Hümanizma

Hümanizma" denilen olay gerçekte insanı kâinatın merkezine yerleştirme çabasının bir başka adıdır. Her şeyin insanla başlayıp insanla ve insanda bittiği iddiasına “bilimsel'' dayanak bulma çabasının adı hümanizma olmuştur.

İnsanı İslam da yüceltmekte, onu yaratıkların en şereflisi saymaktadır. Bu bakımdan Batıda girişilen insanı yüceltme çabaları ilk bakışta yadırgatıcı ve üstünde durulmaya değer bir olay olarak görülmeyebilir. Ne var ki, islâmın insanı tanımlamasıyla Batının değindiğimiz çabaları arasında uzak, yakın bir bağlantı yoktur, İslâm, bir yandan insanın  ''ahsen-i takvim'' üzerine yaratıldığını söylerken bir yandan da onun bir “nutfe-den” (pıhtıdan) yaratıldığını hatırlatmaktadır. Öte yandan İslâmda insana verilen değer onun kul olma bilinciyle orantılıdır. insan kul olduğu yolundaki bilincinin sağlamkğı ölçüsünde Allah indinde değerli sayılır.

Oysa Batıda geliştirilen çabalar, insanı “ulûhıyet" makamına çıkartabilme doğrultusundadır. İnsan kul olarak kendi bilincine sahip olduğu ölçüde Allah'ın emirlerine itaat etmeye ne kadar yaklaşırsa, Batı fikriyatında geliştirilmek istenen telakkiler doğrultusunda da Allah’a o nisbette isyankâr olmaya itelenmektedir. Esasen hümanizmanın varmak istediği nihai hedef de asi insandır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Teknoloji ve Medeniyet

Teknoloji ve Medeniyet

Modern dönemde teknoloji ile medeniyet arasında kurulan doğrusal ilişki, “teknolojisi” bir medeniyet tasavvurunun doğ­masına neden olmuş ve teknolojik icat ve ilerleme kapasitesi medeniliğin başlıca ölçütlerinden biri haline gelmiştir. Gelenek­sel toplumların geliştirdiği tekniklerin tersine modern teknoloji otomasyona dayalıdır ve giderek karmaşık hale gelen bu özelli­ğinden dolayı, insanın kendi el emeğiyle ve tabiatla olan ilişki­sini köklü bir şekilde değişime uğratmaktadır. Modern teknoloji sadece insan-tabiat ilişkisini dönüştürmemekte, aynı zamanda “insanın özü”ne ilişkin yeni ve tehlikeli imkanları ortaya çıkar­maktadır. 1955 yılındaki Nobel toplantısında Amerikalı kimya­ger Wendell Stanley'in sarf ettiği “hayat pek yakında, bir canlıyı istediği gibi sentezleyecek, parçalayacak ve değiştirecek kimya­gerin eline teslim edilecektir” sözlerine dikkat çeken Heidegger, insanların bu sözleri hayranlıkla dinlemesinin büyük bir felake­tin habercisi olduğunu söyler.

Varlığa ve insan hayatına yönelik bu tutum, teknoloji aracılığıyla insanın mahiyetini değiştirmeyi hedeflemektedir. Nitekim son yıllarda bir grup bilim adamının öncülüğünü yaptığı “Transhumanism” akımına göre, insanla­rın biyolojik yapısını ve psiko-somatik kodlarını bio-teknoloji ve genetik mühendisliği gibi teknolojik müdahalelerle değişime uğratmak bir fırsat olarak görülmeli ve desteklenmelidir. Modern teknolojinin sunduğu bu tür imkanların genetik kodların değişti- rilmesinden biyolojik ve kimyasal kitle imha silahlarının yaygın- laşmasına kadar ne tür büyük felaketlere kapı araladığını görmek zor olmasa gerektir.

Yunancada techne, Arapçada smâ‘a kelimeleri, bir işi yapma biçimi, sanat, teknik ve zanaat anlamlarını taşır ve insanın ken­dine ve tabiata yabancılaşmadan teknik ve teknolojik araçları kullanabilmesinin mümkün olduğuna işaret eder. Heidegger ve onu takip eden “anti-hümanist” düşünürlere göre tasarruf hak­kımızı ve kontrolümüzü yitirmeden tekniği ve teknolojik araç­ları kullanmak mümkündür. Fakat bunun için varlığa ve eşyaya karşı farklı bir tutum içinde olmak gerekir. Heidegger bu tutumu ifade etmek için “varlıklara karşı ilgisizlik tavrı içinde olma” ma­nasında Gelassenheit kelimesini kullanır.Meister Eckhardt gibi Hristiyan mistiklerinin de kullandığı Gelassenheit, İslam düşünce geleneğinde “varlıktan tecerrüt etme” hali olarak ifade edilir ve insanın eşyaya ve nesnelere karşı özgürlüğünü korumasına atıfta bulunur. Ancak böyle bir tecerrüt, tasaffî, tezkiye ve arınma tutu­mu içerisinde olunduğu zaman, teknik ve teknolojinin insan üze­rinde tahakküm kurması önlenebilir.

Bunun için modern hüma­nizmin “İnsan kendi özneliğinin temelini oluşturur” tutumunu terk etmemiz ve insanların eylemlerini daha yüksek ve aşkın bir atıf çerçevesini esas kabul ederek temellendirmemiz gerekmek­tedir. Bu manada teknolojik medeniyet tasavvuru, modern birey ve “özne olma” (subjectivity) tutumundan bağımsız ele alınamaz. Modern birey, kendini bir “özne” olarak ortaya koyarken, var­lıkların bu “özne olma durumu” (sub-jectum) sayesinde anlam kazandığını iddia eder. Nitekim Batı dillerinde “özne” (suhject) kelimesi sub-jectum’dan gelir ve “bir şeyin altında yatan” (underlinğ) manasını taşır. Modern hümanizmin temel hatası, modern özneyi “her şeyin altında yatan cevher” olarak kurgulamasıdır.

 

İbrahim Kalın-Akıl ve Erdem
Devamını Oku »

Hümanizm,Rönesans Hareketiyle Çıkmış Değildir

Hümanizma, sanıldığı gibi, Batı kültüründe, Rönesans hareketiyle ortaya çıkmış bir anlayış değildir Bu anlayışın kökleri Grek filozofu Protagoras'a kadar uzatılabilir. Hümanizma da aslında insan sevgisinin soysuzlaşmasıdır: Çifte standardın kaynacı da belki burada aranabilir. İnsan her şeyin ölçüsüyse (Protagoras), kendi çıkarına olan şeyler de iyidir! İnsan her şeyin ölçüsüyse insan sayısı kadar doğru vardır!

Bu rekabet ve bencillik ortamında, her şeyin benim çıkarına göre değer kazandığının düşünüldüğü bir or-tamda, her şeyin bir piyasa değerinin olacağı da açıktır. Böylece, insanın kendisi de dâhil olmak üzere her şeyin piyasada bir bedeli ortaya çıkmaktadır. Bu ifadenin açık bir anlamı bulunmaktadır: Alım satım konusu olan bir şey (yani her şey) bir nesne değerine indirgenmiş olmaktadır, başka söyleyişle her şey metalaşmıştır ya da metaya dönüşmüş olmaktadır.

İnsan nesneleşmiştir. Tabiat sadece kendisinden istifade edilebilir bir "şey"dir. Kızılderili Reisin, insanı ve toprağı birbirinin parçası sayan telakki tarzı ve o toprağı satın almak isteyen beyaz adama arının vızıltısını, sisin orman üstündeki salmışını nasıl satın alabileceğini sorması, beyaz adamın zihniyetinde karşılığı bulunan sorular ve karşılığı bulunan cevaplar değildir. Bu, beyaz adamın anlayamayacağı ve akıl erdiremeyeceği bir kavram ve derinliktir.

Batı kültüründe metaya dönüştürülen insan, yalnızlığını  mekanik iş düzeniyle; televizyon, radyo, sinema, kitap gibi İnsanî ilişkileri araçsallaştıran medya aracılığıyla; uyuşturucu, içki, sigara gibi sonuçsuz kısır döngülere girerek; cinsel sapmalar ve sevgisiz, gayrimeşru cinsel ilişkilerle (zina, fuhuş, ırza tecavüz, eşcinsellik); kendini eğlenceye kaptırmak suretiyle (burada, eğlence mutlulukla ikame edilmiştir: gene düzmece bir olguyla karşılaşıyoruz); evlilik yerine şirkete dönüştürülmüş birlikteliklerle (ki burada, evliliğin eşlere yüklediği sorumluluktan kaçış söz konusudur) gidermeye çalışmaktadır. Böylece, insanların yalnızlıklarını gidermeye yönelik olarak başvurdukları her şeyin, son tahlilde, tüketilen, yoğaltılan bir İktisadî değere dönüşmüş olduğu ortaya çıkmaktadır: Her şey, cinsellikten kitaba, hatta mutluluğa kadar her şey, tüketilen, yoğaltılan bir metaya dönüşmüş olmaktadır.

Böyle bir ortamda insan , bir sevgi dünyasının özlemini çekse de, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde bulunsa da, bu özlem ve bu talep belki bir anlam taşıyabilir ama bu özlemin ve bu talebin karşılığını bulmak mümkün olmaz. Batı dünyasında herkesin o kadar bel bağladığı demokrasi, insan hakları ve liberalizm söylemlerinin her biri tek tek ve birbirleriyle ilişkileri açısından, sınıflı, ırkçı, ayrıma, sömürücü ve bencil toplumların çıkar çatışmalarından hâsıl olmuş kurumlar olarak kin ve nefret duyguları üstüne bina edilmişlerdir demek abartma olmayacak, fakat gerçeği yansıtacaktır.

Öyleyse, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde ve teklifinde bulunurken, daha baştan, Batı kültürünün değer yargılarından ve kavramlarından uzakta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bir batılın hakikate yol vermesini bekleyemeyiz. Bir ilmin butlanı onun müntehasında belli oluyorsa, Batı kültürünün toplumsal/siyasal kurumlarının mahiyeti de onun uy-gulamasında ortaya çıkar. Bu uygulamanın somut ne-ticesi ikiyüzlü, çifte standartlı, riyakâr, adaletsiz, güç-süzün hakkını hiçe sayan, ırkçı, ayrımcı bir insan tipi biçimde tezahür etmektedir.

Böyle bir kültür ortamında beni insanların eşitliğine ve kardeşliğine inandırabilecek bir gerekçe elde edebilmem mümkün görünmemektedir. Batı kültürünün istinat ettiği hümanizma telakkisi olsun, BM'ninki de dâhil çeşitli ulusal veya uluslararası bildirilerde dile getirilen insan hakları ile ilgili ifadelerin tümü olsun, reel karşılığı olmayan, düzmece (calî) beyanlar olarak boşlukta yer işgal etmektedirler. Böyle bir ortamda, hayvanat bahçeleri, millî parklar, huzur evleri gibi kurumlar aslında soysuzlaşmış sevginin veya daha doğrusu sevgisizliğin sembolleri sayılmalıdır. Bu düzmece yapılarla Batılı insan kendini kandırmaya çalışmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, bu insanın hayvan sevgisini değil, fakat kendini başkasından farklı kılmanın çabasını ortaya koymaktadır. Huzur evleri, aileden uzaklaştırılmış güçsüz insanların çaresizliğini remz etmektedir. Batı kültürünün gerçek yüzünü görmek için kirlenen çevrenin ve o kirli çevrede günden güne zehirlenen insanların ve hayvanların yaşantısına bakmalı.

Peki, dünyaya ihtiyaç duyduğu sevgiyi kim ulaştıracak?

Batı dünyasından umudumuzu kesmemiz gerektiği' ne göre, ona bu umudu ve bu sevgiyi kim vaat edebilir.

Bu sorunun cevabını şimdilik bir cümle ile söyleyerek yetinmek istiyorum: Bu sorunun cevabını, demokrasiden ve insan hakları söyleminden daima daha fazlasını talep etmekte bulunmuş olan Müslümanlar verecektir. Bunu, Müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslam'a doğru değiştireceklerini ve onların kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »