Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

 Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

SORU 18: Vahiy Kur’ân’dan mı ibarettir? Sünnet de vahiy midir?

Bu soru bir açıdan 17. soruyla ilgilidir. Zira Hz. Peygamber in gayb bilgisi Kur’ân ile sınırlı değilse ve Kur’ân dışında Allah Teâlâ, Resûlü’ne bazı şeyleri haber veriyorsa, bu; ona bildiriyor, vahyediyor, demektir. Bununla birlikte meseleye geniş bir açıdan bakmak da mümkündür.

Bu konuda üç görüş olduğu söylenebilir:

1-Sünnetin hepsini vahiy kabul edenler.

2-Sünneti vahiy kabul etmeyenler.

3-Sünnetin bir kısmını vahiy kabul edenler.

Sünneti vahiy ürünü kabul etmeyenlere göre tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân’dır. Allah vahyedecekse, onu Kur’ân’ına alır. Başka tür­lü vahyetmesine gerek yoktur. Bu iddia aslında sünnetin delil olma değerini reddetmek için ileri sürülmektedir. Bunun altında yatan sa­ik, Hz. Peygamber’i sadece Kur’ân’ı tebliğ etmekle görevli bir beşer konumuna indirgeme isteğidir. Buna göre Hz. Peygamber, Kur’ân olarak aldığı vahiy dışında bizim gibi bir beşerdir ve de hiçbir ayrıcalığı yoktur. Elbette bu oldukça aşırı bir görüştür.

Böyle bir iddiaya ha­dîslerde Cebrail in Hz. Peygamber’e gelip bir şeyler öğrettiğine veya gay den bazı şeyleri haber verdiğine dair rivayetleri delil olarak ileri sürüp cevap verilebilir. Bununla birlikte daha mukni bir cevap iki kilde olabilir:

1-Kur’ân dışında Allah vahyetmiştir. Bunun delilide Kur’ân’dır. Örnekler:

a-Kıble olayı: Beyt-i Makdis’ten Mescid-i Haram’adönüş olayı malumdur. Ancak ilk kıbleye dönülmesiyle ilgin emir Kur’ân’da yoktur. Hz. Peygamber bu tür konularda keyfine göre hareket etmeyeceğine göre bu nasıl oluyor? “Kendi ictihâdıdır.” denilebilir. Oysa kendi içtihadıyla Mescid-i Aksa’ya dönseydi, yine kendi ictihâdıyla Mescid-i Haram’a dönebilirdi. Bu, zor değildi. Ancak ayetten yü­zünü göğe çevirdiği ve dönmekle ilgili bir haber beklediği anlaşılmaktadır. Demek ki, kıble tayini onun ictihâdına bırakılmamıştır.

b-Tahrim Sûresi’nde geçtiğine göre (3. ayet), Hz. Peygam­ber eşlerinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allah ise bu durumu Peygamber’ine haber verir. Fakat bu haber verme olayı Kur’ân’da yoktur.

c-Bakara, 289. ayette geçtiğine göre Allah, “Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı (namazınızda) anın!” buyuruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allah’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vah- yettiğini gösteriyor. Bununla birlikte bu vahiy Kur’ân vah­yi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

2-Vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira vahiy bir tür iletişimdir. Allah çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allah’ın izniyle Cebrâil tarafından yazılması iste­nilen vahiydir Kur’ân vahyi...

Vahiy kâtiplerine yazdırılmayan vahiy demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve vahiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse, şu söylenebilir: Allah arılara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim kurar. Bunlar Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilhâm olsa da “vahiy'' kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla manaları fark­lı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullanmak mümkündür.

Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelime­sini Allahın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur ân da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani “Sadece Allah'ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışındaki ileşimler için vahiy kelimesi kulla­nılmaz.” diye Kur’ân’dan bir ayet bulmak söz konusu değildir.

Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gibi Kur’ân vah­yi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen vahiydir. Allah’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurması mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabilece­ğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûra Sûresi 51. ayette Allah şöyle buyurur:

“Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından ko­nuşur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu ayetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nazil olmuştur. Hatta bu­rada Allah’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulema vahyi ikiye ayırıp Kur ân a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâil Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allah Cebrâil vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allah, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyamet alâmetleriyle ilgili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir- iki tane de değildir. Pek çoktur.

Bunların hepsi uydurma ol­madığına ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber Kur’ân dışında bilgiler al demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. peygamber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulama/ Allah tarafından tenkit edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allah'ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu sebeple dahi mezkûr uygulamalar bizim için örnektir. Çünkü şayet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkit edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından do­layı Hz. Peygamber’in Allah tarafından uyarıldığını biliyoruz.

