Elbiseler İçinde Dirilme,Mahşerde Çıplak Haşrolmaya Aykırı Mı ?



Elbiseler İçinde Dirilme,Mahşerde Çıplak Haşrolmaya Aykırı Mı ?

Abdullah b. Abbâs’tan rivâyet edilmiştir: Resûlullâh’ın (a.s.) minberde; “Sizler Allâh’a yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak kavu­şacaksınız” dediğini işittim.(Buhari,Rikak,45; Enbiyâ, 8,44; Tefsir, 5//14-15; 21//2; Müslim, Cennet,14;Tirmizi,Sıfatu’l Kıyamet,3;Tefsir,72;Nesai,Cenaiz,118)

Tirmizî’nin diğer bir rivâyeti de şöyledir: Hz. Peygamber; “İnsan­lar yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşredilecek” deyince, bir ka­dın; “Birbirimizin avret yerine bakmaz -veya görmez- miyiz?” diye sor­du. Hz. Peygamber cevaben; “Ey kadın! ‘O gün herkesin kendine yete­cek bir derdi vardır’dedi.(Abese,37)

Bu hadîs, kıyâmet gününde insanların, aynen dünyaya geldikleri andaki uzuvlarıyla haşredileceklerini ifâde etmektedir. Hiçbir uzuvla­rı eksik olmayacak, hatta sünnet edilmiş olsalar bile, dünyaya geldikle­ri sıradaki sünnetsiz halleriyle ve doğdukları andaki gibi tamamen çıp­lak olarak haşredilecekler. “insanlar birbirlerinin avret yerlerine bak­mazlar mı?” sorusuna da Hz. Peygamber; “o gün herkesin kendine ye­ter bir derdi olduğunu” söyleyerek cevap vermektedir. Yani insanlar,değil başkalarının avret yerlerine bakmak, kendilerinin çıplak olduklarının bile farkına varmayacaklar, bu derece bir telaş ve sıkıntı için-de bulunacaklar.

Bu hadîse aykırı gibi gözüken başka hadîsler vardır. Mesela, Ebû Sa‘îd el-Hudrî’den nakledildiğine göre, kendisi ölüm döşeğindeyken iki yeni elbise istedi. Onları giydi ve “Resûlullâh’ın şöyle buyurduğunu işittim” dedi: “Şüphesiz ölü, öldüğü elbise içinde diriltilecek”.

Aslında burada hadîslerin birbirine teâruzu söz konusudur. Ancak İbn Kuteybe, Ebû Sa‘îd hadîsinin ilk bakışta Kur’ân’a aykırı olabileceğini belirttiği için bu meseleyi çalışmada değerlendimeyi tercih ettik. İbn Kuteybe’ye göre her iki hadîsi düşünürsek, İbn Abbâs hadîsi­nin Kur’ân’a uygun olduğunu görürüz. Zira Allâh şöyle buyurur: “Dü­şün o günü ki, yazılı kâğıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz”.(Enbiya,104) Yani ilk yaratmaya yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz başlamıştık. İşte böy­le kıyâmet günü de tekrar sizi o hale getiririz. İbn Abbâs’tan nakledi­len diğer bir rivâyette “İlk giyinecek olan İbrâhîm’dir”(İbnHanbel,Müsned,1,223-353) ifadesi geçer. Ebû Sa‘îd hadîsinin ise zayıf olduğu kabul edilir. Böyle ise, şaz ve zayıf olanla sahîh hadîse karşı gelinemez. Şayet sahîh ise, iki hadîsi çelişkiden kurtaracak güzel bir te’vîl vardır. Buna göre İbn Abbâs “Siz Allâh’a yalın ayak, çıplak ve sünnetsiz olarak kavuşacaksınız” demiştir. Başka bir hadîste de “İnsanlar kıyâmet günü yalın ayak ve çıplak ola-rak toplanacaktır” ifadesi vardır. Ebû Sa‘îd ise “Şüphesiz ölü, öldüğü  elbise içinde diriltilecek” ifadesini naklediyor. Bir kere, dirilme, toplanma değildir. Dirilme, mahşer yerinde toplanmadan öncedir. Dirilmenin (ba’s) manası, ölümden sonra ihya, uykudan uyanmadır. Toplanmanın (haşr) manası ise, insanların hesap için bir meydanda bir araya gelmesidir. Sanki insanların, yeni bir yaratma olacağı zaman, içinde  öldükleri kefenleri onlara iade edilir. Allâh’a doğru, toplanma yerine  gittiklerinde kefenler çıkarılır. Allâh’a ilk yaratılışla rahimlerden çıplak çıktıkları gibi çıplak olarak kavuşurlar. Onlar rahimlerde ölünün  kabirde örtülü olması gibi örtülüydüler.(1)

(1)-İbn Kuteybe,el-Mesaid ve’l-ecvibe,Beyrut,1990,syf;316)

------------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?




1. “Cehennemden bir topluluk, Muhammed’in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar ‘cehennemlikler’ diye isimlen­dirilirler”.[1]

Enes b. Malik, Resûlullâh’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: " Bir kısım insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra si­yaha yakın kırmızı bir renkte oradan çıkıp cennete girecekler. Cennet ehli onlara ‘Cehennemlikler’ adını verecekler.”[2]




Bu hadis, şu ayete arz edilerek tenkîd edilmiştir: “Güzel davranan­lara hüsna (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüz­lerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir zillet (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 26) Ayette cennet ehline toz anlamında kara leke bulaşmayacağı ifade edilmekte­dir. Hadiste ise siyaha yakın bir kırmızılık içinde olanların cennete dahil olacağı beyan edilmektedir.

Bunların arasında bir tenakuz yoktur. Ayette kara leke bulaşmayacak kimselerin “hesapsız doğrudan cennete girecek olanlar ile tartıları ağır gelip cennete dahil olanlar” olduğu anlaşılmaktadır. Üzerlerinde siyaha yakın leke bulunacak olanlar da böyle olmayan, yani sonradan cennete dahil olan müminlerdir. Ayetteki toz anlamındaki kara lekeyi mecazi olarak anlamak da mümkündür. Yani onların üzerinde hiç bir yorgunluk izi olmayacaktır.Alınları ak bir şe­kilde cennete gireceklerdir. Hadiste ise bu kişilerin hakiki olarak üzer­lerinde bir siyahlık olacağı ifade edilmektedir. Bu siyahlıkla tanınamayacaklar, ancak bu siyahlığın devam edip etmeyeceği hadislerde geçme­mektedir. Bunu en iyi bilecek olan Allah’tır.

2. “Şehîd, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder”.[3]

3. “Kıyâmet günü şu üç grup insan şefaatçi olacaktır: Peygamber­ler, âlimler ve şehîdler”.[4]

4. “Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet gü­nü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum”.[5]

5. “Nebîler, melekler ve mü’minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbâr olan Allah: ‘Geriye benim şefaatim kaldı’ der ve cehennem­den bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukla­rı çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bir ırmağa bırakılırlar”.[6]

6. “Kıyâmet gününde şefaatimle en ziyade mesut olacak kimse, kalbinden halis bir şekilde ‘Allâh’tan başka ilah yoktur’ diyen kimsedir”.[7]

7. “Kur’ân okuyun, çünkü o kıyamet günü okuyucusuna şefaat eder...”.[8]

8. Enes’den: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahipleri­ne aittir”.[9] Tirmizî’ye göre hasen-sahih-garibdir. Tirmizî aynı hadisi Câbir’den nakleder ve hakkında “bu tarikten hasen-garibdir” der. Elbânî, bu hadis hakkında şöyle der: “Hadîs -gö­rüşleriyle mağrur olanların ve hevasına ittiba edenlerin hilâfı­na- sahîhdir”.[10] İlave olarak şunu söyleyelim: Elbânî, bu hadî­se aslında “bid’at sahibi hariç ümmetime şefaatim helâldir” rivayetini naklettikten sonra değinmiştir. “Bid’at sahibi...” şeklin­deki hadisin münker olduğunu belirttikten sonra ayrıca metni­nin “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerine ait­tir” hadisine muhalif olduğunu belirtmiştir.

Şefaat meselesi, tarihte olduğu gibi günümüzde de tartışılan konulardan biridir. Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır:

1. Şefaat diye bir şey yoktur. Çünkü bu, torpil ve iltimas anlamına gelir. En küçük detaylara varıncaya kadar adaletin gerçekleştirile­ceği kıyamet gününde böyle bir torpil uygulaması Allâh’ın adaletine uygun düşmez. Haricîlerin ve Mu’tezile’den bazılarının ileri sürdüğü bu görüşün delili, daha ziyade akıl ve mantıktır. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Şefâatçilerin şefaati onlara fayda vermez”[11] ayeti ile buna benzer ayetler de bu görüşe delil olarak gösterilir.

2. İslâm ulemasının çok büyük ekseriyetine göre ise şefaat vardır.Yu­karıdaki ayet ise, kâfirler hakkında ve onların asla cehennemden çıkarılmayacağı anlamındadır. Halbuki şefaat, sadece mü’minler için söz konusudur. Kâfirlerin şefaat yoluyla cehennemden çıka­rılması mümkün değildir. Ama Ebu Tâlib örneğinde olduğu gibi bazı kâfirlerin cehennemdeki azabının hafifletilmesi ise mümkün­dür. Cehennemdeki bütün kâfirlerin aynı derecede ceza görece­ğini iddia etmek doğru olmaz. Dünyada inkâr ve isyan açısından farklı oldukları gibi, ahirette de ceza itibariyle farklı olacaklardır. Şefaat konusundaki rivayetler, tevatür seviyesine varacak derecede bir yoğunluğa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna delalet eden ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını kaydedelim:

Bakara Sûresi’nde; “O’nun izni olmadan, huzurunda kim şefaat edebilir?”[12] buyurulmaktadır. Bu cümle, Allâh’ın izni dâhilinde şefaatin mümkün olacağı­nı ifade etmektedir. Enbiya Sûresi’nde;
“Onlar (Peygamberler), Allâh’ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” Bu cümle de, Allâh’m hoşnut olduğu kişilere Peygamberlerin şefaat edeceklerini göstermektedir.

Yunus Sûresi’nde de; “O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimse yoktur” buyurulur.
Gafir Sûresi’nde; “Zâlimler için o gün ne bir dost vardır, ne de sözü dinlenen bir şefaatçi!” buyurulur. Birçok ayette geçen “onların dostu ve şefaatçisi olmayacak” anlamındaki cümle ile, zalimlerin, yani kâfirlerin kas­tedildiği bu ayette açıkça belirtilmektedir. “Sözü dinlenen bir şefâatçi”nin kâfirler için olmaması, mü’minler için de olmayacağı anlamı­na gelmez. Bu ayetlerin, özellikle müşriklerin, putların Allah katında şefaatçi olacakları şeklindeki inançları ile birlikte düşünülmesi gere­kir.

Nitekim “Onlar Allâh’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve za­rar veremeyecek olan şeylere (putlara) tapıyorlar ve; ‘Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir’ diyorlar” (Yunus 18) ayetinde bu husus açık­ça belirtilmektedir. İşte “şefâatçi yoktur” anlamındaki ayetler, daha çok, müşriklerin bu inançları ile alakalıdır. Başka bir ayette de; “On­lar, Allâh’a ortak koştukları varlıkların hiç birinden şefaat göremeye­ceklerdir. O gün onlar ortak koştukları varlıklara da küfredecekler” (Rum 13) buyurulmaktadır. Meryem Sûresi’nde de; “O gün Rahmân’ın nezdinde bir ahd (söz) almış olanlardan başka­ları şefaat etmeye malik olamayacaklar” buyurulmaktadır. Bu ifâ­de de bazı kişilerin şefaat etme yetkisine sahip olacaklarını göster­mektedir.

Tâhâ Sûresi’nde de; “O gün ancak Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kişiye şefaat fayda verecek” buyurulur.

Sebe’ Sûresi’nde de; “Allâh katında, kendisinin izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez”[13] buyurulur.

Zuhruf Sûresi’ndeki;“Onların Allâh’tan başka taptıkları varlıklar, o gün şefaat etme gücüne sahip olamazlar; yalnız bilerek Hakka şâhidlik edenler müstesna!”[14] Ayeti de, daha öncekiler gibi, şefaat konusunda bazı kişilerin istisnâî bir yetkiye sahip kılınacağı belirtilmektedir. Nihayet Necm Sûresi’nde de; “Göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati kimseye en ufak bir fayda sağlamayacaktır; yalnız Allâh’m dilediği ve razı olduğu kişiler için şefaat etmeleri müstesna!”[15] buyurulmaktadır. Bütün bu ayetler, şefaatin var olduğunu göstermektedir. Yüce Allah, bazı kişilere, kendilerinden razı olduğu bazı kişiler için şefaat yetkisi verecek ve onların, izin verdiği o kişiler hakkındaki şefaatlerini ka­bul buyuracaktır. İlave etmek gerekir ki, Peygamberler dahil hiç kim­senin, şartsız ve izinsiz şefaat etme hakkı olamaz. Çünkü Allâh’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Kendisine şefaat izni verilen kişi de, sadece Allâh’m affetmeyi istediği kişilere şefaat edebilir. Onlara verilen şefaat hakkı veya yetkisi de, sadece Allâh’ın o günahkârları bağışlamasının bir ifadesidir.

