tehdit savurdu. Çocuklar, hoca, hep birden ayağa kalktılar. "Dışarı!" emrini verdi. Sonra rahle üzerindeki kitabı alıp yere fırlattı. Bastonu ile köşede asılı levhayı kırdı. Falakayı indirdi. Onun yerine Kemal Paşanın bir resmini ve "Cumhuriyetçiyiz, Halkçıyız, Lâikiz, İnkılâp­çıyız, Devletçiyiz, Milliyetçiyiz" yazılı bir levha astı. Sizi de dışarı çıkardı.

Hocayı da zaptiyeler sürüklediler götürdüler. Çok geç­meden pejmürde kıyafetli çocukların yerine, beyaz yakalı, temiz giyimli bir sürü çocuk içeri girdi. Bunlar aynı çocuklardı. Bu çocuklar hep bir ağızdan: "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım" tekerlemesini söylediler. Perde indi ve müsamere böyle bitti.

Eski Mektep-Yeni Mektep müsameresi. Sen ömründe böyle pis pis geyiren, âdeta geviş getiren hoca görmemiş­tin. Bunu nereden bulmuşlardı. Ne iğrenç adamdı bu. Bu hoca harman yerinde halkı cihada davet eden, dualar okuyaıthoca efendiye hiç mi hiç benzemiyordu.

O günlerde kasabada Kur'an-ı Kerim’i yere atmışlar, yırtmışlar gibi dedikodular alıp yürüyordu. İhtiyarlar "Al­lahımne günlere kaldık!.diyorlar, gizli, hararetli hara­retli konuşuyorlardı.

Büyüklere göre Deccal ya çıkmış ya çıkacaktı. Olup bi­tenler hayra yorulacak şeyler değildi. Her gün MuhiddiniArabi gibi İslâm büyüklerinin kitabı açılır, "elif," "lâm," "mim" gibi rumuzlardan istihraçlar yoluyla neticelere va­rılır, günün hâdiseleri bu saviyeden mütalâa olunurdu.

Ak sakallı bir ihtiyar, hem ağlıyor, hem söylüyordu. Ben. diyordu, "Üç oğlumu bunun için mi şehit verdim?

Şehit evlâtlarının çocuklarının gözleri önünde, babalarının uğrunda can verdiği, son nefesinde elinden, dllin-den düşürmediği. Kur’an-1 Kerim’i yerlere, ayaklar altı­na atsınlar ha!...Kendileri neye inanırlarsa inansınlar, nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, fakat bizim dinimize, kitabımiza, işimize karışmasınlar" diye sızlanıyor, bir taraftan da torunlarına "Dışarı bakın oğul kimse olmasın... Son..." diyordu. "Sonra" nın sonu gelmiyor, onun yerine gözlerinden yaşlar geliyordu..

 Müsamere hâdisesi vicdanları öylesine sarsmış, gö­nülleri öylesine kırmıştı ki... Yalnız bu kasabada değil, memleketin her köşesinde buna benzer hâdiseler oluyor­du. Herkes şaşkınlık içinde idi. Her gün. her an âdeta ye­ni bir felâket bekleniyordu.

Kaymak Tabağı

Artık sen bir hayli büyümüştün. Anan yemedi içme­di, dişinden tırnağından artırdığı birkaç kuruşu "Oğ­lum okusun, adam olsun" diye tahsilin için ayırdı; seni  yakınınızdabulunan bir şehre, orta mektebe gönderdi. Bu şehir senin için yepyeni bir âlemdi. Caddeler, dük­kânlar, meydanlar, mektep, arkadaşlar... Pansiyon ha­yatı. Senden daha büyük arkadaşlarının açık-saçık ko­kuşmaları. Şimdiye kadar duymadığın şeyler. Bunları hem korku, hem merakla dinliyor, acayip acayip şeyler düşünüyordun... Şimdiye kadar nefsinden, cinsiyetin­den habersiz, anacığının yanında bir kuzu gibi büyü­müştün. Şimdi bu muhit, arkadaşlar, hemen her gün yatağa yatar yatmaz birbirinden daha cıvık, gıcıklayıcı hikâyeler. Henüz maddî değilse bile manevî bekâretini tozuyordu.

Bir gün arkadaşlarından biri "Kaymak Tabağı" isimli müstehcen bir kitap ele geçirmişti. Çocuklar yiyecek gibi bu kitabı elinde tutan arkadaşın etrafında itişe kakışa toplanmışlanmışlardı.

-  Oku ulan!...

-  ineklik yapma be!...

-  Ağzımın suyu aktı!...

Vay anam kaymak tabağı.

Har kafadan bir ses çıkıyordu.

Kaymak Tabağı okunmaya başlıyor: Aman Allahım. Apaçık…Girdi çıktı edebiyatı. Tenasül uzuvlarının boyuna bosuna, derinliğine varıncaya kadar. Kitap okundukça ço­cuklar bir elimi ceplerinde birbirleri üzerine yığılırcasına daha beter sıklaşıyorlar, okunanları yutar gibi nefes nefese dinliyorlardı Han karşıdan bunlara merakla bakıyor, okunanların bazılarını duyuyordun. Amma arkadaşların hemen hepsi Kaymak Tabağı'nı Adeta ezberlemişler, bal­landıra ballandıra teneffüslerde, yatakhanede, şurada bu­rada anlatıyorlardı. Hatta akça pakça etli toplu bir kız tale­beye Kayma  Tabağı ismini vermişlerdi. Çocuklar kızın an kasından, "Kaymak, ne hoş olur ko..." diye bağırıyorlardı.

Mektep 19 Mayıs şenliklerine hazırlanıyordu. Hemen her gün mektebin önündeki sahada provalar yapılıyordu. Kız erkek bir arada... Bu, çocuklar için bulunmaz bir fır­sat, doyulmaz bir seyirdi. Mektebin ileri gelen başarılı kızlarını kendi aralarında paylaşmışlar, kızların asıl isimleri âdeta unutulmuş, "benimki" "seninki" "onunki" oluvermişti. Kaymak Tabağı'nı aralarında bölüşememişlerdi. Ona herkes sahip çıkıyordu.

Çıplaklar Bayramı 

19 Mayıs günü. İçleri bayıltan bir sıcak vardı. Bahar, gençlik. Çırılçıplak soyunmuş, açık tarafları kapalı taraf­larından fazla yeni gençlik! Yeşil çimenler üzerine seril­mişti. Cimnastik gösterileri yapacaklardı. Başta vali ol­mak üzere hükümet adamlarının hepsi vardı. Gençler bir arkaya, bir öne, bir sağa, bir sola, defalarca eğildiler, bü­küldüler, gerilediler. Herkes tarafından görüldüler, alkış­landılar. Bugün kim bilir kaç yüz genç içini çekti. Kim bi­lir daha neler neler çekti.

Kenarda durmak, bu şeylerden iğrenmekle beraber, bu hava az çok seni de içine almış, çocukluğun o pembe, masum havasını ifsat etmişti. Kaymak tabakları, şehvet sahneleri, arkadaşların sululukları, anlatanlar, anlatılanlar!... Hepsi feci şeylerdi...

Osmanlı 'ya Sövgü

Orta mektepte, size Yurt Bilgisi dersine giren şişmanca göbekli, apalapal yürüyen. Kıbrıslı bir adam, vardı. Yaşı bir hayli ilerlemesine rağmen, talebelerin içine karışır, millî bayram olarak kabul olunan günlerde nutuklar çeker, "Yaşımın ilerlemesine bakmayın, ben de sızdenim; Cumhuriyet neslindenim" derdi!... Talebeler alkışladıkça bu tüyleri dökülmüş, göbekli adam daha da gençleşir, kü­çülür küçülür giderdi. İşte bu akşam da 19 Mayıs'ın şere­fine bir müsamere verilecek mutlaka, o çıkacak inkılâptan,Cumhuriyetten bahsedecekti. Liseye felsefe dersine giden bu göbekli muallimi tanımayan yoktu. Hemen bü­tün bayramlarda meydana bu çıkar, her sene aynı şeyleri söyler, aynı alkışları toplardı. Bu gün de öyle. "Cumhuri­yet" dedi, "medeniyet" dedi, "memleket" dedi, "yetlerin ’ üzerine zevkle öyle basarak net ve sert telâffuz ediyordu ki âdeta kendi sesine hayran, kendi sesinden kuvvet alı­yordu. Halka hitaben "Artık padişahlık, halifelik devri bitmiştir. Kendilerini yeryüzünde Allah’ın gölgesi sanan bu adamlar, alçak Hanedan düşmanla iş birliği yapmış, sonra kaçıp gitmiştir. Hem Allah cisim değildir derler.hemde biz Allah’ın gölgesiyiz derler; böyle mantıksız seyolur mu hiç? Bir şeyin gölgesi olabilmesi için o şeyin ci­sim olması lâzım. Her şeyin gölgesi kendine benzer. Al­lah’ın gölgesi de padişahlarmış. Bak sen şu işe!" Felsefe hocası, felsefeyi siyasete âlet ediyordu.

Salonda gülüşmeler oldu. Kendilerini Allah sanan bu alçak adamlar... Bizi kurtaran Atamız... O en büyük insan, o en büyük varlık... Yaratıcı o. Köhne zihniyetleri yıktı, örümcekli kafaları parçaladı. Modern, asri. Kant -Kont daha bir sürü şeyler söyledi. Fakat halk bunlardan fazla gir şey anlamadı. Ama yine de alkışladı. Arkasından müsamera. Yine eski devre atıp tuttular. Din adamlarını tez­yif, terzil eden sahneler gösterdiler.

Göbekli Hatip 

19 Mayısın ertesi günü size Yurt Bilgisi dersi vardı... Anlaşılan göbekli nutukçu mualliminiz müsamerede çek­tiği nutkun hızını alamamış, içinde daha birçok şeyler

kalmışolcak ki bir nutuk edası ve sedası ile inkılâptan, köhne fikirlerden bahsetmeye başladı. "Halkın karşısın­da fasla açılamadım, ne de olsa onlar cahil. Siz inkılâp ço­cukları. Atatürk neslisiniz... Ben de kafa, ruh bakımından sizin gibiyim. Memleketi düşmanlardan temizledik. Memleketten düşmanları kovduk. Fakat vazifemiz bitme­miştir arkadaşlar. Kovduğumuz o düşmanlardan da beter düşmanımız var: Taassup ve cehalet kaynağı, Allah fikri­dir. Meselâ Kıble dedikleri nedir? Kabe dedikleri nedir? M uslumunlar hacca gittikleri zaman Kâbe'yi tavaf eder­ler. Kâbe bir kara taştan ibarettir. Müslümanlar, namaz kılanlar bu taşa doğru yönelirler. Hicaza gidenler bu ta-şın etrafını çepeçevre kuşatırlar, namazlarını öyle kılar­lar. Taşı kaldırın, namazdakiler yüz yüze gelirler. Şu hâl­de insanlar, insanlara taparlar!... Bunu doğrudan doğru­ya yapamazlar. İşte böyle bir taşın, bir perdenin arkasına gizlenirler. Sonra Tevfik Fikret’ten:

Beşerin böyle dalâletleri var.

Putunu kendi yapar, kendi tapar

gibi, imanları, vicdanları sarsıcı, yıkıcı şiirler okudu. Sı­nıfta çıt yoktu. Herkes yarı hayran, yan şaşkın bir hâlde idi... Bu Yurt Bilgisi muallimi ne yaman, ne zeki adamdı. Şüphesiz çok derindi. Onun bildiğini kimse bilemez, an­lattığı şeyleri kimse anlatamazdı. Amma bu adam herke­si rahatsız ediyordu. Bir nevi gönül ve kafa rahatsızlığı veriyordu insana.

Şimdi kalplerde, zihinlerde yerleşen, sevilen, tutulan bir kuvvet kayboluyor, âdeta her yer ve her şey boşalıyor, tutunulacak, sevilecek, kendisine bağlanılacak hiçbir şey kalmıyordu. Boşluk, boşluk, ebedî boşluk!... İnsanın yaşa­yabilmesi için her şeye inanması, tutulması gerekirdi. Ço­cuklar işte bu boşluktan korkuyorlardı. Kimsede itiraz et­meye, sual sormaya mecal yoktu. Hakikaten de doğru, ma­kûl diyorlardı içlerinden çocuklar. "Kara taşı, Kabe’yi kal­dırın insanlar yüz yüze gelirler, şu hâlde insanlar insanla­ra taparlar." Yurt Bilgisi muallimi bunu kaç defa tekrar et­mişti. İlk mektepteki "şeker" seni pek aldatmamıştı amma bu öyle değildi. Adam doğru söylüyordu. Fakat sen ve ar­kadaşlarınız çok sevdiğiniz birisini, çocukluk arkadaşınızı kaybetmiş gibiydin is. O gecelerin gündüzlerin sahibi, seven, acıyan, duyan, duyuran Ulu Tanrı'nın yerine şimdi kapkara bir taş oturmuştu. Hatta muallim bir aralık. Peygamber hakkında, "Hz. Muhammed de putperestti, bu ta­şın kutsiyetine inanmıştı. Kabe’deki bütün puttan devirdi ği hâlde ona ilişmedi" demişti. Bu sözlerle de ismi geçin­ce kalplerinizin daha şiddetle attığı Hz. Muhammede kar­şı olan sevginiz sarsılmaya başlamıştı.

Selânikli Tarihçi

Selânikli tarih muallimi daha ileri giderek. Peygambe­ri dokuz karı almakla, şehvetperestlikle itham etmiş, hac meselesinde de Muhammed "Baldın çıplak hemşerilerinin geçimini temin için yapmıştır bunu... Hacca gitmek Islamın şartları arasına bu düşünce ile girmiştir" demişti Böylece aile ile mektep, babalarla çocuklar, nesiller arasına nifaklar sokuluyor, uçurumlar açılıyor, bu uçu­rum gittikçe korkunç bir hâl alıyordu.

Hâlbuki Kıble, Müslümanların bir noktaya yönelme­si, fikirde, imanda, amelde, gayede birliği gösteriyor, ibadette, Müslümanlar arasındaki intizamı ve ahengi te­min ediyordu. Karataş bir sembol, mukaddes bir işaret­ten ibarettir. Fakat o zaman siz öyle şeyleri düşünecek seviyede değildiniz...

Çok evlenme meselesine gelince Hz. Muhammed bütün gençliğini yaşlı bir kadın olan Hz. Hatice ile geçirmiştir. El­li üç yaşına kadar bu kadınla iktifa etmişti. Hz. Hatice ölün­ce! siyasî ve dinî birçok sebeplerle olmuştu bu evlenmeler.

İki gün sonra tarih dersinde buna benzer diğer bir hâ­dise oldu. Mavi gözlü, san saçlı, Selânikli olduğu söyle­nen o tarih hocası. Bu adam sizi Allahın günü “Aptallar, geri kafalılar, öküzler! Zaten Anadolu’dan adam çıkmaz ki. Atatürk olmasa hepiniz Şâirdiniz, köle olacaktınız“ gibi sözlerle azarlar, kötülerdi.

O günkü dersiniz İslâm tarihi idi. Hz. Muhammed‘den,İslâmîyetten, Kur’an-ı Kerim den bahsediyordu. Amma nasıl! Bu, Yurt Bilgisi hocasından da beterdi.

Mevzu Kuran, Cebrail, Vahiy meselesine gelince,adam şöyle bir hikâye anlattı: "Bir gün hocanın biri ab-dest alıyordu. Yanına yaklaştım. Merhaba Hoca Efendidedim. Mukabele etti. Hocam sana bir şey soracağım :

“ Allah mekândan, zamandan münezzeh değil mi?

-   Hay hay, elbette. Ona ne şüphel

- Peki, Allah’la Peygamber arasında Cebrail’in gelip gittiğini. Peygambere Allah’ın emir ve nehiylerini getirdi- ğini söylüyorsunuz değil mi?

Zaman meselesine gelince: Her gelen giden, olan-biten bir zaman içinde cereyan eder. Bu hâdisenin de bir zaman içinde cereyan etmesi lâzım. Şu hâle göre, Allahın zama­nın, mekânın dışında, üstünde, dinî tabiriyle "zamandan mekândan münezzeh" olmaması lâzım "deyince, hoca efendi gazaba geldi" Neuzübillâh!... Şimdi bir kan çıkacak!" dedi, hemen camiye girdi. Tarih muallimi gülüyor, "Bu hâ­dise üç-beş sene evvel cereyan etmişti" diyordu.

Adam "Ç" ve "Ş" harflerini "J" gibi telâffuz ediyordu. Onun için herifin adını siz (üj - bej) koymuştunuz. Amma onun size koyduğu daha müthiş bir şeydi. Âdeta kalbini­ze bir bomba yerleştirmişti. Hakikaten de "öyle" diyordu­nuz. Cebrail gelip gittiğine göre, Allah da bir yerde, bir yeri olması lâzım. Böyle diyor, böyle düşünüyordunuz.

Tarih muallimi, felsefe dersi verir gibi boyuna bu türlü şeylerden bahsediyordu. Gözünüzle görmediğiniz, elinizle tutmadığınız şeylere inanmayınız çocuklar. Bir de böyle ak­lınızın almadığı şeylere. Tecrübe ve akıl... Esas bu. Bu tür­lü geri fikirleri artık kirli çamaşırlar gibi bir köşeye atınız. Masal ve hurafe devri geçmiştir. Müspet ilim, müspet.

İnkılâpçı Aklı 

Siz o zaman nasıl bilirdiniz ki müspet düşünüş bu de­ğildir. Bir dakika sonra ne olacağını bilemeyen akıl, böy­le şeyleri kavramaktan âcizdir... Akıl, mutlak hakikati kavramaktan çok uzaktır. Bu gün aklın hakikate erme bakımından kifayetsizliği, âcizliği garp filozofları tarafın­dan da kabul edilmiştir. 19. asrın müfrit pozitivizmi yıkıl­mıştır. Yeni yeni ilmi, felsefî büyük sistemler kurulmuş, bu yeni hamleler, bizim çok eskiden bildiğimiz İslâm mu­tasavvıfları tarafından en güzel bir şekilde sistemleştirilmiş. «öylenmiş, yaşanmış. Kur’an hakikatlerine doğru yol almaktadır. Garpta 60-70 yıl evvel modası geçen, çürü yen her şey. moda, fikir, sanat cereyanları 60-70-yıl sonra bizde yeni bir şeymiş gibi benimsenir,yayılır.Voltairenin,Ogüst Kontların, Emile Zola ve benzerlerinin dinsiz. Allahsız, ateist, naturalist felsefeleri, sanatta Tevfik Fikret, felsefe ve içtimaiyatta Abdullah Cevdet, fikir hareketlerinde Hüseyin Cahitlerin tercümeleri, telif, şiir ve ma­kaleleriyle Türk münevverleri arasında yayılmış, her ye­niden. her değişiklikten ümit bekleyenler bunların etra­fında toplanmışlardı, işte garbın yeni buluşlarını, yeni hamlelerini takip etmeyen, sadece din, iman, maneviyat düşmanı düşünürlerin fikirlerini, ebedi hakikatlermiş gi­bi kabul eden bu "Kadrocular "Akliselimcilerin müspet ilimciler, sonradan inkılâpçılar kadrosu hâline gelmişti. İşte felsefe ve tarih hocası, münevverlere has bir fikir im­tiyazı gibi tanınan bu "tabiatlıların yetiştirmelerindendi. "Allah yarattı, Allah yaptı" diyeoek yerde, "tabiat yarattı, tabiat yaptı" diyen, "Allah" yerine "tabiat" kelimesini ko­yuvermekle her şeyi hallettiklerini, müspet düşündükle­rini zanneden, bir inkılâp sarhoşluğu, mistisizmi, bir ih­tilâl sadizmi ve yıkıcılığı içinde kıvranan bu adamlar eskiden kalma ne varsa, iyi olsun kötü olsun, yanlış olsun doğru olsun, hepsini silip süpürmek, yeni bir dünya ya­ratmak sevdasında idiler.

Her şeyden ve herkesten şüphe. Amma kendi söyle­diklerinden asla şüphe etmeye kimsenin hakkı yok! Şüp­he ettiğiniz takdirde inkılâp düşmanı, yobaz olursunuz. Yalnız gözünle gördüğüne inanacaksın! Aklın ermediği her şeyi inkâr edeceksin! Tam hayvanca bir idrak, daha doğrusu idraksizlik. Öyle ya. Zavallı koyun, kurt gelince­ye, gözleriyle kurdu görünceye kadar kurdun varlığından habersiz».Gözüngörmediği, aklın ermediği ha... Göz nere­ye kadar görür, akıl nereye kadar erer?!...

Mevlâna der ki:

"Ben kapkara bir topraktım, öldüm! Yemyeşil bir çimen oldum, öldüm! Oynayıp sıçrayan bir hayvan oldum, öldüm! Düşünen, konuşan, inanan bir varlık, bir insan oldum, öldüm! Gidiş bu gidiş olduktan sonra ölümden niye korkayım.

Her varlık kendisinden üstün bir varlığa inkılâp etmek onun hizmetine girmekte.Toprak çimene, çimen hayvana,hayvan insana. Ve nihayet bütün yollar Allah’a doğru. Kainat nizamının kuruluşu böyle. Hakikat böyle.

Hiçbir varlık Allah’tan başka sabit değil; değişiyor: Kendi kendinde kalmıyor, yerinde saymıyor!... İnkılâpçıların bunu anlamaması bizzat inkılap fikrine zıt. "İnsanların insanlara tapması", insan denilen varlığın yerinde sayması demek. İnsanı, varlıkların son tekâmülü diye kabul edenler, oradan Allah’a yol vermeyenler, hem yaradılışa, hem tekâmüle aykırı bir gidiştedirler. Böylece onlar çık­maza girmişlerdir.

Önce Allah Korkusunu Yok Ettiler 

Sen bunları o zaman mülâhaza edecek durumda değil­din. Yapılan bu telkinler gönlünü, kafanı boşaltıyor, "yal­nız gözünle gördüğüne inanacaksın" gibi sözler ufkunu daraltıyor, içerden boşalıyor, dışardan sıkıştırılıyordun!... Aksi gibi her gün karşına yeni yeni hâdiseler çıkıyor, kendi ruhunla, kalbinle geliştirmeye, yapmaya çalıştığın iman duvarlarını yıkıyordu. İşte bir hâdise daha:

Bugün dersiniz Tabiiye (Biyoloji). Kara tahtanın yanın­da köşede bir insan iskeleti duruyordu. Mualliminiz bu iskelet üzerinde ders verirdi. İçeriye, dershaneye henüz yeni giriyordunuz ki arkadaşlarından biri, sana iskeleti göstererek "Bak işte baban Cennetten çıkmış gelmiş" de­di. Sen öylesine sarsıldın, çarpıldın ki az kalsın düşüp ba­yılacaktın. Hâlbuki her zaman bu ve buna benzer şakalar yapılırdı. Nedense bugünkü sana çok dokunmuştu. Bir is­kelet. Baban. Millî Mücadele. Gaziler, şehitler. Cennet, ebediyet... Bir anda yeniden mahvolmuştun. Kafandaki yanlış ve karışıklık şimdi bütün ruhuna, benliğine sira­yet etmişti. Çıplak ve korkunç hakikat, iskelet işte karşın­da idi. Bu iskelet:

"Beni Cennette mi sanıyordun, ananın ve mahalle mektebindeki hocanın masallarına hâlâ inanıyor musun" der gibi sana sırıtıyordu. Yurt Bilgisi ve tarih derslerinde söylenenler imanını altüst etmiş, ümitlerini kırmış, hâlâ babanı Cennette sanıyor. O bize şefaat edecekmiş. Vah yazık! Karşımdaki şu iskelet, şu kemik babam değilse de, babam da işte, böyle bir şey. Cennet varmış, Allah yok ki Cennet olsun. İnsanları ne güzel de aldatmışlar. "Muhammed düşmanlarım mahvetmek için taraftarlarına Cennet­ler vadetmiş. emlineitaat etmeyenleri Cehennemle kor kutmuş, onları buna inandırmış. Onlar da durup dinlen­meden dünyanın bir tarafından öbür tarafına kıl inç sallarmışlar. Çünkü Peygamber. "Cennet, kılıçların gölgesi al­tındadır* demiş. Bu iman onlardan Türklere geçmiş, böylece zamanınım kadar gelmiş " Tarih mualliminin geçen dersteki bu sözlerini de hatırlıyor, karanlık bir boşluğa doğru sürükleniyordun.

"Demek babam bu hâle geldi; bundan ibaret. Harman yerinde toplananların, o gidip de gelmeyenlerin sonu bu. Bir avuç kemik ve gübre. O farzlar, sünnetler, Cennetler, şehitler, gaziler... Demek bu.. Netice bu’...”

"Yalnız gözünle gördüğün, elinle tuttuğun şeye inana­caksın* demişti muallimin.

Bunlar kuruntu, hayal’ Fakat vatan var. millet var. Bunları gözümle görüyorum, bunlar için yaşanmaya değmez mi? Belki. Fakat, ben öldükten sonra vatan, millet. Kaldı ki Yurt Bilgisi hocasının en çok sevdiği Tevfik Fikret:“Milletimnev'-i beşer, vatanım rû-yi zemin" demiş.

_ (Yani ben millet tanımam... Her insan benim milletim­izden... Vatanım da her yer demek istiyor.)

Ruh, ebediyet!...Kısaca, Allah olmadıktan sonra bunlar neye ya rar? Ben öldükten sonra kurtardığım vatandan, milletten haberim olmayacak. Hiçbir şey duymayacağım. Hiç-birşey hissetmeyeceğim. Yarabbi ne feci!... Ben öldükten sonra vatan, millet!..Hâlbuki dinimizde, cenaze.

mezara konduktan sonra oradan uzaklaşanların ayak seslerinibile duyarmış! Anam böyle derdi. Bizim mahalle mektebindeki hoca da aynı şeyi söylerdi. "Peygamber  böylesöylemiş, böyle buyurmuş" diye içli içli anlatırlar­dı bize. O korkularla, ümitlerle. Cennetlerle, mükâfat ve mücezatlarladolu âlemin ne oldu şimdi? Ölünün ayak seslerinizi duyması, ziyaretine gittiğiniz yakınlarınızın mezarlarının başına geldiğinizi  hissetmeleri. Bütün bunları duyduğun, bunlara inandığın zaman ne kadar sevinmiştin!... "Demek ki bizim için ölüm yok, sadece yer değiştirmek var. Şimdi yerin üstündeyiz.Yarınaltında." diyordun. İslâmiyet ıne kadar canlı,haat ve ümitlerle dolu bir din; ölmez bir prensipti.

Hayat bir nefesten ibaret. Bu nefes çıktığı an. Bir yığın gübreyiz. Allah'ı, ebediyeti bir anlık nefese, bir yığın gübreye tercih edenlerin gafleti, dalâleti işte sahte ınkılapçıların marifeti!... Neslimizi mahvedenler bunlardır.

Seni ve senin gibileri çocuğum. Senin gibileri.

"Biz bize taparız... Demek ki Allah yok. İler yerde hasır-nâzır olan, her şeyi gören bilen Allah yok!... O hâlde ben istediğimi yapabilirim. Kim görecek benim yaptıklarımı..." Kafanda böyle düşünceler... Birgün mektepten kaçtın; yanında da mektepten kaçmayı âdeta âdet hâline getirmiş hergele H... de vardı. O, bakkaldan bir şişe rakı aldı. Şehirden bir hayli uzaklaştınız. Bir ağacın dibine uzandınız. İçin korku, tereddüt, tecessüslerle doluydu. Şişenin dibine hergele H... bir tane vurdu, ortalığa köpü­rerek kokusundan hoşlanmadığın o nesne yayıldı. Sana şişeyi uzattı. Sen olan oldu, her şeyin sonuna kadar var­malı dercesine, çok sevdiğin bir şeyi devirircesine rakıyı

devirdin, sonra kendin de devrildin.. Ayıldığın zaman arkadaşın "Ulan, diyordu, sen anandan doğma sarhoşmuşsun, bir yudum olsun bana bırakmadın Bunun başlangıcı böyle olursa sonunu Allah bilir."

- Allah mı bilir?

- Allah yok ki

- Sen iyice sapıttın ulan!

- Allah mı bilir?

Bu cümleyi bir daha tekrar ettin yıkıldın. Az sonra güneş batıyordu. Sen hâlâ kendine gelememiştin. Sonra bir istifra, bir istifra... Leş gibi. Aklın bir parça başına gelir gibi oldu... Bak diyordun, bu zıkkımı mide bile kabul etmiyor, isyan ediyor çıkarıyor, kafanı, kalbini karıştıran fikirleri. Yurt Bilgisi ve Tarih muallimlerinin fikirlerini  böylekusup çıkaramıyordun. Onlar İliklerine, ciğerlerine, kafana işliyor, tahribatına devam ediyordu.

Bu düşüncelerle şehre dönerken yanınızdan geçen bir kadına evvelâ arkadaşın sonra sen söz attınız. Kadın dehşetli sinirlendi. "Terbiyesizler, mektep kaçakları, ben size gösteririm" dedi. Hızlı hızlı yürüdü gitti. Bir ihtiyar da değ­neğine dayana dayana gidiyordu, içinizde öyle menfi, yıkı­cı şeyler kaynaşıyordu ki, önünüze geleni yakıp yıkmak is­tiyordunuz. "Hey ulan moruk çekil karşımızdan" diye bir nara attınız. Zavallı ihtiyara da çattınız! İhtiyar döndü bak­tı: "Vah!... Vah!... Daha ikisi de sübyan, Allah ıslah eyleye!..." dedi. "Bizim zamanımızda," "Biz bunlar gibiyken" ile başla­yan cümlelerle kendi kendine konuşmaya başladı.

Rüzgâr Eken Fırtına Biçer 

Eve döndüğün zaman kendini karyolaya öyle bir attın ki boş bir çuval gibi yığıldın kaldın. Hakikaten iyice bo­şalmış. koflaşmıştın. Bu öylesine kahredici bir boşluk ve kofluktu ki seni yiyor yutuyor, daha da doymuyordu. Her yer, her şey bomboştu. Bastığın toprak kayıyor, baktığın gök sallanıyor, el uzattığın her dal kırılıyor, düşüyordu!

Allah yok ha!

Her şey yalan ha!

O hâlde bu dünyada benim işim ne? İçinde kaynayan duygular, sevgiler, korkunç bir boşluğa çarpıyor, bütün varlığını parça parça ediyordu. Artık kendini kelimenin tam manasıyla bırakıvermiştin. Âdeta insiyaklarınla yaşı­yordun. Gün geçtikçe kötü kötü huylar ediniyordun. Pan­siyonlar, bu kontrolsüz, başıboş bırakılmış yatakhaneler, hakikatte birer batakhanedir. Hemen her gece çocuklar yataklarına girince, iç gıcıklayıcı türlü hikâyeler anlatırlar; karyola gıcırdatırlardı. Yataklarının baş ucuna çıplak artist fotoğrafları asarlar "öldüm bittim" gibi iç çekişlerle  neler neler çekerlerdi!... Hakikaten buradaki genç çocuklar, daha hayata doğmadan ölüp bitiyorlardı. Gözlerinin altı morarmış, benizleri sararmış, elleri titrek bu genç in­sanların çektiğini kimse bilmezdi. Bu ölçüsüz cinsî israf­lardan sonra ruhlara çöken gam, kasavet, yeis, o kendi kendine kızmalar, herkesten ve her şeyden bıkma, nefret, bedbinlik, pis bulaşık bir madde esareti altında ruhun se­faleti! Bu yıkılış ve sefaleti hazırlayan, teşvik ve tahrik eden bütün sahneler içimizde, etrafımızda!... Sinemalar, tiyatrolar, gazeteler, mecmualar, şenlikler, kaldırımlar, çıplak kadınlar. Hemen her köşe başında dudak dudağa, kucak kucağa film reklâmları... Şehvet panayırları... Her Yerde,herşeyde o çikolataların içine varıncaya kadar o. Çıplak kadın. Şehvet, şehvet, şehvet…Sonraher şey maddedir, hayat şevkten ibarettir' diyen kitaplar, makaleler, öğretmenler, felsefeleri...

Bir gün, gece geç vakit pansiyonda büyük bir gurultu oldu. Bağrışmalar, konuşmalar... Ne var. ne oluyoruz demeden mesele anlaşıldı...Çocuklardan birinin Paris'te ağabeyle! varmış. Üniversitede... Küçük kardeşine oradan bir düzine açık saçık kadın fotoğrafları göndermiş. Öylesine fotoğraflar ki insan bakmaya hayâ. eder... Tam 18 türlü cinsi münasebet şekli. Çocukların hemen hepsi bunu, yarın imtihana girecekleri derslerinden daha iyi ezberlemişlerdi; noktasına, virgülüne varıncaya kadar!... Cebinde cinsi münasebetleri canlandıran kartpostallar bulunan arkadaşlarını yatırmışlar, koynunda taşıdığı fo­toğrafları zorla almaya kalkmışlardı. İşte bu gürültü bundan kopmuştu!... Paris’te ağabeyisi olan bu genç talebe, bazen istemeyenlere dahi bu resimleri zorla gösterir, ba­zen de işte böyle göstermem, vermem diye tutturur, bu kartpostalları kız kardeşi, karısı imiş gibi sonuna kadar muhafazaya çalışırdı... Talebelerin gözünde Paris hep bu  türlü münasebetlerin cereyan ettiği yerdi!... Şu liseyi bi­tirseler bir kolayını bulup Paris'e kapağı atacaklar, ”A’dan başlayıp "Z"den çıkacaklardı.

"Rüzgâr eken fırtına biçer", böyle bir cemiyetten bun­dan başka ne beklenebilirdi?!

İşte sen, Mili! Mücadele'nin, mukaddes duyguların, na­mazların niyazların, ebediyetlerin çocuğu, şehit yavrusu, işte sen böyle bir hava içinde yaşamaya mahkûmdun!...

…………….

Yırtılan Çarşaflar 

Bir gün yemekten sonra anan sana içli içli, dertli dert­li bir şeyler anlatmaya başlamıştı. "Ah oğlum sen gideli neler oldu" diyordu. Bizim buraya bir kaymakam gönder­mişler. Neydi onun adı? Dur bakayım adı batsın, aklıma gelmedi. Tıpkı küçükken sizin mektebe gelen şapkalı he­rifler gibi. Din, iman, ırz düşmanının biri. İşte bu devri­lesi, yaşamayası, karının kızın çarşaflarını yırtmaya kalkmasın mı? Yürüyüşünden, gidişinden hoşlandığı ka­dınların, genç kızların çarşaflarını kendi eliyle, hoşlan­madıklarının, bizim gibi kocakarıların örtülerini jandar-malara yırttırdı. Sorma başımıza gelenleri. Alçağın derdi çarşaflan kaldırmak değil, başka... Söyletme beni oğ­lum. H.Ö’lerin kızının çarşafını, kaymakam hem de ken­di eliyle üç yolun ortasında yırtmaya kalkmasın mı? Kız-cağız düşüp bayılmış. Utanmaz herif, "ne de güzel yüzün Ivarmış" diye bu hengâmede kahkah gülmesin mi? Ge-çenlerde tarladan eve dönüyordum. Önüme jandarma  karakolundan zebellâ gibi iki herif çıkmasın mı? "Oğlum  ben şehit haremiyim; dokunmayın bana. Bunu düşmanlarımız yapmadı" dedimse de kim dinler. "Kadın, çarşaf yasak! Emir aldık" diye üzerime çullandılar, çarşafımı didik didik ettiler. Rahmetli baban bu günleri görseydi!... Ne günlere kaldık yarabbi!... Gökten taş yağmadığına  şükredelim" diyordu. Anan sana boyuna içini döküyor,derdini anlatıyor, senden bir hareket, bir şeyler bekliyordu. Fakat sen hep susuyor koyunun kaval dinlediği gibi dinliyor, içinden "çarşafta ne imiş, çıkarın atın ne olacakmış sanki. Ananızdan çarşafla mı doğdunuz" diyordun!. Kadıncağızın derdi bir değildi ki. Herif gitmiş, yerine bir başkası gelmiş Bu. yaşlıcabir zatmış. Çarşaflara falan dokunmamış amma, bu da mezarlığı park yapacağım diye tutturmuş. Mezarları dümdüz etmiş. Karşı gelmek isteyenleri müdeiumumla - müdde-i umumî diyecek - anlaşarak tevkif ettirmiş. Hatta Müftü Efendiyi bile!... Ramazanda top da attırmamış!... Sabahlan ezan da okumayacaksın diye müezzini tehdit etmiş. Beyefendi uyuyamıyormuş!...

....

Ya şimdi ne oldu? Neler oluyor!... Cümlemizi sen ıslah eyle yarabbi!...”

Daha neler neler. Falan öğretmen falan yerde 11 yaşın­da bir kız talebenin ırzına geçmiş. Bu ırz düşmanım evve­lâ tevkif etmişler sonra bırakıvermişler... Anan boyuna söylüyordu...

Artık memleketi, evini, ananı, eskisi gibi sevmiyor­dun. Burada hâlâ eski hava esiyordu. Bir an evvel tatilin bitmesini dört gözle bekliyordun. Hem bu yıl liseye geç­miştin; yeni yeni muallimler, arkadaşlar, senin için ne de olsa bir tecessüs mevzuu idi.

Kaybolan Terbiye 

Mektepler açıldı. Muallimlerinizin ekserisikadınlardı. Hem de genç, güzel kadınlar. Çocuklar şimdiden şu daha güzel, bu daha cilveli diye münakaşaya başlamış­lardı. Biraz sonra Tabiiye dersine gireceklerdi. Tabiiye muallimi de çok kıyak kadındı ha. İşte onun dersinden bir sahne;

Bugün sınıfta bambaşka bir hava esiyordu, ön sıralar da oturan talebelerin bazıları arkadaki boş sıralara geçti­ler. Bütün gözler kapıya dikilmişti. Tabiiye muallimi M. Hanım bekleniyordu. M. Hanım hem güzel, hem de ede­bi, terbiyesi yerinde bir kadındı; fakat ne çare!...Çocuklar duramıyorlardı işte. O sınıfa girer girmez, hatta daha girmeden herkese bir hâl oluyordu. Kaynaşmalar, ahlar, of­lar. Arka sıralara çekilmeler.

Bugün derste M. Hanım nebatlarda çoğalmadan bahsediyordu. Çiçeklerdeki erkek ve dişi uzuvlardan. Tahtaya renkli tebeşirle çiçeklerin resimlerini yapıyor. polen tozlarının erkek tohumların, dişi uzuvların Üzerine nasıl konduğunu izah ediyordu. "İşte" diyordu. "Polen dişi uzuv üzerine konar, tohumun dişi uzva temasıyla orada sulanma husule gelir, dişi uzuv şişer ve tohumu içine alır". Daha "alır" kelimesini söylemeden arkalardan "ah" diye bir feryat yükseldi. Tabiiyecinin elin­den tebeşir düştü. Sonra "kimdir o münasebetsizadam?!" diye bağırdı. Koca sınıfta ses yok. Eller yavaş yavaş pantolonların ceplerinden çıktı. Muallim hanım şöyle bir dolaşıverseydi talebelerin çoğunu suçüstü ya­kalayacaktı. Dolaşmadı, fazla arayıp sormadı da Yavaş ça yerine oturdu. Bütün sınıf ona bakıyordu; o önüne. Başından vurulmuşa dönmüştü. Zil çalar çalmaz uzun adımlarla hızlı hızlı yürüyüp gitti. Tabiiyeci çıkar çıkmaz sınıfta bir gürültüdür koptu. Herkes avazının çıktı­ğı kadar bağırıyordu. "Kimdi ulan o hergele?" "Kapıları kapayın, muayene var!" diğer bir ses, "Vallahi bu muaye­nede şu üç ahbap çavuşlardan başka herkes çürüğe çı­kar!" Üç ahbap çavuş dedikleri Molla Güranî ile onun it kafasında diğer iki arkadaşı idi.

Edepsizlik Salgını

Yeni Tarih mualliminiz de öyle genç ve güzel bil kızdı I fakülteyi henüz bitirmişti. İlk hocalığını sizde yapıyor-du, aynı zamanda size Coğrafya derslerine de giriyordu.

İkinci ders Coğrafya idi. Mevsim bahardı. Pencerelerden  sınıfa tatlı bir ışık dökülüyordu. Kimsenin ders yapmaya,ders dinlemeye niyeti yoktu. Herkes şimdiden coğrafyacıyı hayal etmeye başlamıştı.

Geliyor!... İşte geliyor sesleri yükseldi. Genç öğret­men sınıfa girer girmez sınıf elektriklenivermişti. Göz­ler daha çok parlamış, nefesler sıklaşmış, ön sıralardan arka sıralara doğru bir kaynaşmadır başlamıştı, öğret­men hanım yeşil bir entari giymişti. Ne de yakışmıştı kâfire. Sıraların önünde, yeni sürmüş uzun ince bir dal gibi sallanıyordu. Muhabbet havası ön sıralardan arka sıralara doğru gittikçe artıyordu. Hele arka sıralar!...

Orası bir âlemdi! ikisenelikler, yaşını başına almışlar,tiryakiler. ‘Eyvallah abi* cinainden olan gedikliler hep arkada toplanırlardı.

Hoca hanım, karşıya yeşil bir harita asmıştı, oradan bir şeyler anlatıyordu. Dünyanın muhtelif yerlerindeki, girinti-çıkıntılardan, körfez ve limanlardan bahsediyordu.

Fakat çocukların aklı bambaşka şeylerde idi. Dünyanın falan yerindeki girintiden-çıkıntıdan onlara ne! Onların düşündüğü girinti-çıkıntı malûm... Hoca hanım ha­ritaya doğru dönünce fırsattan istifade "Bu kadar da ince giyilir mi canım, tül gibi" öteki, "Yok canım gül gibi", "Karşımızda sallanıp duran yemyeşil canlı bir dünya,yaşaşayan dünya dururken duvardaki ölü yeşil haritaya kim bakar?!" gibi lâflarla fısıldaşıp birbirlerini gıcıklayıp du­ruyorlardı.

Nihayet ders bitti, amma dersin bitmesiyle edepsizlik bitti mi? Ne gezer, coğrafyacıya harita demişlerdi ya. Be­nim gemi şu körfeze girdi! Senin gemi şu limanda demir­ledi. Liman sıcak mıydı, değil miydi, daha bu misillü bir sürü edepsizce lâflar.

Şer Çocukları

Ya Kimya hocanız : E. Hanım sarışın, kısa boylu, geçkin bir kadındı. Yürürken yuvarlanıyor sanırdınız. Yaşının bir hayli ilerlemesine rağmen güzel ve genç gö­rünmeye çok özenirdi. Bir kerre saçları her gün ondüleli idi. Başındaki her tel, her kıvrıntı, her gün emir al­mışlar gibi aynı yeri ve şekli muhafaza ederdi. Dudak­ları dalak yemiş gibi kızıl, yüzü un ambarına düşmüş­çesine pudralı idi. Yüzünün kırışıklıklarına pudralar birikirdi. Yakışıklı çocuklara biter, bayılır, tutuluverirdi. Çocukların sıralarının yanında durur, sürtünür, oyalanır bir şeyler olurdu. Bazen ders vermez, masaya dirseklerini dayar, başını iki avucunun içine alır, gözü­ne yakışıklı çocuklardan birini kestirir, dalar giderdi. Fakat bu bakış, sevdiklerine doğru akış tek taraflı idi. (Bazı kimyevî hâdiselerde, kimya muadelelerinde oldu­ğu gibi) iki taraflı - ric’î değildi. Kimya hocamız bu aşk oyununda, bu kaynaşmada "iyot" gibi açıkta kalırdı. Bu hâlinden, dolayı ona talebeler bazen acırlar, bazen de kısarlardı. Çocukların manzarayı çaktığını anlayınca, masanın üzerine kapanır, oradan tarassuta daha gizli bir şekilde devam ederdi. Günahları boynuna, bazı tale­belerin evine gelip gittiklerini de söyleyenler vardı. Hatta bu dedikodular muallimlerden bazılarına kadar aksetmiş, onlardan biri de "Kafa işlesin de, belden aşa­ğısı ne olursa olsun" demişti.

İnsanı "belden aşağısı ve belden yukarısı" diye ikiye ayıran bu komünist görüş, daha o zamandan itibaren yayılmaya başlamıştı. Bel­den aşağısı, belden yukarısı. Hâlbuki insan gerek mad­de, gerek ruh yapısı bakımından bir bütünlük arz eder. Bunun altı üstü, aşağısı yukarısı yoktur. Her ne çeşit­ten olursa olsun her harekette beşerî varlığımız iştirak hâlindedir. Sözde ilim, asrîlik, modernlik, inkılâpçılık perdesi arkasında oynanan bu oyunlar, serdedilen bu fikirler, yapılan bu telkinler hakikatte ruh gibi, iman gibi, şeref, haysiyet gibi, bütün İnsanî varlığımızı, seci­yemizi aşağılara doğru çeken, menfi, yıkıcı propagan­dalardı. Sık sık tekâmülden bahseden bu insanlar, te­kâmülü ters tarafından anlıyorlar; sırasıyla cemadattan, nebatattan, hayvanattan insana doğru yükselecek yerde insanı, insanlığı hayvana, hayvanlığa doğru çeki-yorlardı!... Alt yapının, bel aşağısının felsefesini, fikri- | yatını yapıyor, ellerine teslim edilen genç çocuklara hakikat diye müspet ilim diye, bunları telkin ediyorlar­dı. Her fırsatta alabildiğine din, iman, mukaddesat, ta­rih, mazi düşmanlığı yapıyorlar, gençliğe zamanın kör vs sağır, şer kuvvetlerini ebedî hakikatlermiş gibi tak­dim ediyorlardı. Çocuklar mektebe gidiyor, çocuklar mektebi bitiriyor, gençler ortaokullara - liselere de­vam ediyorlar, hayata hazırlanıyorlardı ama, hangi ha­yata?! Niçin, nasıl, nereye? İşte bu suallerin cevabı yoktu!... İnsanın hayvani maddî varlığını aşan, her sual cevapsız kalmaya mahkûmdu. "İnsanlar insanlara, in­sanlar menfaate, insanlar maddeye tapıyorlardı." Haki­kat bundan ibaretti. Böylece nâmütenahiye giden, Al­lah'a giden, ebediyete giden her yol kapanmış, insan, hayvani, behimi varlığı, ihtirasları, insiyakları içinde tepinip duruyor, tepindikçe, saplandığı bataklığa daha beter batıyordu.

Allahı ayakkabının içine kadar sokan, korkunç bir  sükut.

Artık sen kollarını göklere kaldıramıyor, hep aşağılara indiriyor, hep aşağılarla, aşağılık şeylerle meşgul olu­yordun. Hele bir an süren bedenî zevklerden sonraki düşüşlerin, bitişlerin, tükenişlerin, pis kirli yataklara seri­lişlerin... Her gün aynı hayatın tekrarı!... Yemek masası ile 100 numara arasında geçen bir hayat. Sabah akşam, gece gündüz ve her şey dümdüz.. Basit, yavan.. Bayat. Or­tada başka bir şey yoktu.

Mazi, tarih, cinayetlerle dolu "Kanlı bir harabe". Allah bir vehim... Ruh bir kuruntu. Ebediyet bir seraptı. O hâl­de sen neye bağlanacak, niçin, kimin için yaşayacak­tın?!...

Dünyada her şey yalandı; herkes yalan söylüyor, in­sanlar. devletler birbirini kandırıyordu. Hayat, mücade­le gibi şeyler de senin için manasızdı. Akıbeti ölüm ol­duktan sonra ve ölümle her şey bitecek olduktan son­ra... Tabiiye dersinde köşede duran iskelet gözlerinin önünden gitmiyordu. İşte dünyada hakikat olan bir şey varsa bu iskeletti. "Liseyi bitirip de ne olacak sanki... Hadi bitti!" Eh sonra... Üniversite... O da bitti; ondan sonra... Hayat, mayat. Bunlar bayat lâflardı. Hayata atıl­ma. Herkes bunu söylüyordu. Hayata atılma... Sen ha­yattan çoktan atılmıştın!. Hayatla, cemiyetle, diğer in­sanlarla arandaki bağ çözülüyor, her şeye nefretle bakı­yor, her şeyden nefret ediyordun!... Hatta kendi kendin­den bile... Kendi kendinle de bir türlü geçinemiyordun... Kendini, benliğini aşan, bütün kuvvetler, kıymet­ler yıkılmış, iman kaynakları kurumuş, sen kendi ken­dinle, kendi nefsinle ortada tek başına kalmış, bırak­mıştın! Duyduklarına inanmıyor, gözünle gördüklerin­den dahi şüpheye düşüyor, görmediğin âlemi inkâr edi­yordun!... Her attığın adımı tekrar geri alıyor, verdiğin her karardan hemen vazgeçiyordun!.

Uğrunda bunca kan dökülen topraktan nefret ediyor, göklere, geceleyin yıldızlara bakıyordun. Yanıp sönen, göz kırpan yıldızlar alay ediyorlarmış gibi geliyordu sa­na... Yiyip yutan, atıp tutan, alıp götüren, çürütüp bitiren yerler... İnsanlarla alay eden mağrur, yüksek, erişilmez gökler... Bu ikisi ortasında sen!... Şaşkın, harap, bî­tap!... Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmiyordun!... Nice nice ihtirasların çarpıştığı, menfaatlerin kaynaştı­ğı, hayat!...

İnsanlar... Birbirini atlatan, aldatan, çekiştiren yiyip yutan insanlar... Kalp kapılarının, gök kapılarının, Al­lah'a giden bütün yolların, servetlerle, şöhretlerle, şeh­vetlerle, menfaatlerle kapandığı bir cemiyette sen ne ya­pabilirdin çocuğum, ne yapabilirdin?

 
Devamını Oku »