Bütün bunlar sünnetin, yani Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarının Allah’ın gözetim ve kontrolü altında bulunduğunu, onun tenkit edilmeyen söz ve davranışlarının örneklik arz ettiğini gösterir. Kaldı ki, açık bir şekilde Cebrâil tarafından Hz. Peygamber’e birtakım şey­lerin öğretildiğini de görüyoruz. Yirmi üç yıllık bir zaman diliminde Allah’ın sadece Kur’ân vahyiyle Hz. Peygamber’le iletişim kurduğunu söylemek de pek makul değildir. Adına ne dersek diyelim (kalbe ilkâ, rüya, ilhâm, onay) Allah şüphesiz Hz. Peygamber’le çeşitli şekillerde iletişim kurmuş, ona öğretmiş ve yol göstermiştir. Bu durum Hz. Pey­gamber’le iletişimin sadece Kur’ân vahyiyle sınırlı tutulamayacağını ortaya koymaktadır.

Bununla birlikte şu husus ifade edilmelidir ki, taabbudî ve gaybî konular dışında Hz. Peygamber’in hangi söz ve davranışı vahyin yön­lendirmesiyle, hangisi kendi bilgi ve tecrübesiyle oluşmuştur, kesin olarak bilinemez. Bu konuda çeşitli tasnifler yapılmış, sünnetin teşri­ine konu olan ve olmayan bölümleri tartışılmıştır. Bunlar şüphesiz önemlidir ve sünneti anlama noktasında bize ışık tutmaktadır. Ama şu bir gerçek ki, temel olarak, başta bir metot olarak Hz. Peygamber’in vahyin yönlendirmesi altında olduğunu kabul etmek gerekir. Zira o bize dini öğretiyor ve biz de onun nebevî yönüyle muhâtabız.

Bundan sonra delil ve karine yoluyla ortaya çıkan hususlarla hadîsler yoluyla bize gelen bazı bilgilerin vahiy ürünü olmadığını söylemek mümkün­dür. Bu tıpkı sözün önce hakikat olmasına veya evrensel kabul edilme­sine benzer. Mecaz delili ortaya çıkınca veya hükmün tarihsel olduğu­na dair delil belirince ona dönülür. Bunun gibi hadîsle gelen bilginin Hz. Peygamber’in nebevî yönüyle değil de beşerî yanıyla ilgili olduğu­na bir delil, karine söz konusu olursa ona dönülür, dönülmelidir.

Bunun yanında Hz. Peygamber’in ümmetine mal olmuş söz ve davranışları bütünüyle vahiy ürünü kabul edilse bile bu durum, hep­sinin uyulması gereken farz emir ve davranışlar olduğu anlamına gel­mez. Hz. Peygamber vahyin yönlendirmesi altında olmakla beraber onun bir emri farz, vâcib, mendub, müstehab olabilir. Davranışı da vâcib, mendub hatta edeb cinsinsinden de olabilir. Nitekim Kur’ân’ın emir ve tavsiyeleri de böyledir. Onda da bir emrin farz veya tavsiye niteliğinde olduğu durumlar vardır. Emrin, nehyin pek çok çeşidi ol­duğu malumdur. Dolayısıyla sünnetin vahiy mahsulu oluşuyla onda geçen her bir hükmün bağlayıcılık derecesi karıştırılmamalıdır.

Son olarak Hz. Peygamber’in nebevî ve beşerî yanını ayırmak zor olsa da büyük ihtimalle beşer gereği yaptığını tahmin ettiğimiz yeme, içme, oturma, kalkma, yatıp-uyuma, evden çıkış-eve giriş, yolda yü­rüyüş vb. davranışlarının vahiy ürünü olmadığını söylemek onların önemsiz olduğu anlamına gelmemelidir. Bu tür davranışlar daha ziya­de sünnet-i zevâid dediğimiz, diğer bir ifadeyle edeb, âdâb cinsinden uygulamalardır. Bunları yapmanın vâcib, hatta mendub olmadığı söy­lenebilir. Ancak bu yönleriyle bile Hz. Peygamber’e uymanın kişiye büyük faziletler kazandıracağı açıktır. Zira bu davranışlar yerilmemiştir ve Allah’ın kontrolü altında gerçekleşmiştir. Yani bunlar insan ol­sa da bir Peygamber’in tercih ettiği davranışlardır.

Onun tercihini ter­cih etmek kişiye kemal dereceleri elde etme yolunda önemli kazanım­lar sağlayacaktır. Bir açıdan bakılırsa İslâm medeniyetini oluşturan esaslar içerisinde bu edeb çizgisinin rolü inkâr edilemez. Edeblerin en büyüğü hiç şüphe yoktur ki, büyüklerin edebidir.



100 Soruda Hadis Meseleleri - Yavuz Köktaş

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder