Bursa Nutku Davasında ki Üzüntülerimiz

Bursa Nutku 1960’ların ikinci yarısında adli bir davaya konu olmuştu.Davayı açan Bornova Savcısı rahmetli Ali Osman Kırkyaşaroğlu’nun oğlu Atakan Bey,ailesinin vaktiyle yaşadığı sıkıntıları Derin Tarihe anlattı.

Hukukçular arasında bile' tartışmalar başlamış, konu siyaset alanımı taşınmıştı. Pek tabii ki siyasetçilerle birlikte basan da da­vaya çok büyük önem vermiş, sol ve sag görüşlü basın haberlerinde, yorum ve gö­rüşlerinde tartışmalar, suçlamalar yapılmaya başlanmıştı. Görevini kamu adına yapmakla mükellef olan bir savcıyı suç unsuru taşıdığı sabit bir bildiri hakkında iddianame hazırladı diye adeta linç etmeye çalışmışlardı.

Rahmetli babamın özel yaşamım didik didik etmeye başlayan sol basın, akla hayale gelmeyecek senaıyolar ürermiş, ne yazık ki CHP yanlısı avu­katlar, gazeteciler dedikodu haberle-riyle hem babamı, hem de ailemizi yıpratmışlardı. Özellikle Cumhuriyet, Akşam ve Demokrat İzmir gazeteleri babamı zor duruma sokmak ve canın­dan bezdirmek İçin entrikalar içinde oluşturdukları yalan yanlış haber ve yorumları halka yayıyorlardı. Akşam gazetesi köşe yazarlarından Çetin Altan, babamı suçlayıp hakarete varan ifadelerle tahkir etmeye başlamıştı. O tarihlerde hemen her gün babamla ilgili haberleri gazetelerin birinci sayfalarında görüyorduk.Tabii ki solcu basın babamın aleyhinde yayın yaparken,sağcı basın takdir eden ve öven ifadeler kullanıyordu.                     -

Şu hususu özellikle vurgulamak istiyorum ki. sol görüşlü basının haberleri, Çetin Âltan ‘ın köşe yazıları, ‘Cumhuriyet, Milliyet ve Demokrat İzmir gazetelerınin yanlı tutumları rahmetli babamı ve ailesi olarak bizleri çok üzmüştü.Oldukça yıpranmıştık

Ardından dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in 1966 Yargı Yılı açış konuşmasında solcu kesimin görüşleri doğrultusunda ifadeler kullanması üzüntümüzü arttıran, adeta yaramıza tuz biber eken bir gelişme olmuştu. Babam sırf bu davayı açtı diye faşistlikle suçlandı. Türlü hakaret ve suç­lamalara maruz kaldı. Bu nedenle za­manla sağlığı olumsuz etkilendi.

Düşünün, Anadolu’nun göbe­ğinde, küçük bir kasabada çok zor şartlarda eğitimini sürdüren, bezir çırasıyla derslerini çalışıp Kayseri li­sesi’nden mezun olan, sonra da Anka­ra’da önce DTCF Felsefe bölümünde, ardından Ankara Hukuk Fakültesi’nde okuyup kamın adamı seviyesine ulaşan bir savcıyı, sırf vazifesini yaptı diye ‘‘faşist“ diye damgalamışlardu

Ne yazık ki bu sevimsiz adilimi atanlar, sol basın ve destekçisi CHP olmuştu. Böylesine acımasız böylesine vicdan duygularından uzak bir olguyu kabul etmemiş ve boyun eğmemiz düşünülemezdi. Babamla ailesi olarak bizler asla pes etmedik.Mücadelemizde dimdik ayakta durduk. Rahmetli babacığımın engin ve kutsal mirasına inançla sahip çıkarak…

Derin Tarih
Devamını Oku »

9 Soruda Sevr Antlaşması

sevr-antlasmasi-harita

1-Sevr taslağı Osmanlı Heyeti'ne verildiğinde heyetin tepkisi ne oldu?

Sevr Barış Antlaşması taslağı 11 Mayıs 1920’de Paris’te Ahmed Tevfik Paşa başkanlığındaki Osmanlı Heyeti’ne törenle sunuldu. Fransa Başbakanı Alexandre Millerand törende yapmış olduğu konuşmada “Osmanlı Devleti’nin 1914’te girdiği savaşta İtilaf Devletleri için savaşın birkaç sene daha uzamasına sebep olduğu, böyle bir duruma tekrar sebebiyet verilmemesi için müttefiklerin ‘tedâbir-i mües-sire’ye (etkili tedbirlere) başvurduğunu” söyleyerek OsmanlI’nın suçunu ortaya koymuş oldu.

Barış şartlarına Tevfik Paşa’nm ilk tepkisi “uygulanamaz” olduğu yönünde idi. Ayrıca İstanbul’a gönderdiği 12 Mayıs tarihli telgrafında bu şartların “istiklal ve hatta devlet mefhumlariyle kabil-i telif” edilemeyeceğini (bağımsızlık, hatta devlet kavramlarıyla uzlaştırılmasmm mümkün olmayacağını) belirtti. Bununla yetinmeyen Tevfik Paşa, 17 Mayıs’ta Damat Ferid Paşa’ya gönderdiği mektupta “Teklif edilen şerâit-i sulhi-ye (barış şartları) Devlet-i Aliyyenin inhilâlinden (yıkılmasından) ve zat-ı hazret-i Padişahînin hukuk-ı mukad-deselerinin (kutsal haklarının) imhasından başka bir şeyi tazammun etmediğinden (içermediğinden) mev-cudiyet-i devletin temin-i muhafazası (devletin varlığının korunması) mu(devletin varlığının korunması) mua-hedename (antlaşma metni) ahkâm-ı esasiyenin (asıl hükümlerin) bilkülli- ye (tamamen) tadiline (değiştirmeye) mütevakkıfdır (bağhdır)” diye yazdı. Paşa’ya göre bu barış şartlarının aynen kabulü Osmanlı Devleti’nin var olabilmesi için imkânsızdı ve tamamen değiştirilmesi gerekliydi.

2-Bu barış taslağına Osmanlı Hükümeti’nin tepkisi ne oldu?

Taslağa Osmanlı Devletinin ilk resmî tepkisi, 25 Haziran 1920’de, Paris’te İtilaf Devletleri temsilcilerinden oluşan Onlar Konseyi’ne sundukları resmî muhtıradır. Baskın Oran’a göre bu muhtıra, hem üslup, hem öz, hem de güçlü hukuk bilgisi açısından oldukça içerikli/dolgun bir belgedir. İçeriği itibariyle “Lozan’ın öncülü Bir Onur Anıtı”dır. (Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, TTK Yay., Ank., 1999.)

Söz konusu muhtıra Tevfik Paşa’nm ilk haleli tepkisinde benimsenen görüşü savunmakta ve Sevr barış taslağının Osmanlı Devleti’ni bölmekten başka bir şey olmadığını belirtmektedir. Hatta muhtıraya göre bu taslak, “son derece haksız kesip biçme ve çekip alma işlemidir”. Bunda maksat, Osmanh Devleti’nden birtakım özerk ya da bağımsız siyasî birimler çıkarmak olup Kürdistan, Ermenistan, Hicaz, Suriye ve El-Cezire üzerindeki siyasî özlemlerdir.

Ancak bu muhtıranın, siyasî güç yoksunluğuna rağmen dile getirdiği bir görüş var ki, o da “işgale karşı direnç” fikridir. “12 milyonluk bir halkı öyle az bir zaman içinde ve kesinlikle barışta yok edebilmenin olanaklı (mümkün) olabileceğini hiç  kimse düşünemez” demek suretiyle Türk milletinin direnme düşüncesini güçlü ifadelerle ortaya konmuştur.

 3-Sultan Vahdeddin’ in herhangi bir tepkisi oldu mu?

Sultan Vahdeddin’in barış taslağıyla ilgili kamuoyuna yansıyan bir tepkisi mevcut değildir. Ancak İngiliz Devlet Arşivlerinden elde edilen bir belgeye göre 27 Mayıs 1920’de, İngiliz Kralı V. George’a hitaben gönderdiği telgrafta “Paris’te Türk murahhaslarına bildirilen barış şartlan tüm Türk halkını derin bir ıstıraba maruz bırakmıştır. İngiliz ve Osmanlı İmparatorlukları arasında var olan güçlü tarihî bağların ve İngiliz halkıyla kralının adalet ve insaf hislerine olan kesin güveni, bağımsız bir devlet ile uzlaşmayacak mahiyetteki anlaşma şartlarının hafifletilmesi için kralın müttefikler nezdinde girişimde bulunmasını, en azından Türkçe konuşan vilayetlerin taksim edilmekten kurtarılmasını istemeye cesaretlendirmiştir” diyerek Sevr barış şartlarının yumuşatılmasını istemiştir.(Metin Hülagu, Yurtsuz imparator Vahideddin, Timaş, İst. 2008, s. 46.) Diğer taraftan, sırdaşı Avni Paşa ile bir  görüşmesinde Sevr için “mecelle-i  mesâibdir (musibetlerle dolu antlaşma) fakat nakş-ı berâbdır (su üzerine yazılmıştır)” demiştir.

 4-Sevr Osmanlı Devleti tarafından resmen imzalandı mı?

Sevr Barış Antlaşması Ayan üyesi Hadi Paşa başkanlığında, Rıza Tevfik ve Bern Büyükelçisi Reşat Halis Bey’den meydana gelen bir heyet tarafından Osmanlı Devleti adına imzalamıştır.

 5-Sevr'in imzalanmasına Osmanlı basının tepkisi nasıl olmuştu?

Tabiatıyla Sevr’in imzalanması Osmanlı basınında da yankı buldu.Özellikle Vakit gazetesi imzadan iki gün sonra,12 ağustos 1920’de siyah çerçeve içinde ‘bugün milli matem günüdür’’ başlığıyla çıkmış,altına da,bilcümle islam ve türk müessesisatı (kurumlar) kapalı tutulacak, saat 13:00’de her türlü vasıta ile yas alameti olarak beş dakika duracaktır” diye yazılmıştır.

13 Ağustos’ta ikdam, “Dünkü Milli Matem Günü”, Alemdar ise “Dün En Acı Günümüzdü”, “Harb-i Umumi ile başlayan tarih devri henüz kapanmadı” sözleriyle çıktı. Peyam-ı Sabah gazetesi ise aynı gün, başyazarı Ali Kemal Bey’in “Hakiki Matem” başlıklı yazısını yayımladı. Burada Ali Kemal Bey Sevr Antlaşması’nm OsmanlI Devleti’nin 1. Dünya Savaşandaki yanlışlarının bedeli olduğunu belirtiyor, antlaşmanın uygulanması gerektiğini öne sürüyordu. İleri gazetesi de 14 Ağustos tarihli sayısında yayınlanan “Yeni Vazife” başlıklı başyazısında, hükümetin antlaşmayı imzalamakla üzerine bir vazife aldığını, bunun da antlaşmanın tatbiki olduğunu yazıyordu.

6-Sevr Osmanlı Meclisi tarafından onaylandı mı?

Hemen belirtelim ki, Osmanlı Anayasasının 7. maddesi gereğince Sevr Barış Antlaşmasının Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmesi gerekmekteydi. Oysa 5 Nisan 1920’de padişah iradesiyle feshedildiğinden ortada bir Meclis-i Mebusan mevcut değildi. Üstelik bir antlaşmanın onaysız uygulanması hem Osmanlı anayasa hem de uluslararası hukuka aykırı bir durumdu. Bundan dolayı Sevr onaylanmamıştır.

7-Osmanlı Padişahının onay konusunda tavrı neydi?

Bir kere Sultan Vahded- din’in tek başına Sevr’in onayla ması, Osmanlı anayasasına göre ne mümkün, ne de geçerlidir. Zaten Sultan da bunun farkındadır. Bu konudaki görüşleri, 1923 tarihli ünlü “Beyanname-i Hümayununda yazılıdır. Anlaşılan o ki Sultan Vahdeddin Sevr Antlaşması imzalanmış olsa bile onayı hususunda zaman kazanma eğilimindeydi ve bunu da “icabat-ı meşrutiyete” (meşrutiyetin gereklerine) uygun görüyordu:

“Mes’ele’nin kat’iyet kesbetmesi, Meclis-i Mebusan’ın kabulünden sonraki tasdikime mütevakkıf olduğunu ve hakk-u adaletle te’lif olunamayacak surette gayr-i tabiî olan böyle bir muahedenin devam ve te karrur edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsaid zamanın hulûlüne (girmesine) kadar vakit kazanmak tarikinde devam ile muahedenin hükümetçe kabulüne taraftar göründüm” (Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum Padişah Sultan Vahdeddin, Sebil Yay., İst. 2005, s. 255-256).

Kanaatimce Sultan Vahdeddin bir taraftan bunları düşünürken diğer taraftan da İngiliz Parlamentosu’nun 16 Ağustos-19 Ekim 1920 tarihleri arasında tatile gireceğini bilmekteydi. Nitekim İngiliz Dışişleri Bakam Lord Curzon da bu durumu İstanbul’daki Yüksek Komiseri Sir John de Robeck’e bildirmiş ve o tarihten önce antlaşmanın onaylanmasının mümkün olmadığını belirtmiştir,

8-Osmanlı hükümetlerinin Sevr'e karşı tavırları nasıldı?

Damat Ferid Paşa Sevr’in onaylanmasına taraftar görünmesine rağmen hem Anadolu’da gelişen Milli Mücadele hareketi, hem de uluslararası şartlar bunu engelliyordu. Hatta Ingilizler, çok geçmeden Mustafa Kemal Paşa ve onun hareketiyle uzlaşmadan Sevr’in onaylanmasının mümkün olmadığını anladılar. Bir yandan doğrudan temas kurmaya çalışırken, diğer taraftan da İstanbul’da Anadolu hareketiyle uyumlu bir hükümeti işbaşına geçirmeyi düşündüler. Bunu »anlayan Damat Ferid Paşa 16 Ekim 1920’de istifa etti.

Ertesi gün Sultan Vahdeddin’le görüşen İtilaf Devletleri temsilcileri, hükümetlerinden aldıkları talimata göre Anadolu ile uzlaşabilecek bir hükümet kurulmasını önerdiler. Bu amaçla 21 Ekim’de Ahmed Tevfik Paşa Hükümeti kuruldu. Ancak yeni hükümet onların beklentilerini ilk anda boşa çıkardı ve yayımladığı hükümet programında “Ülkede var olan ikiliği devlet vakan ve millet ile mütenasib şekilde bertaraf edecek millî varlığımızı korumak hükümetimizin ilk vazifesidir” dedi.

Bu gerçeğe rağmen İtilaf Devletleri temsilcileri 25 Ekim 1920’de yeni hükümete bir nota vererek Sevr Ant- laşması’nın bir an önce onaylanmasını istediler.

Buna karşılık Tevfik Paşa Hükümeti 5 Kasım 1920’de gönderdiği cevabî notasında hükümet ile milletin birlikte çalışması ve barış antlaşmasının anayasanın icaplarına uygun olarak onaylanması için Meclis-i Mebusan’ın toplanması gerektiğini bildirdi.

Artık İtilaf Devletleri için yapılacak tek iş, Sevr Barış Antlaşması’nda değişikliklere gitmekti. Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921) sonuçsuz da kalsa bunun ilk adımı olacaktı.

 9-Mustafa Kemal Paşa ve TBMM’nin tepkisi ne oldu?

Mustafa Kemal Paşa için Sevr Antlaşması “büyük bir suikasdm inhidamını (çöküşünü)” ifade eder. Tabii ki bunu “tarihte em¬sali na-mesbuk (gerçekleşmemiş) bir siyasî zafer eseridir” dediği Lozan kıyaslaması bağlamında yapmaktadır. Ancak Sevr-Lozan mukayesesi bir yana, ilgi çekici olan, Mustafa Kemal Paşa’nın “Sevr projesi”nden, Mond¬ros Mütarekesi’nden Lozana geçen süreçte Osmanlı Devleti’ne su-

nulan “dört barış projesinden biri” olarak söz etmesidir. Ayrıca bu banş projelerine “sulh teklifleri” adını veren Mustafa Kemal Paşa, Sevr projesi ! için “TBMM’ce bir zemin-i münakaşa (tartışma zemini) bile addedilmemiştir” diyerek olumsuz tavrını ortaya koymuştur (Kemal Atatürk, Nutuk,H, MEB, İst. 1987, s. 750, 767).

Bu olumsuz tavrında Mustafa Kemal Paşa yalnız değildir; 1. TBMM de aynı düşüncededir. Nitekim Sevr taslağıyla ilgili olarak 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey (Günsav) tarafından gönderilen telgrafın, BMM'nin 22 Mayıs 1920 tarihli taslağıyla ilgili olarak 56. Tümen Komutanı Albay Bekir Sami Bey (Günsav) tarafından gönderilen telgrafın, BMM’nin 22 Mayıs 1920 tarihli ikinci oturumunda okunmasından sonra Karahisar-Sahib milletvekili Nebil Efendi “Boşuna yorulmuşlar, Türkiye’yi yok diye idiler daha iyi ederlerdi” sözleriyle tepki göstermiştir. Aynı şekilde Erzurum milletvekili Necati Bey barış taslağını görünce Avrupa’dan öğrendikleri “efkar-ı insaniyye”nin (İnsanî fikirler) tamamen silindiğini söylemiş ve hukuktan, Wilson prensiplerinden, hürriyet ve istiklal düsturların¬dan bahsetmelerinin birer “maske” olduğunun anlaşıldığı vurgusunu yapmıştır. Konya milletvekili Refik ise Sevr taslağı için “ kizb-i mahz (mutlak yalan) olan iddia" derken. Alı Şükru Bey (Trabzon). Mustafa Necati Bey (Sanıhan). Hamdullah Suphi Bey (Antalya) gibi milletvekilleri ise bu barış taslağının kabul edilemezliğine dile getirmiştir.

Bundan başka 1. TBMM, Sevr taslağının maddelerini görünce 7 Haziran 1920 tarihli bir kanunla 16 Mart 1920’den bu yana İstanbul hü-kümetlerinin imzalayacakları hiçbir antlaşmayı kabul etmeyeceklerini, geçersiz sayacaklarını ilan etmiştir.

Sözün kısası Sevr, onaylanmamış ve bundan dolayı da proje hükmünde kalmış bir barış antlaş-masıdır. Hatta Mustafa Kemal Paşa'ya göre işin başından itibaren Osmanlı Devletine sunulan bir barış projesidir. Damat Ferid Paşa hariç tutulursa, İstanbul ve Anadolu bu antlaşmanın hükümsüz kalması için elinden geleni yapmış ve hiçbir İstanbul Hükümeti, Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığını sona erdirecek böyle bir antlaşmayı onaylamamıştır. Buna Sultan Vahdeddin de dahildir.

Sevr onaylanmamış, kadük kalmış bir barış antlaşması... Hal böyleyken Sevr’e bakarak Lozan barışına övgüler düzmek doğru değildir. Çünkü Sevr, deyim yerindeyse “sıfır” noktasıdır ve ölçüt olamaz.

Sevr 1. Dünya Savaşı sonrası ku-rulmaya çalışılan yeni uluslararası düzen çerçevesinde okunmalı ve İtilaf Devletlerinin -Batılı Devletlerin- belli ölçüde bugün de geçerli olan Türkiye hakkmdaki siyasî emelleri/ projeleri anlaşılmaya çalışılmalıdır.

Aksi halde ideolojik karşıtlık üzerinden tarih okumaları yapmak hiç kimseye bir şey kazandırmaz.

Derin Tarih
Devamını Oku »

Musiki Devrimi mi, Devrim Musikisi mi?

İstiklâl Savaşı’nın zaferle neticelenmesinden sonra başlayan inkılâp hareketlerinin hedefi, “Batılılaşmak” idi. Batılılaşmak, bir zamanlar “muasır medeniyet seviyesine çıkmak“ sayılıyordu; şimdi ise, “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak“ oldu.

Adı ve tarifi ne olursa olsun, daha düne kadar boğazlaşmış olduğumuz bir dünyaya yamanmak ve yaslanmak için can atıyorduk ve buna Batılılaşmak diyorduk.

Cumhuriyetin ilk devirlerinde, her şeyimiz gibi, musikîmiz de batılılaştırılmak istendi. Hattâ “musikî devrimi'ne hususî bir ehemmiyet verildiği bile söylenecek kadar hızlı gelişmeler görüldü.

Musikîdeki değişikliklere niçin bu kadar önem verilmiş olabilir?

Bu sorunun cevabı zor değildir. Çünkü insanın iç âlemini değiştirecek en köklü yenilikler dinde ve musikîde yapılabilirdi. Kalp ve ruha nüfuz eden dini ve musikîyi değiştirmeden insanı değiştirmek imkânsızdı.

Mustafa Kemal Paşa bu gerçeği çok iyi biliyordu. Bu bakımdandır ki, dinde laiklik, musikîde de Batı'ya dönüş hareketi, Cumhuriyet tarihimiz boyunca kesin ve katı tatbikatlar gördü.

Esasen Paşa, daha 1928’lerde Batı Musıkîsi'nin Şark Musikîsi dediği yerli müzikten çok üstün olduğunu ifade etmişti. İstanbul'da, Gülhane Parkı’nda yapılan açık hava toplantısında, her iki musikîden de parçalar çaldırdıktan sonra şöyle konuşmuştu :

“— Benim Türk hissiyatım üzerinde artık bu musikî, bu basit musikî Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez.

Şimdi karşıda medenî dünyanın musikîsi de işitildi. Bu âna kadar Şark musikîsi denilen terennümler karşısında kansız gibi görünen halk derhal harekete ve faaliyete geçti.“

1934 yılında, Meclis’i açış nutkunda ise şöyle konuşuyordu :

Bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikîde değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün acuna dinletmeye yeltenilen musikî bizim değildir. Yüz ağartacak değerde olmaktan çok uzaktır. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak onları bir gün önce genel son musıkî kurallarına göre işlemek gerektir.

Ancak bu düzeyde Türk Ulusal musikîsi yükselebilir, evrensel musikîde yerini alabilir.

Demek oluyor ki, Mustafa Kemal, milletin değişip, değişmediğini anlamak için musikîyi ölçü kabul etmektedir. Batı müziği dinleniyor ve benimseniyorsa, Cemiyet Batılılaşmış sayılacaktır.

Bu neticeye ulaşabilmek için de Türk musikîsinin son musikî kaidelerine göre yeniden düzenlenmesi, değiştirilmesi gerekmekte... İşte bu arzu ile, 1934 yılının Ocak ayında yapılan bir toplantıda, “Ankara Devlet Konservatuarı” ile, “Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü"nün kurulması kararlaştırılmıştır. Bu toplantıya katılanlara zamanın Millî Eğitim Bakam’nın imzasiyle gönderilmiş olan çağrı mektubunda kısaca şöyle deniyordu :

Ulu Reisicumhurumuzun işaretleri üzerine, yeni hız alan müzik devrimimizin temel dâvâsı, yurdumuzda ulusal müziğin kurulması ve ilerlemesidir. Bu büyük ilkeye varmak için tutulacak yollar, yapılacak şeyler vardır...”

Tutulacak yollar tutulmuş ve yapılacak şeyler de yapılmıştı. An’anevî yerli musikînin pabucu dama atılmış, kurulan müesseseler tamamiyle Batı musikîsine dönmüştü.

Dışarıdan dâvet edilen sanat adamları, ‘'Türkiye’nin ileri müzik sanatına önem veren bir ülke” olduğunu söylemeye başlamışlardı.

Hattâ bunlardan “Hans von Benda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla yönettiği bir konserden sonra, zamanın Millî Eğitim Bakam’na şöyle demiştir :

“— Türkiye, bu çalışmalarıyla, büyük bir bunalım ge-çirmekte olan Batı uygarlığının savunulması sorumluluğunu da üzerine almış oluyor...”

Bu bir takdir mi, yoksa kraldan fazla olan kralcıhğımızla bir alay mı idi, bilinmez.

Acaba niçin, “Mustafa Kemal, Türk musikîsinin artık garp musikî ve kültürü ile gelişeceğine inanmıştı”?

Ve neden radyoda, “Türk müziği yayınlarını durdurttuğu, yalnız halk türküleri ve klâsik batı müziği yayınları yaptırttığı doğrudur.”?

Bu soruların cevabı daha önceki izahlarımızdan anla-şılmakta ise de; Mustafa Kemal Pâşa’ya, bir çok bakımlardan olduğu gibi, bu konuda da ışık tutmuş ve yol göstermiş fikri ve temsilcisini tesbit bakımından Doç. Dr. A. Taneri'nin isabetli teşhisini dinleyelim :

“— Ziya Gökalp, müziğimizi «şark» ve «halk» gibi, isabetli olmayan bir şekilde ikiye ayırmış ve «şark» olarak tanımladığı Türk Sanat Musıkîsi'ni, Bizans asıllı zannetmek hatasına düşmüştür.

Bu hata, gerek Gökalp, gerek Atatürk’ün ölümlerinden sonra, Arel tarafından düzeltilmiştir. Bu durumda, Atatürk'ün de, şimdi olduğu gibi, o zaman da fikir hayatına hâkim olan Ziya Gökalp'tan ilham alarak millî musikîmizi yabancı menşeli olarak kabullendiği ve bunun sonucu, ona cephe aldığı söylenebilir.”

Bülent Ecevit’e göre ise, devrimleri gerçekleştirecek sihirli değnek, orkestra şefinin değneğidir. Atatürk, kendi sofrasında alaturka müzik dinlediği halde, devrimleri yerleştirmek için Batı müziğini dinletmiştir. Oldukça enteresan tesbitler ihtiva eden bu görüşlerin bir bölümü şöyledir:

‘— Geriliğin demagogları ne derlerse desinler, Atatürk’ün kendi sofrasında alaturka müzik dinlemesini ne kadar kalkan gibi kullanmaya kalkarlarsa kalksınlar, herkesin bildiği bir gerçek vardır. Atatürk, devlet radyosundan alaturka müziği kaldırmış olan insandır.

O, alaturka müziğin, bu ağlayıp sızlanma, bu gevşeklik, bu tembellik müziğinin Türkiye’de yerleştirmeye çalıştığı yeni ve dinamik hayat tarzı, devrimci hayat tarzı için ancak bir afyon olabileceğini herkesten iyi biliyordu.

Devrimci ve dinamik olabilmek için, bu milletin batı müziğini dinlemesi gerektiğini anlamış, Türkiye’de devrimleri en kısa yoldan tutunduracak sihirli değneğin, orkestra şefinin değneği olduğunu sezmişti.

Bu memlekette hâlâ alaturka müziği yaşatmak, batı müziğinin zevkinin bir an önce yerleşmesini kösteklemek isteyenler Atatürk devrimlerine bağlılık iddiasında bulunan namazlar.”

Yarım asırdan beri yürütülen ve devlet eliyle desteklenen bu “müzik devrimi” başarıya ulaşmış mıdır? Her- şeyden önce, kendi musikî geleneğimizden kopmanın zararları iyice anlaşıldığı için, iki yıldan beri, “Türk musikîsi devletin himayesine girmiş ve yeni bir haysiyet kazanmıştır.”

Bilinmesi gereken ikinci husus da, musikîmizin, her türlü baltalamaya rağmen devam ettiği, sun’î zorlamaları dikkate şayan bir kolaylıkla aştığıdır. Bu ilgi çekici noktayı Yahya Kemal merhum ne güzel açıklar :

“— Eski müesseseler birer birer yıküdıktan sonra, yavaş yavaş soyunduk. Eski kisvemizi attık. Destarın yerine başka bir serpuş, papucun yerine baçka bir çarşının ayakkabısını, bol esvap yerine başka bir makastan çıkan dar bir esvap giydik.

Türk çarşısı söndü. Bütün bu değişiklik silsilesi saymakla bitip tükenir mi? Tepeden tırnağa, içimizden dışımıza kadar muttasıl değiştik.

Buna, hayat mânâsını ima eden bir kelimeyle «teceddüd» diyorduk. Halbuki bu, bir heyetin ölümüydü. Bu tedrici ölümde eski sanatlar birer birer kay-boluyor.

Yalnız bir dereceye kadar şiir ve dikkat edilmeye çok şayan, bir kudretle musikî devam ediyor. Acaba Türk medeniyetinin en canlı cüz’ü musikî miydi?

Alafranga musikî kulaklarımızda, hâlâ bir türlü onun yerini tutmadı. Nitekim garp musikîsinin ayrılığım henüz kabul ettiğimiz için «alafranga musikî» diyoruz.”

Vehbi Vakkasoğlu
Devamını Oku »

Uydurukça

İki İnsanın karşılıklı »ulaşabilmeleri için ilk temel şart,ortak bir lisan konuşmalarıdır. Zamanımızda(1978) gerek «Öz-türkçe imalâthaneleri», gerekse «Oztürkçe imalâtçıları»nın gayretleri neticesinde baba ile oğul, karı ile koca, genç ile ihtiyar, hoca ile talebe, usta ile çırağın anlaşmalarına imkân kalmamıştır. Tarihimizle, milletimizle, evimizle, ananemizle aramız açılmıştır. Kendilerine göre «A-va-nak» vezninden «olanak» ve «sa-la-ta-lık» vezninden «olasılık», bize göre ise imkân ve ihtimal kalmamaktadır bü kopuntuyu dikmeye... Millet, radyosunu, televizyonunu, gazetesini, Hükümet, ricalinin «Demeç»lerini anlıyamamaktadır. Hele bu uydurukça kelimeleri gerekli gereksiz kullanma yarışı ayrı bir âlem... «Boğa» vezninden «doğa», «kansız» vezninden «yansız» ve daha saymakla bitmez nice cinayet... Hele bir tanesi var ki, tam uydurma: Bu «tilcik», «betik»... Yani sizin anlayacağınız, kitap... Bakm şimdi kitap kelimesi nasıl «betik» olacak? Kitap’ın aslı «kitab»dır. Bunu sağdan okursak, olur «Batik»... «A» harfini de «Türkçede kaim sesli ile başlayan kaim sesli ile biter, ince sesli ile başlayan ince sesli ile biter» kaidesine göre «e» yaparsak bizim «batik» olur «betik»... Kitaba da öztürkçede «betik» denir. Anladınız mı nasıl öztürkçe oldu? Eğer bu sağdan okuma «huy» haline gelirse, bizde bu «huy»u bunlara sağdan okur. «YUH!» deriz.

Yuh ervahına bu millî suikastı yürütenlerin!.«

Taha Özışık
Devamını Oku »

Nutuk: Büyük Müdafaaname veya İthamname

1926’da büyük temizlik gerçekleştirildikten yaklaşık bir sene sonra, 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 2. kongresi yapıldı. 1923’te resmen kurulan partinin kongresi nizamnamesinde (tüzüğünde) her yıl toplanmasına dair hüküm bulunmasına rağmen, toplanmamıştı. 1927 kongresinin 2. Kongre olarak ilânının sebebi, itibarî olarak Sivas Kogresi’nin ilk kongre sayılması idi!

Bu kongre. CHP ve Cumhuriyet tarihinde, tek parti idaresinin tanımlanması açısından büyük önem taşımaktadır. CHP tüzüğüne göre, kongrenin işlerinden biri de Genel Başkan seçmekti. 1927 yılına kadar, tüzüğe rağmen genel kurul toplanmamış, genel başkan da seçilmemişti. Parti, kurucular heyeti yönetimi ve genel başkanı tarafından yönetiliyordu. Bu kongrede seçim yapılacağına, tüzük hükmü değiştirildi. Tüzük değişikliği ile, partinin değişmez genel başkanının, partinin kurucusu olan Gazi olduğu hükme bağlandı. Böylece parti başkanı tüzük değişikliğiyle tayin edilmiş oldu! Tüzüğün ilk altı maddesinin hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği de hükme bağlanmış ve kongre genel başkan seçme yetkisinden ebediyyen vazgeçmişti!

Mustafa Kemal, bu kongre vesilesiyle meşhur nutkunu okudu. Milli Mücadeleden sonra, gerçek veya hayalî düşmanlara, rakiplerine karşı iç mücadeleyi de kazanmış, ipleri tamamen eline almış bir lider konumunda, olup bitenleri kendi zaviyesinden açıklayan uzun bir metinle kürsüdeydi.

Bu Nutuk, Türkiye cumhuriyeti tarihçilerinin en çok dayandıkları, atıfta bulundukları kaynak bir metindir. “Mustafa Kemal, Nutuk’da ve diğer dokümanlarda âdeta kendi tarihini kendisi yazmaktadır. Bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin meşruiyet tarihi olmaktadır. Mustafa Kemal’in devletin oluşumunda kendine verdiği merkezî yer, onun yapıp ettikleri kendisi tarafından ideoloji olarak adlandırılsın veya adlandırılmasın, tam bir ideoloji ortaya koymuştur. Halefeleri de bunu böyle, yani doğru anlamışlardır.”

Nutuk esas itibarıyla, 1919-1926 yıllan arasındaki dönemin Mustafa Kemal’in gözüyle, tanımlamalarıyla anlatılması ve bilhassa kendi rolünün ortaya konulması şeklinde temellendirilmiş bir metindir. Mustafa Kemal Millî Mücadele’yi anlatırken, Mücadele’nin diğer önemli aktörlerinin eleştirisini ön plana çıkarır. Millî Mücadele’de beraber yola çıktığı,iş ve kader birliği yaptığı arkadaşlarının çoğu hakkında isim zikrederek «önadlarda bulunur, hatta bazılarını zaman zaman ihanetle itham etmekten kaçınmaz. (Buna rağmen birkaç yıl sonra, bu şahıslardan bazılarını, Ali Fuat Paşa Refet Bele gibi, milletvekili olarak sistemin içinde almıştır).

Nutuk büyük temizlik harekatından (izmik Suikasdi dâvası) bir yıl sonra okunan bir metin olarak, 1926 daki fiillerin haklılığını isbat etmeye ağırlık vermektedir. E.J. Zürcher’e göre, Nutuk’u kaynak olarak kullanan tarihçi ve biyografi yazarlarının hiçbiri Nutuk’un bu niteliğinin farkında olmamışlardır.

Dönemin ünlü yazarlarından, Atatürk’ün Çankaya sofrası müdavimle-rinden F. Rıfkı Atay, tarihçileri hükümlerinde daha serbest bırakmak için M Kemal in bu Nutuk’u hiç yazmaması gerektiğini ifade etmektedir. Mustafa Kemal 1923-1925 dönemindeki hadiselere hayli geniş yer vermiş olmakla birlikte, İzmir Suikasdi’nden hemen hiç bahsetmemektedir. Suikast ve dâvalara Nutuk’un sonunda çok kısa bir pasajda ancak yer verilmektedir.*

Nutuk, M Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsuna çıkışını ve o sıradaki durumu tasviri ile başlar. Bu anlatımda Millî Mücadele’nin başlangıcı onun Samsun’a çıkışı olmaktadır. Oysa, Mücadele’nin ihmal edilmemesi gereken bir evveliyatı vardır. Mondros Mütarekesi 30 Ekim I918de imzalanmıştır. Bu tarihten itibaren yapılanları bir tarafa bırakalım, mağlubiyet ihtimali güçlenince, nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği üzerinde düşünülmüştür. Başkumandanlık, Harbiye Nezareti, Erkân-ı Harbiye (Genelkurmay) ve gizli teşkilat Teşkilat-ı Mahsusa tarafından belirli çalışmalar yapılmıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması, çıktıktan sonra sürdürülen çalışmalarla ilgili altyapı bu planlamanın dışında sayılamaz.

İzmir’in işgalinden itibaren ortaya çıkan mukavemet, Kuva-yı Milliye hareketi, elbette yok sayılamaz. Nitekim, Sivas Kongresi’nde Ali Fuat Paşa Kuva-yı Milliye Umum Kumandanı yapılmıştır.

Nutuk’taki tek aktörlü Millî Mücadele anlatımı, mücadelenin önde gelen şahsiyetleri tarafından haklı tenkitlere konu olmuştur. Kâzım Karabekir Nutuk’a cevap mahiyetinde İstiklâl Harbimizin Esasları isimli eserini yazmış, fakat kitap yayınlanmadan matbaada el konularak imha edilmiştir (1933). Kâzım Karabekir, daha sonra elindeki malzeme ile kitabı yeniden hazırlamış ve ancak ölümünden sonra, 1951’de yayınlanabilmiş ir. Paşa’nın vesikalara dayanan geniş hacimli İstiklâl Harbimiz 1 isimli kitabı da 1960’ta ilk defa yayınlandığında takibata uğramaktan kurtulamamıştır.

Kâzım Karabekir, 1942 yılında Ankara Üniversitesinin Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi bünyesinde kurulan Türk inkılâp Tarihi Enstitüsü’nün başkanı Enver Ziya Karal’ın Türkiye Cumhuriyeti Tarihi kitabına da itiraz etmiştir. Maarif Vekili Haşan Ali Yücel’in makamında 27 Mart 1945’te cereyan eden hadisede Kâzım Karabekir Paşa, Enver Ziya Karal’m yazdığı kitaba esas kaynak olarak ‘Nutuk’u almasını eleştirmiştir. Karabekir, Nutuk'un tarafgirane bir metin olduğunu, yakılan kırk kitabı içinde bulunan “Nutuk’un hata ve sevap cetveli”nde Nutuk’taki yanlışları tek tek gösterdiğini belirtmiş, inkılâp tarihinin seyrinde büyük rolü olan birçok şahsiyetin emeklerin yok sayıldığını vurgulamıştır.

Daha sonraki inkılâp/devrim tarihi kitaplarının anası olan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi'nin yazan Karal, Kâzım Karabekir’in eleştirilerine cevap verirken üzerinde durduğu iki nokta önemlidir. Birincisi, bu kitabın bir devlet tarihi olduğudur. Devlet tarihinde olaylar devlet başkanları etrafında toplanır. Bu bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Klasik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarının saymak mümkün değildir. Karal’ın, Karabekir’in tarih kritiğine yer verilmemesi itirazına cevabı da, ders kitabında tarih kritiğine yer verilmeyeceği şeklindedir!

Nutuk’un, Mustafa Kemal’in şahsî tarihi gibi algılanmasının gerçekçi temelleri var. Millî Mücadele’de, sadece Erzurum ve Sivas Kongreleri yapılmadı. Düşmanla karşı karşıya olan Batı Anadolu’da da çok sayıda kuruluş meydana getirildi, kongreler toplandı, düşmana sivil cevaplar,askerî cevaplar vermek için çaba sarfedildi. Nutuk’da bu konular üstünkörü geçilir. Bilhassa Balıkesir ve Alaşehir kongreleri önemlidir. Bunlardan bir cümle ile dahi bahsedilmez!

İlk Balıkesir Kongresi Erzurum’dan bir ay önce, 28 Haziran 1919’da toplanmış, Heyet-i Merkeziye reisliğine Hacim Muhiddin (Çarıklı) Bey seçilmiştir. Düzenlenmesinde Hacım Muhiddin Bey’in de, rolü olan Alaşehir Kongresi ise, 16 ağustosta başlamıştır. M. Kemal Paşa o sırada Erzurum'dadır ve İstanbul’u iknaya çalışmaktadır. Hacim Muhiddin Bey, Nutuk’u dinledikten sonra, “Kurtuluş savaşının gerçek tarihi yazıldığında bizim de bu tarihte yerimiz olacaktır. Hakkımız olan yeri alacağız” demiş.

Atatürkçülüğünü sık sık vurgulayan tarihçi Cemal Kutay, Millî Mücadele tarihinin Nutuk’un eksikleri tamamlayarak yazılmamasından ötürü tartışmaların sürdüğünü, kendisinin buna teşebbüs ettiğini fakat “yazdıklarım nedeniyle sonsuz bir münakaşa çıkmasından ve inandığımız kıymetlerin iflasa sürüklenmesinden endişe ettim. Atatürk’ün o kadar düşmanı var ki. Onlara malzeme vermek istemedim. Çünkü benim damarlarımı kesseniz Atatürk diye akar” diyerek vaz geçme sebebini açıklamaktadır.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Türbeden Mozoleye Anıtkabir

Anıtkabir’in mimarisine, büyüklüğüne, ihtişamına bakılarak anıtmezarı aşan bir yapı tasarlandığı görülebilmektedir. Esas mekânın ABD’nin ilk başkanı George Washington kabrinin örnek alındığı iddialarına hak verdirecek bir görünüşü vardır. Elbette Washington’un kabri Anıtkabir yanında hayli mütevazı bir yapıdır. Binanın tepesinde, yükseklik sağlayan Washington’un kabrindekine benzer çıkıntı gerçekleştirilemeyince, yapı Pantheon veya Partenon’a daha fazla benzemiştir. Pantheon, çok Tanrılı eski Yunanda Tanrıları adına yapılan tapınaktır.Sonradan,büyük şahsiyetlerin gömüldüğü binalar böyle anılmıştır.Fransızların pantheonu Saint enevieve adına inşa edilen kilisedir.İngilizlerin ise Westminster Abeyi(manastırı)dır.Merhum Sanat Tarihçimiz Celal Esat Arseven ‘Türklerde pantheon yapmak adet değildir’ diyor.

Anıtkabir mezar mimarimizin dışında başka bir geleneğe dayanan bir yapıdır.Türklerin mezar mimarisi ‘kümbet’ ve ‘türbe’ ile yüzyılımıza kadar gelmiş ve gerçekten ‘ölüm mimarisi’ olarak bütün dünyanın ilgisini kmiştir.Tarihimizde çok büyük şahsiyetler gelmiş geçmiş ve çok türbeler,anıtmezarlar,anıtkabirler yapılmıştır.Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’in Türkmenistan Merv’deki türbesi,Moğollar bütün gayretlerine rağmen yıkamadıkları için günümüze kadar gelmiştir.Orta Asyada Ahmed Yesevi’nin,Timur’un türbeleri ihtişamlarıyla dikkati çekerler.Anadolu’daki büyük türbeler,anıtmezarlar bilinmez değildir.

Bu noktadan bakılırsa, ölüm kültürü mezar-kültürü yönünden batıdan alacağımız bir şey yoktu. Niye buna rağmen Mozole ağır basmıştır? Anıtkabir inşa edilirken türbeler kapalı olduğu için mi? Belki de onlarla karışmasın diye “mozole” tercih edildi’

Anıtkabir neden bir “türbe" olmadı /.Çünkü türbe mabed-tapınak gibi tasarlanamaz. Türbe, faniler için yapılır, ölüm mimarisi her şeye rağmen, tevazu gerektirir. Devrinde cihan padişahı olarak anılan K. Süleyman’ın kabrinde bile bu hissettirilir.Türbelerde Huvelbaki/Sadece Allah kalıcıdır” ibaresi bir yerlere nakşedilmiştir.Türbe ziyareti, o faniye duayı, Fatihayı çağrıştırır Oysa., Maussolas ınki dahil bütün mozolelerde “ben ölmedim”, “o ölmedi-ölmez” edası hıssedılir Mısır'da Fravun mezarlarının bulunduğu ehramlar böyledır, Adıyaman da dağdaki Nemrut mezarı böyledir.