Müminlere şefaatin olmayacağını ifade eden Bakara, 254 ayetini nasıl anlamalıyız?

Müfessirlerle muhaddislerin ekserisine göre İsrâ Sûresi’ndeki; “Gecenin bir kısmında nafile olarak namaz kıl! Böylelikle belki Rabbin se­ni ‘Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir” ayetinde geçen “Makâm-ı Mahmud”dan, yani hamd ve övgü makamından maksat, Hz. Peygamber’e verilen şefaat yetkisidir. Bu konuda İbn Abbas, Ebu Hureyre, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan gelen rivayetler vardır. Mücâhid ve Hasan el-Basri de aynı kanaattedirler.[16] Burada mü’minlere şefaatin olmayacağını gösteren bir ayet üzerin­de durmak istiyoruz. Allah şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Kendisin­de hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” (Bakara, 254) Bu ayet, zahiriyle açık olarak mü’minlere şefaatin olmadığını orta­ya koymaktadır. Bununla birlikte buradan mü’minlere ahirette şefaatin olmayacağı sonucuna varılırsa bunun diğer ayetlerle çelişeceği açıktır.

O zaman, nasıl bir metot takip etmeliyiz? Bu kadar ayeti ve bir o ka­dar hadisi birbiriyle çelişmeyecek tarzda nasıl anlayabiliriz? Önce ayet ve hadislerden ortaya çıkan tabloyu netleştirelim:

1. Allah, şirk dışında, günahları dilerse bağışlayabileceğim, dilerse azap edebileceğini beyan etmektedir.

2. Pek çok ayette şefaatin olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında müşriklerin şefaat inancına red diye niteliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır.

3. Pek çok ayette Allâh’ın şefaat izin ve yetkisinin olduğu vurgulan­makta; razı olduğu kullarına bu izni vereceği ifade edilmektedir.

4. Bunlara paralel olarak pek çok hadiste şefaatin varlığı ortaya konmaktadır.

5. Bir ayette açıkça mü’minlere şefaat olmayacağı beyan edilmek­tedir.

Bu tabloya bakıldığında, Bakara Sûresi’nin mezkûr ayeti hariç, ayet ve hadisler birbiriyle uyum içindedir. Tabii şefaati reddeden pek çok ayetin müşriklerle ilgili olduğunu kabul ettiğimiz için onları dışarıda tutuyoruz.Geriye bir ayet kalmaktadır. Şimdi bu tek ayet mi esas alı­nıp diğer ayetleri zahirinin dışında yorumlamalıyız, yoksa pek çok ayet ve hadisi mi esas alıp bu tek ayeti te’vîl etmeliyiz? Usul geleneğine bağlı kalmamız gerekirse bu tek ayetin te’vîl edilmesi gerekmektedir. Bu­na göre aslında bu ayette mü’minlerin şefaate nail olmayacağı kastedilmemektedir. Peki ne kastedilmektedir? Ayet, şu kastediliyor gibidir:

“Ey inananlar! Müşrikler, putlardan medet umarak sorumlulukları­nı unutuverdiler. Putların onlara şefaat edeceğini zannettiler. Oysa biz putlara böyle bir yetki vermedik. Sizler de bazı kulların ben yetki ver­meden kendiliğinden şefaat edeceklerini sakın zannetmeyin. Benim iz­nim olmadan hiçbir kul şefaat edemez. Dolayısıyla, kullardan bir bek­lenti içine girmeyin. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Siz, salih amel iş­lemeye ve razı olunan kul olmaya bakın”.

Ayeti bu çerçevede ve bu vurgu içerisinde anlarsak bundan mü’minlere şefaat olmayacağı çıkmaz. Zira ayetin vurgusu başkadır. Ayetin vurgusu, şefaatin zor bir mesele olduğunadır. Şefaati hak etmenin ko­lay olmadığınadır. Bununla birlikte yine de her şeyi zerre miktarınca hesap edip takdir edecek olan Allâh’tır. Allâh’ın rahmetinden de ümit kesilmemelidir. Allah dilerse böyle kullara azap eder, dilerse onları af­feder. Kullara düşen, salih amel işlemektir. En başta kaydettiğimiz hadisleri göz önünde bulundurursak, şu noktaların ortaya çıktığını görürüz:

a. Şefaatin bazı sınırları, kayıtları vardır. Müşrik ve kâfire, ayrıca münafığa asla şefaat yoktur. Onların şefaatle cehennemden çı­karılmasına vesile olma, bahis mevzusu değildir.

b. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bugün herkes müslümanım diyor, ancak her türlü günahı işliyor; bunlar sadece kimlik müslümanı!”. Günahların îmânı zedelediği açıktır. Ama bunlar îmâ­nı ortadan kaldırmaz. Kalbinde zerre kadar ama gerçek bir îmân bulunan insan mümindir. Fakat biz kimde, ne kadar îmân vardır, bilemeyiz. Kimin îmânı gerçek, kimin değil bilemeyiz. Buna ka­rar verecek olan Allâh’dır. Şefaate gerçekten nail olacak olanları kıyamet günü belirleyecek olan O’dur. Bu, şuna benzer: Hadiste geçtiği gibi âlimler de şehidler de şefaatçi olacaktır. Şimdi ilim­le uğraşan, ama insanları yanlış yönlendiren kişiler var; ilmi baş­ka amaçlar uğruna kullanan kimseler var vs. Buna bakıp “âlim­ler nasıl şefaatçi olur!” denemez. Kim gerçek âlim kim değil, bi­lemeyiz. Bunun nihai kararını verecek olan Allâh’dır ve O’nun izin verdiği kimse gerçek bir âlim olarak şefaatte bulunacaktır.

c. Şefaat olgusu, Hz. Peygamber’le sınırlı değil. Belki ona ait ola­nı, en özel olanıdır. Diğer peygamberler, âlimler, şehidler ve Kur’ân, şefaatte bulunacaktır.

d. Büyük günah işleyenler de şefaatten yararlanacaktır.

e. Hz. Peygamber’in şefaatinin de bazı türleri vardır. Hz. Peygam­ber, bulundukları konumun korkusundan kurtarmak suretiyle çeşitli şekillerde insanlara şefaat eder. Mesela, azaplarını hafif­letmek amacıyla bazı kâfirlere şefaat eder. Ebu Tâlib olgusu böyledir. Bazı mü’minlere cehenneme girdikten sonra çıkarmak su­retiyle şefaat eder. Bazılarına da cehenneme girmeleri gerektiği halde girmemeleri için şefaat eder. Bazılarına hesap sualsiz cen­nete sokmak süreriyle; bazılarına da cennetteki dereceleri yük­seltmek amacıyla şefaat eder. Bunların hepsi, şefaatle mutlu ol­mak konusunda ortaktır. Bununla birlikte, şefaatle en mutlu olanlar, ihlâslı mü’minlerdir”.[17]

f. Şefaat, mutlak, sınırsız, her hâlukârda, her şartta geçerli bir ta­lep değildir. Bunu sınırlayan şeyler var. Onlardan biri de kul haklarıdır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ne mutlu o kimse­ye ki, haksızlık yaptığı kardeşiyle kıyamet günü gelmezden ön­ce bu dünyada iken helalleşir! Zira orada ne dinar ne de dirhem vardır. Haksızlık yapanın sevabı varsa yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir; şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahla­rından alınarak haksıza yüklenir”.[18] Bu hadiste mü’minler uyarılıyor. Kul haklarının şefaat konusuna dahil olmadığı anlaşılıyor. Zaten Allah Teâlâ’nın kul hakkı dışında her türlü günahı affedebileceği biliniyor.

Şefaatin temel mantığı Allâh’ın rahmeti ve mağfiretidir. Bunu şöy­le açıklayalım: Varlık düzeninde etkili olan ilke rahmettir, mutluluktur, kurtuluştur. İlahî rahmet geneldir ve kapsayıcıdır. Gaybî yardımlar ve rahmani destekler, rahmetin gazabı geçişinin belirtilerindendir. Allâh’ın mağfireti ve günahları rahmet tecellileri ile giderişi, rahmet ve şefkatin gazaba üstünlüğünün bir diğer tanığıdır. Zira Allâh’ın rahmeti, gazabı­nı geçmiştir. İnsan mutluluğa ulaşmak için adım atsa ve çabalasa bile bu her zaman yeterli olmayabilir. Allâh’ın üstün ve büyük rahmeti vardır. Allah’ın rahmetini göz ardı ederek amele güvenmek ve onun sonucunda bir karşılık beklemek, mü’min inancına yakışmaz. Söz konusu İlahî rahmet, bütün varlıkları yetenekleri ölçüsünde kapsar. Bütün kurtuluşa erenlerin gerçek mutluluğa erişlerinde bu ilke etkili olmuştur. Kur’ân’da Kim o gün azaptan kurtulmuşsa Allah ona rahmet etmiştir”[19] buyrulu­yor. Demek ki rahmet olmasa kimse azaptan kurtulamaz. Allah Resulu ile kurtuluş için iki öğeye dikkat çekiyor: Amel ve Allâh’ın varlığa yönelen rahmeti...

İşte, şefaat, bu İlahî rahmetin tecellisi ile ilgilidir. Bu rah­metin tek sahibi Allâh’tır. Konu rahmetin gerçek sahibi açısından ele alı­nınca bu rahmet tecellisine “İlâhî mağfiret” adı verilir. Buna karşılık bu mağfiretin akış yolu, mecrası göz önüne alınırsa “şefâat” adı kullanılır. Şu halde, Allâh’ın mağfiretine nail olabilmek için hangi şartlar gerekiyorsa, bunlar şefaat için de geçerlidir. Akli açıdan mağfiretin tek şartı, ilgili ki­şinin mağfiret için gerekli yeteneği ve kabiliyeti haiz olmasıdır. Bir kimse Allâh’ın rahmetinden yoksun kalırsa, bu, Allâh’ın rahmetindeki sınırlılıktan dolayı değildir. Bu yoksunluğun sebebi, o kişinin mağfireti kabul yete­neği göstermemesidir. İlahî rahmet, sınırsız ve mutlaktır. Ancak, bu rah­met tecellisinin karşısında olanların kabul yetenekleri farklıdır. Bir kimse bu kabiliyetten tamamen yoksun olursa İlahî rahmetten hiçbir payı ola­maz. Şirk ve küfür böyledir. Bunlar, insanın mağfiret ile ilişkisini keserler.

Mağfiret ve şefaate erişebilmenin zorunlu şartı, Allâh’a îmândır; ancak bu da tek başına yeterli olmayabilir. Hiç kimse de şefaat ve mağfiretin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları kesin biçimde açıklayamaz. Bunun bilgisi sadece Allah katındadır. “Allâh, şirkin dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar”[20] buyrularak bir taraftan müjde verilirken diğer taraftan “dilediği kimse için” kaydı da getirilir. Ayrıca Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”[21] buyruluyor. Denilebilir ki, Kur’ân, şefaatin bütün şartlarını açıkça be­lirtmeyi münasip görmemiştir. Gönüllerin havf ve reca arasında kal­masını dilemiştir.[22]

Faruk Beşer’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetine şefaat edecektir. Bu şefaat, onların durumuna göre farklı etkilerde olacaktır. Günahları az olanlar, bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacak­lardır. Bazılarının da günahlarının yarısı, ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi, eğer Allâh’a şirk koşmadan ölmüşlerse, bundan nasibini alacaklardır. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Hapis cezalarına on yıllık bir indirim geldiğini varsayalım. Dokuz yıl ve daha aşağısı cezası kalanlar tamamen tahliye olurlar. Kırk yıl cezası olanların cezası ise otuz yıla düşer. Ama müebbet ceza alanlar bu indirimden yararlanamazlar. Allâh’a (cc) şirk koşarak ölenlerin cezası müebbettir. Dolayısıyla onlar bu şefaatten yararlanamazlar. Çünkü onlar zaten Hz. Peygamber’in ona icabet eden ümmetinden değillerdir.

Şefaat; ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik midir?

Bu noktada çoğu kez dile getirilen bir husus vardır: Şefaat; bir tür ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik demek değil midir? Oysa burada doğru ile batıl olan şefaatin arasını iyi ayırt etmek gerekir. Gerçek şefaat, Allâh’tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve ara­cılar vasıtası ile Allâh’a ulaştığı sanılır. Gerçek şefaatte Allah, rahmet ve mağfiretini günahkâra eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaatte ise kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmakta­dır. Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi, şefaatçısını tayin eder. Gerçek şefaatte ise şefaatçi olan nebileri ve diğerlerini ve­sile kılan, tayin eden Allâh’tır. Diğer bir ifadeyle batıl şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir. Gerçek anlamı ile şefaatte ise durum aksinedir. Katında şefaat edilen Yüce Allah, şefaatçının şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi ancak O’nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur.[23]

Şefaat İtikadının Suistimali:

g. Son olarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde şefaat anlayışına karşı çıkışlarda pratikte görülen bazı olumsuz anlayışların etki­si vardır. Mesela, kişi şeyhinin eteğine yapışmakla kesin kurtu­lacağını düşünmektedir. Yine başkalarını da o şeyhe yapışmaya davet etmekte, onlara kesin kurtulacaklarını müjdelemektedir. Hatta ölen şeyhlerin türbesi ziyaret edilmekte, doğrudan onlar­dan şefaat beklenmektedir. Bu iş, farkında olmadan kişiyi kutsal­laştırmaya kadar varmaktadır. Ona bu yetkiyi kim verdi? Şefaatçi olduğunu nereden bilmektedir? Hele Kur’ân ve sünnete ittiba etme, cihâd ve emr-i bi’l-ma’rûf gibi konularda sıkıntılar var­sa ya da İslâm yanlış yorumlara tabi tutuluyorsa, böyle şefaat ve şefaatçi anlayışı şüpheleri kat be kat artırmaktadır. Tabii bu da şefaatin reddine sebep olmaktadır.

Bu red keyfiyeti, bir açıdan haklıdır. Ancak hadîslerde çerçevesi çizilen şefaat anlayışı böyle değildir. Yani papaza kızıp oruç bozmamak gerekir. Oysa gerçek şefaatte şefaat edecek olanı tayin edecek olan Allâh’tır. Peygam­berler bellidir. Kur’ân bellidir. Ancak, bunların kime şefaat ede­ceği çok açık değildir.Alimler şefaat edecektir. Ama hangi âlim bu belli değildir. O halde, dünyadayken falan âlim, şeyh vs. ke­sin şefaat edecek inancında olmak mümkün değildir. En fazla ya­pabileceğimiz şey, hüsn-i zanla hareket edip o insanlarla huku­kumuzu en güzel şekilde yaşamaktır. Sonuçta ahirette kimin pe­şinden gittiysek onunla birlikte haşrolacağız. Sâlih insanlarla bir­likte olmak elbette ahirette fayda verecektir.

Dediğimiz gibi ki­min salih amel işlediğini, kimin âlim kimin zâlim olduğunu hak­kıyla bilen Allâh’tır. Bize düşen zahire bakarak hüsn-i zanla ha­reket etmektir. Kur’ân ve sünneti yaşayan ulemâ saygıdeğerdir, fakat yine de falan kimse kesin şefaat eder düşüncesinde olmak güçtür. Şefaat beklemek için türbe ziyareti yapmak ise doğru de­ğildir. Türbeler, kabirler âhireti hatırlamak ve oradakilere duâ yapmak için gidilen yerler olmalıdır. Türbelere şefaat anlayışıy­la gitmenin şirke kapı arayabileceği noktalar var ki, çok dikkatli olunmalıdır. Türbede yatan kişiyi vesile kılmak ise başka bir şey­dir. Vesile kılmak için türbelere gitmeye de gerek yoktur. Tabii şunu da belirtelim ki, duâlarımızda vesile kılmak da şart değil­dir. Böyle yapanlar varsa da kimden istediklerini çok iyi bilme­lidirler. Onun için sağlam bir itikâda sahip olmak gerekir.[24]



[1] Buhârî, Rikâk, 11.
[2] Buhârî, Rikâk, 51; Tevhîd, 25.
[3] Ebu Dâvûd, Cihâd, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 137.
[5] Buhârî, Tevhîd, 31.
[6] Buhârî, Tevhîd, 24.
[7] Buhârî, İlim, 33.
[8] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 42.
[9] Tirmizî, Kıyâmet, 11; İbn Hanbel, Müsned, III, 213.
[10] Silsiletu’l-ahâdisi’z-zaîfe, hd. no. 209.
[11] Müddessir, 48.
[12] Bakara, 255.
[13] Sebe’, 23.
[14] Zuhruf, 86.
[15] Necm, 26.
[16] Bk. Kemal Sandıkçı-Muhsin Koçak, Câmi‘u’l-usûl Tercüme ve Şerhi, XVI, 693-697; Fahruddîn er-Râzî, Mu’tezile’nin şefâati reddederken kullandı­ğı delillerin ve ehl-i sünnetin bunlara verdiği cevapların hepsini tefsirinde kaydetmiştir. Bk. Tefsîr-i Kebîr, (çev.) II, 499-523.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 262.
[18] Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme, 2.
[19] En’âm, 16.
[20] Nisa, 116.
[21] Enbiya, 28.
[22] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 308-310.
[23] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 310.
[24] Bkz. Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s. 244-255.
***

ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?

Evet, şefaat haktır. Birçok ayet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliya asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i azama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Resulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki ayet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).

Şefaat Edecek Olanlar Hissi Davranabilir Diye...

Bunun böyle olması da gayet tabii ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilahîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek mesela, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır.Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir. Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur İle İlgili Bir Menkıbe

Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Şefaat Herkese Ve Sınırsız Bir Ölçüde Değildir

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alakalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır. Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık payesi ihsan eyle!

Zaten O vermek İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz...

Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.”  Evet, ayet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143). Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir. Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...(2)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kurana Aykırı Görülen Hadisler, İnsan yayınları, s. 97-107.
(2)- https://sorularlaislamiyet.com/sefaat-nedir-aciklayabilir-misiniz-kuranda-peygamberimizin-bize-sefaat-edecegine-dair-ayet-var-mi

Devamını Oku »

Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?



Ahirette Allah'ın Görülecek Olması,Kuran'a Aykırı mı ?


Ebû Hureyre’den rivâyet edilmiştir: “İnsanlar; “Ey Allâh’ın Resûlü!  Kıyâmet günü Rabbimizi görecek miyiz?” diye sordular. Hz. Pey- gamber onlara; “Bulutsuz bir günde ve öğle vaktinde güneşi görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. “Hayır!” dediler. Tekrar; “Bulutsuz ve  dolunaylı bir gecede ayı görmekte zorlanır mısınız?” diye sordu. Yine “Hayır!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, şunları söyledi: “Ha­yatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, (o gün) Rabbinizi görmek konusunda çekeceğiniz zorluk, ancak (bugün) ay ve güneşi görmek ko­nusunda çektiğiniz zorluk kadar olacaktır...’’(Müslim,Zühd,16)



Konuyla ilgili başka hadîsler de vardır.(Buhari,Mevakıt,16-26;Tefsir,50/1;Tevhid,24 ; Ebu Davud,Sünnet,20;Tirmizi,Cennet,16)



Ehl-i Sünnet âlimleri, cen­nette Allâh’ın görülmesini aklen mümkün, naklen vâcib görmüşlerdir. Aklen mümkündür, çünkü “Mademki, Allâh mevcuddur, öyle ise gö­rülecektir. Zira mevcut olan her şey görülür; öyle ise Cenab-ı Hak da görülecektir, fakat O’nu görmenin mahiyeti ve keyfiyeti meçhuldür.

Naklen vâcib olmasına gelince, yukarıdaki hadîsler ve onları teyid eden âyetler, bunun delilidir. Bu âyetler şunlardır:


a-“Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine baka­caklardır (O’nu göreceklerdir)".(Kıyamet,21-22)



b-“Mûsâ, tayin ettiğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de, Rabbi onunla ko­nuştuğu zaman, Rabbim! bana (kendini) göster, Seni göreyim! dedi. Rabbi: (ona şöyle) dedi: ‘Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak; eğer o yerinde durabilirse beni göreceksin.’ Rabbi o dağa tecellî edince, onu paramparça etti”.(A’raf,143)



Eğer Allâh‘ın görül­mesi imkânsız olsa idi, Mûsâ peygamber bu tür bir talepte bu­lunmazdı. Zîrâ Ehl-i Sünnet’e göre, bir peygamber, Allâh’ın sı­fatlarından habersiz olamaz.



c-“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası (ziyade) vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır”(Yunus,26) Âlimler bu âyette “ziyâde” ile kastedilenin Al lâh‘ı görmek olduğunu söylemişlerdir ki, bunu teyid eden hadîs de bulunmaktadır.(Müslim,İman 297;Tirmizi,Cennet 16)

Bütün bunlara rağmen, rü’yetullahın Kur’ân’a aykırı olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, rü’yetullahı nefyeden âyetler şöyledir:


-“Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır’’.(En’am,103)



-“Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca,‘Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım’ dedi. Allâh da, ‘Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.’ dedi. Rabbi, dağa tecellî edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılın­ca, ‘Seni eksikliklerden uzak tutarım Allâhım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim ‘ dedi.”(A’raf,143)



İlk âyette geçen idrâk kelimesi, bir şeyi her cihetiyle anlamak demek değil, mahdut olan bir şeyi ihata etmek anlamındadır. Bu bakımdan, idrâk ile rü yet aynı şey değildir. İdrâk hususi, rü’yet ise umumîdir. Âyette asıl vurgulanmak istenen husus; “Her göz sahibi, O’nu idrâk edemez.” demektir. İbn Kesir şöyle der: “Bu gözler idrâk edemez” demek kıyâmet gününde Allâh’ı göremez demek, değildir. Çünkü AlIlâh mü’min kullarına, dilediği gibi görünecektir. Fakat gözler, Yüce AlIlâh’ın azamet ve celâlini mahiyetiyle idrâk edemezler.”

Cenab-ı Hakk’ın idrâk etmesi ise, yarattığı her mahlûku hakkıyla  bilmesidir. O, her latif olanı bilir, gözleri de idrâk eder. Zira gözü veren O’dur. Çünkü, meselâ; gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince  bir mana olan gözün gördüğünü görür.


“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki, O, göğüslerin  özünü bilir. Yaratan bilmez olur mu ? O, latiftir, ( en ince içleri görüp bilmektedir) ve her şeyden haberdardır.”(Mülk,13-14)



Buradan da anlaşılıyor ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk rü’yettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

İkinci âyete gelince, bu tamamen dünya ile alakalıdır. “Şu dünya­da beni asla görmezsin” demektir. “Asla görmezsin” ifadesinden “hiç­bir zaman” gibi bir mana çıkaranlar vardır. Oysa buna gerek yoktur. ! Allâh, bu dünyada asla görülemeyeceğini vurgulu bir şekilde ortaya koymaktadır.

Mu’tezile ve Cehmiyye mezhepleri, rü’yetullahın mümkün olduğu­nu söylemenin Allâh‘ı yarattıklarına benzeteceği düşüncesiyle, rü’yetullah’ı kabul etmezler. Bu mezheplere göre, rü’yetullah’ın mümkün ol­duğunu kabul etmek, Allâh‘ın cisim olduğunu iddia etmeye benzer ki, Islâm dîni akidesinin tevhîd kuralına göre bu imkânsızdır. Bu sebeple Mu’tezile ve Cehmiyye mezheplerine göre Allâh'ın âhirette görülmesi kabul edilemezdir; çünkü hiçbir âyette Allâh gözlerle görülür, denilme­miştir. Bilakis aksini ifade eden âyet vardır. Buna göre, “Gözler O’nu göremez (idrâk edemez); halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır”.(En’am,103)

Malumdur ki, letâfet, kesâfetin zıddıdır, incelik manasınadır; Bir ismi “Latîf” olan Cenab-ı Hak, yarattığı her mahlûkun her şeyini, bü­tün incelikleriyle bilir, kullarına lütuf ve keremde bulunup, onlara karşı son derece şefkat ve merhamet eder.

İnsan, her gördüğü şeyi idrak edemez. Su üzerinde ihtisası olma­yan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir. Büyük bir deryaya bakan bir insan, o deryanın derinliklerinde nelerin olduğunu idrâk edemez; inci, mercan ve yakut gibi paha biçilmez mücevherâtı göremez. Aynı şekilde âmi bir insan, güneşe bakınca onu bir elma kadar zanneder, ama bir astronomi âlimi, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyük olduğu­nu, onda nice patlamaların meydana geldiğini bilir ve görür.

Sıradan bir insan, kanı, kırmızı bir su olarak görürken; bir doktor, o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.

Botanik ilminden habersiz olan bir kişi, bir bitkinin yüzüne bakıp dururken; o fende terakki etmiş ve ihtisas yapmış bir kişi, onda giz­li olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.

Fahreddin Râzî, idrâk ile rü’yetin farkını şöyle izah etmektedir;

“Rü’yet ikiye ayrılır:

Birincisi: Sınırları ve sonu olan bir şey, bu sı­nırlar ve son ile görüldüğü zaman, o şeyin görülmesi, idrâk ile ifade edilebilir. Bu takdirde rü’yet ile aralarında bir fark olmayabilir.

İkincisi ise; hudutsuz ve nihayetsiz olan bir şeyin görülmesidir ki; onun idrâk edilmiş olduğu anlamına gelmez. Buna göre, rü’yetin bazen idrâkle birlikte, bazen de idrâkten ayrı olarak meydana geldiğini söyle­mek mümkündür. Şimdi her iki halde de “rü’yet” kelimesinin kullanıl­ması mümkün olsa ve mesela, “falan şeyi gördüm” denilmek süretiy­le, hem mücerred rü’yet, hem de idrâkle birlikte rü’yet kastedilmiş ol­sa bile; idrâk kelimesinin kullanılması ve mesela, “falan şeyi idrâk et­tim” denilmesi, idrâk etmeksizin mücerred rü’yetin kastedilmiş oldu­ğuna delâlet etmez.

Bundan da anlıyoruz ki; rü’yet genel, idrâk ise özeldir. Her idrâk ruyettir, fakat her rü’yet idrâk değildir.”

Şunu hemen ifade edelim ki, göz her şeyi göremediği gibi akıl da her şeyi anlayamaz, idrâk edemez. İnsan; sesi duyar, kokuyu hisseder, ama göremez. Cenab-ı Hak insanı bunları görecek bir kabiliyette ya­ratabilirdi, ama bazı şeylerin görülmemesi de büyük bir nimettir. Eğer insan, mesela, elindeki mikropları görseydi, asla yiyip içemezdi. Karın­canın ayak sesini duysaydı, bu dünya onu daima rahatsız eden gürültü­lü bir hane haline gelirdi.



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hadislerde Geçen En Şiddetli Azaba Uğrayacak Kimse İfadeleri,Kuran'aAykırı mı ?



Hadislerde Geçen En Şiddetli Azaba Uğrayacak Kimse İfadeleri,Kuran'a Aykırı mı ?


İbn Mes’ûd’dan rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kıyâ- met günü Allâh katında en şiddetli azaba uğrayan kimse sûrct ya­panlardır”.(Buhari,Libas,hd.no.5950;Müslim,Libas,hd.no.2109)

Hz. Âişe’den rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Şüphe­siz sûret tasvir edenler, kıyâmet günü en şiddetli azaba uğrayacaklardır”.(Buhari,Edeb,hd.no.6159) Ebû Sa‘îd el-Hudrî’den rivâyetle Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: “İnsanların kıyâmet günü Allâh’a en sevimlisi, âdil imâmdır; in­sanların en çok buğzu celbedeni ve azab bakımından en şiddetlisi, zâ­lim devlet başkanıdır”.(Tirmizi,Ahkam,hd.no.1329)

Bu hadîslerin zahiri açıktır. Bununla birlikte hadîslerin zahiri Gâfir Sûresi’nin şu âyetine aykırıdır: “Onlar sabah akşam o ateşe sokulur­lar. Kıyâmetin kopacağt günde: Firavun ailesini azabın en çetinine so­kun (denilecek) (46. âyet)

Âlimler âyet ve hadîslerin arasını uzlaştırmada çeşitli yorumlar geliştirmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:



1-Ayet ve hadîslerdeki eşeddiyet (en şiddetli azaba düçâr olan) an­cak azabın cinsine göre değil, azap görecek olanların cinsine gö­redir. Firavun, ilahlık iddia etme bakımından azabın en şiddet­lisine sokulacaktır. Sûret yapanlar da sûret yapan veya yapma­yanlara nispetle azabın en şiddetlisine düçar olacaktır . Bir fark­la ki, sûret yapanın maksadı, tapınma/ilahlık ise Firavunla aynı derecede azaba sokulacaktır.



2-Ayetteki eşeddiyet, azabın cinsine göredir. Bu durumda mana şöyle olur: Âl-i Firavun, içinde bulundukları azabın nev’ine gö­re en şiddetli azabı göreceklerdir.



3-Âyette en şiddetli azabın Firavun ailesine tahsisi yoktur. Bila­kis onlar en şiddetli azap içerisindedir; bu azabın benzerini hak eden başkaları da en şiddetli azapta onlara ortaktır.



Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’e göre, Âl-i Firavun’un kıyâmet gü­nü en şiddetli azaba sokulmasıyla sûret yapanların da böyle olması ara­sında bir tenakuz yoktur. Hadîslerde en şiddetli azabı hak edenlerin bazı vasıflarından bahsedilmiştir. Âyette ise bizzat isim verilmiştir ki, onlar da Âl-i Firavun’dur. Âyet ve hadîslerde azabı gerektirecek sebep, Allâh’ın yaratmasına benzetmedir. Bu ortak paydayla hem Âl-i Fira­vun hem de sûret yapanlar, en şiddetli azaba sokulacaktır. Zira tasvir­le ilgili bazı hadîsler, bu duruma işaret etmektedir. Hz. Âişe’nin nakli­ne göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İnsanların kıyamet günü azap bakımından en şiddetlisi, Allâh’ın yaratmasına benzetenlerdir”.(Buhari,Libas,hd.no.5954;Müslim,Libas,2107)



Sûret hadîslerinde de maksat, Allâh’ın yaratmasına benzetmektir. Diğer bir ifadeyle, Allâh’tan başka tapılacak şeylerin resmini yapmak­tır. Bu niyetle resim yapan, kâfir olur. Böylece, Âl-i Firavun’un soku­lacağı yere sokulması çok da uzak sayılmaz. Bu maksatla resim yap­mayanlara gelince, bunlar, günahkâr olurlar. Günahın cezasıyla küf­rün cezası bir olmaz.(1)



(1)-bk.Ahmed.B.Abdulaziz,el-Ahadisu’l-müşkile el-varide fi tefsiri’l Ku’rani’l Kerim,syf;436-438)

---------

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Ölülerin Dirilerin Sesini İşitmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Ölülerin Dirilerin Sesini İşitmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?


Abdullah b. Amr anlatıyor: Hz. Peygamber, Ehl-i Kalîb’e (çukur, kuyu ehline) muttali oldu ve “Rabbinizin va’d ettiğini hak olarak  buldunuz” buyurdu. Ona “Ölülere mi duâ ediyor, sesleniyorsunuz?” diye sorulunca “siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz, lâkin onlar ce­vap veremiyor” şeklinde cevap verdi. Hadîsi, Buhârî ve Müslim nakletmiştir.(Buhari,Meğazi 8;Müslim,Cennet,77) Hz. Peygamber ve Hz. Ömer arasındaki bu diyalog, Ebû Talha tarafından da nakledilmiştir.

Bu hadîsin bâtıl olduğu iddia edilmiştir. Zira işitme, görme ve ko­nuşma ölülerin değil, dirilerin vasfıdır. Bu hadîs, Kur’ân’a da aykırı­dır.(Rum 52;Fatır 22;Neml 80) Ayrıca Hz. Âişe bu rivâyeti âyetlere arz ederek tenkîd etmiştir. Rivâyet şöyledir:

İbn Ömer şöyle der: “Resûlullâh (s.a.v.) Bedir kuyularının başmda dikildi ve ölen müşriklere: ‘Rabbinizin size va’d ettiğini gerçek olarak buldunuz mu?’ dedi Sonra, ‘Onlar şu an benim ne dediğimi duyuyor­lar’ dedi. Bu durum Âişe (r.anha)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: ‘Resûlul­lâh o sözüyle şunu söylemiştir: ‘Onlar, şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar’. Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: ‘Sen ölülere işittiremezsin’ ”.(Buhari,Cenaiz,87;Meğazi 8-12)

Konuyla alakalı olarak şunları ifade etmek mümkündür:

1-Âyetlerde geçen “işittirmeme”, mecazî olarak Allâh’ın kalplerini mühürlediği kâfirlerle alakalıdır. Artık onlar hakkı işitemezler ve bun­dan faydalanamazlar. Bunun benzeri “Sen ancak âyetlerimize inanan­lara işittirebilirsin, onlar Müslüman olanlardır”(Rum 53) âyetinde geçmekte­dir. Buna göre işittirip işittirmeme, mecazîdir. Bu, Hz. Peygamber’in Bedir şehidlerine seslenişine aykırı değildir.

b-“Kabirdekilere işittiremezsin ” âyetine gelince, İbn Kesîr’in ifa­desiyle, ölüler -ki kâfirlerdir- hidâyet ve davetten faydalanamazlar de­mektir. Kabirdekiler nasıl ki, hidâyetten faydalanamaz, kâfirler de ölü gibidir; onlar da hidâyetten istifade edemezler. “Kabirdekilere işittire­mezsin” demek (kalpleri) ölenlere işittiremezsin, demektir.

İbn Receb’e göre bazen işitmek mutlak kullanılır ve bununla sözü idrâk edip anlamak bazen de bununla o sözden faydalanmak ve ona ica­bet etmek kastedilir. Bu âyetlerle anlatılan, birinci kastın değil de İkinci­nin olmayacağıdır. Zira bunlar hidâyete ve îmâna çağrıldığında hidâyet ve îmâna icabet etmeyecek olan kâfirlere hitap siyakındadır. Nitekim Allâh “Onların kalpleri var, onunla idrâk etmezler; gözleri var onunla görmezler...” buyurur. Bu âyetler, onların görmediğini ve işitmediğini bildiriyor. Zira bir şey faydası ve semeresi olmadığında bazen yok ka­bul edilir. “Ölülerin işitmesi” de bu kabildendir.

c-Bu konuda tarihte üç görüş oluştuğu söylenebilir. Şöyle ki:

1-Aslolan ölülerin işitmesidir. Kabirlerdeki ölülerin işittiği sahîh delillerle sabit olmuştur. Şankıtî’nin görüşüdür. Kadı Iyâz, ha­dîslerde beyan edilen işitmenin umumî olduğunu (Bedir’de öl­dürülenlere has olmadığını) söylemiştir. Nevevî de, “Kabirlere selâm vermeyi bildiren hadîsler, bunu iktiza etmektedir. Zahir ve muhtar olan kavil de budur” demektedir.(Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,XI,292)

2-Ölüler, genel olarak işitirler. Ama her halde, her zaman işitmez­ler. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîslerin gösterdiği gerçek budur. Bu, İbn Teymiyye’nin görüşüdür.

3-Aslolan, ölülerin işitmemesidir. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîsler, bu aslın istisnasıdır. Bu da umumun tahsîsi kabilndendir. Bu örneklerin dışında ölüler işitmezler. Bu görüşü Katâde, Ebu  Ya’lâ, Mâzirî, İbn Atiyye, İbnu’l-Cevzî, Kurtubî, Şevkânî, Alûsî, Elbânî tercih etmiştir. Tercihe şayan görüşün bu olduğunu söylemek mümkündür. Ölülerin işitmesinde aslolan, işitmemeleridir. Ancak, nasla sabit olan deliller kuvvetli olduğundan, sadece onlarda geçen hususlar kabul edilmelidir.

Hz. Âişe’den ölülerin işitemeyeceğine dair nakledilen habere gelince; ulemâ, bunun cumhûra muhalefet olduğu kanaatindedir. İbn Teymiyye’ye göre hadîs ulemâsı -Bedir’e şahid olmasalar bile- Enes ve İbn  Ömer’den nakledilen hadîslerin sahîh olduğunda ittifak etmiştir. Enes,  bunu Ebû Talha’dan rivâyet etmiştir. Ebû Talha da Bedir’e katılmıştır. İbn Hacer de cumhûrun Hz. Âişe’ye muhalefet ettiğini, çünkü İbn Ömer’e muvafakat eden başka hadîslerin olduğunu belirtir. Ebû Talha f rivâyeti, İbn Ömer’i teyid eder.

Süheylî, er-Ravzu’l-unf adlı eserinde şöyle demektedir: “Hz. Âi-şe orada bulunmamıştı. Başkaları ise orada bulundukları için Hz. Peygamber’in lafzını daha iyi bellemişlerdir. Nitekim onlar ona ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Kokuşmuş bir cesed topluluğuna mı sesleniyorsun?’ de­yince, o (s.a.v.), ‘Siz benim dediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz’ buyurdu.”

Hz. Âişe’nin âyetle istidlâline de genel olarak iki şekilde cevap ve­rilmiştir:

a-Bu âyet, sadece kâfirlerin îmâna daveti hakkında inmiştir.

b-Bu âyet, onlara duyuranın Hz. Peygamber olduğunu nefyetmiştir. Duyuran, sadece Allâh’tır. Bu demektir ki, Allâh dilerse on­lara duyurabilir. Dolayısıyla Allâh Teâlâ’nın “Sen ölülere işittiremezsin” âyeti, Nebî (s.a.v.)’in “Onlar şu anda işitiyorlar” ha­dîsine zıt değildir. Zîrâ işittirmek, işittirenden sesi kulağa ulaş­tırmaktır. O zaman, Nebî (s.a.v.)’in sesini onlara ulaştırmakla onlara işittiren Allâh’tır; Hz. Peygamber değildir. Böylece âyet' le hadîs arasını barıştırmak hâsıl olmuştur.

Çeşitli istidlallerle Hz. Âişe’nin fikrinden döndüğünü iddia edenler de olmuştur.

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hz.Adem ve Hz.Musa'nın Tartışması Kuran'a Aykırı mı ?

Hz.Adem ve Hz.Musa'nın Tartışması Kuran'a Aykırı mı ?

Muttefekun aleyh olan bir rivâyete göre “Hz. Âdem ve Mûsâ münakaşa ettiler. Mûsâ, Âdem’e: ‘İşlediğin günahla insanları cen­netten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!’ dedi. Âdem de Mûsâ’ya: ‘Sen, Allâh’ın risâlet vermek sûretiyle seçti­ği ve hususi kelâmına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan önce Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!’ diye cevap verdi.” Resûlullâh devamla dedi ki: “Hz. Âdem, Mûsâ’yı ilzam etti! (hacce Âdem Mûsâ=Âdem Mûsâ’ya hüccet ile gâlib geldi)”(Buhari,Kader 11,Enbiya 31,Tefsir Taha 1-3,Tevhid 37;Müslim,Kader 13;Muvatta,Kader 1;Ebu Davud,Sünnet 17;Tirmizi,Kader 2)



Bu hadîsin kader tartışmasıyla ilgili olduğu açıktır. Şunu belirte­lim ki, zahiri ilk bakışta müşkil bir durum arz etmektedir. Çünkü Hz. Âdem, işlediği günahı kadere havale etmektedir. Bu yüzden olacak ki, günümüzde bu hadîsi çeşitli açılardan tenkîd edenler vardır. Buna göre, hadîs buram buram isrâiliyât kokmakta olup bazı noktalardan Kur’ân’a aykırıdır. Mesela;



1-Kur’ân’a göre her şeyi bilen Allâh’tır. Hadîse göre, Hz. Mûsâ her şeyi biliyor.



2-Kur’ân’a göre, Âdem’i şeytan saptırdı. Hadîse göre, Âdem, in­sanları saptırdı.



3-Kur’ân’a göre, Âdem, Rabbine asi oldu. Kınıyor. Hadîs ise kınanamayacağını söylüyor.



4-Kur’ân’da Âdem, “Biz nefsimize zulmettik” diyor. Mûsâ ise Allâhın takdir ettiği kaza bu, demiyor. Şeytan ise tevbe edememe­sinin sebebi olarak, “beni sen saptırdın” diyor. Âyet, onların ne­fislerinin kurbanı olduğunu söylüyor; “zulmettik” diyorlar. Ri-vâyet ise Âdem’in kader kurbanı olduğunu söylüyor.



5-Kur’ân Âdem’in günahından mes’ul olduğunu, ardından tevbe ettiğini söylüyor. Bu rivâyet Âdem’in günahına mecbur olduğu­nu söylüyor.



6-Kur’ân’a göre sorumlu olan Âdem’dir. Rivâyete göre ise Âdem “Beni saptırdın” diyerek sorumluluğu Allâh’a atan şeytanı ha­tırlatıyor.



7-Kur’ân’a göre, Allâh, Âdem’den geçmişte söz almış, ama onu azimli bulmamıştır. Rivâyete göre Âdem in İlâhî talimata rağ­men, yasak ağaçtan yemesi kaderdir. Bu, şu manaya gelir: Al­lâh, önce bir şeye yaklaşmayın diye yasak koymuş, ardından da onu kader kılmıştır. Bu, Allâh’a iftira değil de nedir?



8-Kur’ân, “herkes yaptığının rehinidir” diyor. Rivâyet ise “Âdem yaratılmadan önce takdir edilen şeyi yapmıştır, o zaman kına­namaz” diyor. O zaman şeytan da kınanamaz. Şeytan da kendi rolünü oynamıştır.





Bu tenkîdlerin özeti şudur: Herkes yaptığından sorumludur. İşle­nen günahı hiç kimse kadere yükleyemez. Ancak hadîs, işlenen güna­hı kadere yüklemekte, işlediği günahından dolayı Hz. Âdem’i sorumlu tutmamaktadır. Durum böyle ise şeytanın itirazları da yerinde olmakta­dır. Şeytanlaşmış insanların da işledikleri günahları kader yüzündendir.

Hadîs, sahîhdir. Bir  kere, şu konuda icmâ olduğunu bilmek gerekir:Kişi yaptığı işlerden sorumludur. Hiçbir şekilde günahını kadere yükleyemez.Günahını ve de inkarlarını kadere yükleyenler müşriklerdir. Mü’min, günahını itiraf eder ve Allâh’tan af diler. Bütün bunlar, Hz. Adem de, Hz. Mûsâ da bilmektedir. O halde, bu hadîste ne kast tedilmektedir?

Şimdi rivâyeti tahlil etmeye çalışalım:



1-Bu rivâyette geçen münakaşa olayının zamanı ve yeri konusunda farklı değelendirmeler ileri sürülmüştür: Bazı âlimlere göre, âhirette cereyan edecektir. Bazı âlimler ise, dünyada ve Hz. Mûsâ (a.s.) devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın Âdem (a.s.)’ı gör- me talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.

Bazı âlimler de, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda, Hz. Mûsâ (a.s.)’ın vefatından sonra ruhları semâda karşılaşmış olmalıdır.

İbnu’l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de  durmuştur. Bu durumda mâna şudur: “Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Mûsâ (a.s.)’ın isminin R geçmesi, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir.”



2-Hz. Âdem (a.s.)’in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı konusuna gelince; bir başka rivâyette “40 yıl önce” ifadesi vardır. İbnu’t-Tîn: “40 yıldan maksat, âyet-i kerîmede geçen ‘Ben yeryüzünde bir halîfe ya­ratacağım.’ (Bakara, 30) ifadesi ile Hz. Âdem (a.s.)’e ruhun üflenmesi  arasında geçen müddettir.” der. Bazıları: “Bu müddetin başlangıcı, levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Âdem’in yaratılma zamanıdır." demiştir. İbnu’l-Cevzî, şöyle der: “Allâh’ın kadîm olan ilmi, ma’lumâtm tamamım mahlûkâtm hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak, bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim, Sahîh-i Müslim’de gelmiştir ki: ‘Allâh; miktarları, yeri ve gökleri yaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir.’ Öyleyse, bilhassa Hz. Âdem (a.s.)’in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması câizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir; bu da câizdir. Nite­kim, yine Sahîh-i Müslim’de geldiğine göre, Hz. Âdem (a.s.)’in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semâvât ve arzın yaratılı­şından elli bin yıl önce yazılmış olmasına aykırı olmaz.”

Mâzirî de şunu söyler: “Bundan murad, Allâh’ın bunu, Hz. Adem (a.s.)’in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; Allâh bunu meleklere açıkladı ve­ya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allâh’ın meşîeti ve takdiri, kadîmdir.”

En doğrusu da şudur: Hz. Âdem (a.s.)’in “Allâh bunu, beni yarat­mazdan önce bana takdir buyurdu.” şeklindeki sözü ile “Tevrat’ta bu­nu yazdı.” demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivâyette şöy­le gelmiştir: “Hz. Âdem, Mûsâ’ya sordu: “O yaptığın işin üzerime ya­zılması işinin, Tevrat’ta, yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün?” Hz. Mûsâ: “Kırk yıl!” diye cevap verdi.”

Nevevî şöyle der: “Onun takdirinden murad, Levh-i Mahfûz’a ve­ya Tevrat’a veya Elvâh’a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilme- si, câiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teâlâ Hazretleri, gelecek ha­diseleri ezelden beri bilir. Onun ilmi, sonradan oluşmaz.”[İ.Canan,Kütübü Sitte,(Akçağ yay.)XIV,29-31]



3-Hadîste geçen “Allâh’ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıpla­ma!” ifadesi, kişinin iradesini yok saymak değildir. İradeyle ve bilinçli olarak yapılan işler ile diğerlerini ayrı tutmak gerekir. Bu konuyu bir­kaç noktadan incelemek gerekir:

a-İnsanın aklını meşgul eden ve zihnini yoran hadiselerden biri­si de, Hz. Âdem (a.s.)’in cennetten çıkarılışı, dünyaya gönderi­lişi ve bu hadiseye de şeytanın sebep oluşudur. Bazı kimselerin aklına şöyle bir soru gelmektedir: “Eğer şeytan olmasaydı, Hz. Âdem (a.s.) cennette kalacak ve biz de orada mı bulunacaktık?”

Bu konunun izahında, Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’i (a.s.) yarat­mazdan önce meleklerle olan konuşmasına dikkat edelim. Bakara Sûresi’nde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani, Rabbin, meleklere, ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Onlar, Bizler hamdinle sana teşbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halîfe kılıyor­sun, dediler. Allâh da onlara, sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bili­rim, dedi.” (Bakara, 30)

Âyet-i kerîmenin mealinde de görüldüğü gibi, Cenab-ı Hak, daha Hz. Âdem (a.s.) i yaratmadan önce insan nev’ini yeryüzünde var edeceğini haber vermektedir. Yani insanların cennette değil de, dünyada yaşayacaklarını bildirmektedir. Şeytanın Hz. Âdem (a.s.)’i aldatması,insanın dünyaya gönderilmesine sadece bir sebep olmuştur.

Diğer taraftan, meleklerden farklı olarak, insana nefs ve şehevî hisler verilmiştir. Bu hislerin akislerinin görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete layık bir kıymet alsın, yahut cehenneme ehil olacak i bir vaziyete girsin. Bu açıdan, Hz. Âdem’in dünyaya gönderilmesi, Allâh’ın takdiriyledir.

b-İslâm âlimleri Hz. Âdem (a.s.)’ın yasak ağaçtan uzak durması yönündeki İlâhî emre uymamasının Allâh a bir isyan ve büyük fi günah sayılıp sayılmayacağı konusunu tartışmışlardır. Bu tartışma, daha çok Tâhâ Sûresi’nin 115 ve 121. âyetlerinin üslûbundan kaynaklanmaktadır. Bu sûrenin 121. âyetinde Hz. Âdem g ve Hz. Havvâ’nın şeytana aldanarak yasak ağacın meyvesinden yedikleri belirtildikten sonra. "... Böylece Âdem, Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı.” denilmektedir. Bu âyetteki “asâ” faili Zemahşerî’ye göre, Hz. Âdem’in büyük günah işlediği anlamına gelmez; o, küçük günah, başka bir tâbirle zelle işlemiştir. Bunun “âsi oldu” fiili ile ifadde edilmesi, insanlar için bir uyarı maksadı taşımakta, bir bakıma onlar: “Sakın, büyük günah  şöyle ursun, önemsiz hataları bile küçümsemeyiniz!” şeklinde uyarılmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’de geçen âyetleri daha iyi anlamak için önce o âyetle ilgili diğer âyetlere bakmak ve ona göre değerlendirmek gerekir. Nitekim konunun açıklandığı bir başka âyette Hz. Adem (a.s.)’ın bunu bilerek değil, unutarak yaptığı açıkça ifade edilir. (Taha, 115) Âlim­ler, Tâhâ Sûresi’nin 115. âyetinde geçen, “And olsun ki biz daha ön­ce Adem’e emir vermiştik; ancak, o unuttu ve biz onu azimli bulmadık.” mealindeki ifadeyi göz önüne alarak, Âdem’in yasaklanmış ağaca günah işleme azmi olmaksızın dalgınlıkla yaklaştığım belirtmişlerdir. Nitekim Hasan el-Basrî “Vallahi, o unuttuğu için âsi oldu.” demiştir.

Ayrıca Islâm âlimlerinin kanaatine göre, bu olay Âdem cennette iken, yani peygamber olmadan önce cereyan etmiştir. O zaman ne ümmet ne de cemaat vardı. Âdem’in kasıtsız olarak işlediği bu hata, töv­be etmesi üzerine Allâh tarafından bağışlanmış, yeryüzüne indikten bir müddet sonra da kendisine peygamberlik verilmiş, böylelikle o; ilk in­san, ilk baba ve ilk peygamber olmuştur.

“Derken şeytan, onlardan gizli bırakılmış o çirkin yerlerini (avret mahallerini) kendilerine açıklayıp göstermek için ikisine de vesvese ver­di ve ‘Rabbiniz size bu ağacı başka bir şey için değil; ancak iki melek olacağınız, yahut ölümden kurtulup ebedî olarak kalıcılardan buluna­cağınız için yasak etti.’ dedi. Bir de onlara, ‘Ben sizin iyiliğinizi isteyen­lerdenim.’ diye yemin etti. İşte bu şekilde, ikisini de aldatarak o ağaç­tan yemeye tevessül ettirdi. Ağacın meyvesini tattıkları anda ise, o çir­kin yerleri kendilerine açılıverdi ve üzerlerine Cennet yaprağından üst üste yamayıp örtmeye başladılar. Rableri de (Ben size bu ağacı yasak etmedim mi? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?’ diye ni­da etti.” (A’râf, 20-22)

Bundan sonra Âdem, Rabbinden (vahiy yoluyla) kelimeler belleyip aldı ve şöyle diyerek Allâh’a yalvardılar: ‘Ey Rabbimiz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bizi esirgemezsen herhalde en büyük za­rara uğrayanlardan olacağız.’ dediler.” (A’râf, 7/23)

“Sonra Rabbi onu seçti (peygamber yaptı) da tövbesini kabul bu­yurdu ve ona doğru yolu gösterdi....” (Tâha, 122-123)

Aslında Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin şeytanın iğvâsma kapılmaları, piş­manlık duymaları ve tövbe etmeleri, tövbelerinin kabul edilmesi, cen­netten çıkarılmaları gibi hadiseler, onların soyunun dünya hayatına ait macerasının bir hulâsası gibidir. Bu ilk hata ve daha sonraki gelişmele­rin, yeryüzünde insanlar da harâmlara yaklaştıktan sonra ataları Âdem gibi samimiyetle tövbe ederlerse tövbelerinin kabul edilebileceğini, gü­nah karşısında insan için bir tövbe ve af müessesesinin daima işleyece­ğini, insanın böylelikle kemâle ereceğini gösterdiği düşünülebilir. Bu­na göre Hz. Âdem (a.s.) unutarak meyveyi yediği için kader’in ızdırarî kısmına girebilir. Bundan dolayı sorumlu olmaz.



c-Kaderi ikiye ayırabiliriz; Izdırarî kader ve ihtiyarî kader, “izdirarî kader”de bizim hiçbir tesirimiz yoktur. O, tamamen irademiz dışında yazılmıştır. Dünyaya geleceğimiz yer, annemiz, ba­bamız, şeklimiz, kabiliyetlerimiz, ızdırarî kaderimizin konusu.Bunlara kendimiz karar veremeyiz. Bu nevi kaderimizden dolayı mesuliyetimiz de yok.

İkinci kısım kader ise, irademize bağlıdır. Biz neye karar verecek sek ve ne yapacaksak, Allâh ezelî ilmiyle bilmiş, öyle takdir etmiştir Mesela siz evleneceğiniz bir aday tipi belirliyorsunuz ve arıyorsunuz Allâh da sizin istediğiniz vasıflara sahip birkaç kişiyi önünüze çıkarıyor. Siz de bunlardan birini iradenizle beğenip kabul ediyorsunuz. Allâh’ın alacağınız eşin kim olduğunu ezelde bilmesi kader, fakat sizin iradenizle seçmeniz cüz’i irade dediğimiz insanın mesuliyet sınırlarıdır.(1)

Burada işin esası, Hz. Peygamber’in “Hz. Âdem Hz. Mûsâ’ya hüc­cet ile gâlip geldi” derken neyi kastettiğidir. Hz. Adem, masiyet ve günahına kaderle mi hüccet getirdi? Kaderi ileri sürerek mi masiyet ve günahını mazur göstermeye çalıştı? Böyle kabul edilmesi halinde Kur’ân’a aykırı olacağı açıktır. Ancak burada bir kaç ihtimalden bah­setmek mümkündür:
1-Evet, günaha karşı kaderi ileri sürmek, kadere dayanmak câiz değildir. Ama musibetlere karşı, başa bir musibet geldiğinde ka­dere dayanmak, kaderi hüccet getirmek câizdir. İnsan fakir ola­bilir, hastalanabilir, bir yakını ölebilir, ürünü telef olabilir, malı zayi olabilir, hataen birini öldürebilir. Bu gibi durumlarda ka­dere dayanmak, kadere sarılmak câizdir. Zira bu, bir Rab ola­rak Allâh’tan razı olmaktır. Allâh’ın takdirine rıza göstermek­tir. Nitekim hadîste bu durum geçer: “Başına bir musibet geldi­ğinde ‘şöyle şöyle yapsaydım’ deme! Fakat ‘bu, Allâh’ın kaderi­dir. Allâh dilediğini yapar de!”.(Müslim,Kader 34) Bir örnek verelim: Arabasını hız sınırını aşarak veya yanlış kullanan biri bir kazaya sebebiyet verse, ardından “bu kaderdir” deyip kaderi ileri sürse, câiz de­ğildir. Ama kendi halinde seyreden birine bir başka araba gelip çarpsa, arabasına çarpılan, “bu kaderdir” deyip Allâh’a sığınsa, bu câizdir.

Bunu hadîse uyguladığımızda şöyle bir tablo ortaya çıkar: Bir kere, Hz. Mûsâ, günahından dolayı Hz. Âdem’i kınamamıştır.

Zira onun Allâh’a tevbe ettiğini, Allah’ın onun tevbesini kabul ettiğini bilmektedir. Hz. Mûsâ Âdem’i günahından dolayı kınasaydı, Âdem ona şöyle cevap verirdi: “Ben günah işledim, tevbe ettim. Allâh da tevbemi kabul etti”. Ardından da Hz. Mûsâ’ya şöyle derdi: “Sen de birini öldürdün, levhaları yere attın!”. An­cak böyle konuşma olmamıştır. O halde, Hz. Mûsâ, onun gü­nahını değil, başına gelen musibeti delîl olarak getirmiştir. Hz. Âdem’in başına gelen musibet, onun cennetten çıkmasıdır. Gü­nah ise, yasak meyveden yemesidir. Dikkat edilirse, Hz. Mûsâ, yasak meyve meselesini değil, cennetten çıkmasını gündeme ge­tirmektedir. Zira Hz. Âdem’in başına gelen bir musibettir. Hz. Âdem’in böyle bir soruya cevabı kaderle olmuştur. Yani kader­le delîl getirmiş, kaderi ileri sürmüştür. Bir anlamda “cennetten çıkmam, başıma gelen bir sonuçtur, musibettir, Allâh’ın benim­le ilgili bir takdiridir, ona razıyım” demek istemiştir.



2-Bu hadîsi tevbe ettikten sonra günaha karşı kaderi ileri sürmenin caiz olduğuna delîl olarak ileri sürenler de vardır. Buna göre or­tada bir günah işlenmiştir. İşlenen bu günah için kader öne sürülmemektir. Kişi günahı kendinden bilmektedir. Bu arada tev­be etmiştir. Günahıyla ilgili bir tartışma söz konusu olduğunda tevbe ettiği için o günahı da kaderinden bilmesinin tabir-i caiz­se “Demek ki, böyle bir şey yaşayacaktık” demesinin mahzuru yoktur. Hz. Mûsâ’nın, işlediği günahtan dolayı Hz. Âdem’i kı­nadığını varsayarsak, Hz. Âdem’in “Evet, günah işledim, tev­be ettim, demek ki, bütün bunları yaşayacaktık, Allâh’m tak­diri böyleymiş, bunun için mi beni kınıyorsun?” demesi müm­kündür.



3-Bir kere bu hadîs, bizlere kadere ait sırlı bir meseleyi anlatıyor. Her şeyin kitâbeti, daha o şeyler olmadan önce yapılmıştır. Di­ğer taraftan hadîs Hz. Âdem’in söyledikleriyle, Hz. Mûsâ’nın söylediklerinin bir mukayesesini yapıyor ve ardından da Hz. Âdem’in galebesine işaret ediyor.



Efendimiz, “Âdem, Mûsâ’ya galebe çaldı” derken Hz. Mûsâ’nın dü­şüncesinin yanlış olduğunu söylemiş olmuyor. Belki Hz. Âdem’in görüşünün daha şümullü olduğuna dikkati çekiyor. Kaderde iki yön vardır. Birincisi, herşeyin Cenâb-ı Hakk tarafından bilinip tesbit edildiği tayin ve takdirlerinin yapıldığı yöndür ki bu, kaderin Cenâb-ı Hakk’a bakan yönüdür. İkincisi ise insan iradesini ilgilendiren yöndür.

İşte Hz. Mûsâ, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması hâdisesini, kaderin sadece insan iradesini ilgilendiren yönünü esas alarak değerlendirmiş ve söylediklerini bu açıdan söylemişti. Halbuki Hz. Âdem mesele, ye hem Cenâb-ı Hakk’ın tesbit ve takdiri açısından hem de kulun İradesi açısından bakmış ve bir yönüyle makam-ı cem’e göre konuşmuştu. Meseleye böyle bakması sebebiyle de bu mevzuda Hz. Âdem, Hz. Mûsâ’ya üstün gelmişti. İnsan iradesi, harici vücudu olmamasına rağmen, Cenâb-ı Hakk’m yaratmasına bir şart olması dolayısıyla işlenen hatalara mercidir. “Satıcı isabet edetı bütün hayırlar Allâh tan; bütün şerler ise senin nefsindendir” (Nisâ, 79) ayeti bize bu ölçüyü veriyor. Fakat meselenin diğer tarafında da “Meşîet-i İlâhî” vardır. İnsan, Al-lâh’ın dilediğinden başka hiçbir şey dileyemez. İşte, “Siz ancak Allâh’tn dilediğini dileyebilirsiniz” (İnsan, 30) âyeti de bize bu dersi vermekte­dir. Allâh öyle bir Hâkim-i Mutlak’tır ki, bütün iradeleri ters yüz eder ve kendi vereceği hükmü verir.

Sizin irade dediğiniz şey, bir kaşık sudan ibarettir ki, ancak um­mana katıldığı zaman neye yaradığı ortaya çıkar. Zâtında o bir hiçtir; ama Allâh (c.c.) cihanı bu hiç üzerine kurmuştur. O zaman da bu hiç olan irade, cihan kadar bir kıymet kazanmıştır. Kader meselesine böy­le ihatalı bakmak gerekir. Bu bakış cem’ makamım temsil eden bir ba­kış keyfiyetidir.

Şu âyetler bu da’vayı aydınlatır mahiyettedir: “Hayır, şüphesiz bu Kur'ân, bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allâh dilemeksizin öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya daha layıktır ve bağışlamaya da daha ehildir.” (Müddessir, 54-56).(2)

Son olarak hadîsle ilgili bazı lafızların üzerinde durmak istiyo­rum: Müslim, Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bu hadîsin neredeyse tüm lafızlarını kaydetmiştir. Hz. Mûsâ’nın Hz. Âdem’i kınama cüm­leleri şöyledir:

1-“Ey Âdem, sen babamızsın, bizi hüsrana uğrattın, cennetten çı­kartan...”

2-“Sen insanları doğru yoldan saptıran ve insanları cennetten çı­karan Âdem’sin!..”

3-“Sen bizi cennetten çıkaran babamızsın...”

4-Sen, Allah'ın eliyle yarattığı, ruhundan üflediği, meleklere secde ettirdiği, sonra insanları hatanla yeryüzüne düşüren Âdem’sin!...”

5-Sen, hatanın cennetten çıkardığı Âdem’sin!..”



Bu lafızları iki şekilde anlamak mümkündür:
a-işlediğin hata sebebiyle hüsrana uğradık. Sen insanları doğ­ru yoldan çıkarmadın, işlediğin hata sebebiyle insanlar doğ­ru yoldan çıktı. Sen cennetten çıkmamıza sebep oldun.



b-Râvîler, lafızlarda tasarrufta bulunmuştur. Zira, hadîsin kay­nağı birdir. Bu lafız farklılıkları, lafızların manayla nakle­dildiğini ve tasarrufun ortaya çıktığını gösterir. Buna göre, esasen lafızda “sen bizi hüsrana uğrattın veya iğva ettin, ya­ni doğru yoldan saptırdın” gibi ifadeler yoktur. Söz konu­su olan lafız “Sen bizim cennetten çıkmamıza neden oldun” ifadesidir. Hatta şunu da demek mümkündür: Hadîs, “bi­zi” işe karıştırmadan sadece “hatanın seni cennetten çıkart­tığı Âdem’sin” şeklinde de anlaşılabilir. Yani, “bizi şöyle ve­ya böyle yapan...” ifadeleri, muhtemelen tasarruftur. Esas lafız, son maddede geçen ifadedir. Bu da Âdem’in başına ge­len musibeti sadece ona hasretmektedir. “Sen, hatanın seni cennetten çıkarttığı Âdem’sin”. O kadar. “Bizi çenetten çı­kartan veya hatan sebebiyle insanların yeryüzüne düştüğü Âdem’sin” değil.(3)


(1)-http.//www.sorularlaislamiyet.com/article/16871

(2)- )-http.//www.yeniümit.com.tr.(konusuz/detay/kitap-ve-sünnet-perspektifinde-kader-689#.UW5pf69rNjo.

(3-)-Yavuz Köktaş-Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;278-286

----------------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?




Kaderle ilgili (aşağıda zikredeceğimiz) hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu ifade edilmektedir:
‘İnsan için ancak çalıştığı vardır!” Necm, 39.

“Allâh, kulları için zulüm dilemez” Mü’min, 21.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Kehf, 29.

“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allâh, o toplumun durumunu değiştirmez’’ Rad, 11.

“Sizi o yarattı, kiminiz küfredendir, kiminiz îmân eden. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir.” Teğâbün, 2.

“Biz, onu (insanı) yola hidâyet ettik. İster şükreder, ister küfreder.’’ İnsan, 3.

“Eğer Allâh dileseydi, onları bir hidâyet üzerinde toplardı.” En’âm, 35.

Ayrıca bu âyetlerin yanında bazı îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde de kadere îmânın zikredilmediği iddia edilmektedir.

Bütün bu âyetlerde insanın sorumluluğu vurgulanmaktadır. Aslın­da kimsenin buna itirazı yoktur. Ancak, hadîsler sanki böyle düşünen­lere göre, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmakta, onları fiile icbar etmektedir. Konuya girmeden kısaca şunu belirtmekte fayda var­dır: Bu âyetler, insanların tercihler yapabileceğini, bu tercihlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat mesele, bu tercihleri yarata­nın kim olduğudur. Bu âyetlerden insanın tercihlerini kendinin yarat­tığı çıkmaz. Oysa aşağıda da göreceğimiz gibi Allâh, her şeyi bilir; ama bilmesi insanı icbar etmez; insanın iradesini kullanarak tercihler yap­masına izin verir, ama tercihleri sadece O yaratır.

