Mezhep Hakkında İfrat ve Tefrit Tutumlar

Mezhep Hakkında İfrat ve Tefrit Tutumlar

Efendimiz döneminde mezhepler yoktu, vefatından sonra bunlar ortaya çıktı. Dolayısıyla mezhepler bidattir.' Bu ilmen yanlış bir tesbittir. Bir uygulama, sırf Efendimiz döneminde olmadığı için bid’at sayılmaz. İslâm'ın temel kaynaklarına başvurularak yapılan bir uygulama bid'at değildir. Bunun tipik örneği, Mushaf-ı Şeriftir. Mushaf; Asr-ı Saadette, Hz. Ebubekir. Hz. Ömer ve hatta Hz. Osman devrinde var mıydı? Hz. Ali Efendimiz döneminde Mushaf-ı Şerif çoğaltılarak yayıldı. Şimdi buna bid’at mi diyeceğiz? Elbette ki hayır! İşte mezhepler için de aynı şey geçerlidir. Mezhebi, kişinin yaşadığı zaman, mekân ve şartlarına bakarak yükümlülüklerini belirlemek şeklinde algılarsak Efendimizin uyguladığı bir usuldü bu.

Meselâ bir deve çobanına anlattığı Islâm'ı hatırlayalım: “Günde beş vakit namaz kılacaksın, yılda bir oruç tutacaksın. Malın mülkün yok, zekât vermek sana farz değildir. Zilhiccede hacca gideceksin. Bir de benim Allah'ın Resûlû olduğuma îmân edeceksin." Bunu dinleyen deve çobanı, “Bilin ki, bunların hepsi kabulümdür ve hepsini yerine getireceğim. Ne bir fazlasını ne bir eksiğini yaparım'" mealinde bir şey söyleyip gider Efendimiz yanındaki zevât-ı kirama, “Cennetlik birini görmek istiyorsanız giden adama bakın!” der. Pekiyi deve çobanına söylenen Islâm, herkes için geçerli mi? Hayır. O Islâm söz konusu şahıs içindir, başka şartlara sahip olanlar başka türlü bir İslâm ile mükelleftirler. Dünya hayatımızca hiçbirimiz deve çobanı seviyesinde kalmaya râzı değiliz. Hep daha iyi ve yükseğin peşindeyiz. Pekiyi dinimizi yaşamakta niye deve çobanı seviyesiyle yetinmeye yelteniyoruz? Bu, imânla bağdaşır mı? Bir düşünüverelim, lütfen.

Evet, Asr-ı Saadet'te mezhepler vardı, sadece adlandırılmıyordu; zarfsız mazruf hâlinde uygulanıyorlardı.İçtihadlarına göre hareket edilen sahâbiler vardı. Ayrıca mezhepler dört adetten ibaret değildir, yüzlerce mezhep sayılabilir. Meselâ Evzâiye diye bir mezhep vardır. Selahaddinn-i Eyyûbi dönemine kadar Suriye, Ürdün. Lübnan ve Batı Irak Müslümanları, türbesi Beyrut'ta olan imam Evzâf Hazretlerine tabi olmuştur. Bu mezhep ilk önce Şâfii, sonra Hanefiliğe intikal etmiştir. Bir mezhebe tâbi olmayı, Efendimizin “Ashabımdan her biri bir yıldız gibidir, hangisine uyarsanız doğru hedefe varırsınız.” mealindeki hadis-i şerif rühuyla açıklamak mümkündür. Mezhep imamıza tâbi olurken bir anlamda Sahabe Efendilerimize uyuyoruz. Biz İslam'a dâir her bir şeyi bilmeyebiliriz, bilenlere tabî olarak İslam üzere yaşamış oluyoruz.

..............

Bana Hz. Peygamber yeterli, mezhep imamlarına uymama gerek yok!” demek doğru olmadığı gibi mezhebi, dinin kendisi olarak görmek de doğru değildir. Ne yazık ki bu iki hatâya da düşülüyor. Bir tarafta kendisini allâme-i cihan görenler, diğer tarafta mezhep imamının içtihadını Allah’ın emri zannedenler oluyor. Bu ikisi de yanlıştır. Çünkü İmam Gazâli Hazretleri bir müçtehid iken İmam Şâfi Hazretlerine tâbi olmuştur.

Mesela Hz.Abdulkâdir-i Geylâni Hazretleri bütün ihvan ve dervişanıyla beraber “Şu mezhepteniz.” demiştir. Dolayısıyla mezhebi küçûmseyemeyiz, ancak onları din olarak da göremeyiz. Zirâ din değiştiremeyiz, ama mezhebi değiştirebiliriz. Mekân ve şartlannuz değişince bize daha uygun diğer bir mezhebe geçebiliriz. Bunu oyun hâline getirmemek ve nefsimizin kandırmasıyla tembelliğimize perde etmeye kalkmamak kaydıyla... Zâten fiilen de böyle olmakta. En belirgin örnek hac menâsıkindedir. Hac ibâdetinde Hanefiler bazı hususlarda Şâfiı mezhebinin içtihadlarına uymaktadırlar.

Ömer Tuğrul İnançer - Muhabbet Peygamberi Hz.Muhammed
Devamını Oku »

Mezhepler arasındaki farkların sebebi nedir izah eder misiniz?




Mezhepler arasındaki farkların sebebi nedir izah eder misiniz?

Allah-u Zülcelal Hazretleri, Habib-i Ekremi (a.s.m.) hürmetine, mezhepler arasındaki farklılıklar ile nihayetsiz rahmet ve kolaylık kapılarını açtı. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde“Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir.”buyurmakla bu hakikati ifade etmiştir. Evet bu hadis-i şerif her türlü olumlu farklılığı içine aldığı gibi, mezhepler arasındaki farklılıkları da kapsar.

Bazı âyet ve hadislerdeki kelime ve cümleler ayrı ayrı hükümleri içermiştir. Bir tek sedefte birden çok incibulunabilir. İşte müçtehitler âyet ve hadislerin sedefindeki cevherlerde farklı görüşler beyan etmiştir. Bu ise muhtelif kapıların açılmasına vesile olmuştur. Bu ihtilaf ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Cenâb-ı Hakk:

“Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.”

Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.”

“Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata ile adam öldürmekte kısas icrasını ve günah işleyen azaların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri kaldırır.)”

gibi âyet-i kerimelerle şeri’at-ı Muhammediye’nin gayet derecede kolay olduğunu ifade etmektedir.

Meselâ, İmâm-ı Şafiî’nin “Kadına el değince abdestin bozulması” şeklindeki görüşü, günümüz şartlarında Hac ibadeti esnasında çok sıkıntıya sebebiyet verir. Zira tavafın abdestli olarak yapılması lazımdır. Milyonlarca insanın toplandığı o kalabalıkta bu hükmün uygulanması adeta imkansız olduğundan, bu mezhep mensupları diğer mezhepleri taklit ederek tavaf yaparlar.

Abbasi halifesi Harun Reşid, İmâm-ı Mâlik’e “Senin kitaplarını yazdıralım, âlem-i İslâm’ın her tarafına dağıtalım. Ümmeti bunlara sevk edelim.”,teklifinde bulunur. İmâm-ı Mâlik şu cevabı verir: “Ya emire’l-mü’minin, alimlerin farklı görüşleri Allah’tan bu ümmete rahmettir. Her biri kendi nazarında doğru olana tâbi olur. Hepsi hidâyet üzeredir ve hepsi Allah’ın rızasını ister.”

Müspet ayrılıklar, sahabe döneminde sıkça meydana gelmiştir. Hazret-i Peygamber de (a.s.m.) ümmetini, dilediği sahabenin içtihadıyla amel etme hususunda serbest bırakmakla böyle bir ihtilafa razı olmuştur. Sahabelerini içtihat farklılığından dolayı tenkit etmemiş, her iki tarafın da hükmünü hak ve münasip görmüştür.

Sefere çıkan iki sahabe, namaz vakti geldiğinde su bulamayınca teyemmümle namazlarını kılarlar. Sonra vakit içinde su bulurlar. Biri namazı iade eder, yeniden kılar. Diğeri ise önceki kıldığını yeterli görür. Dönüşte durumlarını Resûlullah’a sorarlar. Hazret-i Peygamber iade etmeyene “Sünnete isabet ettin.”, diğerine de “Sana iki defa ecir var.” cevabını verir.

“Sahabelerim yıldızlar gibidir, onlara uyarsanız hidâyete erersiniz.”hadis-i şerifi de bu hakikate işaret etmektedir. Buna binaen herhangi bir insan hak mezheplerden dilediğini tercih edebilir.

Kıblenin bilinmediği yerde namaz kılan bir mümin, kendi içtihadı ile bir yön tayin etse veya her rekatını bir başka yöne doğru kılsa namazın doğruluğuna fıkhen hükmolunur.

Bu sayede Müslümanlar zaruret hallerinde ruhsatı azimete tercih edebilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir rahmet olmuştur. Evet, Müslümanlar kendi mezheplerinde çözümü olmayan bir mesele hakkında, zaruret halinde, diğer bir hak mezhebin ruhsatı ile hareket edebilir ve böylece sıkıntıdan kurtulurlar.

Zaten şeriat-ı Muhammediye insanların fıtratına uygun olarak Allah tarafından vaz’ edilmiştir.

Müçtehitler arasındaki ayrılıklar ümmet hakkında rahmet olduğu halde; geçmiş ümmetlerin helakine sebep olmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Ayrılıklar geçmiş ümmetlere azap olduğu halde, benim ümmetime rahmet olmuştur.” buyurmuşlardır.

Geçmiş peygamberlerin dinlerinde bütün hükümler açık ve kesin idi. Âyetlerde yoruma açık şeyler yoktu. Kat’i ve kesin olan meselelerde ayrılık olmayacağı da açıktı. İnsanlar bu kesin hükümlere uymakta zorluk çektiler, ayrılığa düştüler ve bu ayrılık onları helake götürdü. Fakat bizim şartlarımız geçmiş milletler üzerindeki darlığı kaldırmıştır. Meselâ, Hazret-i Musa’nın (a.s.) şeriatinde adam öldüren bir katile kısastan başka ceza verilmesi mümkün değildi.

İsa’da (a.s.) dininde ise sadece diyet vacip idi, kısas yasaktı. Şeriat-ı Muhammediye’de ise maktulun velisine kısas, diyet ve af arasında tercih hakkı verilmiştir. Diğer bir misal, onların şeriatında elbisenin, kirlenen yerini kesip atmak vacip iken bizim şeriatımızda temiz suyla yıkamak yeterlidir. Bu manada pek çok misaller vardır.

Mehmet Kırkıncı

Devamını Oku »

Mezhep imamlarının her hükmü hak mıdır ve kusursuz mudur?




Mezhep imamlarının her hükmü hak mıdır ve kusursuz mudur?



Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye isimli eserinde,
“Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, burhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için burhanı bırakmıyoruz.”

buyurur. Yine bir başka eserinde de,
“Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalpte saklayınız…”buyurmuştur.

İslâmiyet’te müçtehit ve mürşitler tarafından ortaya konulan hakikatler araştırıldığında, bu hakikatlerin akli ve nakli delillere dayandığı görülür.

Bütün hak mezhepler, dinin temel meselelerinde ittifak etmekle beraber, füruata ait bazı hükümlerde farklı içtihatlarda bulunmuşlardır. Müslümanlar ibadet ve muamelâta ait hükümlerde bu mezheplerden birine tâbi olmuşlardır. Hatta keşif ve keramet sahibi olan bütün veliler, kutuplar ve ilim, irfan sahibi asfiyanın her birisi, bu hak mezheplerden birine bağlanmıştır.

Meselâ; İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebu Yusuf, Serahsî, Kadıhan, Kudûri, İbn-i Abidin, Hanefî mezhebine tabi olmuşlardır. İmâm-ı Gazalî, Rafıi, Nevevî, Fahreddin-i Razi, Taftezani, İmâm-ı Suyutî Şafiî mezhebine; İbnü’l-Hacib, Zerkani, Muhyiddin-i Arabî, Ebu’l-Haseni Şazelî Mâliki mezhebine; Abdulkadir-i Geylani, İbni Kudame, Cevzi ise Hanbelî mezhebine tabîdirler.

Aklî ve naklî ilimleri cem edip sayısız eserler veren ve asırlarını layıkıyla tenvir eden nice alimler, nice fakihler, nice büyük zâtlar içtihada heves etmeyerek dört büyük müçtehide tâbi olmayı tercih etmişler ve bunu kendileri için şeref bilmişlerdir. Selamet ve saadetlerini bunlara tabi olmakta, o azim imamların yolundan gitmekte görmüşlerdir. İslâmiyetin en şanlı devirlerinde yetişen büyük alimler, telif ettikleri eserlerle ve yetiştirdikleri talebeler ile bu dört müçtehidin hayru’l-halefi olmuşlardır.

Böyle muhtelif zamanlarda ve mekanlarda yaşamış, meşrep ve meslekleri ayrı olan binlerce ulema ve mütefekkir, ittifakla bu dört imamın mezheplerine intisap etmişler, onların içtihat ettiği meseleleri yaşayıp yaşatmışlardır.

Kelam, tefsir, hadis gibi ilim dallarında mütehassıs nice ilim erbabının müçtehitlere tâbi olmaları, körü körüne bir taklit değildir.Onların bu taklitleri araştırmaya dayanır. Bu taklidin temelinde branşlaşmaya saygı şuuru yatar.

Evet, bu kadar keskin akıl sahibi, ilim ve irfanda kabiliyet kazanmış zâtlar, acaba ihtimal var mıdır ki hakikati olmayan herhangi bir yanlışa bir ömür boyu bağlanıp kalsınlar, körü körüne bu büyük müçtehitlerin arkasından gitsinler? Buna ihtimal verip kabul eden bir akıl düşünülemez.

Bu alimlerin, bu dört mezhep etrafında toplanmaları, o mezheplerin etrafında çekilmiş çelikten bir sur ve Zülkarneyn’in seddi gibi yıkılmaz bir settir. Hiçbir şeytanın nüfuz edemeyeceği, delemeyeceği bir surdur.

Bu zâtlar, büyük müçtehitlerin içtihat ettikleri hükümlerin her birini hakikat kabul etmişler ki, onlara karşı tavır almamışlardır. Meselâ; âlem-i İslâm’ın her tarafında takdir ve hürmete mazhar olan İmâm-ı Gazali, Hüccetü’l- İslâm unvanını kazanmış olmasına rağmen, içtihat hususunda İmâm-ı Şafii Hazretlerine tâbi olmuş ve buyurmuşlardır ki;

“Ben içtihat sahasında araştırma ve incelemelerde bulundum, bu sonuçlar beni Şafiî mezhebine götürdü…” 

Her şeyde muvaffakiyet, İlâhî yardıma bağlıdır. Allah’ın ihsanı bir kimseye yâr ve yaver olmazsa, o kimse kendi tedbir ve gayretiyle isteklerinde başarılı olamaz. Elbette, sebeplere müracaat lâzımdır. Fakat esas olan Cenâb-ı Hakk’ın tevfik ve ihsanıdır. Mezheplerin on ikiden dörde inmesi de bu sırra bağlıdır. 
Mehmed Kırkıncı Hocaefendi



Devamını Oku »

Peygamberimiz hangi mezheptendi? !





Peygamberimiz hangi mezheptendi? !

Bu soru, mezhepsizlerin ve dinsizlerin, müslümanları köşeye sıkıştırmak maksadı ile sordukları bir sorudur. Zira bu soruya muhatap olan, “Peygamberimizin mezhebi yoktu” dese, bu sefer soru sahibi, “O zaman bu mezhepler nereden çıktı?” diyecek; yok eğer, “Peygamberimiz Hanefi idi, ya da Şafi idi” dese, bu sefer de bir mezhebi Peygamberimize isnad ederek hata etmiş olacak; eğer cevap vermeyip sükût etse, bu sefer de soru sahibine mağlup olmuş ve onun haklılığını tasdik etmiş olacak. Yani her halükarda zarar edecek…

O halde yapılması gereken; ince bir cevap ile soru sahibini ikna etmek ve mezheplerin hak olduğunu ona kabul ettirmektir. Bizler bu makamda, bu soruya muhatap olanları teneffüs ettirecek bir cevabı verecek; cevabımızda da misal dürbününü kullanacağız.

1. Misal: Bir su kaynağını ve bu kaynağın oluşturduğu bir havuzu farz ediyoruz. Havuzun suyu dört farklı kanala dökülüyor olsun. Kaynaktan akan suyun da dört rengi var; mavi, kırmızı, sarı ve yeşil… Bu dört renk, havuzda karışık bir şekilde dururken, kanallara doğru yöneldiğinde, her kanala bir renk giriyor. Suyun mavi rengi bir kanala, kırmızı rengi bir kanala, sarı rengi bir kanala ve yeşil rengi bir kanala…

Şimdi, kanalların diğer ucunda duran ve bu dört kanaldaki dört farklı rengi gören kişi soruyor:

“Bu havuzun rengi nedir?”

Şimdi siz, “sarı” deseniz, havuz sarı değil; “kırmızı” deseniz, havuz kırmızı da değil; “yeşil” deseniz, yeşil de değil; “sarı” deseniz, sarı da değil. Eğer, “Bu sular bu havuzdan gelmiyor” deseniz, bu da doğru değil; yok eğer sussanız, bu da soru sahibini sevindirecek.

O halde ona şu cevabı vermek gerekir ki, hem doğrudur, hem de hakikattir: Su kaynağı ve havuz, bu renklerin hiçbiri değildir, belki bu kaynak ve havuz öyle bir renktedir ki, bütün bu renkleri içinde barındırıyor ve bütün bu renkler ona aittir. Her kanal, kendi kabiliyeti nisbetinde, havuzun bir rengini gösteriyor.

Aynen bunun gibi, Peygamberimiz (sav) de ilahî bir kaynak ve vahyin havuzudur. Bu havuzun ab-ı hayatı hükmünde olan şer’i hükümler ise, kanallar hükmünde olan mezhepler ile bize ulaşmaktadır. Her mezhep, bu havuzun -tabir-i caizse- bir rengini bizlere ulaştırmakta ve o ab-ı hayatı içmemize vesile olmaktadır. Demek Efendimiz (sav) ne Hanefidir, ne Şafidir, ne Malikidir ve ne de Hanbeli… Efendimiz, bütün bu mezheplerin hükümlerini, şeriatında cem etmiş bir havz-ı ilahidir ve bir menba-ı hakikattir.

2. Misal: Bir ağaç hayal ediyoruz ki, bu ağacın dört dalı ve her dalında da farklı bir meyve var. Bir dalında elma, bir dalında üzüm, bir dalında hurma ve bir dalında da çilek…

Bu muhteşem ağaca bir akılsız bakıyor ve diyor ki: “Bu ağaç ne ağacıdır?”

Eğer “Elma ağacıdır” deseniz, bu sefer daldaki üzümleri inkâr edecek; eğer “Üzüm ağacıdır” deseniz, bu sefer de hurmaları inkâr edecek; yok eğer “Hurma ağacıdır” deseniz, bu seferde diğer meyveleri inkâr edecek.

Ona verilecek cevap şudur: Bu ağaç öğle bir ağaçtır ki, yetiştirdiği hiçbir meyvenin adı ile anılamaz. Belki bu ağaç, bütün bu meyveleri bünyesinde barındıran bir mucize-i kudrettir.
Aynen bunun gibi, Peygamberimiz de -tabiri caizse- böyle ilâhi bir ağaçtır. Bu ağacın dört dalı, dört mezheptir. Her dalında nübüvvetin farklı meyveleri vardır. Peygamberimiz (sav) ne Şafidir, ne Maliki, ne Hanefi, ne de Hanbelî… Peygamberimiz, bütün bu mezhepleri çekirdeğinde ve gövdesinde barındıran bir şecere-i rahmettir.

3. Misal: Güneşin yedi renginin aksini gören bir akılsız sorar: “Güneş mavi midir? Kırmızı mıdır? Yeşil midir? Ve keza…”

Şimdi “mavi” desek, güneş mavi değil, “kırmızı” desek, güneş kırmızı da değil; “turuncu” desek, güneş turuncu da değil, ya da başka bir rengi söylesek, güneş o renkte de değil…

O halde doğrusu şudur: Güneş, bütün bu renkleri içinde barındıran bir cism-i rabbanidir ki, bu yedi renk onun madeninden çıkar.

Aynen bunun gibi, Peygamber efendimiz dahi böyle parlak bir güneştir. Dört mezhep, bu güneşin birer rengidir. Bu ilahî güneş, bu renklerin hiçbiri ile isimlendirilemez. Ancak denilir ki, bu dört renk, yani dört mezhep, bu güneşten süzülmüş ve güneşin bir cihetini gösteren akislerdir. Bu güneş, bu renklerin hepsine sahiptir. O’nun adı ne Hanefi, ne Maliki, ne Şafi, nede Hanbelidir. O’nun adı, Şems-i Hakikat-i Muhammedidir. (Sallallâhû aleyhi ve sellem)

İlmedavet.com’dan alıntılanmıştır.


Devamını Oku »

Dört Mezhebden Birine Taklid Vacib Birinden Diğerine Geçiş Caizdir



Dört Mezhebden Birine Taklid Vacib Birinden Diğerine Geçiş Caizdir

Asrı saadette ashabdan her biri,Râsulullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den işitmiş olduğu Kur’an ve hadisle hükmederdi.Kendileri vahyi müşahade ettiklerinden dolayı,karşılarına çıkan herhangi bir hükümle müşkül çekmezlerdi.

Allah’ın Rasûlü sallallâhu aleyhi ve selem de ümmetin, ashabın arkasında gitmesini emretmiştir.Tâbiîn ve tebei tâbiîn devresinde heva ve hevesler çoğalınca,en itimadlı müctehidlerin arkasında gitmenin vacib olduğu hakkında, Ehli Sünnet müctehidleri ittifak ettiler.Müctehidlerin bazılarının mezhebleri tedvîn edilmiştir; bazılarının mezhebi tedvîn edilmedi.Tedvîn edilen mezhebler, sened ile zamanımıza ulaşan dört mezhebdir.Ehli Sünnet velCemaatin ittifakıyla dört mezhebden biriyle amel etmek vacibdir.

İmam Ebû Hanîfe Hicri 80’de doğup 150’de; İmam Mâlik 93’te doğup 179’da; İmam Şafiî 150’de doğup 204’te; İmam Ahmed bin Hanbel 164’de doğup 241’de vefat etmişlerdir.Bunlardan sonra İmam Suyûtî’den naklen İmam Şar’ânî’nin Mîzân-ul-Kübrâ adlı eserinde tesbit ettiği üzere, Muhammed bin Cerîr et-Tabarî’den başka müstakil ictihada dava eden olmamıştır.Fakat kendisi de gayesine ulaşamamış ve maalesef mezhebi tedvîn edilmemiştir.Bu dört imamın mezhebleri ulemâ tarafından tedvîn edilmiş; ve zamanımıza kadar mütevâtir sahih senedlerle gelmiştir.Onun için,dört mezhebden birine taklid etmek vacibdir denilmiştir.

Aslında İmam el-Leys bin Sa’d, İmam Süfyan Servî,İmam İshak bin Râhuveyh, İmam
Muhammed bin Cerîr Taberî, İmam Süfyan bin Uyeyne, İmam Abdurrahman bin Ömer el-Evzâi gibi mezheb sahibi olan imamlar da olmuştur.

Ancak bunların mezhebleri, dört mezheb kitabları içinde naklolunmuş; müstakil olarak nakledilmemiştir. Onun için dört mezhebden birine taklid vacibdir dedik.Nitekim Şerh-u Muhtasar-ı İbn-il-Hâcib’de Adud-ul Milleti ved Dîn diyor ki: <<'' Müstakil ictihad mertebesine ulaşmayan kimsenin, âlim olsun avam olsun, müstakil olan müctehidlere taklid etmesi vacibdir.Bunda naklî delilimiz ‘’ … Eğer bilmiyorsanız,ehli ilimden sorun.’’ mealindeki ayet-i kerîmedir.Aklî delilimiz de:

a]Ulemâdan soru sormanın illeti,bilmemektir yani cehalettir.İllete bağlı olan emr, illetin tekrarıyla tekerrür eder. Binaenaleyh müstakil ictihad rütbesine ulaşmayanın, âlim olsa dahi taklîdi vacibdir.

b]Müstakil müctehidler gibi,delilleri izah etmeksizin meselelerde fetva vermek, Asrı saadetten zamanımıza kadar devam edegelmiştir.Tabiî ki bu takliddir. Ve taklid üzerine icmâ’ bağlanmıştır.>>

Muhaşşîsi Allâme Teftezâni diyor ki: << Her ne kadar ittibâın vücûbu üzerine hüküm ikâme edilse de, müctehid olmayan avamın, müctehidin sözüyle tutunmasının vacib olduğunu demek istiyor.Aksi takdirde taklîdin tarifinde bu sûretle hata veyahud cehle mebnî mücerred taklid kasdedilmemiştir.>> Muşârun ileyh, taklîdin ilim olmadığı ve hata olduğunu söyleyenleri reddetmek için bunu söyledi.

İtikada Ebu-l-Hasan el-Eş’arî ve Ebû Mansûr el-Mâtûrîdî, imam olarak kabul edilmişlerdir.Nitekim Ebu-l-Kâsım Muhammed el-Cüneyd Bağdâdî gibi zevat da, tasavvufta imam kabul edilmişlerdir:

Binaenaleyh (amelde) bunlardan birine taklid etmek vacibdir.Ehli Sünnet velCemaat,anlaşılan lafızla bunu hikaye ettiler.Her insan mutlak ictihad mertebesine güç bulamayınca,ashabdan sonra ümmetin en büyükleri olan dört âlimden birine taklid vacibdir.Cumhûr-u ehli hadis,fukaha ve ehli usûlün mezhebi de budur.Bunlar ‘’…Eğer bilmiyorsanız, ehli ilimden sorun.’’ Mealindeki El-Enbiyâ sûresinin 7’nci ayetiyle istidlal ettiler.Ehli zikirden maksadın, müctehid-i kiram olduğunu; ve müctehid-i kiramların arkasına gitmenin vacib olduğu bilicmâ’ tasrih ettiler.

İşte mezhebsizlik fikrine kayanların hesabına bu gelmiyor.Bunlar kendilerini o büyüklere kıyas ederek, iki taifeye ayrıldılar: Bir kısmı büsbütün mezhebleri reddederek bunların ictihadlarının beşerî fikir olduğunu,her beşerî fikrin de ayet ve hadislerle merdud olduğunu ileri sürerler. İkinci bir kısım: ‘’ Şafiî, Hanefî, Mâlikî, ayet ve hadislerden hüküm aldıkları gibi biz dahi buna güç buluruz; hüküm çıkarırız; ve onların arkasına gitmeye mecbur değiliz.’’ dediler.

Bu iki fikir de bâtıldır.Çünkü mutlak ictihad, hemen hemen dördüncü asrın başında kesilmiştir.Bu hususta Şeyh Zâhid Kevserî, bu iki görüşe sapanların reddiyesi olarak, el-Lâmezhebiyye Kantarat-ul-Lâdîniyye = Mezhebsizlik Dinsizliğin Kantarıdır adlı eseri yazmıştır. Eserin ismi, mezhebsizliğin ne olduğunu beyan etmektedir.Ayrıca Profesör Ramazan Butî, el-Lâmezhebiyye adlı bir risâle yazmıştır.

Galiba mezhebsizler,ictihadın ne manada olduğunu bilememişler..
İctihad Arab lugatında,zorluğa katlanarak çok çalışmaktır.Mesela ictihede fî hamlirrihâ ‘’Değirmenin taşını kaldırmaya çalıştı’’ denilir; ictihede fî hamlinnevâti ‘’Çekirdeği kaldırmaya çalıştı’’ denilmez.

Ehli usûlün ıstılahında ise ictihad,şer’î hükümleri bilmek için ilim talebinde var gücünü harcamaktır. Bu itibarla dediler ki: Müctehid var gücünü harcayarak ayet,hadis, icmâı ulemâya bakar ve ona göre hüküm çıkarır.

Ve onların ictihadları,ayet ve hadîse dayanmaktadır;Allah Teâlâ’nın indirdiği ayet e O’nun Rasûlü’nin hadîslerinden başkası değildir.

‘’…Eğer onu,Rasûle ve (mü’minlerden olan) emr sahiblerine (müracaatla) döndürselerdi; onlardan bazıları içinden onu (hükmü) çıkarmayı bileceklerdi…’’ (En-Nisâ’ 83)

İstinbat, lugatta; bir insanın zorluğa katlanarak alet edevatlarla kuyunun altından suyu çıkarmasıdır.Istılahta; müctehidlerin ayet ve hadîsin belâğatli olan manalarından hüküm çıkarmalarıdır. Ayet-i kerîmdeki yestenbitûnehû , bu manayı bildirmektedir. Demek İmam Şa’rânî’nin Mîzân-ul-Kübrâ adlı eserinde dediği gibi,istinbat, müctehidlerin makamıdır; ve Şâriin emriyle hükümleri çıkarmaktır.Hükmü çıkarmakta hatta etse dahi, ictihadı isabetli olur, yani doğru olur; Şâri’ onun hatasını sevaba çevirir.Binaenaleyh ictihad,dördüncü beşinci asırdan sonra çıkmış bir bid’at değildir.Bilakis ashab zamanında da mevcuddu.

Şübehsiz ashabın büyükleri, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in huzurunda dahi sözünden hüküm çıkarıp ictihadlarını beyan ettiklerinde, isabetli olduğu takdirde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve selem kabul ederdi. Nitekim Müslim ve Buhârî’nin ittifakla tahric ettikleri Ebî Katâde’den gelen bir hadiste muşarûn ileyh şöyle anlatmıştır:

Bizler Huneyn muharebesinde savaştık.İki ordu karşılaşınca Müslümanlarda bir bozgunluk oldu.Derken müşriklerden bir adam gördüm ki, Müslümanlardan bir zatı alt etmişti. Hemen arkasından yanına geldim ve boynunu vurdum. Ama üzerime dönerek beni öyle bir sıktı ki,bundan ölüm kokusunu duydum.Sonra can vererek beni bıraktı.Müteakiben Ömer bin Hattab’a yetiştim:

-Bu insanlara ne oldu?dedi. Ben de:
-Allah’ın emri.. dedim.Sonra cemaat döndüler. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de oturdu ve:

‘’Bir kimse birini öldürür de onun üzerine şahidi de bulunursa, öldürülenin üzerindeki eşyası onun olur.’’ Buyurdu.Bunun üzerine ben ayağı kalkarak:

-Bana kim şahidlik edecek? Dedim.Sonra oturdum.Sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem yine deminki gibi buyurdu.Ben hemen kalkarak:

Bana kim şahidlik edecek? Dedim ve oturdum.Sonra Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem o sözü üçüncü defa tekrarladı.Ben yine kalktım.Fakat Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

‘’Sana ne oldu ya Ebâ Katâde?’’ diye sordu.Ben de kıssayı kendisine anlattım.Derken cemaatten bir adam:

-Doğru söyledi ya Rasûlallah.Bu öldürülenin üzerindeki eşyası bendedir; hakkından dolayı Ebû Katâde’yi razı ediver.. dedi.Ebû Bekr Sıddîk ise:

-Hayır vallahi.Bu olamaz.Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem,Allah ve Rasûlü’nun yolunda savaşan Allah arslanlarından bir arslanın hakkını vermeyerek onun eşyasını sana vermez.. dedi. Artık Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:

‘’Doğru söyledi.Bunu ona ver.’’ Buyurdu.

İşte görüldüğü gibi Ebû Bekr Sıddîk radıyallahu anh ‘’Bir kimse birini öldürür de onun üzerinde şahidi de bulunursa, öldürülenin üzerindeki eşyası onun olur.’’ Mealindeki Peygamberin sözünü işitip, ictihad edince, Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘’Doğru söyledi.Bunu ona ver.’’buyurmakla onu tasdîk etmiştir.Binaenaleyh ictihad bid’at değil, Şâri’ tarafından emredilmiştir.Nitekim başka hadislerden bu da anlaşılmıştır.

Buraya işareten İbrahim Hakkı Hazretleri ıstılâhî tarif üzere şöyle dedi:

(94)

Delîle müctehid evvel bakıb eyler isâbet hak
Ve sonra muhkeme bakıb hatâsın afveder Allah

Müctehidin bir önceki delile bakarak hüküm etmesinden sonra,
Muhkem bir delili görüp yeniden hüküm etmesi halinde Allah Teâlâ önceki hatasını afuv eder..

Müslüm ve Buhârî’nin de tahric ettikleri Amr bin As’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‘’Hâkim bütün gücünü harcayarak hükmettiği zaman (görüşü) hakka isabet ederse ona iki sevab vardır.Hâkim bütün gücünü harcadığı halde hüküm ettiği zaman (görüşü) hakka isabet etmezse bir sevab vardır.’’ Yani hatası afuv olur.

Müctehid ayet ve hadîsin manasını anlamak için var gücünü harcar.Sonra ayet ve hadisten hüküm çıkarır.Bir müctehidin daha muhken bir delili bulup da yeniden hükmetmesi halinde, önceki hatası afuv olduğu gibi;aynı delile bakarak birbirinin hilâfına hüküm çıkaran iki müctehidden hangisinin fikri hakka isabetli ise, o iki sevab, fikri isabet etmeyen bir sevab kazanır, yani hatası afuv olur.

İmam Gazâli: <<İctihadın iki şartı vardır:Birincisi, şer’î meseleleri tamamıyla idrak etmektir.Bu takdirde müctehid, takdîmi gerekli olan ilimleri takdim, tehiri gerekli olan ilimleri tehir etmeye mecburdur. İkinci şartı, âdil olmasıdır. Adaleti engelleyen herhangibir günahtan sakınması gerekir.Bu şart,gayrın kendisine itimad etmesi içindir.Zira âdil olmayan bir kimsenin fetvası, gayrı hakkında kabul edilmez.Binaen aleyh ictihadda adalet şatı, gayrın kabul etmesi içindir.Amma birinci şart öyle değildir; yani ictihad edeceği meselede şeraitin, doğrusu ayet ve hadîsin derinliklerine müctehidin vâkıf olması gerekir.>> demiştir.

İmam Gazâli’nin bu ibaresine vâkıf olanlar, ayet ve hadîsin derinliklerine vukûfun kolay olduğunu zannederler.Halbuki iş böyle değildir.Nitekim el-Matâlib-un-Nefîse’nin şerhi Keşf-ul-Esrar’da bu husus uzun uzadı ele alınmıştır.

İmam Beğavî müctehidin beş ilimde bilgin olmasının şart olduğunu söylemiştir:

a)Allah Teâlâ’nın kitabına aid olan ilimleri bilmesidir.

b)Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetine,yani hadislere aid olan ilimleri bilmesidir.

c)Kendisinden önceki ulemânın ittifak veya ihtilaf ettikleri meseleleri bilmesidir.

d)Arabî lugata vukûfudur.Mesela sarf,nahuv,meâni ve belağat gibi ilimleri bilmesidir.

e)Kıyas ilimlerini yani Kitab ve Sünnetten hükmü çıkarma usullerini bilmesidir.Binaenaleyh müctehidin.nâsih ve mensuh ilmini,mücmel ve mufassal, âmm ve has; muhkem ve müteşabih, kerahat ve tahrim yahud ibaha, nebid ve vücub yollarını bilmesi vacibdir.Aynı zamanda bunlar hadis ilminde de şarttır.

Ayrıca hadis ilminde, sahîhi,zayıfı,müsnedi,mürseli bilmek; Sünneti Kitabla,Kitabı Sünnetle karşı karşıya getirmek de gerekir.Bunsuz ictihad imkansızdır.

Bu itibarla ictihadın yahud müctehidlerin ayrı ayrı mertebleri vardır:

1-İbnu Âbidîn’in de Redd-i Muhtar’da tasrih ettiği üzere, ayet ve hadiste ictihad edenlerdir; dört imam gibi. Yukarıda bahsedilen şartlar, bu tabaka hakkındadır.Bunlara müctehid-i mutlak ve müctehid-i müstakil denilir.

2-Müctehid-i gayrı müstakildir. Yukarıda sayılan şartlar kendilerinde mevcud olduğu halde,vasıtasız ayet ve hadisten hüküm çıkarmaksızın, imamlarının kendilerine tayin ettikleri usul ölçüleriyle, mezheb sahibinin sözünde ictihad ederek hüküm çıkaranlardır.Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer; Mâlikîlerden İbn-ul-Kâsım,Eşheb,Esed bin el-Ferat; Şafiîlerden Buveytî, Müzenî; Hanbelîlerden Ebû Bekr el-Esrem, Ebû Bekr el-Mervezî gibi zevat bu tabakadandır.Bunlara,müctehidun filmezheb denilir.Usul kaidelerinde bunlar, kendi imamlarına taklid ettikleri,bazı fürû’ hükümlerde kendi imamlarına muhalefet edebilirler.

Ehli Sünnet velCemaatin kısm-i a’zamîsinin ittifakıyla bu müctehidler, üçüncü asırdan itibaren görülmemişlerdir.

3-Mukayyed müctehidlerdir. Bunlar kendi mezheb imamlarından açık bir hüküm görmedikleri takdirde,önceki tabakaların usulleri üzere meselenin hükmünü çıkaranlardır.Bunlara, müctehidun filmesâil yahud ashâb-ı tahric denilir. Hanefîlerden Hassaf, Tahâvî, Kerhî, Hulvânî, Serahsî, Pezdevî, Kâdı Han; Mâlikîlerden Ebherî, ;bnu Ebî Zeyde el-Kayrevânî; Şafiîlerden Ebû İshak eş-Şîrâzî, Mervezî, Muhammed bin Cerîr, İbnu Huzeyme,; Hanbelîlerden Kâdı Ebû Ya’lâ, Kâdı Ebû Ali bin Ebî Mûsa gibi ulema,bu tabakadandır.Bunlara, ashâb-ı vücuh da denilir.Kendilerinden önceki imamların açıklık getirmediği bir meselede, onların usul kaideleriyle meseleyi çıkarırlar; yahud da görüşlerini beyan ederler.

4-Ashâb-ı tercihtir.Bu tabakada olan müctehidler de, kendi imamının yahud imamının talebelerinden birinin yahud da kendi mezheb imamından başka imamın rivayetini tercih eden ulemâdır.Hanefîlerden Kudûrî, Merğınânî; Mâlikîlerden Allâme Halil; Şafiîlerden Rafiî, Nevevî; Hanbelîlerden Kâdı Alâaddin gibi âlimlerdir.

5-Fetvâda ictihad edenlerdir.Yani mezhebde açık veya kapalı, kavî veyahud zayıf, râcih veya mecruh görüşleri birbirinden tefrik etmeye güç bulan ulemâdır.Bunlara, ashâb-ul-mutûn denilir.Hanefîlerden Kenz’in sahibi ve Dürr-ü Muhtar’ın müellifi gibi.; Şafiîlerden Nevevî gibi.

6-Bunların arkasına giden ve yukarıdaki tahriclere güç bulamayan ulemâdır.

İbnu abidin bunu Redd-i Muhtar’da izah ettiği gibi, Şerh-ur-Risâlet-il-Müsemmâ bi Ukûd-i Resm-il-Müftî adlı risâlesinde de ayrıca izah etmiştir.

Şimdi münakaşa buradan başlar.Mezhebe tâbi’ olanlar ve olmayanlar arasında,uzun münakaşalar olmuştur.Bir kısım ehli ilim, doğrusu Ehli Sünnet velCemaat, yukarıdaki gibi izah edilen dört mezheb imam ve tâbi’-lerine ittibâın vacib olduğuna kâil oldular.Bunlara göre birinci ve ikinci mertebede müctehid kalmamıştır.Onun için dört mezhebden birine taklid vacibdir.Nitekim Şah Veliyullah Dehlevî, el-Ikd-ul-Cîd adlı risâlesinde diyor ki:

<<Dört mezhebe tâbi’ olmakta büyük maslahat vardır; dört mezhebden yüz çevirmekte büyük mefsedet vardır. Onları şu vecihlerle beyan ederiz:

Birincisi, ümmet şeraitin bilinmesi hususunda dört imam ve tâbi’lerine itimad ettiler.Dört mezheb âlimleri yani tâbiîn ve tebei tâbiîn, ashâb-ı kirâma itimad ettiler.Böylece her sonra gelen ulemâ,sonraki gelen ulemâya dayanarak itimad ettiler.Çünkü şeriat, nakil ve istinbattan başkasıyla bilinmez. Nakil ise sened ile önceki tabakadan alınmasından başkasıyla yerli yerinde olmaz. İstinbat hususunda önceki mezhebleri bilmek şarttır.Nitekim sanat erbabından her biri, kendisinden öncekisine dayanmaktadır. …

İkincisi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ‘’Sivâd-i a’zam’a tâbi olun’’ buyurmuştur.Bu dört mezhebden başka mezhebler, münderis olunca; bu dört nezhebe ittibâ’, sivâd-ı a’zama ittibâ’ sayılmaktadır.Bu takdirde bu dört mezhebden çıkmak,sivâd-ı a’zamdan çıkmak demektir.

Üçüncüsü, zaman uzayınca ve kaynaklar uzaklaşınca, emanetler zayi olunca, haliyle hevâ ve heveslerine tâbi’ olan müftîlerin, zülum ve cefaya başvuran hükümdarların ve ulemâisûin sözlerine itimad etmek caiz değildir.Aksi takdirde bunlar sözlerini eminlik, diyanet, sıdkla şöhret bulmuş, salih olan Selefe isnad edeceklerdir.Aynı zamanda ictihad derecesine ulaşıp ulaşmadığını bilmediğimiz kimselere, tahric ettikleri hükümlerin Selefe dayanıp dayanmadığını bilmediğimiz sözlere de ittibâ’ caiz değildir.Nitekim bu manada Ömer radıyallahu anh şöyle demiştir: ‘’ Kitabla mücadele eden münafık İslamı yıkar.’’ Yine İbnu Mes’ûd radıyallahu anh:’’ Kim birisine tâbi’ olmak isterse, öncekilere (ashaba) tâbi’ olsun.’’

Demiştir.Binaenaleyh İbnu Hazm’ın: Peygamberden başkasına taklid haramdır, demesi merduddur.



İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür

Devamını Oku »