Şartnamede, binanın temsılıyeti açısından Atatürk'ün çok yönlü şahsiyetine dikkat çekilmektedir M Kemal Pasa nın asker kişiliği, devlet adamlığı ve siyasî kimliği, dünyaca malümdur. Fakat ilim adamı, büyük mütefekkir olduğu yönündeki ifadeler daha önceki yönleri yanında zikri gerekmeyecek şeylerdir.Fakat, bina bu tanımlara göre değil, asıl sona bırakılmış olan “yapıcı” ve “yaratıcı” kelimelerininin ifade alanına göre tasarlanmıştır. “Yapıcı” ve “yaratıcı” kelimeleri izaha muhtaçtır. Yapıcılık belki, bayındırlıkla ilgili bir kavramdır. Daha genel olarak bir yapıcılık sözkonusu olabilir, Peki “yaratıcılık"? Bunun izahı zordur.İşte Anıtkabir i bir kült merkezi olarak tasarlamanın asıl sebebi bu olmalıdır insanüstü, tanrısal bir kişilik soz konusudur. Ona lâyık yapı Örnekleri ancak geçmiş çağlarda tanrı veya yan tanrı addedilen kişilere atfedilen mutantan binalar olabilir...

Mustafa Kemal için Türk mimarisi esas alınarak bir yapı inşa edilse idi, elbette bu millî bir âbide olurdu. Fakat bu millî yapıdan kaçınılması için çok önemli bir sebep vardı: O zaman bir türbe yapılırdı ve bu İslâmî çağrıştırırdı! Bu da o zamanın yöneticilerinin laiklik anlayışına uymazdı!

 
“Anıtkabir”, şekil olarak olmasa da, muteva olarak bir “türbe”dir. Fakat türbe kelimesinin dinî-islâmı çağrışımından kaçınmak için resmen, pagan dönemlere ait bir adlandırma ile “mozole” denilmesi tercih edilmektedir. “Mozole”, Karya kıralı Mouseleus’un adından gelmektedir. Kısaca, bir dinî mekân adından kaçınılırken, başka bir dinî mekân adı seçilmiş olmaktadır.

 
İslâm’da türbeler kesinlikle ibadet yeri değildir. Fakat putperest dinlerde mezarlar, mozoleler ibadet yeridir. Çünkü orada mabud, ilah, “tanrı” yatar!
Objektif bir bakış, Anıtkabir'in böyle bir maksatla kullanıldığım kolaylıkla fark eder. Orada icra edilen fiiller, dikkatle incelenirse, huşu gerektiren dinî ritüellerden farksızdır.

Devasa alanın dışından içine girişin tâbi olduğu kurallar yanında, bir mezarı çok aşan geniş bir mekân olarak tasarlanmış bulunan asıl alan (harim) içinde de bir çok kaideler sözkonusudur. Mezarı temsil eden “katafalk”ın önünde çelenk konulmak için düzenlenmiş olan kısmın, eski putperest mabedlerin sunakları ile benzerliğini görmemek mümkün değildir.

 
“Mozole”de kurallara uygun olarak saygı duruşunda bulunan protokol, eskiden harimin içindeki kürsü üstünde olan, şimdi ise avludaki Misak-ı Milli kulesinde muhafaza edilen deftere hissiyatlarını, bir tanrıya arz-ı hal mahiyetinde yazar. Bunu ifade ederken asla abartmıyoruz: Pozitvist bir bakışla, Anıtkabir de icra edilen ritüellerin, hele de protokol defterine yazılanların izahı kesinlikle mümkün değildir.

Anıt mezarın adına inşa edildiği Atatürk’ün bu deftere yazılanlardan haberdar olması, hele hele gereğini yapması elbette mümkün değildir. Buna rağmen, bu deftere neden böyle ibareler yazılmaktadır?

 
Aslında Anıtkabir bir “devlet mabedi”dir ve buraya gelenler devlete bağlıklarını “dinî/kutsal” bir atmosferde ifade etmektedir ve deftere yazılan ibareler de devlete yazılmaktadır. Buradaki metinler Atatürk’e sadakatten çok devlete, devletin ideolojisine/dinine sadakat ifadesinden başka bir şey değildir.

Türkiye Devleti’nin 1928’den beri görünüşte dini yoktur. Bu yokluğun şeklen olduğunu söyleyebiliriz. Çünki,1928’e kadar “devlet dini” hükmünün bulunduğu Anayasa’nın 2. maddesi 1937 yılında “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere, “din”in yerine “ideoloji” konulmuştur. Dine yüklenen fonksiyon, ideolojiye yüklenmek istenmiştir. Islâmın beş şartının yerine, devletin altı oku ikame edilmiştir!

“Altı ok”un alelade bir Anayasa hükmü olmadığı görüşmeler sırasında sarfedilen sözlerden kolaylıkla çıkarılabilir. Bakın Anayasa Komisyonu başkanı, sonradan başbakan olan Şemseddin Günaltay ne söylüyor: “Bugün Anayasaya koyduğumuz bu ilkeler aleyhine hiç kimse her hangi bir düşünce açıklayamayacaktır. ”

Yine daha sonra başbakan olan Recep Peker’in görüşmeler sırasında söylediği şu söz nasıl yorumlanabilir: “Bu esaslar Meclis tarafından kabul edilince artık, sosyal, kültürel ve siyasal alanda hiçbir kişi ya da topluluk aykırı bir davranışta bulunmayacaktır! ”

Bu Anayasa hükmü bizzat koyanlar tarafından düpedüz nas, dogma olarak görülmektedir. Bu itibarla, mutlaka uyulması gerekmektedir, her hangi bir şekilde yorumlanması ve elbette değiştirilmesi mümkün değildir!
Türkiye’nin Cumhuriyet dönemindeki en büyük mimari yapısı (son yıllarda değişmemişse) Anıtkabir’dir. Pozitivist, müsbet bilimci Cumhuriyet’in en büyük yapısının bir mezar olması nasıl izah edilebilir?

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Onuncu Yıl Efsanesi

Gazi 19 Temmuz 1930’deki konuşmasından üç yıl sonra onuncu yıl kutlamaları sırasında yaptığı konuşmada, yani “Onuncu Yıl Nutku”nda Fethi Bey’e söylediklerinden tamamen başka şeyler söylemektedir. Bu nutuk Fethi Bey’e söylenenlere göre çok başka bir düzlemdedir; bu düzlem diğer düzlemle hiç bir şekilde kesişmez:

Türk Milleti!

Kurtuluş savaşına başladığımızın 15´inci yılındayız. Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.

Yurttaşlarım!

Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarane yürümesine borçluyuz.

Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.

Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.

Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.

Büyük Türk Milleti,

On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş doğacaktır.

[Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medenî beşeriyetten dileğim şudur:
Beni hatırlayınız.]

Türk milleti!

Ebediyete akıp giden her on senede, bu Büyük Millet bayramını daha
büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönül-
den dilerim.

Ne mutlu Türküm diyene!...

Üç yıl içinde ne değişmiştir, Türkiye’de ne gibi fevkalade gelişmeler yaşanmıştır ki Gazi tamamen başka bir düzlemde, muhtevada ve başka bir tonda konuşmaktadır?

1930-yılının sonu halktan beklenenden fazla ilgi gören danışıklı Serbest Fırka’nın kapatılması ve mürettep olduğu kuşkusu veren Menemen irtica olayı ile tamamlanmıştır.

1931 yılında Türk Tarih Kurumu kurulmuş (15 Nisan), milletvekili seçimi yapılmış (4 Mayıs), Gazi 3. defa cumhurbaşkanı seçilmiş ( 5 mayıs), Tarım bakanlığı kurulmuştur (30 aralık).

1932 yılında Samsun’da Krippel tarafından yapılan Atatürk heykeli açılmış (15 ocak), Osmanlı arşiv vesikaları Bulgaristan’a satılmış, Halkevleri kurulmuş (19 şubat), Milletler Cemiyeti’ne katılma karan verilmiş (9 Temmuz), Türk Dil Kurumu kurulmuş (12 Temmuz), Türkçe ezan genelgesi yayınlanmış (18 temmuz), Keriman Halis dünya güzeli seçilmiş (1 Ağustos), 1. Dil kurultayı toplanmıştır (26 Eylül).

1933 yılında Darülfünun yerine Üniversite kurulmuş (31 Mayıs)...

Bu süre içinde halkın hayatını etkileyebilecek önemli gelişme demiryolu şebekesinin genişletilmesi olmuştur.
Bu basit kronoloji, Cumhuriyet yönetiminin esaslı bir ideolojik kurumlaşma faaliyeti yürüttüğünden başka dikkate değer bir şey göstermemektedir. Tarih ve Dil kurumları, Halkevleri ve Üniversite ideolojik kurumlaşmanın temel kuruluşları olarak bu kısa süre içinde ortaya konulmuştur. Heykel yapımı ve türkçe ezan ise ideolojikleştirme faaliyetlerinin zincirleridir.

Darülfünun’dan Üniversite’ye geçiş, ilim yolunda atılan bir adım olarak görülebilir mi? Bunun aksini düşünmemizi gerektiren belirtiler var: En başta İnkılap Tarihi Dersleri. Üniversite kurulduğu yıl bu dersler verilmeye başlanmıştır. Bu derslerin Atatürk’ün yakın ilgisi ve kontrolü altında verildiği, ona yakın, partide ve hükümette yüksek görevlerde bulunmuş kişilere verdirildiği biliniyor. İlk inkılap tarihi dersi Maarif Vekili Yusuf Hikmet (Bayur) tarafından verilmiştir. Mahmut Esat Bozkurt (eski Adliye Vekili), Recep Peker (Parti genel sekreteri, muhtelif bakanlıklar yapmıştır) ve Yusuf Kemal Tengirşenk (eski Adliye vekili) bu dersi veren diğer önemli kişilerdir.

O sırada Çankaya Özel kaleminde çalışan Haldun Derin, “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir” cümlesinin İsmet Paşa’nın teklifi üzerine metne eklendiğini belirtiyor.

Gazi’nin, 10. Yıl Nutku da bu ideolojikleştirmenin göstergelerindendir. Gazi, konuşmasına Türk Milleti’nin “büyük bayramı”nı kutlayarak başlamaktadır. Büyük Türk Milleti’nin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindedir. Az zamanda çok ve büyük işler yapılmıştır. Burada bu büyük işlerin bir kaçının sıralanması beklenir. Gazi, en büyük iş olarak “temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti”ni gösterir. Muvaffakiyeti millletle değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkarâne yürümesine borçluyuzdur. “Türk kahramanlığı” ve “yüksek Türk kültürü” Cumhuriyet’ten sonra ortaya çıkmış olamaz. Eğer yüksek Türk kültürü Cumhuriyet öncesinden devralınmışsa, Cumhuriyet’ten sonra “kültür devrimi” neden yapılmıştır?

Gazi, başka büyük işlerden söz etmek yerine, “yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz” diye devam eder. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyeti vardır. Gazi burada, somut ve yurtdaşı doğrudan ilgilendiren hususlardan bahseder: “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız.” Bu iki vaad şeklindeki somut işden sonra yine soyut bir hedef gösterilir: “Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız”.

Gazi, konuşmasının ortasında geçmişi olumsuzlayan bir atıfda bulunmak ihtiyacını hisseder. Bu o dönemde çok başvurulan mevcudu olumlama/meşrulaştırma yöntemidir. Gazi sözlerine daha büyük işler başarılacağını söyleyerek devam eder. Muvaffakiyeti, Türk Milleti’nin karakterine, güçlükleri yenmesini bilmesine ve “Türk Milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu müsbet ilim”e bağlar. Burada “müsbet ilim”in zikredilmesine bilhassa ihtiyaç vardır, çünkü şimdiye kadar sıralanan özellikler müsbet bilimle izahı mümkün olmayan niteliklerdir.

Gazi, “müsbet ilim” kriterinden sonra tekrar manevi, soyut, irrasyonel hususlara döner. “Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk Milleti’nin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz ve çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür”. Bu ifadelerde, ilme bağlılık dışında tümüyle rasyonel hiç bir unsur yer almamaktadır. Bütün konuşması boyunca keskin bir milliyetcilik görüşü ifade eden Gazi, küçük bir paragrafla konuyu evrensel bir zemine oturtmaya çalışır: “Türk Milletine çok yaraşan bu ülkü, onun bütün beşeriyete hakiki huzuru temin yolunda, kendisine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.”

“Medeni milletler”de 1933 başında alınan bazı kararlardan ötürü Türk milletinin bütün beşeriyete hakiki huzuru sağlama yolunda kendisine düşen medenî vazifeyi yaptığı kanaati uyanmış olabilir. Bu karar Türkiye’de haşhaş ekiminin bizzat Gazi’nin direktifi ile sınırlanması ve uluslararası Afyon Kontrol Andlaşması’na Türkiye’nin de dahil olmasıdır. Milletler Cemiyeti bu karardan önce, Türkiye’nin uyuşturucu ticaretinde en kabahatli ülke olduğunu açıklamıştı. Gazi, bu konunun batılıların Noel günlerinde karara bağlanmasını sağlayarak onları sevindirmiştir.

Konuşmanın sonuna yaklaşırken, “şef”le millet arasında bir güven hattı kurulmaya çalışılır. Ardından da “Türk milletinin büyük millet olduğunu” bütün medeni âlemin az zamanda bir kere daha tanıyacağı ifade edilir. Gazi nutkunu bitirmek üzeredir, en parlak cümleyi burada söyler: “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.”

Bu parlak cümleden sonra sözün tamamlanması ve vasiyet faslı beklenebilir. Nitekim metinden sonradan çıkarılan böyle bir fasıl vardır.

[Bu söylediklerimi hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız.]

Gazi, geleceğe yönelik kutlama mesajını verir ve “elhamdülillah müslümanım” ibaresinin karşılığı sayılabilecek bir ifade ile sözlerini bitirir: “Ne mutlu Türküm diyene!...”

Mustafa Kemal Paşa’nın, 1930’da Cumhuriyet’in bir yönünü olanca berraklığıyla görüp ifade etmesi, onun olup bitenleri -hoşuna gitmese de- gördüğü gibi, bunu gerektiğinde ifadeden kaçınmadığını gösterir. Onun 10. yıl törenlerinde önünde durduğu dekor, sembolik olarak Cumhuriyetin dekorudur. Onuncu yıl törenlerini İki eski Meclis binasının arasına yapılan seyyar tribünde seyretmiş ve ünlü konuşmasını burada yapmıştır. 10. Yıl törenlerinin dekoru şudur:

Bir tarafta, İttihat Terakki Klübü olarak yapılmış, Millî Mücadele sırasında Meclis olarak kullanılmış olan bina vardır. Diğer tarafta ise, bu bina kifayet etmediği için Cumhuriyet’ten sonra inşa ettirilen 2. TBMM binası bulunmaktadır. 1924 yılında yapılan Mimar Vedat’ın bu binası, cephesinden bakıldığında şarklı bir mütegallibenin kasrına benzemektedir. Osmanlı dekoru içinde yetişmiş olan M. Kemal Paşa için bu dekor içinde ihtişam ve gösteriş gerektiren bir tören icrası hayli sıkıcı sayılabilir.

D.Mehmed Doğan, Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş
Devamını Oku »

Tevfik Fikret Ve Batı

“Foucault’ya göre genellikle, ‘Aydınlanma olarak adlandırılan ‘Klasik Çağ’ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır.” Anlaşılıyor ki bu ‘disipline etme’de disiplinatör olarak Antik Dünya figürleri ve düşüncesi seçilmiştir.

Tanzimat’la başlayan bizim edebiyatımızda bile, bizim aydın figürlerimizin Batı’nın izlediği bu yolu aynen izlemeye çalıştıkları görülmektedir. “Tanzimattan sonra eski medeniyet sisteminin dayandığı inanç, kıymet ve müesseselerin çökmesi karşısında, Türk aydınlarının da aynı ihtiyaçla hareket ederek, toplumun isteklerine veya kendi ruhî temâyüllerine uygun fikirler ve semboller aradıkları görülür. Bunlardan bazıları, Batı medeniyetinin muhtelif devirlerine âit örnekle­ri benimsemişler, bazıları Ziya Gökalp’te olduğu gibi, İslâmlıktan önceki Türk dinine ve Şamanizme gitmişler, daha başkaları ise en iptidaî inançları ve mitleri yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Tevfik Fikret de yeni kurulan bir dünyanın büyüsüne kapılmış, bu yeni dünyanın kahramanının Rüstem’ler, Köroğlular, Siyavuşlar yahut da Fatih’ler, Yavuz’lar değil Promete’ler olacağına inanıyordu. Mehmet Kaplan’a göre Tevfik Fikret’in tanrılara başkaldıran insanın sembolü olan Promete’yi seçmesi, bir san’atkar olarak onun olaylar karşısında devrinde aldığı aktif tavrı göstermektedir. Öyle olmasa gençliğe yeni bir dünyanın ufuk­larını çizmek ve kalkınma, aydınlanma, ilerleme yolunu göstermek için yazdığı şiire neden Promete adını versin ki? Fikret, bu şiirle ne anlatmak istiyordu?

Tevfik Fikret’e göre Promete, esâtîr-i evvel'in gökten dehâ-yı nârı çalan kahramanıdır. Yani Promete, göklerden ateşin dehasını çalan kahramandır. Fikret’in Promet’e şiirini yorumlayan bir yorumcu, şiirin başlığını şöyle koymuştur: “Çağın tiranlarına karşı Mücadelenin Şiiri” Böyle olunca Promete, hemen her devirde asla eksik olmayacak''

Fikret, bu manzumede “dışa dönük, atak ve bilginin rehberliğini kendisine yoldaş kabul eden yeni insan tipini anlatmıştır.” Promete’nin çaldığı ateş, bil­giyi temsil eder. “Tanrılara ait birtakım bilgilerin insanların eline geçmiş olması pagan düşünce ve inanç sistemi içinde tiranların gücünün zayıflaması, insanların ise güçlenmesi anlamına gelmektedir. Çağın tanrıları, her türlü ekonomik ve tek­nolojik gücü elinde bulunduran Batı’dır. O halde bu çağdaş titanların ellerindeki gücün bilgisine sahip olmak gerekir.”

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tekbiçimleştirme

Şunu ısrarla belirtmeliyiz ki, niceliksel karakterli olan her şey, gerek Allah-insan münasebetlerinde, gerekse insanlar arası ilişkilerde, da­ima ayırır, parçalar; birleştirmez! Çünkü maddeden kaynaklanan her şey, değişik formlar altında bile görünse, Mutlak olanla sürekli bir zıtlaşma doğurur. Sadece dünya boyutluluktan beslenen Niceliğin hakimiyet araç­ları olan tekbiçime indirgeme ile, fertleri, aralarında ru­ha dönük münasebetler bulunmayan basit birimlere dö­nüştürme çabasına, bazan, kudreti Mutlak olanı taklit hevesleri de yansır, istisnasız, dünyanın değişik özellikli yönetim yelpazelerinde var olan, beşerî tartışılmaz bu­yurgan güçlerin desteğindeki bu tekbiçimlileştirme, kök­leşebilmek için insana, kendinde taşıdığı dünyanın bilin­cini tazeleyici bütün zatî niteliklerinden yalıtılmış ve sa­dece basit canlılara dönüşmüş varlıklar gözüyle bakmak arzusundadır.

Tekbiçimlileştirme, insanın kendi özünü gerçekleşti­rebilmesi, etrafına örülen "kapalı toplum’ çitlerini aşabil­mesi için tek yol olan, ‘Hürriyet’ sadasını, kendisine rap­tettiğimiz Mutlak kaynağı ile susturmaya, zedelemeye ve yok etmeye yönelir. Çevresinde yükseltilen bu çitin kendisine sunacağı rahatlığa karşılık "özgürlük’, egoizmaya karşılık ‘adalet’, zihinsel dinginliğe karşılık ‘eleşti­ren ve doğruyu öneren’ bir benlik bilincine ulaşmanın mücadelesini veren insan, her taraftan, “Bana, ancak bana teslim ol, bırak kendini!” çağrılarıyla kuşatılır. Ke­sintisiz olan bu çağrının netice alıcı araçlarıyla beyni durdurulmaya çalışılan insan, ‘Hürriyet korkusu’na ya­lan değilse de, gerçekleri devam ettirme cesaretini göste­remez hale gelir. Bu bir bakıma, kendi ‘öz varlık bilinci’ne sahip çıkamayan ferdin, özel bir biçimde imhası, kendinden nefret etmesi demektir. Zira insan, tarihinin başlangıcında doğal çevre tarafından tehdit ediliyorken, şimdi artık bizzat kendisinin kurduğu dünyalar tarafın­dan tehdit edilmektedir. Yani insanın oluşturduğu, "top­lumsal kurumlar ve ‘obje’, onun kontrolünden çıkarak ona yabancılaşmış, onu tehdit eder hale gelmiştir.

Planlı bir direncin olmaması halinde, ‘tekbiçimlileştirmeye teslimiyet, iyi niyetle benimsenen yumuşatıcı bir psikolojiye dönüştüğünde, ‘yeni bir kalıba dökülmüş’ ya da ‘yenibaştan inşa edilmiş’ fert zuhur etmiş olur.. Gerçi şimdilik, böylesi yoğunlukta bütünüyle tekbiçime indirgenmiş kitleler henüz yok ise de, bazı insanları orta­lama zihnî seviyenin üstündeki yetenek ve beklentilerini ileriye götürmekten alıkoymuş bir Tekbiçime indirgeme’ her zaman mevcuttur. Tekbiçime indirgeme’nin zorlayı­cı ve buyurgan olmasına ek olarak, kendi bâtılının körü-körüne savunucusu olması, tüm gönülleri ve kafaları ona boyun eğdirmek istemesi, belirlenmiş çizgiyi aşan inanç ve düşüncelere katlanaaması anlamında, bir ‘çağdaş cahiliyye dogmatizmi’ni simgelemektedir. Bu nedenle modern düşünce, kısmî bir hareket olarak kalmak değil, global olmak ve kendine ait zihnî ve somut tavırlarını, gerektiğinde, zorla benimsetmek çabasındadır. Ne var ki, gerçek hep ayni kalacaktır: Farklı dünyaların mede­niyetleri veya bir medeniyetteki değişik ve özgün düşün­ce boyutları ‘tekbiçim’e indirgenmek istendikçe, dünya­daki veya toplumdaki ayrılma ve çeşitlenme de o oranda artacaktır.

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »

Şüphe Nedir? ve Kur’an, Şüpheyi Nasıl Bir Muhtevada Sunmuştur?

Şüphe, bir üçüncü elin mahsûlüdür.

Hannah’a göre, insan ile evren arasındaki geleneksel barışın çözülmesinde Descartes, önemli bir pay sahibi­dir. “Çünkü, demektedir Hannah, Descartes kendi çağınınkı kadar, kendisinden önceki neslin tecrübesini de ge­nelleştirmiş, onu yeni bir düşünce metoduna dönüştür­müştür; ve böylece, Nietzsche’ye göre modern felsefeyi teşkil eden bu ‘şüphe ekolünde yetişen ilk düşünür, mo­dern felsefenin babası olmuştur. Sadece Hannah de­ğildir böyle düşünen.. İnsanlığın geleceğine yönelik ola­rak taşıdığı kaygılar altında, önceleri Hristiyan gelene­ğinin bağlısı, 1931’lerden sonra da Abdulvahid Yahya adıyla İslam’ın mümini olan Guenon da, ‘Yalnız şunu hatırlayacağız ki Descartes, algılama gücünü akılla sı­nırlamış, metafizik olarak isimlendirdiğine de tek bir rol, fiziğe temel oluşturma rolü vermiştir. Bizzat bu fizi­ğin kendisi de esas olarak, onun düşüncesinde, uygula­malı bilimlerin yapısını hazırlamak için yerini almış­tır’’ derken, ayni kanaatları taşımaktadır.

Kurmuş olduğu ‘metodik şüphe anlayışı’, hiç umul­mayan noktalara kadar ulaşmışsa da, Descartes a göre Tanrı inancının zorunlu olduğunu hemen belirtmeliyiz. Bu, matematik bilginin zorunlu kıldığı bir Tanrı olsa da.. Tanrı fikri, aynı zamanda tüm varlıkların da yaratıcısı olan Tanrinın ruhumuza vurmuş olduğu bir mühür gibi­dir. Kainatın zirvesindedir, mutlak gerçektir, her türlü değer ve hakikatin kaynağıdır’’ Ne var ki, tabiat bilim­lerinde doğruyu tesbit için kabüllenilmiş olan ‘metodik şüphe metodu’, îman ve din alanlarını da yargılamaktan kaçınmamıştır.

Ya Kur’an, şüpheyi nasıl bir muhtevada sunmuştur?

Müşriklerin ‘vahy’ ve nebevi bildiriler karşısındaki zihnî ve fiilî yaklaşımları incelenirse, şüphe etmenin on­ların temel nitelikleri olduğu anlaşılacaktır. Öyle ki, şüphe etmek, gerek îmanüstü bir kaynaktan kendilerine ulaşan İlahî bilgiye, gerekse insanın tabiatta sezip itiraf ettiği Yüce Varlıkla alakalı ipuçları ve köklü kanaatlara karşı olan inançsızlık ruh boyutuyla fizik tepkilerin ana- besleyicisi durumundadır. Adeta, kendi gerçekliklerini ve eşyanın hakikatini kavrama ve insan olma sürecine girmeyi engelleyen merkezî bir vasıf..

Felsefî olarak, daha hassas ve özel bir alanda incele­nen, Descartes’de görüldüğü gibi de, gerçeğin elde edil­mesinde gerekli bir merhale oluşturan ‘şüphe’, Allah’ın birliğini inkar edenlerin kaba tasarımlarında, nitelik ba­kımından insan ile İlahî bilginin uzlaşabilirliği noktası­na yöneliktir

Kaynak:

Sadık Kılıç-Fıtratın Dirilişi
Devamını Oku »