Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'e Uymaya Teşvik

Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat'e Uymaya Teşvik80.MEKTUP

  • Mirza Fethullah Hakîm'e yazılmıştır

  • Yetmiş üç fırka içinde kurtuluşa erenin Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkası olduğu, bid'atçı fırkalardan uzak du­rulması gerektiği

Allah Sübhânehû ve Teâlâ bize ve size şeriat-ı Mustafa yolu üzerinde istikamet ihsan etsin.

İşte mesele budur; gayrisi nafile!

Yetmiş üç fırkadan her biri şeriata tâbi olduğunu iddia eder ve kurtuluşa erenlerden olduklarına kesin olarak inanır.

Şu âyet-i kerime onların hallerini anlatır ve durumlarını or­taya koyar:

"Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir (mü-minûn, 23/53).

Bu muhtelif gruplar arasından kurtuluşa ermiş olan fırkayı ayırabilmek için Resul-i Ekrem Efendimiz in (s.a.v) açıkladığı deli­le gelince, o şu hadis-i şeriftir:

"Onlar benim ve ashabımın bulunduğu yolda olanlardır." (Tirmizî, nr. 2641)


Burada sahib-i şeriat Efendimiz’in (s.a.v) sadece kendini zik­retmesi ve "Benimyolum üzere olanlardır" demesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesi, " Benim yolum ashabın yoludur ve kur­tuluş yolu yalnızca onların yoluna uymaktan geçer" şeklinde bir ilan

için olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur" (Nisâ, 4/80).

Resûl'e itaat, Allah'a itaatin ta kendisidir. Ona itaat etmemek ise Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir.

Allah Sübhânehû, Resûl'e itaat etmediği halde Allah'a itaat ettiğini ileri süren bir topluluğun durumunu haber vermiş ve on­ların küfrüne hükmetmiştir. Âyet şöyledir:

"Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler; 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!' derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın)arasında bir yol tutmak isterler" (Nisâ, 4/150).

Ashabm yoluna tâbi olmaksızın Nebî'ye (s.a.v) ittibâ iddiası bâtıl bir iddiadır. Hatta bu iddia bilfiil Allah Resûlü'ne (s.a.v) is­yandır, karşı gelmedir. Böyle bir yolla kurtuluşa ulaşmak ne mümkündür?

Şu âyet-i kerime onların haline uymaktadır:

"Kendilerinin bir şey (hakikat) üzerinde bulunduklarını sa­nacaklardır. İyi bilin ki onlar yalancılardır" (Mücâdele, 58/18).

Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) ashabına tâbi olan fırka şüp­hesiz Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkasıdır. Allah Teâlâ onları çabala­rından dolayı mükâfatlandırsın! Onlar, kurtuluşa eren fırkadır. Şîa ve Haricîler gibi Allah Resûlü'nün sahabesine dil uzatanlar, onlara tâbi olmaktan mahrumdurlar.

Mu'tezile de tek başına sonradan ortaya çıkmış bir mezhep­tir. Bu mezhebin öncüsü Vâsıl b. Atâ'dır. Kendisi Hasan-ı Basrî’nin talebeleri arasmda idi. Daha sonra Hasan-ı Basrî'nin (rh.a.) mecli­sinden ayrılıp küfür ve iman arasında bir durumdan (el-Menziletü beyne'l-menzileteyn) söz etmeye başlayınca Hasan-ı Basrî (rh.a.), onun için "bizden ayrıldı" dedi. Diğer fırkaların durumu da bun­dan farklı olmayıp aynı şekildedir.

Ashaba dil uzatmak gerçekte Resûlullah'a (s.a.v) dil uzat­maktır. Ashaba saygı göstermeyen, Allah Resûlü'ne iman etme­miştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır ki; bu denli çirkin bir itikattan Allah a sığı­nırız.

Bu arada, Kur'an ve hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hü­kümleri ancak sahabe vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Şayet sahabe ayıplanırsa, onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına has değildir. Bilakis sahabenin hepsi adalette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşit­tir. Hangisi olursa olsun sahâbe-i kirâmdan bir tanesine dahi dil uzatmak, dine dil uzatmak demektir ki, bu denli çirkin bir du­rumdan Allah'a sığınırız.

Sahâbeye dil uzatanlar, "Aslında biz de sahâbeye tâbiyiz ama sahabeye tabi olmak hepsine tâbi olmayı gerektirmez. Hatta saha- benin görüşleri ve mezhepleri muhtelif olduğu için hepsine tâbi olmak zaten mümkün de değildir" şeklinde bir itiraz ileri sürebilir. Buna şöyle cevap veririz:

Sahabenin bazısına tâbi olmak ancak diğerleri inkâr edilme­diği takdirde faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere uyma fiili de gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (k.v) üç halifeye de saygı ve hürmet gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için biat etmiştir. O halde diğer sahabeleri inkâr ederek Hz. Ali'ye tâbi ol­duğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftiradır ve kuru iddia­dan öteye geçmez. O sahabeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali Efendimiz'i (k.v) inkâr etmektir ve onun sözlerini ve davranışları­nı açık bir şekilde reddetmektir.

Allah'ın aslam Hz. Ali (k.v) için takıyye ihtimalini caiz gör­mek akıl bozukluğunun son kertesidir. Sağlıklı bir akıl, Allah'ın aslanının yaklaşık otuz senelik bir süre içinde halifelere karşı olan buğzunu gizleyip bunun tersine bir hayat yaşayarak onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğinin olmasını doğru ve mümkün görmez. Halbuki bu tür bir nifak, ehl-i İslâm'ın sıradan ferdi için bile düşünülemez. Bu tutumun çirkinliğini iyi düşünmek ve an­lamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum, Allah'ın aslanı Hz. Ali'ye (k.v.) büyük bir zayıflık ve küçük düşürücü bir hile nisbet etmek anlamına gelmektedir.

Diyelim ki, Allah'ın aslanı için takıyyeyi caiz gördük. Peki, Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (s.a.v) üç halife ile ilgili tazimi ve ba­şından sonuna kadar tüm hayatı boyunca onlara değer vermesi konusunda ne diyecekler? Bu noktada takıyyenin yeri olmaz; çün­kü doğru olanı tebliğ etmek Resûlullah (s.a.v) üzerine vaciptir, bir zorunluluktur. Bu noktada takıyyeyi caiz görmenin varacağı nokta zındıklıktır.

Allah Teâlâ buyurmuştur:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajım duyurmamış olursun" (Mâide, 5/67).

Kâfirler, "Muhammed, gelen vahiy içinden kendisine uyanı açıklı­yor, uymayanı ise gizliyor" diyorlardı. Kesin olan bir şey var ki o da, Hz. Peygamber'in (s.a.v) hata üzerinde sabit olması, bir hataya de­vam etmesi caiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriata halel gelir. O halde üç halifeyi tazim ve methetmesinin aksine, Peygam­ber Efendimiz'den (s.a.v) bir şey sâdır olmayıp onlara verdiği de­ğeri ortadan kaldıracak bir şey de bulunmadığına göre; buradan anlaşılır ki Resûlullah'ın (s.a.v) üç halifeyi yüceltmesi ve onlara değer vermesi hatadan ve geçersiz olmaktan korunmuştur.

Esas meseleye dönersek, onların yukarıda değinilen itirazı­nın yani şüphesinin cevabını, öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde izah edelim. Dinin asıllarında sahabenin hepsine tâbi olmak vaciptir. Çünkü dinin esas konularında sahabe arasında ih­tilaf yoktur. Sahâbenin ihtilafı yalnızca ayrıntılardadır.

Sahabenin bazısına dil uzatan kişi, onların tümüne tâbi ol­maktan mahrumdur. Sahabe sözleri ittifak ifade etmekle birlikte; din büyükleri olan sahabeyi inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifakı ihtilafa dönüştürmektedir. Hatta bir sözü söyleyeni reddetmek, o kişinin söylediklerini de reddetmeye götürmektedir.

Yukarıda da değindiğimiz üzere, şeriatı bize ulaştıran, asha­bın tümüdür. Çünkü ashabın hepsi adalet sahibidir ve her biri bize şeriattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur'an da her birinden bir veya daha fazla âyet alınarak toplanmıştır.

O halde sahabenin bazısını inkâr etmek Kur'an'ı ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca, sahabeden bazılarını inkâr eden kimsenin şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmesi müm­kün olmaz. Bu durumda felah ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir?

Allah Teala şöyle buyurur*

"Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir" (Bakara, 2/85).

Bununla birlikte deriz ki; Kur'ân-ı Kerîm'i toplayan Hz. Os­man'dır, hatta Ebû Bekir-i Sıddık ve Ömer'dir. Allah onlardan razı olsun. Hz. Ali'nin (k.v.) topladığı şey ve onun içeriği, Kur'an'ın dı­şında bir şeydir.

İyi düşünmek gerekir. Çünkü bu büyükleri inkâr, hakikatte Kur'an'ı inkâra götürür. Böyle bir durumdan Allah Sübhânehû'ya sığınırız. Biri bir Şiî müçtehide şöyle bir soru sordu:

  • Kur'an'ı Osman'ın cemettiği iddia edilmekte. Bu durumda Kur'an hakkındaki itikadın nedir? O şöyle cevap verdi:

  • Onu inkârda bir maslahat görmüyorum. Çünkü onu inkâr etmek dinin tamamen yıkılmasına sebep olur.

Aynı şekilde aklı başında olan kişi, Resûlullah’m (s.a.v) irtihalinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahâbe-i kirâmın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez.

Şu sabittir ki; Allah Resûlü'nün vefat ettiği gün, sahabenin sayısı 33.000 kadardı ve hepsi de gönül rızasıyla ve kendi tercihle­riyle Sıddık-ı Ekber'e (r.a) biat etmişti. Böyle bir durumda Resûlullah'm bütün ashabının dalâlet üzere birleşmeleri imkânsız bir durumdur. Nitekim Peygamber Efendimiz'de (s.a.v) buyur­muştur:

"Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez. "(Tirmizi,nr.2167)

Hz. Ali'nin (k.v) başlangıçta biat etmekte gecikmesi, "Dargın­lığımız, şûradan geri bırakılmamız sebebiyledir; yoksa biliyoruz ki Ebû Bekir bizden daha hayırlıdır" sözüyle kendisinin de belirttiği üzere, şûraya davet edilmemesi sebebiyledir.

Hz. Ali'nin (k.v) şûrâya davet edilmemesinin sebebi, musibe­tin ilk dehşetinin yaşandığı sırada Ehl-i beyt'in yanlarında kalarak onları teselli etmesi gibi bir maslahatın gözetilmesi veya buna benzer bir sebepten olması mümkündür. Yoksa sahabe arasında meydana gelen ihtilafların kaynağı nefsanî arzular değildir. Çün­kü onların nefisleri tezkiye edilmiş (arınmış), "kötü ve çirkin olanı emretmekten" kurtulmuş ve "mutmainne" olmuştur. Onların arzu ve istekleri şeriata tâbidir.

Üstelik sahabe arasında ortaya çıkan bu ihtilafın dayanağı iç­tihattır ve doğruyu açığa çıkartarak yüceltme çabasıdır. Hata ede­ne Allah katında bir derece, isabet edene ise on derece sevap var­dır. O halde dili onlara eza ve cefa etmekten korumak ve hepsini hayır ile yâd etmek gerekir.

İmam Şâfiî (rh.a.) demiştir ki:

"Allah Teâlâ ellerimizi onların kanına bulaşmaktan korudu, o halde biz de dillerimizi onlara uzatmadan koruyalım!"

İmam Şâfiî (rh.a.) yine şöyle der: "Resûlullah'tan (s.a.v) sonra

insanlar zor durumda kaldı. Gök kubbe altında Hz. Ebû Bekir’den

(r.a) daha hayırlı birini bulamadılar ve kendilerini yönetmesi için onu tayin ettiler."

------------------------

İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1

Semerkand Yay.)
Devamını Oku »

İnsan Eşref-i Mahlûkattır



"Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada ve denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik. Onlara güzel güzel rızıklar nasib ettik. Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden üstün kıldık" (İsra. 70).

Bil ki bu ayetin maksadı, Allah'ın insana verdiği o yüce ve kıymetli nimetlerinden bir diğer çeşidini dile getirmektir. Bunlar, sayesinde insanların başka varlıklardan üstün kılındığı nimetlerdir. Allah Teâlâ bu ayette, dört nimet zikretmiştir:

İnsan Ruhunun Önemi

Birinci Nevi: Bu "Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır"ayetinin anlattığı husustur. Bil ki insan ruh ve bedenden mürekkeb bir cevherdir. Binâenaleyh insanın ruhu, süflî âlemde (dünyada) mevcut bulunan en kıymetli rûh, bedeni de yeryüzündeki en kıymetli maddedir. İnsanın ruhundaki bu kıymetliliği şöyle izah edilir: İnsan ruhunun (nefsinin), üç asıl kuvveti vardır: Gıda alma (yeme), büyüme ve üreme. Canlıların ruhlarının, ister zahirî, ister bâtını olsun, iki kuvveti vardır: Birisi, hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir. Binâenaleyh bu beş kuvvet, yani gıda alma, büyüme,üreme, his ve hareket, insan ruhu (nefsi) için de vardır. Ama insan ruhuna bunlardan başka bir kuvvet daha verilmiştir. Bu da, eşyanın hakikatini olduğu gibi idrâk eden, anlayan akıl kuvvetidir. Bu kuvvet, kendisinde marifetullah nurunun tecellî ettiği, Allah'ın kibriyasının ışığının parladığı bir kuvvettir. Bu kuvvet, mahlûkât aleminin ve emirlerin sır ve hikmetlerine muttalî olan, Allah'ın yaratıklarındaki çeşitli ruh ve maddeleri olduğu gibi anlayan bir kuvvettir.

Bu kuvvet, kutsi cevherlerin ve ilahî mücerred ruhların aşılaması ile meydana gelir. Bu kuvvet şeref ve fazilet bakımından nebatî ve hayvani olan o beş kuvvete nisbet edilemez. Durum böyle olunca, insan ruhunun (nefsinin), bu âlemde mevcut olan en şerefli ruh olduğu ortaya çıkar. Aklî kuvvetin faziletleri (üstünlükleri ) ile maddî kuvvetlerin noksanlıklarını bilmek istersen, bizim bu kitapta,"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur.35) ayetinin tefsirinde yazdığımız şeyleri iyi düşün.Biz, orada aklî kuvvetlerin, maddî kuvvetlerden daha üstün ve yüce olduğunu anlatmak için,yirmi izah yaptık. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin manası yok.

İnsanın Bedeninin Önemi

İnsan bedeninin, âlemdeki bütün maddelerden daha kıymetli olduğunu izah hususunda müfessirler, ayetteki, "Andolsun ki biz, âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık"buyruğunu tefsir için, çok çeşitli faziletler (üstünlükler) zikretmiş ve şunları söylemişlerdir:

1) Meymûn b. Mihran, İbn Abbas (r.a)'ın, bu ayet hususunda "insan hariç, herşey ağzıyla alır yer, insan ise, eliyle alır yer" demiştir. Şöyle bir hâdise anlatılır: Harun Reşid'in yanında bir sofra hazırlanmış ve halife kaşık istemiş. Sofrada bulunanlar içerisinde İmam Ebû Yusuf da bulunmaktadır. Bunun üzerine Ebu Yusuf ona: "Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz,âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" ayetinin tefsiri hususunda ceddin (atan) İbn Abbas (r.a)'dan: "Biz insanlara, sayesinde yemek yiyecekleri eller vererek, onu şereflendirdik" şeklinde bir açıklama rivayet edilir" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid kaşığı bırakıp, elleriyle yemeğe başladı."

2) Dahhâk, bu ayete: "İnsana konuşma ve eşyayı birbirinden ayırdetme özelliği vererek, onu kerim kıldık" manası vermiştir ki, bu sözün özü şudur: Birşeyi tanıyan kimse, ya onu bildiğini başkasına bildirmekten acizdir, yahut da onu bildirmeye muktedirdir. Birinci ihtimale gelince,insan hariç, bütün canlıların durumu böyledir. Çünkü onun içinde bir elem veya lezzet meydana geldiğinde, o bu şeyleri tam olarak ve yerli yerinde anlatmaktan âcizdir. İkinci ihtimale gelince, bu insanın halidir. Çünkü insanın başkasına, tanıdığı, bildiği, hissettiği herşeyi anlatması, ona vâkıf olması ve onu çepeçevre kuşatması mümkündür. Binâenaleyh onun bu tür anlatımlara muktedir olması, nâtık (konuşan varlık) oluşundan kastedilen şeydir.

Bu izaha göre dilsiz insanın da bu vasfa dâhil olduğu ortaya çıkar. Çünkü o, kalbindekini ve kafasındakini bizzat dili ile başkasına anlatmaktan âciz ise de, onun bunu işaret, yazma ve benzeri yollarla anlatması mümkündür. Bu özellik, papağanda bile yoktur. Çünkü her nekadar bazı şeyleri söyleyebiliyorsa da, herşeyi tam ve mükemmel bir biçimde anlatıp söyleme gücü yoktur.

3) Atâ bu ayete, "Boyunu boşunu uzatmak, (dik yürütmek suretiyle) insanı şereflendirdik"manasını vermiştir. Bil ki bu söz tam değildir. Çünkü ağaçlar, insandan daha uzun ve diktir.Atâ'nın burada, "İnsanın aklî, hissî ve harekî kuvvetlerinin mükemmel olmasının yanısıra,boyunun da uzun olması" şeklinde bir kayıt koyması gerekirdi.

4) Yine Atâ bu ifadeyi, "Ona en güzel bir bünye vererek" diye tefsir etmiştir. Bunun delili, "O size suret verdi, hem suretlerinizi (şekillerinizi) de güzel yaptı" T(egâbûn,3) ayetidir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışından bahsedince, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir"{Müminûn. 14) buyurmuştur. Yine o, "(Biz) Allah'ın boyası ile (boyanmışızdır),Allah'dan daha güze! boyası olan /cim?"(Bakara. 138) buyurmuştur. İstersen insanın herhangi bir uzvunu, mesela gözünü ele al: Cenâb-ı Allah gözbebeğini siyah olarak yaratmış,sonra o siyah noktayı, gözün akı ile kuşatmış, o akı da, kenarların siyahı ile kuşatmış, sonra da bu kenarları, göz kapaklarının akı (açık rengi) ile kuşatmış, sonra da göz kapaklarının beyazının üstünde iki siyah kaş yaratmış, bu iki siyah kaşın üstünde, ak alnı halketmiş, sonra da bu ak alın üzerinde siyah saçları yaratmıştır. Bu tek şey, sana bu konuda bir misal olsun.

5) Bazı kimseler, insan oğluna verilen en büyük şerefin, Allah'ın ona yazı yazma kabiliyetini vermesi olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta sözün Özü şudur: İnsanın, istinbata (hüküm çıkarmaya-fikir yürütmeye) yarayacak, kafasındaki bilgisi az ve yetersizdir. Ama insan bir bilgi ortaya koyup, onu kitaplara yazdığında, bir diğeri gelip o yazılan şeyden istifade ettiğinde ve kendisindeki bilgiyi de buna kattığında ve bu iş böylece ard arda sürüp gittiğinde, her sonra gelen, öncekilerin bilgi ve tecrübelerine yeni birçok şeyler kattığında, ilim çoğalır, fazilet ve bilgi kuvvetlenir. Aklî araştırmalar ve şer'î (dinî) gayeler, en mükemmel noktasına ve zirveye ulaşır. Bunun böyle olmasının, ancak yazı ile mümkün olacağı herkesin malumudur. İşte bu mükemmel üstünlükten ötürü, Hak Teâlâ, "Kalem ile (yazmayı) öğreten Rabbinin adıyla oku.O, insana bilmediği şeyi öğretti" (Alak. 3-4) buyurmuştur.

6) Bu âlemdeki maddeler, ya basit, ya mürekkeb (bileşik) olurlar. Basit olanlar toprak, su, hava ve ateştir. İnsan, bunların dördünden de istifade eder. Toprak, bizim için tıpkı eğitip büyüten, bağrına .basan bir ana gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kere daha (dirilişte) ondan çıkaracağız" (Tahâ, 55) buyurmuştur. Allah Teâlâ, yeryüzünü bize nisbetle birtakım isimlerle isimlendirmiştir: Bunlar, yatak, beşik, döşek gibi isimlerdir. Suya gelince, biz insanların, içme, çiftçilikte kullanma gibi, sudan elde ettiğimiz faydalar açıktır.

Hem Cenâb-ı Hak, içinden taptaze etler çıkarıp yiyelim, takınacağımız süz eşyaları çıkaralım ve gemilerin sularını yara yara gidişinden istifade edelim diye, denizleri de bizim emrimize vermiştir. Havaya gelince, bu bizim hayat kaynağımızdır. Eğer rüzgârların esişi olmasaydı, o pis kokular tamamıyla bu mamur (meskûn) yerlere hâkim olurdu. Ateşe gelince, yiyeceklerimiz ve içeceklerimiz onun sayesinde pişer, kaynar ve olgunlaşır. Ateş, karanlık bir gecede adetâ güneş ve ayın yerini tutar. Yine o, soğuğun zararını da bertaraf eder (bizi ısıtır). Nitekim şâir,

"Kim kışın bir meyve isterse, bilsin ki kışın meyvesi, ateşidir" demiştir.

Mürekkeb maddelere gelince, bunlar ya ulvî (semavî) tesirler, ya madenler, ya bitkilerdir.Hayvanlar ve insanlar, bu şeylere hükümran gibidirler ve bunlardan istifade ederler. Yine bunlar her çeşidi ile onların hizmetine sunulmuştur.

Binâenaleyh bu alem, tamamen ya ma'mur bir belde gibi, yahut da bütün menfaat ve iyilikleri insan için olan, hazır bir han,karargâh gibidir. İnsan o hanın, hizmet edilen reisi, itaat edilen padişahı gibi; diğer canlılar da, insana nisbette, onun köleleri gibidirler. Bütün bunlar, insana, Allah tarafından büyük şeref ve faziletin verilmiş olduğuna delalet eder. Allah en iyi bilendir.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538-541
Devamını Oku »

Mü'min ve Kâfir Bakımından Dünya Hayatı


"Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise, sakınacaklar için elbet daha hayırlıdır. Halâ düşünmüyor musunuz?"

(En'âm, 32).

Bu âyette birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele


Bil ki, öldükten sonra dirilmeyi ve Kıyameti inkâr edenlerin, dünyaya olan arzulan, onun lezzetlerini elde etme istekleri büyük olur. İşte bu sebeple, Allah Teâiâ, dünyanın değer­sizliğine ve önemsizliğine dikkat çekmek için bu âyeti zikretmiştir.

Bil ki, dünya hayatının bizzat kendisini kınamak mümkün değildir. Çünkü, uhrevî saadetleri kazanmak ancak bu dünya hayatında söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı bu âyetin tefsirinde şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1) Buradaki hayattan kastedilen, kâfirin hayatıdır. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah bu âyette şirk ve nifak ehlinin hayatını kastetmiştir. Bunların hayatının bu şekilde tavsif edilmesinin sebebi şudur: Mü'minin yaşayışında salih ameller mevcuttur. Binâenaleyh onun hayatı bir oyun ve oyalanma olamaz."

2) Bu âyet, mü'min ve kâfirin hayatı hakkında umumî bir ifâdedir. Binâenaleyh bundan murad, bu hayatta elde edilen lezzetler ile bu hayatta elde edilmek istenen güzel ve hoş şeylerdir.. Cenâb-ı Hak, dünya hayatını bir oyun ve oyalanma diye adlandırmıştır; çünkü insan, oyun ve eğlence ile meşgul olurken, ondan lezzet afır. Sonra bu lezzet aldığı şeyler sona erip bitince, bunlardan geriye sadece bir nedamet ve pişmanlık kalır. İşte bu dünya hayatı da böyledir. Bu da sona erdiğinde, geriye sadece bir tahassür ve nedamet kalır.

Bil ki, dünya hayatının oyun ve oyalanma diye isimlendirilmesi şu şekillerde izah edilmiştir:

a) Oyun ve eğlencenin süresi azdır; çok çabuk sona erer, zeval bulur. Bu dünya hayatının süresi de böyledir.

b) Oyun ve eğlence, mutlaka pekcok durumda, istenilmeyen şeylere sebebiyyet verir. Dünya lezzetleri de böyledir...

c) Oyun ve eğlence, işlerin zahiriyle aldanma sırasında meydana gelir.. Ama iyice düşünülüp, işlerin esası araştırılıp ortaya konulduğunda, geriye asla oyun ve eğlence diye bir şey kalmaz.. Oyun ve eğlence de böyledir, çünkü bunlar çocuklar ve gafil cahillere uygun düşen şeylerdir. Ama aklı başında olan zeki kimselere gelince, onlar çok nadiren oyun ve eğlenceye dalarlar..

Dünyanın hoş şeylerinden lezzet alıp, iyi şeylerinden de faydalanma da, ancak işlerin hakikatlerinden habersiz olan gafil kimseler için söz konusu olabilir.. Ama muhakkik olan hikmet erbabına, hükemâya gelince, onlar bütün bu iyi denilen şeylerin birer aldatmaca olduğunu; esasında bunların nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığını bilirler.

d) Oyun ve oyalanmanın makbul bir neticesi yoktur.. Böylece bütün bu izahların toplamından, dünyevî lezzet ve durumların, bir oyun ve oyalanma olduğu; gerçekte nazar-ı dikkate alınacak bir tarafı olmadığı sabit olmuş olur.. Yüce Allah, bunu beyan edince, bundan sonra "Ahiret yurdu ise, müttaktier İçin elbet daha hayırlıdır" buyurmuş, âhireti hayırlı olmakla tavsif etmiştir.

Dünya İle Âhiret Hallerinin Mukayesesi

Dünya ile âhiret hallerinin pekçok yönden farklı oluşları da, durumun böyle olduğuna delâlet eder:

1) Dünyanın iyilikleri değersiz; âhiretın iyilik ve hayırları ise, yüce ve âlîdir. Durumun böyle olduğunu şunlar da göstermektedir:

a) Dünyanın hayırları, ancak iki şehevî duyguyu yerine getirmedir.. Ki bu da, son derece değersiz ve önemsiz bir iştir. Bunun böyle oluşunun delili şudur: Bütün önemsiz canlılar, bu konuda insanla müşterektirler.. Hatta çoğu kez o canlıların bu husustaki durumu, insanınkinden daha mükemmeldir. Çünkü, deve daha çok yer; horoz ve serçe daha çok cima yapar; kurt, daha çok parçalayıcı ve yok edicidir; akrep daha fazla acı vericidir..

Bunların değersizliğine delâlet eden bir diğer husus da şudur: Bunlar eğer çok değerli ve yüce şeyler olsaydı, bunları çokça yapmak, kıymetin ve değerin artmasını gerektirirdi... Böylece de ömrünün tamamını yemeye ve cinsî münasebete vakfeden insanın, insanların en şereflisi ve en yüce dereceyi haiz olanı olması gerekirdi.. Halbuki durumun böyle olmadığı, aksine bu gibi insanlara kin duyulduğu, kötü ve değersiz kabul edildiği; hayvan, köpek veya bunlardan daha aşağı bir şekilde nitelendiği, aklın bedâhetiyle malum olan bir husustur.

İnsanların bu gibi şeylerle iftihar etmeyip, tam aksine bunları gizlemeleri de bunların âdi olduklarına delâlet eder. İşte bundan dolayı insanlar, cinsî münasebette bulunurken bu fiili gizli yaparlar ve bu gibi fiilleri insanların yanında ulu orta yapmaya kalkışmazlar.

İşte bu da bu gibi fiillerin şeref değil, aksine bir eksiklik icap ettirdiğini gösterir. Durumun böyle olduğuna şu da delâlet etmektedir: İnsanlar birbirlerine sövdüklerinde, bu hususta ancak, cimâya delâlet eden lafızları söylerler.. Eğer bu lezzet çeşidi, birtakım noksanlıklar cinsinden olmasaydı, durum böyle olmazdı.. Bu lezzetlerin özünün, birtakım elem ve acıları gidermeye yönelik olması da buna delâlet eder..

İşte bu sebepten dolayı daha fazla aç ve daha çok ihtiyaç içinde olan kimsenin, bu tür şeylerle lezzet duyması daha mükemmel ve daha ileri derecede olur. Durum böyle olunca da, gerçekte bu lezzetlerin bir hakikatinin bulunmadığı ortaya çıkar..

Yine bu lezzetlerin çok çabuk değişmesi, sona ermesi ve son bulması da, bunu göstermektedir. Böylece, yaptığımız bu izahlarla dünyevî lezzetlerin değersizliği sabit olmuş olur..

Ama ruhanî mutluluklara gelince, bunlar çok şerefli, yüce, kalıcı ve kudsî olan birtakım mutluluklardır... İşte bundan dolayı bütün mahlûkat, insanlar arasında ilmi çok ve dünyevîmaddî lezzetlerden alabildiğine kaçınan birisinin bulunduğunu hayal ettiklerinde, onlar tabii olarak ona saygı duyar, hizmet eder ve kendilerini o kimsenin hizmetkârı ve kölesi kabul eder ve ona nisbetle, kendilerini günahkâr addederler..

İşte bu da, asıl ve selîm fıtratın, maddî lezzetlerin değersizliğine, manevî lezzetlerin derecesinin de çok mükemmel olduğuna şehâdet ettiğini gösterir..

b) Ahiretin hayırları, dünyanın hayırlarından daha üstündür.. Bunu, şöyle diyerek izah ederiz: Farzedelim ki bu iki çeşit hayır, üstünlük ve şeref bakımından müşterek olsunlar.. Ancak ne var ki, yarın Kıyamet günü için vaadedilmiş hayırları elde etmek, kafi olarak malum olan bir şeydir.. Ama, dünyanın yarını için vâdedilen hayırlara ulaşıp onları elde etmek ise, kat'î olarak malum olmayan, hatta zannedilen bir durum dahi değildir.. Zira, bu günün sabahında hükmünü tam manasıyla yürüten nice hükümdar vardır ki, aynı günün sonunda toprağın altında olur.

Yine nice büyük ve kudretli emirler, yöneticiler vardır ki, sabaha melîk ve emîr olarak girer, ama akşam vakti hakir bir esir olur!.. İşte bu farklılık da, bu iki çeşit hayır arasında bir farklılığın bulunmasını gerektirir.

c) Farzet ki insan dünyada bu günden başka, diğer bir gün daha bulsun.. Ancak insan, biriktirmiş olduğu mallardan, güzel şeylerden ve lezzetlerden faydalanmasının mümkün olup olmadığını bilemez.. Ama, biriktirmiş olduğu saadet getiren bütün şeylere gelince, o, ahiret yurdunda ondan faydalanacağını kesin olarak bilir.

d) Farzedelim ki o, bunlardan faydalansın. Ancak o kimsenin, dünyevî hayırlardan faydalanması, arzulanmayan şeylerin bulaşmasından ve insana korku veren haramların o faydaya karışmasından asla hâlî ve uzak kalamaz. İşte bundan ötürü "Kim yaratılmamış olan şeyi isterse, hem kendisini yormuş, hem de o nimete kavuşmamış olur" denilmiş, buna karşılık, "o nedir ey Allah'ın Resulü?" diye sorulmuş, Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Birgünün tamamının (mutlu ve neşeli geçeceğini düşünerek) sevinmek..." buyurmuştur.

e) Farzedelim ki bu kimse, yarın bu mallardan ve güzel şeylerden faydalansın. Fakat bu faydalar sonlu, fânî ve gidicidir. İşte bu faydalar ne zaman daha kuvvetli, daha lezzetli, daha mükemmel ve daha fazla olursa, bunların yok olup sona ermesi ile duyulacak olan keder ve hüzün de o nisbette çok ve güçlü olur. Nitekim şâir el-Mütenebbi şöyle demiştir.

"Bana göre üzüntünün en şiddetlisi, sahibinin, daha sonra kendisinden ayrılacağım kesin olarak bildiği bir mutluluktan dolayı olanıdır."

Binâenaleyh söylediğimiz açıklamalarla, dünyevî saadet ve hayırların böylesi büyük eksiklik ve kusurlarla muttasıf (içice) olduğu, âhiret saadetlerinin ise bu kusur ve ayıplardan uzak olduğu, bundan dolayı da âhiret hayatının daha mükemmel, daha üstün, daha kalıcı, takvaya daha uygun, arzu edilmeye daha layık ve uygun olduğuna kesin olarak hükmetmek gerektiği sabit olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 9/395-398
Devamını Oku »

İlâhi Lütuflar



Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunun izahının ardından 'Ve her fazilet sahibine kendi fazlını versin'(Hud, 3)buyurmuştur ki, bununla uhrevî mutluluklar kasdedilmiştir.

Bu ifâdede bazı incelikler vardır:

Birinci incelik: Ayetteki bu ifâde, "Her faziletliye, Hak Teâlâ, fazlının gereğini ve neticesini verir" manasınadır. Durum böyledir, çünkü insan, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaktan alabildiğince uzak olup, marifetullah'ı elde etme arzusu da çok ileri derecede olduğunda, kalbi melekûtun nakşının kaşı ve sayesinde lâhutî kutsiyyetin tecelli ettiği bir ayna olmuş olur. Fakat zulmânî (karanlık) bedenî alaka ve ilgiler, o ruhanî nurları bulandırır. Binâenaleyh bu alâkalar silinip yok olduğunda, o nurlar ışıldar, ışıklar alabildiğine parlar ve mutluluk sebebleri birbirini kovalar. İşte Hak Teâlâ'nın, "Her fazîlet sahibine, kendi fazlını versin" buyruğundan maksad budur.

İkinci incelik: Bu, âhiretteki mutluluk derecelerinin farktı farklı olduğuna bir dikkat çekmedir. Çünkü o dereceler, dünyada gerçekleşen derecelere göre belirlenmiştir. Binâenaleyh Hak'tan başka herşeyden yüz çevirip, sadece Hakk'a kulluğa yönelmek, nihayetsiz derecelerde olunca, ahiret mutluluğunun dereceleri de sınırsızdır. İşte bu sebebten ötürü, "Allah her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurulmuştur.

Üçüncü incelik: Allah, dünya menfaatları hususunda, "Sizi, güzel nimetleriyle faidelendirsin":ahiret saadeti hususunda da, "Her fazilet sahibine, kendi fazlını versin" buyurmuştur. Bu, dünyanın ve âhiretin bütün hayırlarının ancak Allah Teâlâ'dan olduğuna, O'nun yaratması.var etmesi,vermesi ve cömertliği ile olduğuna delâlet eder. Rahmetli babam hoca efendi şöyle derdi: "Eğer sebebler olmasaydı, hiçbir kimse şüpheye düşmezdi. Çünkü insanların çoğunun aklı kıttır. Onların akıllarının, bu fânî vasıta ve sebeblerle meşgul olması, akıllarını, herşeyin Allah'dan olduğunu müşahede etmekten alıkor, kör eder. Fakat ilâhî bilgilere dalanlar, hakikat nurlarının denizlerinde yüzenler Allah'ın dışındaki herşeyin, zatı gereği mümkin ve Allah'ın yaratmasıyla ancak var olabilen varlıklar olduğunu anlarlar.

Böylece onların bakışları mâsivallah (Allah'ın dışındaki herşey)den kesilir ve onlar zarar verenin, faydalı olanın, verenin, vermeyenin hep Allah olduğunu anlarlar." Allah Teâlâ bütün bu halleri beyan buyurunca, "Eğer yüz çevirirseniz, ben sizin başınıza gelecek büyük bir gün ün azabından korkarım" (de!)" buyurmuştur. Durum böyledir, zira Allah'tan başkasına ibadetle meşgul olan, dünyada âdeta kör olur. Binâenaleyh dünyada kör olan, ahirette de kör olur, yolca da daha şaşkındır. Bunu ortaya koyan şudur: Kim, dünyayı, onun leziz ve güzel şeylerini elde etmeye yönelirse, dünyaya olan sevgisi artar, tabiatı dünyaya meyleder ve dünyaya olan arzusu büyür. Binaenaleyh böylesi kimse öldüğünde, yanında o şiddetli sevgisi ve meyli kalır da, esas mahbûbuna ulaşamaz.

Bu durumda da belası artar, şakiliği tam olur. O günün azabı hususunda, işte bizce bilinebilen bu kadarcığıdır. Fakat o hallerin teferruatını dünya hayatında olduğumuz sürece bilemeyiz. Daha sonra da Allah Teâlâ "Dönüşünüz ancak Allah'adır. O herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu ile de mutlaka Allah'a dönülüp varılacağını beyân etmiştir.

Bil ki Allah Teâlâ'nın bu hitabında şöyle bir incelik vardır: Bu söz, hasr (sadece) manası ifâde eder. Yani, "Dönüşünüz başkasına değil, sadece Allah'a olacaktır" demektir. Binâenaleyh bu ayet, orada Allah'dan başka bir yöneticinin ve tasarruf edenin olmadığına delâlet eder. Durum, bu dünya hayatında da aynıdır. Fakat bazı insanlar, sebeblerle meşgul olunca, müsebbib'ül-esbâb (sebeblerin müsebbibi, yaratıcısı) olan Allah'a ulaşmaktan âciz olmuşlar ve bu dünya hayâtında herşeye güçlerinin yeteceğini sanmışlardır. Fakat ahiret yurdunda, bu yanlışlık da ortadan kalkacaktır. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, "Dönüşünüz ancak Allah'adır' hitabı ile bu hasrı beyan etmiştir. Allah Teâlâ daha sonra "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyurur. Ben derim ki: Bu ifâde, bir bakıma büyük bir tehdid, bir bakıma da büyük bir müjdedir.

Büyük bir tehdid oluşu şundandır: Ayetteki "O, herşeye hakkıyla kadirdir" buyruğu da, kendisinin herşeye kadir oluğuna, O'nun hüküm ve takdirini geriye çevirecek, meşietine mânı olacak bir güç, kuvvet bulunmadığına delalet eder. Pekçok ayıplarla ve büyük günahlarla, böylesi bir hâkimin huzuruna dönüp varmak gerçekten zordur. Bu ayetin büyük bir müjde oluşu da şöyledir: Çünkü bu, o hâkimin, çok büyük, bir kudret ve ululuk sahibi, kulun da son derece zayıf ve aciz olduğuna delâlet eder. Güçlü, kudretli ve kuvvetli hükümdar, helakle yüzyüze âciz birisini gördüğünde, onu helakten kurtarır."(Güce) sahib oldun, binâenaleyh iyi davran, güzel muamelede bulun" darb-t meseli de bu manada söylenmiştir.

Bu kitabın musannifi der ki: Ömrümü ilim hizmetinde ve kitap okumada tükettim. Hiçbir şeyde ümidim yok. Son derece zelil ve kusurluyum. Fakat kerim kimse, kadir olduğunda bağışlar. Ya Ekreme'l-Ekremîn, Ya Erhame'r-Râhimîn. Ey ayıplıların ayıplarını örten, çaresizlerin duasına icabet eden! Senden rahmet kovalarını evladım ve ciğerparelerimin üzerine akıtıp bizi fazlınla, atfınla, cömertliğinle, kereminle kurtarmanı niyaz ederim.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/503-505
Devamını Oku »

Doğruluğun Lüzum ve Fazileti, Yalanın Çirkinliği



Ayet(Tevbe,119), doğruluğun (sıdk'ın) faziletine ve derecesinin yüceliğine delalet etmektedir. Durumun böyle olduğunu, şunlar da teyid etmektedir:

a) Rivayet edildiğine göre birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelir ve: "Ben, sana iman etmek isteyen birisiyim. Fakat içki içmeyi, zina etmeyi, hırsızlık yapmayı ve yalan söylemeyi de severim. İnsanlar senin bütün bunları haram kıldığını söylüyorlar. Ben ise, bunların hepsini bırakmaya takat getiremem. Eğer sen bunlardan sadece birisinden vazgeçmemi kâfi görürsen, sana iman ederim" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Yalanı bırak" buyurur. O da bunu kabul eder ve müslüman olur.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanından ayrılınca, birileri ona içki sunarlar. O, (kendi kendine) "Eğer içersem, peygamber de bana içip içmediğimi sorar ve ben de yalan söylersem, verdiğim sözde durmamış olurum. Yok eğer doğru söylersem, o zaman da bana hadd (içki cezası) uygular" diye düşündü ve içki içmedi. Sonra ona birileri zina teklifinde bulundular, Aynı düşünce hatırına gelince, ona da yanaşmadı, Hırsızlık meselesinde de böyle oldu. Bunun üzerine bu şahıs, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek "Yaptığın, ne kadar güzel! Sen beni yalandan men edince, bütün kötülük kapılarını bana kapatmış oldun" dedi ve herşeyden tevbe etti.

b) İbn Mes'ûd (r.a)'un şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Size doğruluk gerekir. Çünkü doğruluk insanı birre (iyiliğe) yaklaştırır. Birr de cennete yaklaştırır. Hiç şüphesiz kul doğru olur ve böylece Allah katında sıddîk (dosdoğru) olarak yazılır. Aman yalandan sakınınız! Çünkü yalan insanı fücura (günaha), fücur da cehenneme yaklaştırır.

Hiç şüphesiz adam yalan söyler ve böylece Allah katında kezzâb (yalancı) diye yazılır. Baksana insanlar için (Doğru oldun, doğru söyledin); (iyi oldun), ve (azdın, günaha daldın), (yalan söyledin) ifadeleri kullanılır."

c) Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da iblisten naklettiği, "O, "senin izzetine andederim ki, içlerinden ihlâsa erdirilmiş mü'min kulların müstesna, onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 8283) ifadesi hakkında şu söylenmiştir: "İblis böyle bir istisna yapmıştır. Çünkü eğer o bu İstisnayı yapmamış olsaydı, bütün insanları yoldan çıkarma iddiasında yalancı olmuş olurdu. Böylece o yalandan kaçınarak bu istisnayı yapmıştır. Binâenaleyh yalan iblisin bile kaçındığı birşey olduğuna göre, müslümanın ondan kaçınması haydi haydi şart olur.

d) İmanın, diğer taatlardan değil de doğruluktan (sıdktan) sayılması, doğruluğun faziletine; küfrün de, diğer günahlardan değil de yalandan sayılması, yalanın kötülüğüne delâlet eder. Alimler yalanın kabîh (kötü ve çirkin) olmasını gerektiren şeyin ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Ehl-i sünnet) alimlerimiz onun kabih olmasını gerektiren şeyin, yalanın hem âlemin hem de insanın işlerini bozması olduğunu söylemişlerdir. Mu'tezile ise, yalanın kabih olmasını gerektiren şeyin, bizzat yalan oluşu olduğunu söylemişlerdir.

Bizim delilimiz,Hak Teâlâ'nın. ''Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu tahkik edin (araştırın).Yoksa bilmeyerek bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz'' (Hucurât. 6)ayetidir. Bu,fâsığın sözünü kabul etmeyin. Çünkü çoğu zaman onun sözü yalan olur. Böylece o yalanı kabul etmekten dolayı, sonunda pişman olacağınız bir iş yaparsınız" demektir. Binâenaleyh bu, Allah Teâlâ'nın iyilikleri ihlal eden bir neticeye götürmesi ihtimalinden dolayı, yalan olabilecek şeyleri reddetmeyi vacib kıldığına delâlet eder. Şundan dolayı,yalanın kabîh olmasını gerektiren şey, onun zararlara sebeb olmasıdır.

Kadî da kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Bir kimse bir menfaat elde etme veya bir zararı giderme çabasına girer ve onun bunlara ulaşması da yalan ve doğru söylemesi ile mümkün olursa, bu durumda onun doğruyu bırakıp yalana başvurmasının caiz olmayacağı aklın bedaheti ile anlaşılır. Şayet o kimsenin bu neticeye ulaşması iki doğru ile mümkün olmuş olsaydı, o zaman onun bu iki doğrudan birisini bırakıp diğerine başvurması caiz olurdu.

Binâenaleyh eğer yalan, bir menfaatten veya bir zararı gidermeden ötürü güzel olmuş olsaydı, yalanın durumu, doğrunun durumu gibi olurdu. Bu böyle olmadığına göre, yalanın sadece her halükârda kâbih bir şey olmuş olduğu anlaşılır. Bir de eğer yalan hasen (güzel) olmuş olsaydı, bir maslahat (fayda) söz konusu olduğunda, Allah'ın onu emretmesinin caiz olması gerekirdi. Bu da, Allah'ın haberlerine güvenmeme neticesine götürürdü." Kadî'nin tefsirinde yaptığı izah işte budur.

Onun birinci iddiasına şöyle cevap verilir: "İnsanlarca, yalan, âlemin maslahatlarını (düzenini) bozduğu için, taa ömrünün başından itibaren, yalanın çirkin bir iş olduğu kabul edilince, bu onun gözünün önünden hiç ayrılmayan ve hayali kaybolmayan bir suret olmuş olur. Bu suretin bu hususta hüküm vermesi sözkonusu olursa, onda kökleşmiş adet onun kabîh (çirkin) olduğuna hükmeder. Bundan dolayı eğer siz insanın böylesi bir âdetten uzak bulunmasını ve neticeye ulaştırma bakımından yalan ile doğrunun eşit olduğunu farzetmeniz halinde bir tercihin olabileceğini kabul etmeyiz."

Kâdî'nin ikinci deliline de şöyle cevap verilir: Size göre Allah Teâlâ'nın yalan söylemeyişinin sebebi şudur: "Allah yalan söylemez, çünkü çirkindir. Allah bu çirkinliği irtikâb etmez, çünkü yalandır!" Binâenaleyh Allah'dan yatanın sâdır olmasının imkansız olması gerekçesi ile bu manayı kabul etmeniz halinde devr-i fasit lâzım gelir ki, devir bâtıldır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/222-224
Devamını Oku »

Kalbler Allah'ı Anmakla Rahatlar



Bil ki, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur"(Ra'd 28) ayeti ile ilgili, son derece dakik ve ince sırlarla dolu bahislerimiz vardır. Bunlar birkaç yönden izah edilir:

1) Varlıklar üç kısımdır: Tesir altında kalmayan, müessir olan varlıklar; müessir olmayan ama tesir altında kalan varlıklar ve herşeyde müessir olup, hiçbir tesir altında olmayan varlık. Hiçbir şeyden müteessir olmayan müessir varlık, ancak Hak Subhânehû ve Teâlâ'dır. Müessir olmayıp, müteessir olan varlıklar ise, cisimlerdir. Çünkü bunlar, çeşit çeşit sıfatları ve birbirine zıt tesirleri (etkileri) kabul eden varlıklardır. Bunların ancak, kabul etme hususiyeti vardır. Bazan müessir, bazan müteessir olan varlıklara gelince, bunlar rûhânî varlıklardır. Bu böyledir, çünkü bunlar, Hz. Allah'a yöneldikleri zaman, O'nun meşîetinden, kudretinden, tekvininden ve İcadından feyezan eden tesirleri kabul etme durumuna gelirler. Cisimler âlemine yöneldikleri zaman ise, onlar üzerinde tasarrufta bulunmaya iştiyak duyarlar. Çünkü cisimler âlemini yöneten, ruhlar âlemidir.

Bunu iyice anladığın zaman, bil ki, kalb, ne zaman cisimler âtemini araştırmaya ve müşahede etmeye (seyre) yönelirse, o esnada bir daralma ve çarpıntı ile o cisimler âlemini ele geçirip, onda tasarrufta bulunma konusunda şiddetli bir tamayül meydana getir. Ama kalb, Hz. Allah'ın azametini araştırmaya ve müşahedeye yöneldiği zaman ise, kalbte samedanî nurlar ve ilahî ışıklar hasıl olur. İşte kalb o zaman sükûna erer. Bundan dolayı Hak Teâlâ ''Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah (Allah' anma) ile mutmain olur" buyurmuştur.

2) Kalb, ne zaman bir hâle vâsıl olursa, oradan, ondan daha şerefli bir diğer hale geçmeyi arzular. Çünkü cisimler aleminde bulunan her saadet ve mutluluğun üstünde, lezzet duyulan ve gıbta edilen, bir başka mertebe vardır. Ama kalb ve akıl, marifetullah ve samedanî nurlar ile, mutluluğu isteme noktasına ulaşınca, artık o noktada kalır ve karar bulur. Böylece de oradan başka bir yere geçmeye kendinde güç bulamaz. Çünkü saadet bakımından, bundan mükemmel ve yüce bir derece yoktur.

İşte bu manadan ötürü Allah Teâlâ "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

3) Hayat iksirinden, bakır madenine bir damla düşse, o bakır altın haline gelir ve bütün çağlar ve zamanlar boyunca, ateşten hastl olan erimeye dayanarak bakî kalır. İşte bunun gibi, Allah Teâlâ'nın celal ve azamet iksiri insanın kalbine düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bakî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürmesi haydi haydi evladır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, "Haberiniz olsun ki kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 449
Devamını Oku »

Dünya Hayatı Hakkında Bir Mesel



"Dünya hayatının hâli,gökten İndirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünde, gerek insanların gerek hayvanların yiyeceği bitkiler bitip birbirine girer. Tam yeryüzü zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahipleri de oraya kesinlikle hâkim olduklarım sandıkları bir sırada gece veya gündüz ona emrimiz gelivermiştir ve sanki dün hiç yokmuş gibi, onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hâle getirmişizdir. İşte biz iyi düşünecek kimseler için, ayetleri böyle açıklarız" (Yunus. 24).

Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

....

Dünya Hayatının Bitkiye Benzetilmesinin Sebebi

Bil ki dünya hayatının bitkilere benzetilmesi, Kâdî(r.h)'nin. özetlediği şu manalara gelebilir:

Birinci izah: İnsanın, dünya ile ilgili olarak harcayıp bitirdiği bu dünya hayatının neticesi, kendisinden istifâde etme hususunda fazla ümitlenildiği halde ümitsizliğe düşülen bu bitkilerin neticesi gibidir. Çünkü genel olarak dünyaya sımsıkı sarılan kimse, bu dünyaya meyledip, dünya ile ilgili arzusu büyüyünce, ölüm ona ansızın gelip çatar.

İşte bu, Hak Teâlâ'nın, "Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden (tam şımarıp) ferahlandıkları zaman, onları ansızın tutup yakalayıverdik ve artık o anda onlar bütün ümitlerinden mahrum kaldılar" (En'âm, 44) ayetinde anlatılan husustur. Yani, onlar bütün ömürlerini dünyaya harcadıkları halde, dünya hususunda; aslında ister istemez ahirete gittikleri halde, ahiret hususunda da ziyana uğradılar.

İkinci izah: Allah Teâlâ, bu ekin için makbul ve övgüye değer bir netice hasıl olmayacağı gibi, dünyaya aldanıp, onu seven kimse için de, makbul bir neticenin meydana gelmeyeceğini beyân buyurmuştur.

Üçüncü izah; Ayetteki teşbih, Hak Teâlâ'nın "Biz onların yaptıkları her amelin önüne geçtik ve bunları saçılmış (hiçbir değeri olmayan) zerreler yaptık." (Furkan.23) ayetinde ifâde edilen husus gibidir. Binaenaleyh bu yokedici sebebler meydana geldiği için. çiftçinin ekme gayretlerinin tamamen boşa çıkması gibi, dünyaya aldananın gayretleri de böyle boşa çıkar.

Dördüncü izah: O bahçenin sahibi, kendini yorarak ve gönlünü sıkıntıya sokarak, bahçesini imâr edip, kalbini ondan istifâde etmeye bağlamıştı, yani ondan istifâde edeceğini umuyordu. O yokedici sebebler meydana gelince, daha önce Katlandığı o İtina, gelecekte kendisi için çok şiddetli bir mutsuzluğun doğmasına sebeb olmuştur. Bu mutsuzluk da, onun kalbinde meydana gelen hayıflanmadır.

Kalbini dünyaya bağlayan ve kendisini dünyayı elde etmek için yoran kimsenin durumu da böyledir. Bu, kimse de ölüp, elde etmek istediklerini elde edemeyince, dünya sebeplerini meydana getirme hususunda katlandığı o gayret ve itina, ahirette büyük bir mutsuzluk sebebi olur.

Beşinci izah: Belki de Hak Teâlâ, bu teşbihi, âhirete inanmayanlar için yapmıştır. Çünkü biz, alabildiğine büyümüş olan ekinin, zinet ve güzellik hususunda da son noktaya ulaştığını görürüz. Ama daha sonra, alabildiğine süsünü takınmış o toprağa bir âfet arız olur ve böylece bütün o güzellikler silinip gider. O toprak daha sonra yeniden ikinci kez aynı süslerle süslenir.

Binâenaleyh Allah Teâlâ böyle birşeye kadir olanın, ahirette insanların amellerine, hayır ise hayır ile, şer ise şer ile karşılık verebilmesi için, canlıları orada yeniden diriltmeye de kadir olacağını göstermek için bu meseli (teşbihi) getirmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/351
Devamını Oku »

Sıkıntıya Duçar Olan Mümine Düşen İş



İnsana sıkıntı dokunduğu zaman yanı üstü, yahut otururken veya ayakta iken bize duâ eder. Fakat biz onun sıkıntısını giderdik mi, sanki kendisine dokunan sıkıntıdan dolayı bizi hiç çağırmamış gibi çekip gider, işte haddi aşanların yapageldikleri ameller, kendilerine böyle süslenmiştir" (Yunus. 12).Bu ayetle ilgili birkaç mesele vardır:

....

Bil ki, mü'min bir kimsenin başına bir sıkıntı ve belâ geldiğinde, şu hususları gözetmesi gerekir:

a) Onun, Allah'ın kaderine razı olması, gerek kalbi, gerek lisaniyle buna karşı gelmesi lazım gelir. Kula gereken budur; zira, Allah Teâlâ, her halükârda mâliktir ve kelimenin tam manasıyla hükümdar, bihakkın hâkimdir. Binâenaleyh, O'nun mülkünde ve mülkinde, istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır. Yine o Allah, her halükârda hâkimdir. O, bâtıl ve abes, boş şeyler yapmaktan münezzeh ve uzaktır. O halde, O'nun yaptığı her şey, hikmetin ve doğrunun ta kendisidir.

Durum böyle olunca da, o kimse, Allah Teâlâ'nın, o sıkıntıyı onun üzerinde bırakması halinde bunun bir "adi"; onu gidermesi halinde de bunun bir fadl, lütuf ve ihsan olduğunu bilir. Böylece de, sabır ve sükut etmesi ve dövünmeyi terketmesi gerekir.

b) O kimsenin bu esnada duâ edeceğine, Allah'ın zikri ve senâsıyla meşgul olması daha efdal olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadis-i kudsisinde: "Her kim, beni anmaktan, benden birşey istemeğe fırsat bulamazsa, ben ona. benden isteyenlere verdiğimden daha güzelini ve üstününü veririm"buyurmuştur.

Bir de, Allah'ı zikirle meşgul olmak, hak ile meşgul olmaktır. Duâ ile meşgul olmak ise, nefsin hissesini istemekle meşgul olmaktır. Birincisinin daha üstün olduğunda şüphe yoktur. Sonra, duâ etmesi halinde sıkıntının giderilmesinin, kendisinin dinî hayatı bakımından hayırlı olması şartına bağlanması gerekir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Ona göre dinin, dünyaya tercih edilmesi, râcih olması gerekir.

c) Cenâb-ı Hak, o kimseden o belâyı giderdiğinde, onun, bütün gücüyle şükretmesi; bollukta ve sıkıntıda, darlık ve genişlik zamanlarında, bu şükürden uzak bulunmaması gerekir ki, işte belânın geldiği zamanda tutulacak en doğru yol budur.

Burada, bu bahsettiklerimizden daha üstün olan başka bir makam daha bulunmaktadır ki o da, tahkîk ehlinin şu sözüdür:

Bir nimet elde ettiğinde, o nimeti verenle değil de, nimetle meşgul olan herkes, belâ ve sıkıntı esnasında, o belâya duçar kılanla değil, belâ ile meşgul olur. Bu gibi kimseler de, devamlı olarak bir belâ içindedirler. Belâ esnasında, onun bir belâ içinde bulunduğunda bir şüphe yoktur. Ama nimetlerin elde edilmesi esnasında onun, o nimetlerin yok olmasına dair duyduğu endişeler, belâ çeşitlerinin en kuvvetlisi olur.

Böylece, her ne zaman nimet, daha mükemmel, daha leziz, daha güçlü ve daha üstün olursa, onun kaybedilme korkusu da, eziyyet cihetinden o nisbette şiddetli; ürküntü verme cihetinden de o nisbette güçlü olur.

Böylece, nimetle meşgul olan kimsenin, devamlı olarak belânın derinliklerinde bulunacağı sabit olur. Ama nimet verildiği zaman, nimet verenle meşgul olan kimseye gelince, onun, belâ isabet ettiği zaman da kendisine o belâyı verenle meşgul olması gerekir.

Nimet verenle, belâya mübtelâ kılan aynı olunca, o kimsenin bakışları devamlı olarak aynt gayeye, aynı matluba yönelik olur. Halbuki onun matlubu da değişmekten münezzeh ve tebeddülden beri olur. Kim böyle olursa, belâ ve nimet geldiği zamanlarda, mutluluklar deryasına dalmış ve nihaî mükemmelliklere ulaşmış olur. Bu tür beyânlar, sahili olmayan bir ummandır. Ona ulaşmak isteyen kimse, haber dinleyenlerden değil, bizzat görüp vasıl olanlardan olur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/318-319
Devamını Oku »

Muhterem Aylar (Eşhur-i Hurum)



Muhterem Aylar (Eşhur-i Hurum)a Tanınan Özelliğin Hikmeti

Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan dördü haram olanlardır"(tevbe,36) ifadesi hakkında, alimler bu dört aydan üçünün, yani Zilka'de, Zilhicce ve Muharrem'in ardarda, Receb ayının ise bunlardan ayrı tek başına olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Ayetteki nurum kelimesi, "O aylarda işlenen günah daha fazla cezayı, itaat da, daha fazla sevabı gerektirir" manasındadır. Araplar bu aylara son derece hürmetkar davranıyorlardı. Hatta onlardan biri, bu aylarda, babasının katiliyle karşılaşsa, ona saldırmazdı.

Buna göre şayet, "Zaman dilimleri aslında hep birbirinin aynıdırlar. Öyleyse bu ayırımın sebebi nedir?" denilirse,

biz deriz ki: Böyle bir şey, şeriatlarda tuhaf görülmemiştir. Çünkü bunun misalleri pek çoktur. Baksana Allah Teâla, haram beldeleri, daha fazla hürmet edilmesini emrederek, diğer beldelerden; cum'a gününü, daha fazla saygı gösterilmesini emrederek haftanın diğer günlerinden; Arafe gününü, o güne has kıldığı hususi bir ibadet ile (vakfe ile)diğer günlerden; Ramazan ayını, onda oruç tutulmasını farz kılarak diğer aylardan; günün bazı saatlarını, onlarda namaz kılmayı farz kılarak (diğer saatlerden); bir geceyi (yani Kadir gecesini) diğer gecelerden ve bazı insanları da, onlara risâlet hil'ati giydirerek diğer insanlardan ayırmıştır.

Bunlar açık ve malum misaller olduğuna göre, bazı aylara daha fazla hürmet (haramlık-saygı) verilmesinde tuhaf görülecek birşey yoktur.

Sonra biz diyoruz ki, "Allah Teâlâ'nın, bu vakitlerde yapılan taat ve ibadetlerin, nefsin temizlenmesinde ve yine bu vakitlerde yapılan isyan ve günahların, nefsin kirlenmesinde daha müessir ve daha ileri olacağını bilmesi uzak bir ihtimal değildir Bu, hükemâca da uzak görülmemiştir. Baksana onların içinde, duaların kabul edileceği umulan vakitlerde, kitap yazanlar vardır ve onlar o belli vakitlerde, bunu gerektiren bazı sebebler olduğunu söylemişlerdir.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'e, "Hangi oruç daha faziletlidir?" diye sorulduğunda o, "Ramazan ayı orucundan sonra, en eidal oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur"[Müslim,Siyam 202] demiştir. Yine O (s.a.s.) "Kim, Allah'ın haram aylarından bir gün oruç tutarsa, onun oruç tuttuğu her güne karşılık otuz gün (oruç) sevabı verilir"(Kenzul Ummal,24236.hd.] buyurmuştur.

Pek çok fukaha, bu aylarda meydana gelen öldürme hadiselerinde, katilin diyet cezasını ağırlaştırmalardır.

Bu hususta şöyle bir hikmet daha vardır; İnsanların karakterleri, zulmetme ve fesat çıkarma üzerine yaratılmıştır. Binâenaleyh onların bu tür kötülüklerden kaçınmaları, aslında onlara zor gelir. İnsan o vakitlerde ve o yerlerde, kötülüklerden ve kabih (çirkin) işlerden daha çok kaçınsın diye, Allah Teâla, bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla hürmet (saygı) gösterilmesini emretmiştir.

İşte bu, şu şekilde bazı fayda ve faziletleri doğurur:

a) O vakitlerde, kötü işleri terketmek, çirkin işlerin sayısını azaltacağı için matlûb olan birşeydir,

b) İnsan o vakitlerde, kötü işleri bırakınca, onun o esnalarda o işleri bırakması poğu kez, onun onlardan tamamen yüz çevirmeye yönelmesine de vesile olur.

c) İnsan o vakitlerde, itaat ve ibâdette bulunup, isyan ve günahtan yüzçevirince,vakitler geçtikten sonra, eski günah ve kabahatlartnı yeniden yapmaya teşebbüs etmesi, o belli vakitlerde ibadet ve taatları eda ederken katlanmış olduğu meşakkat ve güçlüklerin boşa gitmesine sebeb olur. Halbuki aklı olandan, buna razı olmaması beklenir.

Binâenaleyh bu, o insanın günahlardan tamamen uzaklaşmasına bir sebeb olabilir. İşte bazı vakitlere ve bazı yerlere daha fazla haramlık (saygı hükmü) verilmesinin hikmeti budur.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 11/508-510
Devamını Oku »

Kulların Kısımları



Bil ki Allah Teâlâ, "Kullarım sana beni sorunca, işte Ben muhakkak yakınım" (Bakara,186) buyurmuş ve kullarını şu yedi Kısma ayırmıştır:

a) Masum (günahsız) kullar... Nitekim Hak Teâlâ, "(Ey İblis) Benim kullarımın üzerinde senin hiç bir tahakkümün yok"(Hicr, 42) buyurmuştur. Allah Teâlâ en büyük ismetini (masûmiyeti-ilâhi korumayı) Hz. Musa (a.s)'a vermiştir. Çünkü O, "Ben seni Kendim için seçtim." (Taha, 41) buyurmuştur.

İşte bundan ötürü Hz. Musa (a.s) da, daha fazla "ismet" isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

b) Seçkin kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Selam, Allah'ın seçtiği kullar üzerine olsun" (Neml, 59) buyurmuştur. Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'a daha fazla seçkinlik vermiştir. Çünkü O, "Ey Musa, Ben peygamberliğim ve kelâmım için seni seçtim" (A-raf, 144) buyurmuştur.

İşte bu sebeble Hz. Musa (a.s) da, daha fazla seçkinlik isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

c) Müjdelenmiş kullar... Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sözü dinleyip en güzeline tâbi olan kullarımı müjdele" (Zümer,18) buyurmuştur. Bu husus Hz. Musa (a.s)'ya da verilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben seni seçtim. Şimdi vahyolunacak şeyleri dinle."(Ta-ha, 13) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da daha fazfa müjde isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

d) İkrama uğramış kullar... Nitekim Allah Teâlâ, "Ey kullarım size korku yok"(Zuhruf,68) buyurmuştur. Bu ikram Hz. Musa (a.s)'ya da yapılmıştır. Çünkü Allah Teâlâ, "Korkmayın çünkü Ben sizinle beraberim "(Tahâ, 46) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da bunun artırılmasını isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

e) Mağfiret edilmiş kullar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kullarıma Benim gafur ve rahim olduğunu haber ver''(Hicr,49) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s)'ya da mağfiret et." (Sad, 35) Cenâb-ı Hak da onu bağışlamıştır. Hz. Musa (a.s), daha fazla mağfiret isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

f) Hizmet eden kullar... Nitekim Cenâb-ı Allah, "Rabbinize ibadet ediniz"(Bakara.21) buyurmuştur. Bu husus, Hz. Musa (a.s)'ya da nasib edilmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona, "Ben seni Kendim için seçtim"(Ta-ha,41) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) daha fazlasını isteyerek, "Rabbim göğsüme genişlik ver" demiştir.

g) Allah'a yakın (mukarreb) kullar... Nitekim Cenâb-ı Allah "Kullarım sana Beni sorunca, işte Ben muhakkak ki yakınım"(Bakara, 186) buyurmuştur. Bu yakınlık Hz. Musa (a.s)'ya da verilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, "Biz ona Tur (dağının) sağ tarafından nida ettik. Onu, çok münacât eden bir kimse olarak yaklaştırdık" (Meryem, 52) buyurmuştur. Hz. Musa (a.s) da yakınlığın daha tam olmasını istemiş ve "Rabbim göğsüme genişlik ver" diye duâ etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 15/481
Devamını Oku »

Sayısız Nimetleri Anlamak İçin Tefekkür



Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu nimetlerden bahsedince, sözünü "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız"(İbrahim,34) diye bitirmiştir. Vahidî şöyle der: "Bu ifâdedeki "nimet" kelimesi masdar yerini tutan bir isimdir. Nitekim Arapça'da, "Allah ona nimet in'âm etti" denilir.

Burada "nimet" kelimesi, "İn'âm" masdarı yerine kullanılmıştır. Bu tıpkı senin derken, infak ile nafaka kelimelerini aynı manada kullanman gibidir. İşte bundan ötürü, bu kelime, masdar manasında oluğu için, cemî olarak getirilmemiştir. Binâenaleyh, tabiri "Çok olduğu için Allah'ın bütün nimetlerini saymaya güç yetiremezsiniz" manasınadır.

Bil ki İnsan, Allah'ın bütün nimetlerini bilip saymasının imkânsız olduğunu anlamak istediğini, bundan âciz olduğunu görmesi için, herhangi bir şey hakkında düşünmesi gerekir. Biz bu hususta şu iki misali veririz:

Birinci Misal: Doktorlar, sinirlerin iki kısma ayrıldığından bahsetmişlerdir:

a) Beyindeki sinirler,

b) Omurga içinden beyne ulaşan sinirler. Beyindeki sinirler, yedi kısımdır. Doktorlar daha sonra, o yedi ruhtan (kısımdan) herbirinden neş'et eden hükmü bilme hususunda kendilerini yormuşlardır. Sonra o yedi ruhtan herbirinin çok çeşitli dallara, onların da kıldan daha ince dallara ayrıldığında ve herbirinden insanın uzuvlarına geçişler bulunduğunda şüphe yoktur.

Binâenaleyh eğer onlardan tek bir şube, ya kemiyet (sayı), ya keyfiyet (özellik), ya da yeri bakımından bir zarar görse, bünyenin fayda ve düzeni de zarar görür, zedelenir. Sonra o ince kılcal dalların sayılan cidden çoktur ve herbirinin belli bir vazifesi vardır.

Binâenaleyh insan bu hususta tefekkür ettiğinde, bu sinir ağlarının her birinin büyük bir nimet olduğunu, onlardan biri iş yapamaz hale gelecek olsa, kul üzerindeki zararının çok büyük olduğunu antar. Yine o, bunlara vâkıf olmanın ve hallerini öğrenmenin imkânı olmadığını da anlamış olur. İşte bu noktada, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız" ayetinin yerinde olduğunu tam olarak anlar.

Bu hususları, kılcal sinirler hakkında düşündüğün gibi, aynısını atardamar, şahdamarı ve kemiyet, keyfiyet, yer, tesir bakımından basit ve mürekkeb uzuvlar hakkında da düşün. Böylece sen, bütün bunların, sahili olmayan bir okyanus olduğunu görürsün. Sen bunları, tek bir insanın bedeni için düşünürsen, Allah'ın senin bedenin ve ruhun bakımından sana verdiği nimetlerinin kısımlarını anlarsın.

Çünkü ruhlar âleminin enteresanlıkları, bedenler âleminin enteresanlıklarından daha çoktur. Sonra sen, tek bir canlının halini nazar-ı dikkate aldığında, işte o noktada, felekler ve yıldızlar âleminin halteri ile, unsurların tabakalarını, kara, deniz, bitki ve canlılar âleminin enteresanlıklarını da nazar-ı dikkate al.

İşte o noktada, bütün mahlûkatın akıllarının birleştirilip tek bir akıl yapılması, sonra da o akıl ile insanın, Allah Teâlâ'nın en basitindeki hikmetlerinin enteresanlığı hususunda düşünmesi halinde bile, ondan ancak çok azını anlayabileceğini görmüş olur. Allah'ı, vehmedenlerin vehminden tenzîh ve takdis ederiz.

İkinci Misal: Sen, ağzına koymak için tek bir lokma aldığında, o lokmanın öncesini ve sonrasını bir düşün. Onun öncesindeki durumlarına gelince: Bil ki, o tek lokma ekmek, ancak bütün bu âlem, en doğru şekilde (düzeni üzere) devam ettiğinde tam oiur. Çünkü onun meydana gelmesi için, buğday lâzım. O buğday da, ancak dört mevsim ile, tabiatın (toprağın) şu yapısı ile, rüzgârların ve yağmurların olması ile meydana gelebilir. O buğday ancak feleklerin dönmesinden ve hareket, yön, sür'at bakımından belli bir tarz üzere bi. birleri ile nizam içinde olmasından sonra meydana gelebilir.

Bundan sonra onun öğütülmesi ve ekmek yapılması için âletler gerekir. 3u da ancak demir madeninin, dağların karnından doğması (çıkarılması) ile mümkün olur. Sonra o demir aletlerin ıslahı (yapılması), ancak onlardan önce mevcut olan başka bir demir aletle olmuştur. Bu silsilenin, ilk demir alete varıp dayanması gerekir. O halde bu aletlerin bu belli şekilde nasıl meydana geldiklerini bir düşün. Bunlar meydana geldiğinde, o undan o ekmeğin meydana gelebilmesi için şu dört unsurun, yani toprak, su, hava ve ateşin bulunması gerektiğine dikkat et. Bütün bunlar, o bir lokma ekmeğin, meydana gelmezden önceki halleri ile ilgili hususlardır.

O lokmanın, lokma olmasından sonraki halterini düşünmeye gelince: O canlının (onu yiyen canlının) bedeninin yapısını bir düşün, o canlının, o lokmadan istifade edebilmesi için, Allah Teâlâ'nın onu nasıl yarattığını bir düşün. Yine o canlının bu yemeden nasıl zarar göreceğini bir düşün. O zararın hangi uzuvlarda meydana geldiğine tak. Bu azıcık şeyi, ancak sen bütün anatomi ve tıp ilmini bilmekle anlayabilirsin.

Binaenaleyh tek bir lokmadan istifâdeyi bilmenin, ancak bütün bunları bilmekle mümkün olduğu; aklın, bu konuların en azını bile tam anlamaktan âciz kaldığı ortaya çıkmış olur. Böylece de, bu kesin ve aklî delil ile, Allah Teâlâ'nın, "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları toptan bile sayamazsınız' buyruğunun ne kadar doğru olduğu anlaşılır.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/16-17

Devamını Oku »

Dane Ve Çekirdekten Bitkinin Yaratılması



Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp açan Allah'dır. ..." En'âm. 95).

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

Âyetin, Makabli İle Münasebeti

Bil ki Cenâb-ı Allah, tevhidi anlatıp, peşinden nübüvvet meselesini izah edip, daha sonra da bu asılların bazı ayrıntıları ile ilgili konulardan bahsedince, bütün akli ve nakli şeyler ile hertürlü hikmetli gayelerden asıl maksadın, ancak Allah Teâlâ'nın varlığını,sıfatlarını ve fiillerini bilmek olduğuna dikkat çekmek için, bu âyette yeniden, yaratıcının varlığına; ilminin, hikmetinin ve kudretinin mükemmelliğine delalet eden delilleri zikretmeye yönelmiştir.

Falıku'l-habb Vasfının İzahı

Âyetteki "(O), taneleri ve çekirdekleri yaratandır" vasfı ile ilgili iki görüş vardır:

1) Bu, İbn Abbâs (r.a)'dan rivayet edilen ve Dahhâk ile Mukâtil'in de tercih ettiği görüş olup, "O taneleri ve çekirdekleri yaratandır" manasına gelir. Vahidî şöyle der: "Bunlar, "fâlık" (yarıp çıkaran) kelimesini, fâtır (yaratan) kelimesi yerine koymuşlardır.

Ben derim ki: "Fatr, yarmak manasındadır. Faik kelimesi de aynı manayadır. Binâenaleyh birşey varlık alemine girmezden önce serâpâ yokluk ve olumsuzluktur. Akıl o yokluk hakkında, kendisinde bir aralanma, bir açılma olmayan devamlı ve koyu bir karanlık tasavvur eder. Yaratıcı, mevcut olmayan o şeyi yokluktan varlığa çıkarınca, insanın hayal ve tasavvuruna göre sanki yokluğu yarıp, içinden daha önce mevcud olmayan o varlığı meydana getirmiş olur. İşte bu izaha göre, "falık" (yarıp çıkaran) kelimesini, "icadeden, yaratan ve yoktan var eden" manalarına hamletmek uzak bir ihtimal sayılmaz."

2) Âlimlerin ekserisinin görüşüne göre; "faik" kelimesi, "yarmak" manasınadır. "Habb", tıpkı buğday, arpa ve benzeri şeylerin tanesi gibi, bizzat "tane" manasınadır.

Neva" ise, şeftali, hurma ve benzeri şeylerin çekirdeği gibi, meyvenin içinde bulunan "çekirdek" manasındadır.

Dane Ve Çekirdekten Bitkinin Yaratılması

Bunu iyice kavradığın zaman deriz ki:

Tane veya çekirdek rutubetli bir yere düşüp, aradan bir zaman geçince, Allah Teâlâ o çekirdeğin ve tanenin hem üstünden, hem de altından birer yarık ortaya çıkarır. Bunlardan üst tarafta meydana gelen yarıktan, yukarı doğru çıkan fidan, çekirdeğin altında meydana gelen yarıktan ise "kökler" diye ifade edilen ve yerin derinliklerine uzanan kısım çıkar. Böylece de o çekirdek veya tane, yukarı doğru çıkan fidan (ve bitkinin), yerin derinliklerine uzanan köklerle birleşmesini sağlar. Sonra burada birtakım enteresan şeyler meydana gelir.

Şöyle ki:

a) O çekirdeğin özelliği, eğer yerin derinliklerine doğru uzanıp gitmeyi gerektiriyorsa, daha nasıl bunun çekirdeğinden, bir de yukarı doğru yükselen bir fide çıkabiliyor? Yok eğer o çekirdeğin özelliği ve karekteri, yukarı doğru çıkmayı gerektiriyor ise, ondan yerin derinliklerine uzanan kökler nasıl meydana gelmiştir?

Binâenaleyh duyular ve akıl bu iki ağaçtan (yani fidan ile köklerden) herbirinin vasfının diğerinin vasfına zıt olduğuna şehadet ettiği halde, o çekirdek ve taneden bu iki bitki (kök ve fidan) meydana gelince, bu durumun onların tabiat ve özelliği sebebiyle olmadığını, aksine yaratma, varetme, icad etme ve tekvin gereği olduğunu anlarız.

b) Yerin altı, kuvvetli çuvaldızın batamayacağı ve keskin bir bıçağın saplanamayacağı kadar sert ve katıdır. Diğer taraftan biz, o köklerin uçlarının çok ince ve nazik olduğunu, hatta en ufak bir kuvvet kullanarak sıkıştırdığında su haline geldiğini görüp biliyoruz. Sonra bunlar, son derece ince ve yumuşak olmalarına rağmen, o katı ve sert toprağı delip geçiyorlar ve o kesif kütlenin derinliklerine dalabiliyorlar.

Binâenaleyh son derece yumuşak ve zayıf bu cisimlerde, böylesine bir kuvvetin meydana gelişi, mutlaka ve mutlaka aziz ve hakim bir Zât'ın takdiri ile olması gerekir.

Ağaçtan Çiçek Ve Meyvenin Çıkması

c) Bu çekirdekten bir ağaç çıkar. Bu ağaçta çeşitli unsurlar bulunur. Ezcümle onun gövdesinin kabuğunun belli bir özelliği vardır. Bu kabuğun içinde ağacın kütlesi yer alıp, bunun içinde atılmış yüne benzeyen yumuşak bir kısım vardır. Daha sonra ağacın gövdesinden dallar çıkar. Bu dalların üstünde önce yapraklar, daha sonra çiçekler ve tomurcuklar çıkar. Üçüncü olarak da meyveler çıkar.

Meyvenin, bazı durumlarda, dört nevi kabuğu bulunur, tıpkı ceviz gibi. Çünkü cevizin en üstünde yeşil, onun altında ise, ağacın gövdesi gibi sert kabuk yer alır. Bu kabuğun altında da, cevizin özünü kuşatan ince bir zar vardır. Zarın içinde de cevizin özü bulunur. Bu öz de tıpkı kabuk gibi, birtakım kesif maddeler ite ceviz yağı gibi birtakım latif maddeleri ihtiva eder ki asıl maksad da budur.

Binâenaleyh tabiatın, yıldızların, dört mevsimin ve dört unsurun tesirleri eşit olmasına rağmen, karekterleri, sıfatları, renkleri, şekil ve tadları farklı olan bu cisimlerin meydana gelişi, bunların tabiat ve "dört unsur"un yönetmesi ile değil, hakîm, Rahîm, hür irade sahibi ve mutlak kadir olan bir zatın tedbiri ile meydana geldiklerine delalet eder.

d) Bu dört unsurun bazen sen tek bir meyvede de mevcut olduğunu görürsün. Mesela turunçgillerin kabuğu hem hararetli, hem de kurudur... İçi, hem serin, hem de rutubetlidir. Asidi, serin ve kurudur. Tohumu ise, hararetli ve kurudur. Üzüm de böyledir... Onun kabuğu ve çekirdeği serin ve kuru; suyu ve içi, sıcak ve rutubetlidir...

Binâenaleyh tek bir taneden, karakterleri birbirine zıt, özellikleri başka olan şeylerin meydana gelmesi, mutlaka bir Fâil-i Muhtar'ın yaratmasıyla olur.

Meyve Ve Hububattaki Çeşitlilik

e) Sen, meyvelerin durumlarının farklı farklı olduğunu görürsün... Bir kısmının, mesela ceviz ve bademde olduğu gibi, özü içte, kafcuğu dıştadır... Bir kısmının, mesela şeftali ve"zerdalide olduğu gibi, yenilecek kısmı dışta, sert çekirdeği içtedir, Zerdalinin ve şeftalinin çekirdeklerinde olduğu gibi, bir kısmının çekirdeğinin "özü" vardır. Hurmanın çekirdeğinde gördüğümüz üzere, bir kısmının da özü yoktur. Mesela incir gibi bazı meyvelerin, ne içte ne de dışta bir kabuğu bulunmayıp, hepsi de yenilir kısımdır.

İşte bunlar, meyvelerdeki farklı farklı durumlardır. Hububat da şekil ve biçim bakımından farklıdır. Mesela buğdayın şekli, adeta bir dairenin yarısı; arpanın şekli ise, tabanları birbirine bitişmiş olan iki koni gibidir. Mercimeğin şekli de, adeta bir dairedir. Nohutun şekli de bir başka tarzdadır. İşte bu muhtelif şekillerin mutlaka Yaratıcının, terkiblerinin ancak bu şekle göre mükemmel olacağını bildiği birtakım sırlardan ve hikmetlerden ötürü böyle olması gerekmiştir... Yine yüce yaratıcı, her çeşit hububata, başka başka özellikler, başka başka menfeatler koymuştur. Yine, tek bir meyve, bir canlı için bazan gıda, diğer bir canlı içinse zehir olur...

Binâenaleyh, tabiatların ve yıldızların tesirinin aynı olmasıyla beraber, sıfatların, şekillerin ve durumların farklı farklı oluşları, bütün bunların hür irade sahibi hakîm bir Fâil'in yaratmasıyla meydana geldiklerine delalet eder.

Allah'ın Bitki Yapraklarında Tezahür Eden İhtimamı

f) Sen, ağaçtan tek bir yaprak aldığında, onun ortasında dümdüz bir çizgi bulursun... Bu, o yaprağa nisbetle, tıpkı, insan bedeninde omurganın içindeki sinir gibidir... İnsanın omurgasının içindeki sinirden, bedende sağa sola ayrılan pekçok sinir çıkıp, sonra da her bir sinirden başka başka sinirler çıkarak, küçüklüğü sebebiyle, gitgide duyu ve algı organlarının farkedemiyeceği bir hale gelinceye dek, bölünüp incelmeye devam ettikleri gibi, aynen bu şekilde o yaprağın ortasında bulunan o büyük çizgiden, sağa sola damarlar, çizgiler ayrılır...

Bunların herbirinden de, birinciden daha ince, farklı farklı kılcal damarlar ayrılır. Bu iş, o kılcal damarlar ve çizgiler, duyu organlarının idrak alant dışına çıkıncaya kadar devam ederler... İşte Allah Teâlâ, bunu böyle yapmıştır...

Ta ki, o yaprağın kütlesinde bulunan cazibe, çekim kuvveti, bu ince kılcaf damarlar vasıtasıyla, yerin içinde bulunan çok ince gıda maddelerini çekip emebilsin...

Binâenaleyh, yaratıcının o tek yaprağı yaratmadaki ihtimam ve dikkatini gördüğün zaman, O'nun o ağacı yaratmadaki ilgi ve özeninin ne kadar çok olduğunu anlar ve O'nun o bitkilerin tamamını yaratmadaki ihtimamının da ne kadar çok olduğunu bilmiş olursun...

Sonra sen, Cenâb-ı Hakk'ın, canlıların faydasına olmak üzere bütün bitkileri yarattığını anladığın zaman, O'nun canlıları yaratmadaki ihtimamının ne kadar mükemmel olduğunu anlarsın.

Canlıları yaratmasındaki esas maksadının da insanın kendisi olduğunu bilince, O'nun insanı yaratmasındaki ihtimam ve itinasının, ne kadar eşsiz ve mükemmel olduğunu anlarsın. Sonra Allah Teâlâ, bu alemde bitki ve canlıları, bedeni itibariyle insan için bir gıda ve deva olsun diye yaratmıştır... Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın insanı yaratmasından maksat, marifetullah, muhabbetullah ve Allah'a hizmet gayesidir... Nitekim Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım..." (Zâriyat, 56) buyurmuştur.

Binaenaleyh, ey aciz insan, sen bu maddi gözünle.o ağacın tek bir yaprağına bak! O damarların ve kirişlerin, o yaprakta nasıl yaratıldıklarını anla.. Daha sonra da, bunlardaki en son maksadın, beşerî ruhlarda marifetullah ve muhabbetullahın meydana gelmesi olduğunu anlayıncaya kadar, bir mertebeden, onun üstündeki başka bir mertebeye geç!..

İşte böylece sana, mükâşefe kapılarından, sonu olmayan bir kapı açılır, böylece sen de, Allah'ın sana olan nimetlerinin sonsuz olduğunu anlarsın. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, onları sayamazsınız..." (Nahi, 18) buyurmuştur. Bütün bunlar, çekirdek ve taneden çıkan o yaprağın yaratılış keyfiyetinden ortaya çıkar.

İşte Hak Teâlâ'nın, "Taneleri ve çekirdekleri çatlatıp açan Allah'tır" buyruğunun tefsiri hususunda özet olarak söylenebilecek olan sözler bunlardır. İnsan bu kadarına vakıf olduğu zaman, O'nun bunları nihayetsiz olarak dallandırıp sınıflandırması mümkündür. Allah Teâlâ'dan tevfik ve hidâyetini talep ederiz..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/37-41
Devamını Oku »

Allah'ın, İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti

Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana- babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız...(Bakara,83

Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri getirilmiştir.

Bunun birçok sebebi vardır:

1) Kulun üzerinde en çok nimeti olan, şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden önce gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür.

Bunun sebebi şudur: Çünkü anne ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'-âm (iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları (in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyiliklerinin, Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyüğü olduğu ortaya çıkar.

2) Allah Teâlâ, insanın meydana gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince, peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.

3) Alluhu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı,sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da çocuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemezler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimetler vermesine çok benzemektedir.

4) Allahu Teâlâ kuluna nimet vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirgemez. Anne baba da böyledir; onlar da çocuklarına in'âmda bulunmaktan usanmaz ve her ne kadar çocuk anne babasına asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.

5) Şefkatli bir babanın , çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu noksanlaşmadan ve kalitesinin düşmesinden korumak için tasarrufta bulunması gibi, Hak Teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur. Sonra Allah'u Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden bir şey yapar, fanî mallarını bakî hale getirir. Nitekim Hak Teâlâ, 'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bulunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.

6) Allah'ın nimeti, her ne kadar anne babanın nimetinden daha büyük olsa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile; ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki, Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimetleri azdır. Bu sebeple, bu yönden her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstünlük ve rüçhaniyyet, Allah'ın nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine nisbetle ikinci derecede kata I ettik..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/180-181.
Devamını Oku »

Kalbin Islahı ve Devası, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin Islahı, Fesadı ve Hastalığı Nedir ?

Kalbin ıslahı hüzün ve kaygıdadır; devası ise Allah’ı zikre devam etmektir.

Kalbin fesadı, dünyevi ve nefsanî sevinçlerden kaynaklanır. Hastalığı ise, Allah’ın zikrinden yüz çevirmesi ve Allah’ın zikrinden kendisini uzaklaştıracak şeylere yönelmesidir.

Balık için su ne ise, nefs için de sevinç odur. Balığın hayatı su iledir, karada kaldığı zaman yaşayamaz. Nefs de dünyevi sevinçlerden alı­konulduğu zaman solar gider, güçleri gevşer, zayıflığından dolayı canlılığı azalır. Hüzün, nef­sin yaşamını tehlikeye sokar. İşin sonunda artık kalp kendisine nefs tarafından gelen bu şeyler­den ve nefsin pisliklerinden kurtulur.

Kalp, Allah’a ulaştığı zaman Allah onu diriltir, ona can verir. Allah kalbi dirilttiği zaman ise nefse Allah’ın nuruyla kalbin diriltilmesi sev­dirilir. Kalp, kötü arzu ve sevinçleriyle aslında ölüydü. Sahibi kendisinden razı olup, sevinçleri kalpten uzaklaştırdığı zaman Rabbi ona şükran­la muamele eder. Çünkü kul Allah için hakkıyla mücâhede etmiş, Allah da onu kitabında vaat ettiği üzere kendi yoluna eriştirmiştir: “Bizim uğrumuzda mücâhede edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz” (Ankebut 29/69). Allah o kimseye kapıyı açınca o da yürüyerek kalbiyle Allaha gider. Sonra ona yolun nafakası verilir. En sonunda Allaha ulaşır, Allah da onu nuruyla kendi yakınlığında diriltir. O kimse Allaha yakın kılınan kimselerden (mukarreb) olur. Dünyevi ve nefsanî şeylerle sevinci tattık­tan sonra Allah’la hakiki sevince ulaşır. Allah’ın önde gelen kullarından olur.

Allah’ın zikrine devam etmeyi terk ettiği zaman, kalbi sertleşir. Çünkü zikir, Allah’ın rahmetini kapsar. Allah kitabında kullarına şöyle vaat et­miştir: “Beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim” (Bakara 2/152). Rahmet geldiği zaman kalp yumuşar, nefsin harareti söner. Kalbe gelen bu rahmet nefsi cezbeder ve nefsin katılığı, kabalı­ğı, hantallığı gider.

Kalp ve nefs bu bedende ortaktırlar. Kalbin gücü, marifet, akıl, ilim, anlayış, zihin, zeka, muhafaza ve Allah’la hayat bulmaktan gelir. Bu­rada zikredilen şeylerden kaynaklanan sevinç kalbe tesir edip onu güçlendirir, ona can verir. Nefsin gücü ise kötü arzulardan, lezzetlerden, arzulara tabi olmaktan, yükseklik, şöhret, üs­tünlük duygusundan ve arzulara düşkünlükten kaynaklanır. Bu gibi şeylerden kaynaklanan se­vinç nefse tesir eder ve onu güçlendirir. Bunla­rın hepsi hevanm askerleridir. Heva ise nefsin mülküdür. Kalbin mülkü ise, marifettir. Yukarı­da zikrettiklerimiz de kalbin askerleridir.

Biraz önce sayılan şeyler nefse sevimli gelip, nefsin onlardan duyduğu sevinç güçlenirse nefs kalbe baskın gelir. Kalbin kendisine hayat veren şeylerden kaynaklanan canlılığı gider. Kalbin sevinçleri de dünyevi olur.

Nefs kötü arzulardan ve arzulara tabi olmaktan alıkonulursa söner ve gevşer. Zayıflayıp sıkıntıya girer. Kederler ve kaygılar onda bir araya gelir. Arzulardan alıkonulup kesilmesinden doğan kaygılarla nefsin gücü gider. Başta zikrettiği­miz şeylerle de kalp canlanır. Kalp Allah’la se­vinmeye başlar. Bu yüzden Allah “De ki: ‘Ancak Allah'ın lütuf ve rahmetiyle, yalnız bunlarla se­vinsinler. Bu, onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır ” (Yunus 10/58) demiştir.

Hz. Peygamberin de (sav) şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: “İnsanoğlunun nefsi genç bir kızdır. Ancak Allah’ın kalbini takva ile imtihan ettikleri kimseler hariç. Bunlar da azdır.”

Enes b. Malik de (r.a) Hz. Peygamberden şöyle ri­vayet etmiştir: “İnsan yaşlanır fakat onda bulunan iki şey gençleşir: Mal hırsı ve çok yaşama hırsı!’

Hz. Peygamber, ölümü hatırlamaya teşvik etmiş ve şöyle demiştir: “Lezzetleri yok eden şeyi ha­tırlayın!”

Hadiste kastedilen şey şudur: Sen ölümü hatır­ladığında ömrünün çoğunun gittiğini, sonunda yok olup gidecek bir kimse olduğunu anlarsın. Bu hatırlama anında ölümü gözünde küçültür­sün. Daha sonra ise hangi vakit ölüme ansızın yakalanacağını bilmeyen kimse için dünyanın azının çok olduğunu anlarsın. Dolayısıyla ölüm,lezzetleri yok edicidir. Onu hatırladığında sevin­cin gider ve onların yerine kaygı ile hüzün gelir. Açığa çıktı ki, burada iki sevinç vardır. Birisi, kalbin Allah’la, O’nun lütuf ve rahmetiyle sevin­mesidir. Diğeri ise, nefsin şehvet ve lezzetle se­vinmesidir. Kim Allaha ulaşmayı tercih ederse, nefsin kendisiyle sevindiği dinî ya da dünyevî her şeye bir bakar. Sonra bu sevince engel olur ve neticede içindeki gam ve keder zayıflar ve ölür. Kim kötü arzu ve lezzetlerden kaynaklanan se­vince engel olursa, iyi amellerden kaynaklanan dinî sevinçlerle neşelenirse ferahlamış olur. Fa­kat kötü arzu ve lezzetler canlı ve güçlü olmaya devam eder. Çünkü heva her türlü iyi amele ka­rışır, her türlü çabada karışıldığa ve kirliliğe ne­den olur. İnsan çabayı terk ederse, heva kirlerle birlikte kalır. Kirler ve heva bir arada olduğunda ise Allaha ulaşılmaz.

Allah “Allah yolunda hakkıyla mücâhede edin” (Hacc 22/78) buyurmuştur. Hakkıyla mücâhede etmek, kişinin nefste bulduğu dinî ya da dünyevî her türlü sevinci yok etmesidir.

Her türlü iyi amelde lezzet ve eğlenceden bir pay bulunur. Bu durum kişi için iyi bir şey de­ğildir. Bu kimse için uygun olan kendisini lez­zetten korumak gayesiyle başka bir amele geç­mesidir. Çalışıp çabalayarak elinden geldiğince bunu yaptığı takdirde Allah çabucak ona bunun karşılığını verir. Allahın ona vereceği karşılık ise kalbini nurlara açık hale getirmesidir. Bu nur kalbi aydınlattığı zaman nefs kendisine verilen bu güzel şeyler aracılığı ile kendisini dünyanın lezzet ve arzularından alıkoyacak bir şey bulur. Bundan sonra hediyelerin lezzetlerini alıp da kendisini kötü bir duruma sokacak bir tehlike­ye düşmemesi için nefsin korunması gerekir. Çünkü hediyelerin lezzetini alan nefs, (önceki mücâhede sayesinde) sönmüş ve etkisiz hale gelmişken yeniden uyanır ve canlılık kazanır. Büyük tehlike de buradadır. Bu noktada kalp­leriyle Allaha doğru yürüyenlerin çoğu nefsin tuzaklarıyla dolu vadilere düştüler. Bu yazdık­larımın uzantısı ve ikincil meseleleriyle birlikte bin meselenin cevabını senin için güzelce açık­lamış oldum.

Hakim Tirmizi-Edep Ya Hu

Devamını Oku »

Ebedi Kurtuluş İçin Reçete: İlim, Amel ve İhlas


Aziz kardeşim!

Bilmelisin ki, ebedî kurtuluşa erişmek için üç temel esasın elde edilmesi insan için mutlaka gereklidir. Bu üç esas ilim, amel ve ihlâstır.


İlim iki kısımdır. Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını/ifa/ı ilmi üstlenmiştir. Diğer bir kısım vardır ki, bundan maksat da sadece kalp için yakîn (kesin kanaat) ve inanç elde etmektir.

Bu kısım, kurtuluşa eren fırkayı temsil eden Ehl-i sünnet ve'1-cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda kelâm ilminde bü­tün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluş beklemeye dahi hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara aykırılık söz konusu olursa iş tehlikede demektir. Bu tespit güvenilir keşif ve açık ilham açısından da kesinlik k zanmıştır. Bunun aksi olma ihtimali yoktur.

Ehl-i sünnet büyüklerinin yoluna tâbi olmaya ve onları taklit etmeye muvaffak olana ne mutlu! Bunlara aykırı yol tutanlara da yazıklar olsun! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını redde­derek bunların cemaatinden ayrılan kimse hem kendi sapmıştır hem de başkalarını saptırmıştır.

Ehl-i sünnet'e muhalif olan bu kimseler, Allah'ın ahirette gö­rülebileceğini ve şefaati inkâr ederler. Resûlullah (s.a.v) ile beraber olmanın ne kadar fazilet ifade ettiğini ve sahâbe-i kirâmın üstün­lüğünü görememişlerdir. Peygamberimiz'in ailesine ve Fâtıma (r.a) validemizin evlatlarına muhabbetten mahrum kalarak Ehl-i sünnet'in nail olduğu birçok hayırdan geri kalmışlardır.

Sahâbe-i kirâm, kendi aralarında en üstün kişinin Ebû Bekir (r.a) olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Sahabenin hallerini en iyi bilen biri olarak İmâm Şâfiî (rh.a) der ki: "İnsanlar Resûlullah'tan (s.a.v) sonra zora düştü ve gök kubbenin altında Ebû Bekir'den (r.a) daha hayırlı birini bulamadı­lar ve onu başlarına halife seçtiler."

İmam Şâfiî'nin bu sözü açıkça işaret etmektedir ki, sahâbe-i kirâm Ebû Bekir'in (r.a) en üstün kişi olduğu konusunda ittifak etmiştir. Bu da, onun sahabenin en üstünü olduğu konusunda icma olduğunu gösterir. Dolayısıyla Ebû Bekir'in (r.a) en üstün ol­duğu hükmü kesin olup inkâr edilemez.

Resûlullah'ın (s.a.v) Ehl-i beyt'i de Nuh'un (a.s) gemisi gibi­dir. Ona binen kurtulur, geri kalan ise helak olur. Bazı arifler der ki: Resûlullah (s.a.v) ashabını yıldızlara benzetmiştir.(Deylemi,el Firdevs,nr.6497)

"Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar" (Nahl, 16/16).

Resûlullah (s.a.v) kendi ailesini de Nuh'un (a.s.) gemisine benzetmiştir. Bu da gösteriyor ki, Nuh'un (a.s.) gemisine binenle­rin helakten emin olmak için mutlaka yıldızları takip etmesi gere­kir. Yıldızları gözetmedikçe kurtuluş imkânsızdır.

Şu da bilinmelidir ki, onların birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek gibidir. Zira onlar Resûlullah (s.a.v) ile beraber olma nime­tinde ortaktırlar. Peygambere beraber olma fazileti ise bütün fazi­let ve kemâlâtın üstündedir. Bu nedenle tâbiînin en hayırlısı olan Veysel Karanı, Peygamberimizle beraber olanların en aşağı dere­cesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir.

Ne olursa olsun, Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile birlikte olma şere­fine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların imam, Nebî (s.a.v) ile beraberlikleri ve vahyin inişine şahit olmaları vesilesiyle müşahe­deye dayalıdır. Sahabeden sonra imanın bu derecesi hiç kimseye nasip olmamıştır. Ameller ise imanın dallan sayılır. Bu bakımdan amellerin olgunluğu imanın olgunluğuna bağlıdır.

Sahabe arasında cereyan eden bazı görüş ayrılıkları ve siyasî tartışmalar, onların üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırılmalıdır. Bu tartışmalar nefsanî arzuları ve cahillikleri sebebiyle olmamıştır. Aslında bu olaylar dinî içtihat ve bilgiden kaynaklanmıştır. Onların bir kısmı içtihadında hata etmiş olsa bile, hata edene de Allah katında mükâfat vardır.

İşte bu anlayış, ifrat ve tefrit arasında bulunan Ehl-i sünnet'in seçtiği orta yoldur. Ayrıca en güvenli ve sağlam yol da budur.

İmam Rabbani, Mektubatı Rabbani, cild:1

(SEMERKAND YAY.)
Devamını Oku »

Dünyaya Aldanmamak

Dünyaya Aldanmamak

Bilmelisin ki, bu dünya dış görünüşü itibariyle tatlıdır. Gö­rünüşte bir cazibeye sahiptir. Fakat o gerçekte öldürücü zehir ve boş bir metadır. Dünyaya dönük olan alaka ve irtibatın arkasında bir fayda yoktur. Dünyanın makbul gördüğü kimse rezil, ona kendini kaptıran da delidir. O tıpkı altınla donatılmış pislik ve şe­kere bandırılmış zehir gibidir.

Akıllı kimse odur ki, böyle kuru bir metaa aldanmaz ve bu­nun gibi bozuk bir mala ilgi duymaz. Bu nedenle fakihler demiş­lerdir ki: "Bir kimse malının akıllı kimselere verilmesini vasiyet etse, malın zahit kimselere verilmesi gerekir." Zira onlar dünyadan yüz çe­virir, ona değer vermezler. Bu da onların akıllarının ve zekâlarının üstünlüğüne işaret eder.

İmam Rabbani,Mektubat-ı Rabbani,cild:1
Devamını Oku »

Vesvesenin Türleri ve Vesveseden Kurtuluşun Çareleri



Vesveseden kurtuluş nasıldır? Vesveseci, vesve­sesi tesir etmediği zaman kula ısrar eder mi? Bil ki, vesvese iki türlüdür: Birincisi, şeytandandır. Şeytan gelip de kişiye vesvese verdiği zaman, vesvese Allah’ı zikretmek suretiyle defedilir ve şeytanın burnu sürtülür. Bu yüzden şeytan “hannâs” olarak isimlendirilmiştir.

İkincisi ise nefstendir. Bu vesvese daha güçlü ve daha zordur. Her ikisi de Kuran’da “insan­lardan ve cinlerden ’ (Nas 114/6) ifadesinde zik­redilmiştir. Cinler ifadesiyle şeytan, insanlar ifadesiyle nefs kastedilmiştir. Şeytan, cin olarak isimlendirilmiştir. Çünkü İblis kendilerine cin denilen meleklerden olan bir cindi ve onların başkanıydı. Yeryüzündeki cinler meleklerden değil, sıcak bir rüzgârın ateşinden yaratılmış­lardır. İblis gurur ateşinden, melekler ise izzetin nurundan yaratılmışlardır.

İnsanların insan olarak isimlendirilmelerinin se­bebi kendilerinde bulunan ünsiyettendir. İnsan­lar ünsiyet yoluyla birbirleriyle yakınlık kurarlar. Bundan yoksun oldukları zaman yalnızlaşırlar. Nefs kişiye her türlü arzu ve lezzetlerle vesvese verir. Bu yüzden nefsin vesvesesi daha güçlü ve daha zordur. Bu tür vesvesenin defedilmesi ölümü hatırlamakla mümkün olur. Çünkü ölümü hatırlamak, nefste süreklilik kazandığında nefsteki ar­zular ölür. Yok olacaklarını ve durumlarının deği­şeceğini bilmekten dolayı nefs o arzuları gözünde değersizleştirir, hor ve küçük görür. Nitekim Hz. Peygamber ölümü hatırlamaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni hatırlayın!” Hadis-i şerif şu anlama gelmektedir: Ölüm her şeyi ayan beyan görmektir. Bu yüzden, ölümün hatırlanması nefsi dehşete düşürür. Sahip oldu­ğu azıcık şey kendisine çok görünür ve “Bugün ya da yarın ölürüm” der durur. “Yarın öleceğim. Bununla ne yapayım ki, ölüm beni istiyor” diye düşünür. Bu, tul-i emel sahibi olmayan, emelini kısaltan kimse içindir. Bu sebeple Hz. Peygam­ber şöyle demiştir: “Dünyada züht, emeli kısalt­maktır.” Kul, bu iki zikirle yani Allah’ı anmak ve ölümü hatırlamakla her daim bu iki vesveseyi de yok eder. Öyle ki, bu zikir kulun kalbine hâkim olur. Sadrı aydınlanır. O, Allah’ın daha çok lütfuna mahzar olur ve Allah’tan daha çok korkar. Kalp korkuya bağlandığı zaman vesve­seden arınır. Çünkü kalpte marifetin hâkimiyeti gerçekleşmiştir. Kalp, yönetici olmuştur. Sadır ise halvet ve sükûnet halinde adeta bu dünyada­ki bir yönetici konağı gibi olmuştur ki orada her türlü ses duyulur ve hiç kimse ne bir ayak sesi ne de bir fısıltı çıkarmaya cesaret edemez. Zira onları bu yöneticiyi görmenin ve ona yakın ol­manın heybeti sarmıştır. Aralarındaki söz fısıltı şeklinde, yürümeleri dikkatli bir şekildedir.

Bundan önceki gürültü patırtı ve şamata ise nefstendir. Nefs bunu sadra gönderir. Haşyet havf, fark ve Allah’ın yüceliğinden kaynaklanan korkularla nefste marifetin hâkimiyeti tesis edi­lince nefs olduğu yerde ölüverir. Sesleri, gürültü patırtıları artık diner.

Bir de Haşan Basrî’den (r.a) nakledilen bir söz vardır. Bir adam kendisine vesveseden şikâyet ettiğinde ona “Ondan bizde çokça vardır” de­miştir. Işte bu, imanın vesvesesidir. Çünkü kul­ların kalbinde bulunan iman gözükmez, ondan Allah’tan başkasının haberi yoktur. İmanda nifak bulunduğu zaman kullar bunu bilmeye­bilirler. Şeytan tamahkârlığı herkeste buluna­bilir, şeytan kendisine verilen şeyle bunu bütün kullara bulaştırabilir. Sadırdaki kalp gözü ara­sına bu atıldığı zaman kalpteki iman közünden bir kıvılcım uçar ve bu atışı yakıp yok eder. Bu durumda şeytan kaçar ve kendi yerinde ezilmiş büzülmüş olarak kalır. Sadırdaki bu kıvılcım, delip geçen bir parıltı haline gelir. Bu, imanm nurudur. Bu en iyi ve en yüksek mertebedir. Çünkü iman örtülü bir haldeydi. Böylece ışığı ve parıltısı ortaya çıkar ve aydınlatır. Bu, kal­bin fiili ve kazanımıdır. Yöneticinin yani kalbin kazanması ile bir hizmetçinin -ki hizmetçiler, organlardır- kazanması birbirine eşit değildir. Bu yüzden Hz. Peygamber kendisine bundan şikâyet eden kimseye “İşte saf iman budur” de­miştir. Hz. Peygamber, onu saf olarak isimlendirmiştir. Çünkü imanın üzerini kaplayan kirli­likler dağılmış, örtüler açılmıştır.iman üzerin­deki örtü Allah’tan olup bir rahmettir. İnsanın yapıp ettiklerinin neticesinde imanın üzerinde biriken kapalılık ise kulun imanında ortaya çı­kan bir şeydir, dünyevi ilgi ve arzulardır. Bu du­rumda kapalılık dağılır, örtü açılır ve iman sadrı aydınlatır. Işıtır ve parlatır. Bu, saf imandır. Hz. Peygamberin sözü de, düşmanın getirdiği pis­liklere dair değil, bu közden ortaya çıkan kıvıl­cım hakkındadır.

İnsanoğlunun kalbi, çakılan bir çakmaktaşı me­sabesindedir. Nice taş vardır ki ateşi tutuşturur. Nicesi de vardır ki ateşi tutuşturmaz. Sen taşı taşa vurup çakarak ateşi tutuşturmaya çalışırsın. Tutuştuğu zaman bir kenara koyarsın ve ihtiya­cın olduğunda kullanırsın. Tutuşturmadığın­da ise atarsın. Şeytan da bu şekilde çakmağım atar. Onunla senin kalbine vurduğunda sadrın­da, kalbindeki marifet nurundan bir kıvılcım ortaya çıkar. Şeytan onu yerinden alır ve sana vesvese ile sıkıntı vererek senden bir şey çalma­yı umar durur. İman düğümünü çözmeye güç yetiremezse onu bozar. Çünkü iman düğümü korunmuştur ve iman da organlara sirayet eden inanç kategorisine giren amellerdendir. Şeytan attığı zaman imanın bulunmadığı kalbi vurur. Bu kimse münafıktır. Onun imanı sözündedir, sadece organlarının amelindedir. Bu atış kalbe vurduğu fakat bir ateş ya da kıvılcım tutuşturmadiği zaman şeytan onun hiçbir şeye sahip olmayan ve Allaha ihtiyacı bulunmayan boş bir kalp olduğunu anlar. Onda Allah’ın olmadığını fark eder. Onu yerine bırakır. Durumunu bu­naklığına verir ve onunla meşgul olmaz. Çünkü o zaten onundur. Zira şeytan ancak bir şeyi boz­mak için vesvese verir. Bozulacak bir şey gör­meyince onu kendisine saklar ve terk eder.

Şeytan ancak kendisine bir şey atılan ve bu atı­lan şeyin de kalbinin batınından iman nurunu tutuşturduğu kimseyle meşgul olur. O vakit onun yakını olur. Paçaları sıvar ve kıskançlığın­dan dolayı kendini onu bozmaya adar. Bu, Hz. Peygamberin (sav) ashabının vesveseyi kaybet­tiklerinde düşmanlarının eksik kaldığına dair gelen hadisin tevilidir.

İbrahim en-Nehai şöyle demiştir: “Müminin duasının kabul olduğunun alameti, vesvesedir.” Zira ehl-i kitaba vesvese verilmez. Çünkü düş­man onların işlerini boş vermiştir. Onlar artık düşmanın olmuşlardır. Ehl-i kitap ile müşrikle­rin kalpleri harap olmuş bir ev gibidir. Hırsızlar fakirlerin evlerine uğramazlar, zenginlerin evle­rine yönelirler.

Kalpler çeşit çeşittir. Bazıları harap olan ve düş­manın uğramadığı kalplerdir, bazıları ise pek çok hayır ve iyilik bulunan kalplerdir. Sonun­cu türden kalpler, kendisinde pek çok zengin­lik ve meta bulunan bir ev gibidir. Hırsızlar bu eve girmek ister. Ne hırsız kendi işini bırakır ne de evin sahibi evini koruma noktasında bir gaflet gösterir. Zira ev sahibi gaflet etse, metamı kaybeder. Yöneticinin konağında da cevherler vardır. Hırsızların bunlara ulaşma ümidi ise ke­silmiştir. Çünkü ev güzelce korunmaktadır. Pek çok bekçisi vardır. Yöneticiye karşı işlenecek bu suçun cezası da büyüktür. Bu ceza ya ölümdür ya da asılmadır.

Kalpler üç türlüdür. Birincisi kâfirin ve müna­fığın kalbidir. İkincisi, Allah’ın tevhit ehli kul­larının kalbidir. Üçüncüsü, Allah’ın veli ve has kullarının kalbidir. Bu kalp Allah’ın koruması altındadır. Onu Allah kullanır. Düşman ise ves­veseleri ile bu kalbi meşgul etmekten ümidini kesmiştir. Hz. Peygamberin (sav) şu sözünü görmüyor musun: “Şeytan Ömer’le ancak yü­züstü yere kapanarak karşılaşır.” Bu Ömer’in kalbine hâkim olan şeyden dolayıdır. Hz. Pey­gamber (sav) ayrıca “Kim Allah’ı yüceltirse Al­lah da onu her şey karşısında yüceltir” demiştir. Bu yüzden Saad b. Muaz (r.a) şöyle demiştir: “Namazdan başka beni hoşnut eden bir şey ol­madı.” Namazda vesvesenin kesilmesi, Allah’ın azametiyle dolmuş kalplerde olur. Allah’ın aza­metinin nuru onların kalplerini aydınlatmıştır. O kimse azamet ummamnda yüzmektedir. Şeytan ona dünyalık sözlerden bahsetmeye ne zaman güç yetirsin! Ya da bu kalp bu ummanda şaşkın şaşkın dolaşırken ne zaman bir şeye yönelebilsin!

Hakim Tirmizi-Edeb Ya hu (hayykitap yay.)



Devamını Oku »