Şimdi önce “kader” lafzının geçtiği “kadere îmân” ile ilgili bazı ha­dîsleri kaydedelim:

1-Meşhur Cibril hadîsi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği hadîs şöyiedir: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulun­duğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisi­ni kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve ‘Ya Muhammedi Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt i hac etmen­dir’ buyurdu. O zat: ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

‘Bana îmândan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Allâh’a, Allâh’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inan­man, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu. O zât yine:

‘Doğru söyledin’ dedi. Bu sefer:

‘Bana ihsandan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

‘Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat:

‘Bana kıyâmetten haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdular.

‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.):

‘Cârıyenın kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasulü bana: 'Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor sun?’ dedi. ‘Allâh ve Rasûlü bilir’ dedim.

‘O Cibril’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular.”(Müslim,İman,1)

Burada kısaca Cibril hadîsi üzerinde durmakta fayda vardır. Tespitlere göre, Cibril hadîsi şu sahâbîler tarafından nakledilmiştir:

İbn Ömer-Hz. Ömer-İbn Ömer-Ebû Hureyre-Ebû Zerr -Ebû Hureyre- Enes b. Mâlik- İbn Mes’ûd- İbn Abbâs -Ebû Âmir Cerir b. Abdillah- Umeyr b. Katâde.

Cibril hadîsiyle ilgili ulemâ tarafından sıhhati konusunda en ufak bir şüphe duyulmamıştır. Bu hadîsin geneli itibariyle sahîh ve meş­hur oldulememiz mümkündür. Bununla birlikte zayıf ve illet­li tarîkleri de vardır. Ancak bu zaaflar şiddetli değildir.ğunu söy

Kettanî gibi hadîsin mütevâtir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat sened ve metin itibariyle tevâtürden bahsetmek mümkün gözükmemek­tedir. Bununla birlikte, rivâyet farklılıkları ve kullanılan değişik lafızlar bir kenara bırakılırsa, Cibril’in insan sûretine girerek Hz. Peygamber’e îmân, İslâm, ihsan ve kıyâmet zamanı gibi konularda soru sorma­sı, rivayetlerin bütününün üzerinde duruduğu bir konu olması hasebiy­le manevî mütevâtir olarak kabul edilmelidir.

Cibrîl hadîsinin belki de ihtiva ettiği konulardan en önemlisi, kade­re îmân meselesidir. Bu konu, hadîsin bütün tarîkleri göz önünde bulun­durulduğunda çok büyük bir kısmında yer almaktadır. Kader konusunu içermeyen rivâyetler, genelde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. An­cak hepsi böyle değildir. Ebû Hureyre-Ebû Zerr kanalıyla gelen tarîk­lerde kader konusu mevcuttur. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen Uma- re b. Ka’ka’a rivâyetinde de kadere îmân bulunur. Kadere îmânı içer­meyen tarîklerin kadere îmânı içeren tarîklere göre eksik olduğu söy­lenebilir. Cibril hadisinin aslında kadere îmân konusu bulunmaktadır.(1)

Şu kadarı ifade edilmelidir ki, belki Cibrîl hadîsine dayanarak ka­der konusunun manevî mütevâtir derecesine ulaştığını söylemek zor­dur. Fakat kader konusundaki farklı lafızlarla farklı sahâbîlerden rivâ- yet edilen bütün hadîsler topluca değerlendirildiğinde rahatlıkla ma­nevî mütevâtir seviyesine çıktıklarını söylemek mümkündür. Kaldı ki, bu hadîslerin manasını Kur’ân da açık bir şekilde desteklemektedir.

Sıhhati üzerinde ittifak olan Cibrîl hadîsiyle ilgili, ne var ki, özel­likle son zamanlarda Cibrîl hadîsinin sıhhati üzerine bugüne kadar bi­linenlerin aksi istikametinde bazı tereddütlü yorumlara da rastlamak mümkün hale gelmiştir. Hüseyin Atay, bu konuda gel-gitler yaşamış, kadere îmân yerine altıncı şart olarak “Allâh’ın inâyetine inanmayı sa­lık vermiştir! Süleyman Ateş, bir okurunun Cibrîl hadîsi hakkındaki so­rusuna “Bu hadîs, çok sağlam denilen kaynaklarda var; ama bana göre, uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğu­na inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur ân da inanç esaslarını belirten âyette kader konusu yoktur... Gerçi Kur ân da Al-lâh’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, îmân esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, ikin­ci, üçüncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemiş­lerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır.” şeklinde, İlmî olmayan bir değerlen­dirmede bulunmuştur.

Hayri Kırbaşoğlu, bir eserinde söz konusu hadîsi ızdıraba örnek olarak göstermiş; geniş Müslüman kitleler nazarında en tartışmasız ve üzerinde tamamen ittifak edilmiş bu hadîsin metinlerinde hiçbir ihtilafın bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu, gerçekte ise çeşitli rivâyetleri arasında ciddi problemler bulunduğunu -kaderin zikredildiği ve edilmediği rivayetleri örnek göstermek süretiyle- ifade etmiştir.(2)

Sonuç olarak yukarıdaki değerlendirme dikkate alındığında kade­re îmân konusunun îmân esaslarından olmadığını söyleyenlerin iddi- alarmın kıymeti haiz bir tarafı bulunmamaktadır. Hadîsin bazı tarîklerinde kadere îmân bahsinin bulunmadığı doğrudur. Ancak bu problem değildir. Hadîsin çoğu tarîkinde bu ifade vardır. Kırbaşoğlu’nun ızdırab iddiası delilsizdir. O, ızdırabı da gelişigüzel ve usulden bağımsız olarak kullanmaktadır. Hadîslerde en ufak ihtilaf veya farklılık gör­düğünde ızdırab damgası vurabilmektedir. Mi’râc hadîslerini de böyle değerlendirmiştir. Oysa rivâyetleri uzlaştırma veya rivâyetler arasında tercih imkânı bulunmaktadır. Buna göre, kadere îmân ifadesi, hadîsler­de sabittir. Ayrıca, Cibrîl hadîsi vesilesiyle kadere îmânın îmân esasla­rında bulunmadığını söyleyenler, diğer hadîs ve âyetlere bakmamakta­dır. Bilindiği gibi, hadîslerde oldukça fazla, Kur’ân’da ise yeteri kadar, kadere îmân vurgulanmaktadır.

2-Câbir b. Abdullah’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle dedi: “Bir kul, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna, başına geleceği takdir edilen şeyin mutlaka geleceğine ve gelmeyeceği takdir edilen şeyin de kesinlikle gelmeyeceğine inanmadıkça mü’min olmaz.”(Tirmizi,Kader,10)

3-Diğer rivâyet: “Kişi şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz;Allâh’tan başka hiçbir ilah ve otoritenin olmadığına,Benim Allâh’ın Resûlü olduğuma ve beni hak ile gönderdiğine,Ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye,Kadere.”(Tirmizi,Kader,10)

4-İbn Deylemî’den rivâyet edilmiştir: Ubeyy b. Kâ’b’in yanma var­mıştım. Kendisine: “İçimde kaderle ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana bu mevzuda birşeyler anlat. Umulur ki Allah bu sayede kalbimden bu şüp­heyi giderir” dedim.

“Eğer Allâh, göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu, (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere îmân etmedik­çe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka) erişeceğini, (kader­de) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Al­lâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde Ölürsen cehenneme girersin” dedi. Sonra Abdullah b. Mes’ûd’un ya­nına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yemân’m yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sâbit’e vardım. O da bana Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer söz­ler nakletti.(Ebu Davud,Sünne,16;A.Hanbel,Müsned,V,183) Elbânî’ye göre sahîhdir. Müsned’i tahkik edenlere gö­re de sahîhdir.

İbn Deylemî’nin aynı rivâyeti İbn Ebî Asım’ın Kitâbu’s-sünne sin­de geçer.(3) Burada Zeyd b. Sâbit’e sorar. Zeyd de merfuan Hz. Pey­gamberden yukarıdaki ifadeleri nakleder. Ancak bu iki kaynakta ka­dere îmân etmedikçe” açılarak “hayrı ve şerriyle kadere îmân etme­dikçe” ifadesi geçer.

5-Enes anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) dedi ki:

“Üç şey vardır ki îmâ­nın aslındandır:

-Lâ ilâhe illallah diyene saldırmamak, işlediği herhangi bir güna­hı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli se­bebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak.

-Cihâd; bu Allâh’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar ce­reyan edecektir; onu, ne imâmın zâlim olması, ne de âdil olma­sı ortadan kaldıramayacaktır.

-Kadere îmân.(Ebu Davud,Cihad,35)

6.İmrân b. Husayn’dan rivâyet edilmiştir: “Bir adam, ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Cennetlik ve cehennemlikler (Allâh tarafından önceden) bilinmekte midir?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘Evet’ dedi. Adam, ‘öyleyse insanlar niye amel etsinler?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Herkese ne için yaratıldı ise, kendisine o kolaylaştırılacaktır’ buyurdu.”(Buhari,Kader,2;Müslim,Kader,9-10;Ebu Davud,Sünnet,17)

Kader, demişken; burada kaderin nasıl algılandığına dair kısa bir hatırlatmada bulunmamız gerekir: Kadere îmânın iki boyutu vardır;

1-Allâh’ın her şeyi bilmesi

2-Allâh’ın her şeyi yaratması.

Ehl-i Sünnet, her ikisini kadere îmânın vazgeçilmez unsurları olarak kabul ederken; Kaderiyye, ikinci şartı reddetmiştir. Oysa Kur’ân’a | bakıldığında —mesela, “O, sizi ve yaptıklarınızı yaratandır âyetinde olduğu gibi- Allâh’ın her şeyin yaratıcısı olduğu apaçık görülür. Ehl-i Sünnet, bu iki boyutu kabul ederken, kulun mecbur olduğunu da söylememiştir.

Görüldüğü gibi, hadîslerde kader kelimesi kullanılarak kadere îmân  vurgulanmaktadır. Son hadîste kader kelimesi kullanılmasa bile ona işaret edilmektedir. Kadere îmân, Allâh’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve zamanı geldiğinde halketmesidir. Kadere îmân, Allâh’ın kâinatın yaratıcısı olmasının, kâinatın hükümdarı olmasının ve kâinatı her an  kontrol altında tutmasının da bir neticesidir. O, meliktir, O, âlimdir, O kayyûmdur. Kâinat, O’nun dilemesi ve izniyle ayakta durmaktadır, ; O, böyle bir Rabb’dir. O Rabb’i bu şekilde bilmek ve bellemek lazımdır. Biz, O’nu bir beşer olarak hakkıyla takdir edemesek bile O’nun öğrettiği kadar takdir etmek durumundayız. Yoksa, onu hakkıyla takdir! edemeyen Ehl-i Kitâbm durumuna düşeriz.

Günümüzde kadere îmâmn îmân şartlarından olmadığını iddia  edenler vardır. Bunların böyle bir yargıya varmalarının temel nedeni, halk arasındaki yanlış kader anlayışıdır. Buna göre, başımıza gelenler, alın yazısıdır. Bizler mecbur, zorunlu varlıklarız. Ne yaparsak yapalım, hayatımızda değişikler yapamayız. Bir kere, kaderimiz yazılmıştır. Bu, arabesk bir kader anlayışıdır. Doğrularla yanlışlar iç içe girmiştir. Doğ­rudur, başımıza ne gelmiş ise bu kader planında cereyan etmektedir- Ama başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki, şimdiden “kaderimiz bu” di­yerek sorumluluktan kaçalım! Tabii buradan diğer bir aşırı sonuç ortaya çıkıyor: İnsan, özgür iradeye sahiptir. Her ne yapıyorsa kendi yarattığıdır; her yaptığı kendi elindedir.

Bununla birlikte, halk arasında -ki halkın hepsi de böyle düşün­mez- böyle bir kader anlayışının varlığına dayanarak kaderi inkâr et­mek söz konusu olamaz. Zira kader; Allâh’ın, mutlak ilmine bağlı ola­rak, olmuş-olacak her şeyi bilmesidir. Allâh’ın her şeyi bilmesi, kulla­rı icbar anlamına gelmez. Allâh’ın bilmesi, bizim eylemlerimizin sebe­bi, zorlayıcısı değildir. Zira kullar, özgür iradeye sahip olduğu gibi; bir saniye, bir salise sonra ne olacağını de bilmemektedirler. Onlara dü­şen, iradeleriyle hareket etmek, sorumluluklarını yerine getirmektir.

Bu kader anlayışı, aynıyla, Kur’ân’da da vardır. Pek çok âyet ol­makla birlikte, bir kaç tanesini kaydetmekle yetinelim:

a-“(Ey Muhammedi) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’ân’dan ne okursan oku ve (ey insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz.Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve giz­li) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz da yazılı)dır”(Yunus,61)

Kur’ân’da da bildirildiği gibi, Allâh, insanın içinde bulunduğu her durumu en ince ayrıntısına kadar bilendir. Çünkü zaten insanı da, in­sanın içinde olduğu bütün hal ve durumları da yaratan Allah tır. Bir an insanın kafasından geçen bir düşünceyi, aynı anda bedeninin herhan­gi bir yerinde oluşan bir ağrı hissini, o an elinde okuduğu kitabı, o ki­tabın hangi kitap olacağından o an okuduğu sayfaya ve o an okuduğu kelimeye kadar her detayı Allâh yaratır ve tüm bunlar, Allâh’ın sonsuz bilgisi dahilindedir.



b-“Şüphesiz ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye (kadere) göre yarat­tık.’’(Kamer 49)



c-“Gaybın anahtarları yalnızca O’n katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.Yerin karanlıklarında da hiçbir tane,hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allâh'ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfûz'da) olmasın”.(En’am,59)

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mafûz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır”.(Hadid,22)

Bütün bu âyetler, Allah’ın mutlak ilmini ve olayların kader planı çerçevesinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu âyetlerde kader ke­limesi geçmiyor diye, kadere îmâna itiraz edilemez. Zira Allâh’ın tiim bilgi ve takdiratının yazılı olduğu, kitapta olduğu vurgulanmaktadır. Vakti geldiğinde bu yazılı olanlar yaratılmaktadır. Her şey bu yazıya göre cereyan etmektedir. Hatta burada yazıdan/kitaptan bahsedilme­si dikkat çekicidir. Bu yazının da Allâh’ın mutlak ilmi olduğu açıktır. Bizler de kader derken Allâh’ın bu mutlak ilmini kastediyoruz. Dola­yısıyla Allâh’ın bu mutlak ilmine, bu ilmin gereği olan olmuş ve olacak her şeyi bildiğine îmân etmekle yükümlüyüz.

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekir. Kamer Sûresi’nde gö­rüldüğü gibi, âyetlerde kader kelimesi geçmektedir. Ama buna “kade­rin manası, ölçü, denge, miktar vs..dir” denilerek itiraz edilmektedir. Hatta Kur’ân’da geçen “kader” kelimesinin sadece “doğa yasaları” olduğunu iddia edenler vardır. Oysa, hem bu âyet hem de konuyla alakalı diğer âyetler iyice düşünüldüğünde her şeyin bir kader ile, kade­re göre yaratıldığını vurguladığı görülecektir. Bunu, sadece kâinatta­ki hesap, ölçü ve denge ile izah etmek eksik olur. “Her şey” denildiği­ne göre buna kâinat dahil olduğu gibi, insan dünyası, insan hal ve dav­ranışları da dahildir. Kamer Sûresi’ndeki âyetin bağlamına bakıldığın­da sosyal ve tarihsel olaylardan bahsettiği görülür. Doğa yasalarından hiç bahis yoktur. Sosyal ve tarihsel olaylar ise insanın içinde bulundu­ğu olaylardır.

Buna göre, insan hal ve davranışları da ölçü ve denge an­lamında bir kader ile, bir kadere göre yaratılmaktadır. Nasıl ki karın, yağmurun yağışında, güneşin ışığında, dünyanın dönüşünde bir ölçü ve denge varsa, insan düzeninde de belki idrâk etmekte zorlandığımız bir ölçü ve denge vardır. Bu ölçü ve denge, şüphesiz, Allâh’ın ilminde ve halkındadır (halk edişinde / yaratmasında). Şüphesiz, emr de halk da Allah’a aittir. Bizler kâinatta, mesela hayvanlar aleminde olanların bir kadere göre olduğunu rahat bir şekilde idrâk edebiliyoruz. İnsan âle­mi dışında olanların belli bir programa, kader programına göre cere­yan ettiğini anlayabiliyoruz. Ancak insan âlemine gelince, kaderi anla­makta zorlanıyoruz. Bütün bir özgürlüğü insanın eline vermeye çalışı­yoruz. Oysa insan âleminin özgür irade içinde yaratılması da onun ka­deridir. Nasıl ki, hayvanların içgüdü ile hareket etmeleri onların kade­ri ise, insan âleminin de özgür irade içinde hareket etmesi, onların ka­deridir. Onlar, bu vasıfta yaratılmıştır. Bu kader, bu plan ve düzen içe­risinde hareket ediyoruz.(3)

Bir diğer husus da, kadere îmân reddedildiği için îmân esaslarının altı değil beş olduğu yanılgısıdır. İman esasları altı dahi olsa, onu al­tı ile sınırlamak doğru değildir. Tıpkı İslâm’ın şartlarını beşle sınırla­mak mümkün olmadığı gibi. Belki bunların îmân ve İslâm’ın en önem­lileri, en temelleri, en olmazsa olmazları, olduğu söylenebilir; ancak, îmân veya İslâm ilkeleri bunlarla sınırlanamaz. Dolayısıyla, îmân esas­ları beştir, diye diretmenin bir mantığı yoktur. Kur’ân’da Allâh’ın her şeyi bildiği yazılıdır; yaş kuru her şeyin kitapta kayıtlı olduğu ifade edil­mektedir. Şimdi buna îmân edilmeyecek midir? Aslında bütün bunlar, Kitâb’a îmânın içinde mündemiçtir. Dahası, bütün bunlar, Resûl’e îmâ­nın içinde mündemiçtir. Resûl îmân edilecek ne getirdeyse ona îmân edilecektir.

Kur’ân “gayba îmân eden mü’minlerden” bahsetmektedir. Ancak, Kur’ân’da îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde “Allâh, peygam­berler, kitaplar vs.”‘nin yanında bir de “gayba îmân” sayılmamaktadır. Şimdi gayba îmân edilmeyecek midir? Burada, gayba îmândan mak­sat; Allâh, melek, âhiret vs.dir, denilebilir. Doğrudur. Aynen bunun gibi, kadere îmân da Allâh’ın sıfatlarıyla ilgilidir. Kader, Allâh’m ilim ve halk sıfatlarıyla ilgilidir. O halde, Allâh’m bu sıfatlarına îmân gerek­meyecek midir? Allâh, her şeyi bildiğini söyleyecek; her şeyi yarattığı­nı söyleyecek; biz ise “hayır, Allâh öyle her şeyi bilmez; öyle her şeyi yaratamaz; bazı şeyleri o yaratır bazılarım biz; veya her şeyi kul yara­tır” yahut “hayır, îmân şartlarının sayıldığı âyederde bu geçmiyor” di­yerek, kaderi inkâr edeceğiz. Bu, mümkün müdür?! Benzer bir şekilde,Kuran’da cinnin varlığı  geçmektedir. Kur’ân'da îmân esaslarının sayıldığı ayetlerde cinnin varlığına îman geçmediği için şimdi bu, îmân konusu olmayacak mıdır?

Sonuç olarak şu söylenebilir: Allâh için zaman söz konusu değildir. Her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter. O’nun bilmesi, kulları icbar anlamına gelmez. Kul, yaptıklarından sorumludur. Çünkü irade, niyet ve tercih sahibidir. Kul, başına ne geleceğini bilmediği için niyet ve tercihlerde bulunur, bulunmak zorundadır. Kulun tercihlerini ise Allah yaratır. Allâh her şeyi bilir ve her şeyi yaratır. Allah’ın herşeyi bilmesi değil, ama her şeyi yaratması, bazılarınca kulun sorumluluğuna aykırı görülmüştür. Oysa Kur'ân’ın ifadesiyle Allah; hâlıktır, her şeyi yaratandır; emir de halk da O’na aittir. Ayrıca o, her an bir iştedir, yani yaratmaktadır. O, yaratmayı durdursa kâinat durur. Kul, yaptığı fulleri yaratmamış, onları tercih etmiş, kesbetmiştir. Diğer bir ifadeyle onlan “yapmıştır'’; ama yaratmamıştır. Zahir dünyada insa­noğlu, yapıp ettiği şeyleri kendi yaratıyor gibi algılamaktadır. Allah, “’sen atmadın, biz attık'’ buyurur.

Bu, manevî olarak kibri engelleme­ye matuf bir ifade olarak yorumlanabilirse de onda hakikat payı da vardır. Yani “sen atmadın (yaratmadın), biz yarattık”. Çünkü atılan şeyi insanın attığı herkesçe malumdur. Onun bir irade gösterdiği or­tadadır. Ama sonucu yaratan, Allah’tır.Mesela, yaşam ünitesine bağ­lı bir bebeğin veya kişinin yaşaması, o makineye bağlı kabul edilmek­tedir. Yahut birinin o fişi çekip çekmemesine bağlı zannedilmektedir. O fiş çekilse kişinin hayatına son verildiği düşünülmektedir. Şayet fiş çekihneseydi, kişinin daha uzun yaşayabileceği zannedilmektedir. Bu­nun bir misali de öldürme olayıdır. Katil, kişiyi öldürmeseydi, o da­ha uzun yaşayacaktı. Katil, kişinin ecelini belirlemiş oldu. Şayet “ka­til onu öldürmeseydi, o kişi yine ölecekti” dersek, katilin ne sorum­luluğu olabilir?!

Evet, bütün bunlar, zahir dünyada gördüklerimizdir. Doğrusu ak­lımızla idrâk ettiklerimiz de bu kadardır. Katil, adamı öldürdü. Öldürmeseydi, adam daha uzun yaşayacaktı. Ama biz sebepler dünya­sında yaşıyoruz. Kişinin “daha uzun” yaşayıp yaşamayacağını bilmi­yoruz. Katil onu öldürmeseydi, diyerek bu yargıya varıyoruz. Belki katil öldürmeseydi, başka bir sebeple ölecekti. Bu noktada bildiğimiz tek şey, her varlığın bir eceli olduğudur. Ecel geldiğinde ruh bedenden ayrılır. Peki, burada insan niçin sorumlu olmaktadır? Çünkü in­sana “öldürme! denilmiştir. İnsan, bu emre riayet etmediği için so­rumludur. Böyle değil de sebeplerin mutlak etkin olduğunu düşündü­ğümüzde onları tanrılaştırmış oluruz. Oysa sebepleri de yaratan Al­lah’tır. Bize düşen, niyettir; irade göstermektir. Sorumlu olduğumuz alan da budur.

Yukarıda verdiğimiz yaşam ünitesi örneğine bir daha bakalım. Şöyle düşünelim. İnsan, bir yaşam ünitesi makinesi yaptı. Bu makine, mesela, bebeğin nefes alıp vermesini sağlıyor. Biz, makineye dönüp “teşekkür ederim makine, sen olmasaydın, bebek ölürdü” desek isabetli olur mu? Biraz komik kaçar, değil mi? Ama zahirde, burada, hayatı makine sağ­lamaktadır. Oysa işin aslı öyle değil. O makineyi yapan bir insan var­dır. Esasen hayatı insan sağlamaktadır. Belki mecazen bunu makineye atfedebiliriz. Hakîkaten ise yapan, insandır. Asıl teşekkür edilmesi ge­reken de insandır. Makine, insan eyleminin bir yansımasıdır, o kadar. Başka bir gücü yoktur. Aynen burada olduğu gibi, insan da Allâh ın bir yaratığıdır. Allâh’ın eyleminin/fiilinin bir tezahürüdür.

İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüyoruz. İnsan ancak bir fiili yapmaya niyet eder, onu yapar, kazanır, kesbeder. Ancak o fiili yaratamaz. Fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüaratmak, Allâh’a mahsustur. Olmaz ya, deni­lecekse mecazen insan yaratmış, denilebilir; hakikatte yaratan, Allâh tır. Zira insanın yaratmaya gücü yoktur; makinenin olmadığı gibi. Maki­neyi yapanın gücü olabilir. Dolayısıyla, insanı yaratanın gücü olabilir, diğer eylemleri yaratmaya. İşte bu noktada, Allâh’ın yaratmasını anla­makta güçlük çekiyoruz. Kalkıp insan özgür olsun, sorumlu olsun di­ye, yaratmayı insana atfediyoruz. Oysa bu, insana kaldıramayacağı yü­kü yüklemektir. İnsana yer açalım derken, Allâh’ı hükümranlığından ediyor, insanı onun tahtına yerleştiriyoruz. İslâm, insana sınırlı olarak yerini açmıştır. Bu da onun sorumluluğunu izaha yeterlidir. Batı zihni- yetinin bugün yapağı ise insana mutlak özgürlüğünü vermektir. Onun babşı, insan merkezli bir bakış açısıdır. Bu, tanrıdan boşalan yeri doldurmak için gerekliydi.Sonuçta dünyanın ne hale geldiği malumdur.Peki,biz Müslümanlara ne oluyor ?



(1)-bk.Bekir Tatlı,Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları,Basılmamış Doktora Tezi,Ankara,2005,syf;254-257

(2)-H.Kırbaşoğlu,İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi,Ankara,2000,syf;207

(3)-Yavuz Köktaş,Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;256-265

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »