İtalyan Öncünün Miti (1000-1492)





Venedikliler, Pisalılar ve Cenovalılar hep gelirlerdi, bazen haydutlar... bazen de getirdikleri mallar vasıtasıyla İslam âlemine hâkim olmak isteyen gezginler olarak... ve şimdi topraklarımıza sadece savaş için silahları ile geliyor ve bunları bizlere seçkin birer hediye gibi sunuyorlar... Onlarla iletişim kurduk ve anlaşmalar yaptık, bunu bizler istiyor ve tercih ediyoruz, onlarsa bunu istemiyor, hatta bundan nefret ediyor.

Selahaddin Eyyubi, 1174

Malaka’nın hükümdarı olan her kimse, onun elleri Venedik’in boğazındadır.

Tomé Pires

11.yüzyılda Çin’deki büyük pazar ekonomisi dünya dengesini oldukça belirgin bir şekilde değiştirmeye yeterli olacak şekilde tüketici davranışını etkileme gü­cüne sahipti... ve Çinlilerin teknik sırları dünyaya yayıldığında, Eski Dünya’nın diğer bölgelerinde, özellikle Batı Avrupa’da yepyeni olanaklar ortaya çıkmışü.

William H. McNeill



Avrupamerkezci araştırmacılar denizcilik ve maliye alanlarındaki devrimler kadar “1000’den sonraki” ticari devrime de dikkat çekerler (2. Bölüm’de gördü­ğümüz gibi, aslında bu devrim 750’den sonra başlar). Bizlere de daima bu devrimsel atılımların ardında öncü İtalyanların dehasının bulunduğu söylenmiştir. Bir araştırmacı şöyle der: “Günümüzde bile İtalyan cumhuriyetleri tarafından icat edilmemiş hiçbir dâhiyane fikre -örneğin gelir vergisi- rastlamak mümkün değildir.”(1) Keza, Avrupamerkezci görüşü savunan araştırmacıların çoğu, 1000 yılından sonra dünyadaki “lider güçler”i tanımlarken Venedik’le başlamayı tercih ederler.(2) Bu bölümde “İtalyan öncü” imajının bir mitten ibaret olduğu anlatılacaktır. İtalya, ekonomik gücünü dünya ekonomisinde zaten var olan belli başlı Doğulu güçlerle aynı kefeye koyarak edinmiştir (2. ve 4. Bölümler).

İtalya dünyayı başka bir şekle çevirmiş değildir, Doğu dünyası İtalya’yı bulmuş, onun gelişim ve yükselişini sağlamıştır. Benim genel görüşüme göre, İtalyan kapitalizminin gelişiminin altında yatan bütün yenilikler, çok daha gelişmiş durumda olan Doğu’dan, özellikle Ortadoğu ve Çin’den alınmış ve Oryantal küreselleşme yoluyla İslam Köprüsü tarafından dünyaya aktarılmıştır. Aynca İtalya, Avrupa’nın düşük seviyede ve geri kalmış kısmında yer almakta, küresel arenada yer alacak güce değil de, Ortadoğu’nun ve özellikle Kuzey Afrika'nın gelişmiş İslam devletleri ve tacirleri arasında daima ikinci derecede ticaret yapabilecek güce sahip bulunmaktaydı. Ortaçağ Avrupası’nın kurumsal ve teknolojik “ devrimleri”nde beşinci unsur olarak Doğu ticareti Avrupamerkezci tarihçiler, Avrupa'nın 1000 yılından sonraki gelişimini, tipik olarak, kendi içinde veya özerk bölgesel ekonomi ya da uygarlaşma biçiminde tanımlarlar.

Özellikle şehirler, kendi kendini idare eden “müstakil” bir konumdadır: “...güçlü bir hamur içindeki maya gibi, Avrupa’nın gelişimini sağlayan... bir Orta­ çağ şehriydi.”(3) Geleneksel anlamda şehirlerin çoğalması, “sihirli” niteliklerine bağlanmaktaydı. 370 ile 1000 arasında Avrupa’yı yakıp yıkan iç karşıklıkların son bulmasıyla ticaretin gelişimi ve şehirlerin refahı sağlanmaya başlamıştır. Barışın sağlandığı ve "bırakınız yapsınlar" görüşünü savunan hükümetlerin bulunduğu uygun koşullarda ekonomik anlamda rasyonel hale gelen “Avrupalı", yapabildiğinin en iyisini yapmaya çalışacaktır - örneğin ticaret. Adam Smith, “takas, ayni mübadele ve benzeri malların değişiminin insanın doğasında bulunduğunu” söyler.(4) Klasik Avrupamerkezci varsayıma göre de, “Batılı özgürlük” kavramı kapitalist ve ticari gelişimlerin önünü açmıştır. Yaygın Ortaçağ deyişleri bunu en iyi şekilde anlatır: Stadtlu ft Macht Frei (Şehrin havası özgür kılar) ya da Westen Stadt luft Macht Frei (Batı şehirlerinin havası özgür kılar).

Avrupamerkezci bağlamda şaşırtıcı bir biçimde “uzun yol ticareti” çok kullanılmaktadır. Şaşırtıcı olmasının nedeni, bir uçta Avrupa varken uzun yolun diğer ucunda kimin olduğunun bilinmemesidir. Askıda Doğu, zaten Avrupa için olduk­ça uzakta bir yerdedir ve Avrupa ticaretinin başrolünde her zaman öncelikle yer almaktadır. Bu ticaret, İtalya vasıtasıyla Avrupa’ya giren Doğu mallarının kıta içine yayılmasına yaramıştır. Bunun yanında Doğu’nun “kaynaklan”nın -fikirlerinin, kurumlarının ve teknolojilerinin- Avrupa’ya aktarımı sağlanmıştır. Bir kısmı zaten Haçlı Seferleri esnasında öğrenilen bu yeniliklerin pek çoğu, Çin ve Ortado­ğu’dan alınarak İtalya vasıtasıyla tüm Avrupa’ya aktarılmıştır. Avrupa'nın ticaret, maliye ve üretim konularındaki kaderinin belirlenmesinde İtalya'nın önemini hiçe saymamak gerekir. Ancak ülke sadece merkez olmasıyla bu konuma gelmiş­tir. İtalya, Doğu “kaynaklarına” (sadece ticarete değil) erişmede köprü vazifesi görecek önemli bir coğrafi konuma sahipti.

2. Bölüm’de gördüğümüz gibi, 8. yüzyılın sonlarında İtalya, dünya ekonomisinin Avrupa, Asya ve Afrika’daki pek çok kaynağının orta yerinde bulunmaktaydı. Bu durum, İtalya’ya imtiyazlı bir konum kazandırmıştır. Bu konuyu 2. Bö­lüm’de incelediğimiz için, sadece İtalya’ nın Afrika-Asya temelli ekonomiye katılmak suretiyle kendi geleceğini güvence altına aldığını söylemek isterim. AbuLughod, bu konuda şunları söylemektedir: Doğu’nun zenginliklerine bu doğrudan giriş, İtalyan tacirleri ve liman şehirlerinin aktifleşmesini sağlamıştır. 12. yüzyılda şampanya fuarlarının yeniden canlanması iki nedene bağlanabilir. Haçlı Seferleri nedeniyle Doğu mallarına talebin artması ve Doğu Akdeniz ülkeleri tarafından çevrilmiş bir bölgede olması dolayısıyla İtalya’nın bu malların ticaretinde öncü konumda olması kolaylaşmıştır.(5) Venedik, sadece sözde maharetiyle değil, Mısır ve Ortadoğu’ya olan yakınlığı sayesinde en büyük rakibi Cenova’ya üstünlük sağlayarak kazançlı konuma gelmiştir. Braudel bu konuyu şöyle anlatır:

Diğer İtalyan şehirleri Batı dünyasıyla ilgiliyken Venedik’in Avrupa’daki liderliği, Doğu’yla olan geleneksel bağlarını kullanması sonucu mu oluş­muştur? ... Venedik ticaretinin can dam arı, Doğu Akdeniz ülkeleriyle olan bağlantısıdır. Yani Venedik’in özel bir konum unun olması, A’dan Z’ye bütün ticari faaliyetlerine Doğu Akdeniz ülkelerinin yön vermesinden dolayıdır.(6)

Kısaca, İtalyanlar ticaretin Hıristiyan âleminde yaygınlaşması için önemli bir rol üstlenmişlerdir, ancak Avrupamerkezci görüşün öne sürdüğü gibi, onların büyük ticari öncüler olduklarını söylemek yanlış olur. 2. Bölüm’de de belirttiğimiz gibi, 1291’e kadar Ortadoğulu Müslümanlar, daha sonra da Mısırlılar tarafmdan belirlenmiş bulunan kayıt ve şartlara uymak zorunda kalmışlardır. İtalya’nın Ortado­ ğu ve Mısır ile yaptığı ticaretin en önemli nedeni, geri kalmış Batı'run verimli kılı­ nabilmesi için Doğu’nun “kaynaklarının Avrupa’nın her bölgesine ulaştırılmasında önemli bir kavşak konumunda bulunmasının verdiği avantajı kullanmış olmasıdır.

Bu kaynaklar, daha sonra İtalya’nın haksız yere ünlü olmasına yol açan ekonomi ve denizcilik devrimlerini oluşturmuştur. Mali devrimin Doğulu kökenleri Genel olarak, mali kurumların tamamının İtalyanlar tarafından ortaya çıkanldığı varsayılır. Bu konudaki en önemli yenilik, 11. yüzyılda İtalyanlar tarafmdan icat edilen commenda' dır* (ya da collegantia) (7) Bu, yatmmcının tacirin yolculuğunu finanse ettiği sözleşmeli bir anlaşmaydı. Bu tür anlaşmalar, hem “ticari işgücü” ile sermayeyi bir araya getirmesi, hem de ekonomik gelişme için gerekli olan tasarrufun sağlanması açısmdan sermaye piyasasını harekete geçirmesiyle uluslararası ticareti olumlu yönde etkilemişlerdir. İşin aslına bakılacak olursa, commenda ilk kez Ortadoğu’da icat edilmiştir. Kökleri İslamiyet öncesi döneme dayanmakla birlikte,(8) erken İslam devri tacirleri tarafından oldukça geliştirilmiştir.(9) Abraham Udovitch’in belirttiği gibi “Avrupa’nın çok daha sonra commenda olarak tanıdığı, ekonomik ve hukuki anlamda türünün ilk örneği olan ticari anlaşma, ilk kez İslam dünyasında {qimd, muqarada, mudâraba*) şeklinde ortaya çıkmıştır.(10)

Kendisi de önceleri bir commenda taciri olan Hz. Muhammed için bu “yeni bir buluş" sayı­lamazdı. Arap ticaret sistemine ait olan bu sistemi onlarla işbirliği yapan İtalyanların kullanmaya başlaması da şaşırtıcı değildi. 8. yüzyıldan itibaren qim d, sadece ticaret için değil, kredilendirme ve üretimde de kullanılmıştı.(11) İtalyanlar, son derece yanlış bir şekilde, kambiyo senedi, kredi kurumlan, sigorta ve bankacılık gibi pek çok fınansal kurumun mucidi olarak isim yapmışlardır. Aslında bu kurumların tamamına ait pek çok iş tekniği ya İslamiyet öncesinde ya da İslamiyet döneminde Ortaoğu’da, “Kuran onları bir sisteme bağlamadan önce” zaten sağlam bir şekilde tesis edilmişti.(12) Bu finansman araçlanın ilkel bi­ çimlerinden alıp ileriye götürenler Müslümanlar olsa da, Sümerler ve Sasaniler bankaları, kambiyo senetlerini ve çekleri İslamiyetin doğuşundan önce kullanı­yorlardı.

İslam kapitalistlerinin bu ürünleri asıl kullanma nedenleri, tefecililik üzerindeki yasaktan kaçınmaktı. Örneğin, ödeme sık sık iki ay ya da daha uzun sü­relere uzanan şekilde erteleniyor ve böylece daha yüksek meblağ ödeme yoluyla tefeciliğin üzeri örtülebiliyordu.(13) İslam bankerleri ve uluslararası para takası yapanlar oldukça yaygındı. Bankalar da commenda anlaşmalarına girerek, avans ve kredi vermek suretiyle kazanç sağlama yoluna gidiyorlardı. Bankalar uluslararası ticarette paranın bir yerden diğerine transfer edilmesi görevini üstlenen en önemli geçiş noktalarıydı. Bankalar aynca banknot, muaccel senet,** uzak bölgelerde kullanılan kambiyo senedi (,suftafa) ve şu anda kullanılan modern çekin yerine geçen “ödeme emri” {havale) ihraç etmeye yetkiliydiler.

Abu Lughod, havale hakkında şunları söyler: “Sol üst köşede rakamla ödenecek miktar, sol alt köşede ise tarih ve ödeyecek olanın ismi yer alırdı.”(14) Yine aynı yazar, uzak bölgelerde kullanılan kambiyo senedinin kaynağının hanlılara dayandığını ve Avrupa’dan çok önceleri yüzyıllar boyunca kullanıldığını belirtir. Son olarak, gelişmiş muhasebe sisteminin icadı da İtalyanlara atfedilmiştir.

Ancak Ortadoğu, Hindistan ve özellikle Çin’deki pek çok Doğu muhasebe sistemi de oldukça gelişmiş durumdaydı.(15) Aslında bunların çoğu, Weber’in meşhur Batı­lı “çiftli giriş” metodu kadar yetkin muhasebe sistemleriydi. Önemle belirtmek gerekir ki, 19. yüzyılın sonlarına kadar tekli giriş mantığına dayanan muhasebe sistemi Avrupa üzerinde en çok kullanılan sistemdi.(16) 8. Bölüm’de göreceğimiz gibi, İtalyan tacirler eski moda abaküs sisteminden matematiksel sisteme geçişi 1202’de Doğu’dan elde ettiği bilgileri ülkeye aktaran Pisa’lı tacir Leonardo Fibonacci sayesinde başarabileceklerdir. Burada bir sonuca varmak için Jack Goody’nin son derece yerinde olan sözlerine bir göz atalım:

İtalya’da karşımıza çıkan şey, yeniden doğuş ruhudur, Yakın Doğu’da çeşitli şekillerini gördüğümüz kuramların iyileştirilmesi ya da yeniden yaratılmasıdır. Devlet hâzinesinden, ticari hesaplardan ve piyasa finansmanından daha istikrarlı bankacılığa, sağlam ticari evraklara, commenda gibi anlaşmalara ve ortaklı şirketlere geçiş, endüstriyel kapitalizmin gelişimi için oldukça önemli adımlar olmakla birlikte, bunların tümü dünyanın diğer bölgelerinde çok daha önceleri uygulamaya konmuştu.(17)

Denizcilik devriminin Doğulu kökenleri

Denizcilik devriminden söz edebilmek için, usturlap,* pusula, Latin yelkeni, kıç dümeni ve kare omurganın geliştirilmesi kadar, 7. Bölüm’de değindiğim üçlü direk sistemi ve yeni denizcilik yöntemlerinin de oluşturulması gerekmiştir. Gemi direğine 45 derecelik bir açı oluşturacak şekilde uzun bir serene asılan üçgen şeklindeki Latin yelkeni, rüzgârın yönüne göre hareket edebilme olanağı sağlıyordu. Bu son derece önemli bir yenilikti, çünkü kare yelkenin aksine, gemiye karşıdan gelen rüzgâra karşı seyir olanağı sağlıyordu. Avrupa deniz ticaretinde karşılaşılan en bü­yük sorun, gemilerin büyük hacimli kargonun taşınmasına olanak vermeyecek boyutta olmalarıydı.

13.yüzyılda kıç dümeninin icadı bu konuda çok önemli bir teknolojik gelişme olarak karşımıza çıkar. Bu tür dümen, düz ya da kare kıça monte edildiği için daha büyük gemiler inşa edilerek daha fazla yükleme yapabilmenin yolu açılmıştır. Denizcilikle ilgili karşımıza çıkan kısıtlamalardan biri de Portolan çizelgesi adındaki deniz haritalarıydı. Avrupa çevresinde denizcilik yapmaya elveriş­li olan bu haritalar okyanus ötesi seferler için son derece yetersiz kalıyorlardı. Ancak yıldızlara bakarak harita çıkarma yönetimini uygulayan usturlabın icadı ile bu sorun da çözülmüştü. Son olarak, pusulanın icadı, bulutlu havalarda yıldızlar gö­zükmese bile yön bulmayı sağlaması dolayısıyla büyük bir devrim niteliğindedir. Bu gelişmeler seyahat sezonunu altı aydan bir yıla çıkarmış ve doğal olarak seyahat sayısının da ikiye katlanmasına yol açmıştır.

Avrupalıların okyanuslara açılmasını sağlayan bu yenilikler, aslında Doğu ülkelerinde çoktan keşfedilmiş durumdaydı ve hatta artık geliştirilmiş versiyonları kullanılmaktaydı. Elimizde ayrıntılı belgeler olmasa dahi usturlabın ilk olarak Antik Yunan’da kullanıldığı bilinmektedir. Müslümanların yapmış olduğu yeniliklerin kökleri 8. yüzyılın ortalarında el-Fezeri’ye* kadar uzanır. 9. yüzyıldan itibaren usturlap dü­zenli bir şekilde üretiliyordu ve 10. yüzyılın ortalarından itibaren de Müslümanların egemenliğindeki İspanya tarafından Avrupa’ya yayılmıştı.(18) İlginç olan, usturlap hakkında en eski Latince metinlerden biri olan ve 10. yüzyılın sonunda Ispanya’nın kuzeyinde ortaya çıkan Sententie astrolabi adlı eser, çeşitli İslam kaynaklarına özellikle al-Khwarizmi’nin bilimsel incelemelerine dayanmaktadır.(19) Aynı şekilde, bu buluşların mükemmel hale getirilmelerine de İslam âlimleri öncü­ lük etmişler ve daha sonra Avrupalının bunu düzenli olarak kullanabilmelerine olanak sağlamışlardır (Bkz. 8. Bölüm). Pusula, Avrupa’da ilk kez 1185’te kullanılmıştır. Ancak ne İtalyanlar ne de başka bir Avrupalı halk tarafından icat edilmiş, 1090 yılı civarında Çin gemilerinden alınarak kullanılmaya başlanmıştır.(20)

Daha da gerilere gidersek yapılan pek çok yeniliğin Çinlilere ait olduğunu görmek mümkündür. MS 83 yılında pusulanın ilkel bir modeli Çinlilerce kullanılmış, hatta daha da geride, MS 4. yüzyılda “mıknatıslı” pusula icat edilmiştir. İtalyanlar, Müslümanlar vasıtasıyla Çin’den gelerek Avrupa’ya yayılan pusulayı kullanmışlardır.(21) 7. Bölüm’de denizcilik teknikleri ile ilgili görüşlere yer vereceğimizden, burada Lynn White’in Latin yelkeninin Avrupa’daki gelişimini anlatan görüşlerinden başlayarak, yeni gemi teknolojileri hakkında bilgi vermek istiyorum.

Latin yelkeninin ilk kez kimin tarafından kullanıldığı bilinmemekle beraber, Lynn White (Lionel Casson’un izinden giderek) ilk örneklerin Romalılarda görüldü­ğünü belirtir. 2. yüzyıla ait bir mezar taşıyla 4. yüzyıla ait bir mozaik üzerinde bulunan Latin yelkenli iki geminin resmedildiği eserler bu varsayımın dayanağı olarak kabul edilmişlerdir.(22) White, 6. yüzyıldan önce Avrupa’da Latin yelkeni taşıyan bü­yük çaplı gemi olmadığım belirtse de, bunu sadece büyük gemiler konusunda deneyime sahip olunmaması ve tasarım konusunda yetersiz kalınmasına dayanarak açıklamaktadır. Buradan çıkan sonuç, Avrupalıların bundan dört yüzyıl önce 533’te Latin yelkenini iyileştirme çalışmaları yapmaya başladıklarıdır. White, bunlardan soma 6. yüzyılda bu tür yelkenlerin Avrupa gemilerinde kullanıldığına dair iki kanıt öne sürer. İlki için, Arles’lı St. Caesams’un biyografisinden, İkincisi içinse Jules Sottas’nın Procopius* tefsirlerinden faydalanır.

Her iki belge de 533’te üç Doğu Roma gemisinin Latin yelkeni taşıdığım öne sürer.(23) Üçüncü olarak, pek çokları gibi White da bir sonraki örneğin 880 dolaylarında Akdeniz’de ortaya çıktığım söyler. Dördüncü ve son varsayımda White, Portekizlilerin Müslümanların ilk kez 6. yüzyılda kullandıkları gemilere dayanarak yap tıklan caravel adlı gemileri örnek gösterir.(24) Şimdi bu varsayımları teker teker cevaplayalım (Ancak ilk varsayımı en sonda cevaplayacağım). Önce (ilk kez 1840’ta Jal tarafından sözü edilen) Arles’lı St. Caesarus’un biyografisine bakalım.

İlk kez H.H. Brindley tarafından ortaya atılan fikre göre, Avrupalıların Latin yelkenini ilk kez 6. yüzyılda kullandıkları söylenir.(25) Brindley, Caesarus’tan aldığı orijinal metnin sadece bir imadan ibaret olmadığını söyler ve “tres naves, quas Latenes vocant, majores, plenas tritico direxerunt" metninde geçen üç buğday gemisi ve Latin kelimelerinden bunların Latin yelkeni olduğu varsayımını çıkarır. Sottas’nın Procopius’un metinlerini yorumlayarak çıkardığı “533’te Jüstinyen’in donanmasına ait gemilerin Latin yelkeni taşıdığı” şeklindeki sonuçlara da şüpheyle yaklaşmak gerekir. Procopius, donanma komutanının “yüksek rütbeli subayları taşıyan üç gemiye ait yelkenlerin üst köşelerinin üçte birinin kırmızıya boyanması emrini verdiği”nden bahseder. Richard Bowen ise, “Sottas, ‘köşe’ kelimesini görür görmez bu gemilerin Latin yelkenli olduğu sonucunu çıkarmıştır” demektedir.(26)

Bowen ayrıca tüm filonun bu şekilde donatılmamasının garip olduğunu söyler ve üçgen yelkenler üzerinde yine üçgen şeklinde üst yelkenleri bulunan, kare şeklinde donatılmış Roma gemilerinin MS 50 yıllarında zaten standart bir uygulama olduğunu sözlerine ekler. Bunun yanında, üçgen üst yelkenlerin dikey de­ğil, yatay olarak bağlandığını ve Latin yèlkeni gibi bir fonksiyonunun olmadığı­nı belirtir. İkinci olarak, White’ın 880’de Avrupa gemilerinde Latin yelkeninin kullanıldığına dair görüşü de hatalıdır. İlk kez 1848’de Jal tarafından ileri sürülen görüş­te, “Brindley’e göre bu konunun doğru olup olmadığı şüphelidir, çünkü 9. yüzyılda bu anlamda bir gelişmenin yaşanabilmesi mümkün değildir”(27) denir. Daha da önemlisi, Brindley, Bibliothèque Nationale’de orijinali bulunan metne göre tarihin yanlış olduğunu kanıtlar ve bunun aslında Latin yelkeninden söz eden değil de eski bir krala yazılmış bir metin olduğunu söyler.

Üçüncü olarak, White’in 15. yüzyılın sonunda Latin yelkenini Müslümanlara aktaranların Portekizliler olduğuna dair görüşü de doğru olamaz. 2. Bölüm’de gördüğümüz gibi, 3. ve 4. yüzyıllarda Iranlılar, İran Körfezi kanalıyla Hindistan’a ve daha ötesine gemi seyahatleri yapıyorlardı. Aynca 7. yüzyılın sonlarından itibaren Müslümanlar Hint Okyanusu boyunca yelken açıyorlardı. Ancak körfezde hüküm süren kuzey rüzgârları yüzünden İran ve Arap gemilerinin kare yelkenle geri dönmeleri mümkün olamazdı. Bunun yanında, Latin yelkeni olmadan Ortadoğu gemilerinin Hint Okyanusu’nda sefer yapmaları da imkânsızdı. İran ve Arap gemilerinde hiçbir zaman kare yelken bulunduğuna dair bir kanıt bulmak mümkün olmamıştır. Şimdi de White’in görüşlerini dayandırdığı Casson’un resimlerine bakalım. 2. yüzyıla ait bir mezar taşma çizilmiş olan Roma gemisi, Needham tarafından incelenmiş ve bunun aslmda bir kare yelken olduğu belirtilmiştir.(28)

Casson’un 4. yüzyıla ait diğer resminde de bu icadın Romalılara ait olduğuna dair kesin bir kanıt yoktur. Aynca Latin yelkenini MS 50 yıllarında Romalılar icat etmiş olsa dahi, daha sonraki yıllarda hem bu yelkeni hem de donanmanın diğer araç ve gereçlerini onların geliştirdiklerine dair herhangi bir kanıt bulmamız yine mümkün olmamaktadır.(29) Ne White ne de Casson bu tür kanıtlar bulmuşlar, sadece varsayım ve imalardan ibaret görüşler öne sürmüşlerdir. Burada dikkati çeken en önemli nokta, iki Roma gemisine ait tasvirlerde görülen yelkenlerin oldukça küçük olduğudur. Bunun tam aksine, o devirde Ortadoğu gemileri oldukça büyüktü ve devasa Latin yelkenlerine sahipti.

İbn Şehriye, 10. yüzyılda Arap gemilerine ait yelkenlerin 76 feet* uzunluğa kadar çıkabildiğini anlatır. Avrupa gemileri bu uzunluktaki yelkenleri ancak 16. yüzyılın başlarında en büyük gemilerinde kullanmaya başlayacaklardır.(30) Ayrıca Gerald Tibbes, 15. yüzyılda (1498’de Vasco da Gama’dan önce) Arap gemilerinin günümüzün modern yelkenlileri kadar büyük olduğunu aktarır (Bu gemilerin boyu 100 feet, direkleri 75 feet uzunluğundaydı).(31) Tüm bunların yanında, bu denli büyük Latin yelkeni kullanımı “uyarlama kapasitesi”nin bir göstergesidir. Aslında White’ın kendisinin de fark ettiği gibi, bu büyüklükte yelken kullanmak hem uzun yıllara dayanan bir tecrübeyi hem de kullanılan bu tür araçların geliştirilmesi için gereken bilgiyi beraberinde getirmektedir.

Özetle, buradan Arapların ve İranlıların Latin yelkenini icat ettikleri sonucuna varmak mümkün değilse bile, bu tür bir olasılığı da gözardı etmemek gerekir. Bununla beraber bu icadı geliştirenler, Avrupa’ya aktaranlar ve Vasco da Gama’nın 1498’de yelken açmasına neden olanlar büyük olasılıkla Müslümanlardır. Kıç dümeni ve kare omurga ise kesinlikle Çinliler tarafından icat edilmiştir. MS 400 yılında ilk kez karşımıza çıkan bu buluşlar, Batı’ya doğru yayılmış ve 1180 civarında İslam Köprüsü vasıtasıyla Avrupa’ya yayılmıştır.(32) Son olarak eklemek gerekirse, 15. yüzyılda Avrupa’nın en gelişmiş gemileri Venedik’e ait olan savaş yelkenlileri de olsa, bunlar çağdaşları Çin gemileri ile karşılaştırıldıklarında oldukça sönük kalmaktadırlar. 150 feet boyunda ve 20 feet enindeki en bü­yük Venedik kadırgaları, 500 feet boyunda ve 180 feet enindeki Çin gemileri yanında cüce gibi durmaktadır. Aynca Venedik gemileri okçular tarafından korunurken, Çin gemileri pirinç ya da dökme demir gülleler, havan toplan, ateşli oklar ve fişekler gibi ateşli silahlarla korunmaktaydı.(33) Avrupa’nın “enerji” ve “ön sanayi” devrimlerinin Doğulu kökenleri Carlo Cipolla, Ortaçağ enerji devrimine dayanarak, su değirmenlerinin Avrupa’ya ait bir yenilik olduğunu, çünkü bunların Doğu’da bulunmadığını belirtir.(34) Ancak Amold Pacey şunları söyler:

Önceleri su değirmeninin kesinlikle bir Avrupa icadı olduğu düşünülürdü. Fakat Bağdat ve çevresinde sayısız değirmen bulunduğu ve bu su kaynaklarının Avrupa’dan iki ve daha fazla yüzyıl önce kâğıt yapımı için kullanıldı­ğı bilinmektedir.(35) Aslında Pacey, olayı olduğundan hafif göstermiştir. Al-Hassan ve Hill konuya daha geniş bir çerçeveden bakarlar: Müslümanlar mümkün olan her türlü su kaynağını değirmenler için kullanmak konusunda oldukça istekliydiler. Hatta akarsulardan pek çok değirmenin faydalanmasını sağlamak amacıyla sayaç kullanımına başlamışlar ve “değirmen gücü” kavramım oluşturmuşlardır. Ispanya’dan Kuzey Afrika’ya ve Mavera-ünnehir’e kadar tüm Müslüman vilayetlerinde değirmenler bulunmaktaydı.(36)

Ortadoğu’da hemen her nehir boyunca gittikçe çoğalan su dolapları ve su değirmenlerinin etrafında sulamanın yam sıra, tahıl öğütme ve ezme işlemlerini yapmak amacıyla pek çok sanayi tesisi konuşlanmıştı. Suriye’deki Hama şehrinde, Asi nehri kıyılarında dev boyutlu noria'lar* bulunmaktaydı. Nona'lar ve su değirmenleri İslam etkisi altındaki Ispanya’da da inşa edilmişti. MÖ ikinci binyıldan beri Ortadoğu, başta şehir ve köylere su dağıtımını düzenleyen yeraltı ve yerüstü su kemerleri olmak üzere, her türlü etkileyici su yönetim sistemini geliştirmiştir (yeraltı su kemerleri İran’da qanat, Fas’ta ise khattara olarak adlandırılıyordu).(37) Sulama sistemleri son derece merkezileştirilmişti. Ancak bu, Avrupamerkezci görüşün öne sürebileceği gibi Oryantal despotizmin bir göstergesi değil, sulamanın eşit ve düzenli yapılabilmesini sağlayan adil bir su dağıtım sistemiydi.

Bununla beraber, Avrupamerkezci görüşü savunanlar bu İslami gelişmelere yine bir kulp takmış ve değirmenlerin zaten Roma devrine ait bir yenilik olduğunu öne sürmüşlerdir. Aslında su değirmenleri ilk kez Eski Mısır’da görülmüş ve Roma İmparatorluğu vasıtasıyla yayılmış gibi gözükse de, bu örnekler gerçek anlamda su değirmeni değildi.(38) İlk su değirmenleri MÖ 1. yüzyılda Çin’de görülmüştür. İlk de­ğirmenin Romalılar tarafından yayıldığı ve Avrupa’nın bundan esinlendiği iddiasını desteklemek için yanıltıcı bazı görüşler öne sürülmüştür.

Romalılar dikey çarklı değirmenler yapmışlardır. Ortaçağ Avrupası değirmenleri ise aslında MÖ 4. yüzyılda Çin’de icat edilen “demir çekici" sistemine dayanmaktadır. Son olarak, yeldeğirmeni 13. yüzyılda ortaya çıkan öncü bir Avrupa buluşu muydu? İlk yeldeğirmenlerinin 644’te İran’da görüldüğünü söylersek, bunun söz konusu bile olamayacağını hemen anlayabiliriz. Needham’ın belirttiği gibi, “Yeideğirmenlerinden ilk kez Benu Musa kardeşlerin (850’den 8 70’e) eserlerinde bahsedilmiştir”. Bir yüzyıl sonra pek çok güvenilir yazar, Seistan’ın* yeldeğirmenleri hakkında yazılar kaleme almışlardır (Örneğin, Ebu İshak el-İstahri ve Ebu’l-Kasım ibn Havkal) (39) İran yeldeğirmenleri, akabinde sadece Avrupa’ya değil, Afganistan ve Çin’e kadar da yayılmıştır.(40) Yeldeğirmeninin.

İran kökenli olduğuna itiraz eden gö­rüşlere en iyi cevap, dikey olarak monte edilen Avrupa yeldeğirmenlerinin aksine, Ortadoğu yeldeğirmenlerinin yatay sistemde inşa edilmiş olmasıdır. Günümüzde kullanılan biçimde değirmenin Avrupa’ya İran’dan geldiğini söylemek zorsa da, İran’ın bu konudaki katkılarını yok saymak tamamen haksızlıktır. Değirmen fikrinin kesinlikle İran’dan yayıldığını kabul etmek gerekir. Aynca Haçlı Seferleri sırasında İran’a giden ve bu ülkedeki “macera’lan sırasında yeldeğirmenleriyle tanışan Avrupalı savaşçıların değirmenin yayılması konusundaki “katkılarını” da unutmamak gerekir. Bu savaçıların pek çoğunun Ortadoğu’da uzun süre kaldığım, hatta oraya yerleştiğini düşünürsek, bu tür düşüncelerin ne şekilde Avrupa’ya yayıldığını görmek daha kolay olacaktır. Tekstil imalatı 1000 yılından sonra Avrupa’daki en önemli sanayilerin tekstil ve kâğıt oldu­ğunu, demir üretiminin de oldukça önem kazanmaya başladığını biliyoruz. Tekstil ile ilgili çıkrık, ip bükme makinesi, dokuma tezgâhı ve ayak pedalı gibi pek çok teknolojinin Avrupa’ya Doğu’dan yayıldığını söylemek mümkündür. Çıkrık ilk kez Çin’de kullanılmaya başlanmış, 13. yüzyılda İslam etkisindeki İspanya vası­ tasıyla İtalya’ya yayılmıştır.41 13. yüzyıl İtalyan ipek dokuma makinelerinin erken Çin örneklerine şaşılacak derecede benzemesi tesadüf değildir. Hugh Honour bu konuda şunları aktarır:

P ax tartanca* döneminden sonra Kubilay Han tüm Asya’ya hâkim olmuş, Çin tekstil mallarının Balducci Pegoletti’nin deyişiyle gece gündüz güvenli olan kervan yolundan Ortadoğu ve Avrupa’ya aktarılmasını sağlamıştır. Avrupa’da üretilenlerden çok daha yüksek kalite, renk ve desene sahip olan bu brokar ve işlemeli kumaşların istilasının önce hayranlık, ardından da taklitlerinin yapılması için teşvik uyandırdığı yadsınamaz bir gerçeklikti.(42)

Bunun yanında İtalyan şehirlerinde gördüğümüz, Çin’deki örneklerine benzeyen ipek işleme tezgâhlarının sık sık Çin’e seyahat eden ve buradaki her türlü yeniliği heybelerine koyup ülkelerine getirme cüretini gösteren tacirlerin marifeti olduğunu söylemek yanlış olmaz.(43) İpek ipliklerden bobinlerin işlendiği bu makineler 1090’da Çin’de icat edilmişti. Pedalla işleyen bu ipek bobininin makinesinin bir tezgâhı ve sarma sistemi mevcuttu. İtalyan versiyonu ise aynı modelin bir manivela ve kol eklenmiş halidir.(44) Kısaca İtalyan modeli, Çin’deki makinenin az ya da çok kopyalanmış ve 18. yüzyıla uyarlanmış haliydi.(45) Tekstil makinalarının İslam etkisi altındaki İspanya kanalıyla Avrupa’ya yayıldığını ve İslam tekstilinin yüzyıllar boyu bu kıtaya etki ettiğini söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.

Kâğıt imalatı Ortaçağ Avrupası’nın en önemli sanayilerinden biri kâğıt imalat sanayiidir. Kıta içinde ilk olarak 1150’de İslam etkisi altındaki İspanya’da imal edilen kâğıt, buradan Avrupa’ya yayılmıştır. Aslında kâğıt MS 105 yılında Çin’de Ts’ai Lun tarafından icat edilmiş ve hemen ardından kâğıt imalatı başlamıştır (Bkz. 8. Bö­ lüm).(46) Peki ne zaman Avrupa’ya yayılmıştır? Thomas Carter kâğıdın Batı’ya aşamalı olarak intikal ettiğini söyler. 4. ve 6. yüzyıllar arasında ilk olarak Türkistan’a giren kâğıt, burada arada sırada kullanılmıştır. Maveraünnehir ve İran’da kâğıt, 751’deki Talas Savaşı’ndan**(47) çok önce mevcuttur, ancak bu savaş sonrası Çinli savaş esirleri oldukça önemli kâğıt yapım tekniklerini bu topraklara taşı­mışlardır. El-Kazvini’nin bu konuda aktardıklarına bakalım:

Savaş esirleri Çin’den getirildiler. Bunların arasında kâğıt imalatını bilen biri de vardı ve bunu uygulamaya başladı. Daha sonra kâğıt, ilk çıktığı şehir olan Semerkant’ın en önemli ürünü oldu ve buradan tüm ülkelere yayıldı.(48)

Gerçekten de 794’ten itibaren kâğıt üretimi Semerkant’tan Bağdat’a kadar yayüdı ve bir Arap kâğıt ürünü olan Damask (Şam) kâğıdı (Avrupa’da charta damascena olarak bilinir) ortaya çıkarak, 15. yüzyıla kadar Avrupa’nın en önemli kâğıt sağlayıcısı haline geldi. Çinliler ve Araplar arasındaki ticaret ve diğer bağlantılar Arapların bu ürünü daha önce tanımalarına olanak sağlamıştır. Kuran'dâ adı ge­çen ve kâğıt anlamına gelen kagaz ile bir diğer eşanlamlı sözcük olan çirtas da Çin kökenli kelimelerdir.(49) Bu konuda ilk yenilikler su götürmez bir açıklıkla Çinliler tarafından yapılmasına rağmen, Araplar da oldukça önemli oranda katkı sağlamışlardır. Çinliler yazarken fırça kullanmaktayken, Araplar kâğıda nişasta ekleyerek üzerine kalemle yazılmasını sağlamışlardır. Kâğıt imalatı sonradan, 1150’den itibaren İslam etkisindeki İspanya kanalıyla A vrupa’ya, 1157 ’de Fransa’ya ve 1276’da İtalya’ya sıçramıştır (Çinlilerin icadından tam 1000 yıl sonra).(50) Buradaki İslam etkisini, Arapça kâğıt tomarı anlamına gelen rismah kelimesinin İngilizcede “ream” ve İtalyancada “risma” olarak kullanılması şeklinde açık olarak görebiliriz.(51)

İlk Avrupa demir sanayii 3. Bölüm’de demir üretiminin milattan çok önceki devirlere dayandığını ve 11. yüzyıldan sonra Çinlilerin “Sung mucizesi” ile çok daha ileri seviyelere taşındığını belirtmiştik. Burada demir ile ilgili yeniliklerin Çin’den Avrupa’ya aktarılması konusundaki zaman aralığının büyüklüğüne dikkat çekmek isterim: Su gücü ile çalışan metalurjik püskürtme motoru için 11 yüzyıl ve piston körüğü için 14 yüzyıl.(52) 14. yüzyılda Avrupa asıllı Flussofen adı verilen patlama kazanının Styrian* ya da Avusturya asıllı Stuckofen adlı kazanın yerini alması, Çin teknolojisinin Orta Asya, Siberya, Türkiye ve Rusya üzerinden gelerek Avrupa’ya ulaşmasının son aşamasıdır.(53) Bu arada Hintlilerin ve Müslümanların kendi içlerinde önemli demir üreticileri olduklarıı belirtmeden de geçemeyeceğim. Demir üretimi İslam dininde önemli bir yer tutmaktaydı. Kuran' “Muazzam gücünden insanlık yararlansın diye Allah dünyaya demiri gönderdi” şeklinde bir ibare mevcuttur (Bkz. 57. Hadid [demir] suresi).

Bu da bizlere, Doğu’dan Avrupa’ya demir üretim tekniklerinin İslam Dünyası yoluyla aktarıldığını açık bir şeküde göstermektedir. Avrupa’da saat yapımı Avrupamerkezci araştırmacı David Landes “Saat, Ortaçağ Avrupası’nda mekanik yaratıcılığın en önemli aşamalarından biridir” der.(54) İddiaya göre, ilk halka açık saat, 1309’da Milano’daki St. Eustorgio Kilisesi’nin kulesine yerleştirilmiştir. Yine ilk taşınabilir saat 1335’te Milano’daki Visconti Sarayı’nda görülmüştür. Aslında Avrupamerkezci araştırmacılar da dahil olmak üzere, saatin ilk kez kim tarafından icat edildiğini kimse bilmemektedir.(55)

Çinlilerin saate ihtiyaç duymadıkları, konuyla ilgilenmedikleri ve saat yapımını başaramadıkları gibi varsayımlar anlamsızdır. 11. yüzyılın sonunda Su Tzu-Jung astronomik bir saat imal etmiştir. 1086’da Çin imparatoru tarafından kendisinden daha önce Han Kung-Lien tarafından icat edilen ve bileğe halka şeklinde takılan saati yeniden düzenlemesi istenmiştir. Su’nun kendi saatini anlattığı satırları inceleyen Needham şu sonuca varır-. “Ayrıntıların canlılığıyla bunun Ortaçağ’da herhangi bir uygarlık tarafından üretilebilecek en büyük teknik gelişmeye sahip bir ürün olduğunu anlayabiliriz.”(56) Saat yapımında en önemli nokta, saat maşası denilen ve saatin rakkas çarkının sekteli hareketini idare eden tertibatın icat edilmesidir.

Bu mekanizma, saat milinin ve kadranın hareketini idare etmek suretiyle zamanın kusursuz bir şekilde tespitini sağlamaktadır. Bu konuda Candwell, “Tekerleğin icadından bu yana belki de en önemli keşif olan bu mekanizmayı icat eden dâhi ya da dâhiler konusunda hiçbir şekilde bilgi sahibi değiliz" der.(57) Saat maşası mekanizmasının 725’te muhtemelen I-Hsing adlı bir Çinli tarafından icat edildiğini söyleyerek bu konuya bir nokta koyabiliriz. Hatta bu mekanizmanın Batı’ya yayılımı konusunda da kanıtlar mevcuttur ve İslam etkisindeki Ortadoğu’dan yayıldığı bilinmektedir. Daha sonra, 1277’de (Visconti saatinden 60 yıl kadar önce) saat tahmini hakkında bir Arap metni Toledo’da Avrupa dillerine çevrilmiştir.58 (Bu metinde ağırlık bağlanan sarkaç sistemli ve cıvalı saat maşası olan bir saat anlatılmaktadır.)

Avrupa’ya karmaşık dişli sistemi, segment dişlileri, sarkaç, sesli sinyal sistemi gibi saat teknikleri ve mekanizmaları hakkında aktarılan her şey, İslam etkisi altındaki Ispanya'nın Endülüslü saatçilik ustalan tarafından sağlanmıştır.(59) İlginç olan nokta ise, Lynn White’ın bu saat mekanizmalarının 12. yüzyılda Hindistan’ın Bhaskara kentinde görüldüğünü öne sürmesidir.(60) Bu arada Avrupa’da imal edilen pek çok saat Su’nun saati ile benzer özellikleri taşımaktadır.(61) Burada Çinlilerin, hatta belki de Hintlilerin, Müslümanlar yoluyla Avrupalı saat imalatçılarını etkilediklerine dair son derece önemli kanıtlar bulunmaktadır. Hiçbir şey olmasa dahi, bu son kanıt Çinlilerin saat üretimi yapacak teknolojiye sahip olmadığını düşünen Avrupamerkezci görüşü yalanlayacak niteliktedir.

Sonuç

İtalya’nın, Ortaçağ’ın önemli bir bölümünde Avrupa’nın gelişimine katkıda bulunan önemli bir faktör olduğunu söylemek ilk bakışta mantıklı görünebilir. Ancak Avrupa kapitalizmini ileriye götüren bu tür yeniliklerde İtalyanların öncü olduğunu söylemek çok anlamlı olmayacaktır. O dönemde İtalya üzerindeki Do­ğu etkisi o denli derindir ki, bu etkinin tüm ülkeye ve Avrupa’ya yayılması ka­çınılmazdır. Sonuç olarak, İtalya’yı düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen, kendine özgü yemekleri ve çok özel sanat eserleridir. Ancak örneğin pizza hamuruna baktığımızda, aslının Eski Mısır’a dayandığını görebiliriz. Pirinç ve safran tarımı ise Sicilya ve İspanya’ya Araplar tarafından aktarılmıştır (her iki ürün de meş­hur paella yapımı için gereklidir). Yine İtalya’nın meşhur kahvesinin aslı Etiyopya’ya dayanmaktadır.(62) Makarna ya da spagetti, Marco Polo’nun dediği gibi Çin’den gelmemiş, İtalya’nın batısına yerleşmiş olan Eski Etrüsklere ait bir yiyecektir. İtalyan yaratıcılığı ve zarafeti ile ilgili en önemli örneklerden biri, Ponte Vecchio köprüsüdür. Ne var ki Michael Edwardes’ın bu konudaki sözlerine bir göz atalım:

Floransa’daki Arno nehri üzerindeki Ponte Vecchio (1345) benzeri ilk kemerli köprüleri yapanlar, Çinlilerin bu konudaki hünerlerinden etkilenmiş olmalılar. Çinlilerin bu konudaki becerileri pek çok ülkenin takdirini kazanmış,hatta Rusya’da Büyük Petro ülkenin modernleştirilmesi sürecinde, 1675 yı­lında Çinli mühendisleri ülkesine çağırmış ve köprü yapımını onlara emanet etmiştir.(63)

Needham, Ponte Vecchio ile eşdeğer, hatta ondan daha gelişmiş ve inanılmaz ustalıkta bir köprünün MS 610 yılında Çinli mühendis Li Chhun tarafından yapıldığını aktarır.(64) Ayrıca buna benzer neredeyse 20 kadar köprü 14. yüzyıldan önce Çin’de yapılmıştır. Marco Polo gibi pek çok Batılı gezginin bu köprüleri görerek hayran kaldıklarını düşünürsek, bunların yapımıyla ilgili bilgilerin İtalyan mü­ hendislere ne şekilde aktarıldığını anlayabiliriz. Bütün bunlardan sonra İtalya’ya baktığımızda ilk düşündüğümüz şey, Batı’nın kapitalist modernleşme sürecine ulaşmasında önemli bir rol oynayan Rönesans’tır.

Yine aklımıza gelen en önemli isimse, resmin matematiğe, özellikle de geometri ve optik bilimine dayandığım ısrarla savunan Leonardo da Vinci’dir (Da Vinci, “Gelişmiş Avrupa’’nın ana motifi olarak nitelendirilir). Ancak Leonardo da Vinci’nin işaret ettiği geometri ve optik biliminin kuralları Ortadoğu ve Kuzey Afrikalı Müslümanlar tarafından konulmuş ve geliştirilmiştir. 8. Bölüm’de anlatıldığı gibi, Batı Rönesansı’nın arkasında Doğu’nun gücü yatar. Sonuç olarak, Avrupamerkezci görüşün geleneksel yaklaşımına göre, küresel gücün simgesi olan asanın İtalyanlardan İberyalılara aktarıldığı, buradan da Avrupa’daki gelişim sürecinin başlatıldığı konusu tamamen bir mitten ibarettir. 7. Bölüm’de bunların nedenlerini anlatacağım.

Dipnotlar:

35 Arnold Pacey, Technology in World Civilization (Cambridge, Mass.: MIT Press, 1991), s. 43.

36 Ahmad Y. al-Hassan ve Donald R. Hill, Islamic Technology (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 53.

* Yaklaşık iki metre boyunda, tahta su toplama depoları. Su dolabı, (ç.n.)

37 Jonathan Bloom ve Sheila Blair, Islam: Empire o f Faith (Londra: BBC Worldwide, 2001), s. 104-105.

38 Hugh Thomas, An Unfinished History o f the World (Londra: Paper-mac, 1995), s. 92-93.

* İran-Afganistan sınırında bir bölge. Belgelenmiş ilk yeldeğirmeni MS 644 yılma ait olup, Seistan’dadır. (ç.n.)

39 Joseph Needham ve Wang Ling, Science and Civilisation in China, IV (2) (Cambridge: Cambridge University Press, 1965), s. 556-557.

40 R. J. Forbes, ‘Power’, Charles Singer, E.J. Holmyard, A.R. Hall ve T.l. Williams (editörler), A History o f Technology, II (Oxford: Clarendon Press, 1956), s. 614-617.

41 Dieter Kuhn, Science and Civilisation in China, V (9) (Cambridge: Cambridge University Press, 1988), s. 419-433.

* Tatar (Moğol) banşı. (ç.n.) 42 Hugh Honour, Chinoiserie: the Vision o f Cathay (Londra: John Murray, 1961), s. 35.

43 Robert Temple, The Genius o f China (Londra: Prion Books, 1999), s. 120.

44 Pacey, Technology, s. 103-107; Temple, Genius, s. 120-121.

45 Kuhn, Science, V (9), s. 428-433.

46 Thomas F. Carter, The Invention o f Printing in China and its Spread Westward (New York: The Ronald Press Company, 1955), 13. Bölüm.

**Türk-Arap Müslüman müttefik kuvvetlerinin 751 yılında bugünkü Almaata yakınındaki Talas Suyu kenannda Çin kuvvetleri ile yaptıkları savaş, (ç.n.)

47 Jacques Gernet, A History o f Chinese Civilization (Cambridge: Cambridge University Press, 1999), s. 288.

48 Al-Hassan ve Hill'in Islamic Technology adlı kitabında el-Kazvini’den söz ederler, s. 191.

49 Tsien Tsuen-Hsuin, Science and Civilisation in China, V (1) (Cambridge: Cambridge University Press, 1985), s. 297.

50 Carter, Invention, 13. Bölüm; Tsuen-Hsuin, Science, V (1), s. 296-299.

51 Al-Hassan ve Hill, Islamic Technology, s. 192. 52 Joseph Needham, Science and Civilisation in China, I (Cambridge: Cambridge University Press, 1954), s. 240.

* Avusturya’nın güneydoğusundaki bölge. Dokuz Avusturya eyaletinden en büyük İkincisidir, (ç.n.)

53 Braudel, Civilization, I, s. 376.

54 David S. Landes, The Wealth and Poverty o f Nations (Londra: Little, Brown, 1998), s. 49.

55 A.g.y., s. 48.

56 Needham ve Ling, Science, IV (2), s. 464 ve s. 446-463; cf. Gemet, History, s. 341. 57 D.S.L. Cardwell, Technology, Science andH istoıy (Londra: Heinemann, 1972), s. 14.

58 Clive Ponting, World History (Londra: Chatto and Windus, 2000), s. 371.

59 DonaldR. Hill, Studies in Medieval Technology (Aldershot: Ashgate, 1998) 13. Bölüm, s. 15.

60 White, MedievalReligion, s. 52-54.

61 Needham ve Ling, Science, IV (2), s. 543-544.

62 Bloom ve Blair, İslam, s. 106-107.

63 Michael Edwardes, East-West Passage (New York: Taplinger, 1971), s. 85.

64 Needham ve çalışma arkadaşları, Science, IV (3), s. 177.

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:125-141-
Devamını Oku »

Avrupa merkezci/Oryantalist yapılanması



Batı’nın yükselişiyle ilgili temel görüşlerin Avrupamerkezci/Oryantalist yapılanması

Avrupa kimliğinin oluşumu ve Avrupamerkezcilik/ Oryantalizm ’in yaratılması

1978 yılında Edward Said mükemmel bir şekilde “Oryantalizm” deyimini buldu, doğruyu söylem ek gerekirse aralarında Victor Kiernan, Marshall Hodgson ve Bryan Turner gibi pek çok uzman da bu tür bir söz etrafında dolanıyordu zaten.(1) Oryantalizm ya da Avrupamerkezcilik (bu kitapta bu iki kavramı birbirinin yerine kullanıyorum) Batı’nın Doğu üzerinde üstün olduğunu iddia eden bir dünya görüşüdür. Özellikle Oryantalizm, az çok hayal ürünü ‘Öteki’ne -geri kalmış ve ikinci sınıf Doğu- karşı olarak tanımlanan üstün Batı ‘Ben’ hakkında değişmez bir fikir oluşturuyor. 10. Bölüm’de ayrıntılı bir biçimde açıklandığı gibi, bu kutuplaşmış ve köklü yapı onsekizinci ve 19. yüzyıl boyunca Avrupalı zihinlerde tamamen belirginleşmişti. Öyleyse Batı’nın Kendi Ben’ini Doğulu Öteki’ne üstün görmeye başlamasına neden olan özel kategoriler neydi? 1700 ilâ 1850 yılları arasında Avrupalı zihinler dünyayı iki karşı kampa ayırıyor ya da buna zorlanıyorlardı: Batı ve Doğu (ya da Batı ve Geri kalanlar).

Bu yeni kavrama göre Batı, Doğu’dan üstün görülüyordu. İkinci sınıf Doğu’nun sahip olduğu sanılan değerleri, rasyonel (akılcı) Batı’nın değerlerine karşı bir tez olarak kabul ediliyordu. Özellikle Batı, eşsiz erdemlerle kutsanmış olarak hayal ediliyordu: akılcıydı, çalışkandı, üretken, fedakâr, tutumlu, liberal demokratik, dürüst, otoriter ve olgun, gelişmiş,becerikli, hareketli, bağımsız, gelişime açık ve dinamikti. Doğu’ysa Batı’nın karşısındaki Öteki’ydi: akılcı olmayan ve keyfi, tembel, üretmeyen, tahammüllü, cazip olduğu kadar egzotik ve karmaşık, despot, bozulmuş, çocuksu ve olgunlaşmamış, geri kalmış, pasif, bağımlı, durağan ve değişmeyen. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Batı bir dizi gelişmeci özelliklerle tanımlanırken, Doğu yokluklarla tanımlanıyordu. Bu yeniden tanımlama sürecinin Batı’nın her zaman (bu sürenin Antik Yunan’a kadar gittiği anlaşılıyordu) üstün olduğunu taahhüt etmesi de özellikle önemlidir.



Batı, güya gelişmeci, liberal ve demokratik değerleri ve zenginleşen hayatıyla ekonomik gelişimi ve kapitalist modernitenin sıcaklığına ve kör edici ışığına doğru kaçınılmaz bir hamleyi mümkün kılan akılcı bireyi ortaya çıkaran akılcı kurumları kullanıyordu. Doğu ise, tam tersine, her zaman ikinci sınıf olarak damgalanıyordu. Sözde despotik değerlere ve akıldışı kurumlara dayanıyordu; bu, karanlığın ortasında, zalim bir kollektivizmin akılcı bireyi daha doğduğu anda yok ediyor ve böylece ekonomik durgunluğu ve köleliği değişmez kader haline getiriyor olması demekti. Bu düşünce, Oryantal despotizm teorisinin ve “dinamik Batı” “değişmeyen Doğu”ya karşı görüşünü ortaya koyan Doğu’nun Peter Pan teorisinin temelini biçimlendirmiştir (Bkz: Tablo 1.1). Bu iki karşıtlığın, kadın ve erkek kimliğini ataerkil bir şekilde oluşturan kategorilerle hemen hemen aym olduğunu görmezden gelmek çok zor. Buna göre Modern Batı erkek, Doğu’ysa kadın olarak yapılanmıştır.

Bu bir tesadüf değil, çünkü 1700 sonrası dönemde Doğu kadınsıyken -zayıf ve çaresiz-, Batı kimliği ataerkil ve güçlü olarak yapılanmıştı. Bu da Asya’nın onu esaretinden kurtarması için (bağımsızlık yasası, sonradan “beyaz adamın yükü”* olarak adlandırılacaktı) “öylece yatmış, Bonapart’ı bekleyen” Oryantalist görüntüsüne neden olmuştu. Ve bu teori hayatî bir öneme sahiptir; çünkü Doğu’yu egzotik, çekici ve tüm bunların ötesinde pasif olarak damgalamak (yani, kendi kendine gelişme inisiyatifine sahip değildi) Batı’nın Doğu’yu etkisi altına alması ve kontrol etmesi için dâhice bir meşrulaştırma zemini yaratmıştı. Ancak bu, emperyalizm ve Doğu’nun boyun eğmesi için sadece meşrulaştırıcı bir düşünce değildi. Doğu’nun Batı’nın pasif bir karşıtı olarak tanımlanması ya da düşünülmesi, ilerlemeci gelişmeye yalnızca Batı’nın özgürce önderlik edebileceği iddiasını ortaya koymak için küçük bir adımdı.

Gerçekten de, Avrupa’daki düşünsel devrimin sonucunda dünya tarihinin “hareketli" Avrupalı öznesi ile “pasif’ Doğulu nesnesi oluşmuştu. Dahası, Doğu’nun gerileyen bir pasif döngü içinde yönetildiği düşünülürken, Avrupa tarihi ilerlemeci bir çizgi içinde kaleme almıyordu. Özellikle Avrupa merkezci söylem içinde bu bölünme bir tür “düşünsel ırk aynmı rejimi”nin altım çiziyordu, çünkü üstün Batı daima ve geçmişe yönelik bir şekilde geri kalmış Doğu’dan uzaklaştırılmıştı. Ya da Rudyard Kipling’in muhteşem sözündeki gibi, “Ah, Doğu doğudur, Batı da batı, bu ikisi asla bir araya gelemez."

Bu çok etkili olmuştu belli ki, çünkü Batı’mn asırlar boyunca Doğu’dan aldığı olumlu etkileri bile tanımasını engellemiş, Batı’nın Antik Yunan’dan bu yana Doğu’nun hiçbir yardımı olmaksızın gelişmesini sürdürdüğünü öne sürmüştür. Bu noktadan itibaren dünya tarihinin yalnızca muzaffer ve öncü Batı’nın hikâyesi olarak anlatılabileceği yolunda bir adım atılmıştır. Böylece, eski Batı miti doğmuştur: Avrupalılar kendi üstün yaratıcılıkları, akılcılıkları ve sosyaldemokrat yapıları sayesinde Doğu’nun yardımını almaksızın kendi kişisel gelişimlerini yönlendirmişler ve böylece modern kapitalizme doğru yaptıkları başarılı hamle kaçınılmaz olmuştur. Şüphe yok ki sosyal bilimler, tam anlamıyla 19. yüzyılda, Batı kimliğinin yeniden yapılandırılma döneminin doruk noktasına ulaştığı sırada ortaya çıkmıştır.

Bu nedenle o zamandan beri Avrupalılar dünyayı düşünsel olarak iki tezat bölüme aymyorlar. 19. yüzyıldan günümüze kadar gelen Ortodoks Batılı sosyal bilimciler, Oryantalist ve köktenci Batı/Doğu bölünmesini eleştirmek yerine sadece bu kutuplaşmış ayrılığı açıkça doğru olarak kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda bunlan Batı’nın ve kapitalist modernitenin doğuşu üzerine kurduklan teorilerinde yazmışlardır. Bu nasıl meydana gelmiştir? Eric Wolf’un alıntısında (bu bölümün başında yer alıyor) belirtildiği gibi,(2) temel teorilerde tüm insanlık tarihinin kaçınılm az bir şekilde kapitalist modernitenin Batılı sonuna ulaşan gelişmemiş, -zaman zaman açık bir şekildekazanmaya odaklı bir doğa düzeni sezebiliriz. Bu nedenle geleneksel dünya tarihi her şeyin Antik Yunan ile birlikte başladığı, yoksul Ortaçağ’da Avrupa’da yaşanan tanm devrimi ve ardından da yeni binyıla girerken İtalya’nın başı çektiği ticaretin ortaya çıkışıyla ilerlediğini ortaya koyar. Bu hikâye Avrupa’nın Rönesans’la birlikte saf Yunan düşüncesini yeniden keşfetmesiyle zengin Ortaçağ’da devam eder. Rönesans, bilimsel devrim, Aydınlanma ve demokrasinin doğuşuyla birlikte Avrupa’yı sanayileşme ve kapitalist moderniteye götürmüştür. Modern dünyanın doğuşuyla ilgili herhangi bir kitabı alın. Batı genellikle asıl m edeniyet olarak gösterilir ve Promethean(*) gibi (iki önemli kitabın adını yorumlamak için)(3) kutsal kabul edilir.

Bu arada Doğulu toplumlar zaman zaman tartışmış olsalar da, asıl hikâyenin dışında kalmışlardır. Ancak eğer Doğu bunu konuşuyorsa, bu farklı şekillerde konuşuluyordur. Buna göre, bir tanesi sadece Batılı bölümlere odaklanabilir ve asıl hikâyeyi elde edebilirdi. Bu nedenle Doğulu toplumlar temelde küçük ya da önemsiz bir dipnot olarak belirmiştir. Bu küçük şeyler, Doğu hakkında çok az şeyden bahsettiği için değil, onun ilerlemesini engelleyen mevcut koşulları belirlediği için çok önemlidir. Böylece Batı’nın üstünlüğü bir kez daha onaylanmış ve “Batı’nın zaferi”nin bir oldubittiye getirildiği ortaya konmuştur. Burada iki noktayı gözden kaçırmamak gerekir. İlki, Batı’nın başından beri üstün olduğuna dayanan bir hikâye. İkincisi, Batı’nın yükseliş ve zaferini Doğu ya da “Batı olmayan” hakkında herhangi bir tartışmaya girmeden anlatabilecek bir hikâye. Avrupa bir yandan özerk ya da kendi kendini oluşturan bir yapı olarak görülürken, öte yandan kendi başına ilerleyen, rasyonel/demokratik kabul ediliyor.

Bu, benim Avrupamerkezci her yerde var olma mantığı diye kastettiğim şey. Her iki görüş de “Meryem Ana’nın doğumu” gibi algılanan muzaffer Avrupamerkezci “Avrupa mucizesi”ni destekliyor. Buna göre kapitalizmin (ve küreselleşmenin) kökenlerine ait hikâye Batı’nın yükselişiyle bir tutuluyor; modern kapitalizm ve medeniyetin doğuşu Batı’ya ait bir hikâye olarak kabul ediliyor. Öyle görülüyor ki dünya tarihi hakkındaki algımızı “kırsal” olarak tanımladığında Ruth Benedict’in aklında olan da buydu.(4) Ya da Du Bois'nın söylediği gibi:

Modern insan çok uzun zam andır Avrupa tarihinin, önemsiz ayrıntılar dışında, medeniyet tarihini içine aldığı ve beyazların (Avrupalılar) ilerlemesinin mümkün olan en yüksek insanlık kültürüne ulaşacak tek doğal ve normal yol olduğu inancındadır.(5)

Yine de Oryantalizmin kategorilerinin nasıl Batı’nın yükselişine ait temel görüşlerden oluştuğu araştırılmayı bekliyor. Çünkü diğer Avrupamerkezci görüş karşıtı yazarlar önemli modem uzmanlara(6)zarar vermişlerdir, ben burada Marx ve Weber’in Oryantalist tem elleri hakkındaki klasik teorileri üzerine odaklanacağım. Bu odaklanma meşrudur, çünkü daha sonraki pek çok teori şu ya da bu şekilde Marx ve özellikle de Weber’den alınmıştır.

Marksizmin Oryantalist temelleri

Karl Marx kapitalizm i en keskin biçimde eleştiren biri olduğundan Marksizmin Oryantalist kalıplara uymadığı düşünülebilir. Ancak gerçek şu ki, Marx ilerlemeci dünya tarihinin aktif öznesi olarak Batı’ya ayrıcalık tanımış,

Doğu’ya ise onun pasif bir nesnesi olarak çamur atmıştır. Ve bu süreç içinde Marx’ın teorisi Avrupamerkezci dünya tarihinin önemli bulgularını ortaya koymuştur. Acaba nasıl? Karl Marx, teorisinde Batı’nın eşsiz olduğunu ve Doğu’da bulunmayan bir gelişmeci tarihi kullandığını iddia etmiştir. Gerçekten de Marx, Doğu’nun hiçbir (ilerlemeci) tarihi olmadığı konusunda oldukça nettir. Bu, pek çok risale ve gazete makalesinde tekrar tekrar kaleme alınmıştır. Örneğin, Çin “zamanın dişleri arasında öğütülmüş, çürümüş bir yarı medeniyef’tir.(7) Sonuç olarak, Çin’in gelişme yolundaki tek kurtuluşu, Afyon Savaşları* ve Çin’i kapitalist dünya ticaretinin canlandırıcı etkilerine açacak İngiliz kapitalistlerin istilasıydı.(8) Hindistan da aynı fırça darbelerine maruz kalmıştı.(9) Bu formül Batı burjuvazisinin anlatıldığı Komünist M anifesto'da geliştirilmiştir:

Batı burjuvazisi en barbar ulusları bile medeniyete çeker... Tüm ulusları (Batılı) burjuva üretim biçim ine uymaları, medeniyet dedikleri şeyle tanışmaları, kendileri gibi (Batılı) olmaları için zorlar. O (Batı burjuvazisi), tek kelimeyle kendi görüntüsünden bir dünya yaratır.(10)

Marx’ın Doğu’yu gözardı etmesi sayısız gazete makalesi (1848-1862 yıllannda 74’ten az değildi) ve çeşitli risaleleriyle sınırlı değildi. Asıl önemlisi, onun tarihi materyalist yaklaşım teorisine ait şemada yer almış olmasıydı. Onun “Asya tipi üretim" kavramı bu noktada büyük önem taşıyor, çünkü “özel mülkiyet” ve dolayısıyla “sınıf çatışması” -tarihsel ilerlemenin gelişimsel hareketi- yoktu. Kapital'de açıklandığı gibi, Asya’da “üreticilerin kendisi tepelerinde toprak sahibi gibi duran bir devlete doğrudan bağımlıydılar... (Buna göre) topraklar üzerinde özel mülkiyet hakkı yoktu.”(11)Asya’daki toplumların değişm ezliğinin sırrını ortaya çıkaran bir ekonomi içinde yeniden yatırım yapmak için artıdeğer ortadan kaldırılmıştı.(12) Kısacası, özel mülkiyet ve sınıf çatışması ortaya çıkmamıştı, çünkü üretim güçleri baskıcı devletin elindeydi. Böylece kiralar üreticiden “zorla toplanan vergi” şeklinde ve -sıklıkla eziyet olsun diye- baskıcı devlet tarafından alındığı için bu durgunluk kitlesel toprak sahipliği sistemi içinde ele alınıyordu.(13)

Bu senaryo temelde Avrupa’daki durumun tam tersiydi. Avrupa’da devlet toplumun üzerinde değildi, ancak onunla bütünleşmiş baskın ekonomik sınıf ile işbirliği içindeydi. Kapitalistlerin kendi ekonomileri içinde yeniden yatırım yapmaları için bir artıdeğer (ya da kâr) elde edebildikleri bir varoluş alanı yaratmaya izin veren devlet, uyguladığı yüksek vergilerin arasına bir artıdeğer sıkıştırmaktan âcizdi. Buna göre, ekonomik ilerleme Batı’nın eşsiz koruması olarak anlaşılıyordu.

Marx’ın teorik Doğu ve Batı anlayışı, Oryantal despotizm teorisiydi (bunun en ünlü ikinci savunucusu da Karl Wittfogei ve onun NeoMarksist kitabıdır).(14)Marx’ın Asya tipi üretim anlayışı, baskıcı devletin boğucu güçleri ile kırsal üretimin sıkıcı rolü arasmda gidip geliyordu. Ancak hangi faktör önemli olursa olsun, onun Doğu’nun kendi kendine gelişmek ve ilerlemek adına hiç umudunun olmadığı, sadece İngiliz kapitalist emperyalistler tarafından kurtarabileceği yolundaki inancını zedelemez. Marx’in tarih teorisinin O ryantalist ya da Avrupamerkezci teleolojik hikâyesini yeniden üretmesi de önemlidir. Marx Alman İdeolojisi adlı kitabında kapitalist modernitenin köklerini Antik Yunan’a -medeniyetin kaynağı- dek izliyor {Grundrisse'de Eski Mısır’ı kesinlikle görmezden geliyor).(15)

Daha sonra, komünizme varmadan, önce Avrupa feodalizmine ve Avrupa kapitalizmine, ardından da sosyalizme ulaşan Avrupamerkezci ilerleme hikâyesini aktanyor.(16) Böylece Batılı insan “ilkel eyalet sistemi" içinde özgür olarak doğmuş, dört tarihi dönemden geçmiş ve devrimci sınıf çatışmasıyla Asyalılar kadar özgür kılmıştır kendisini. Marx’a göre Batı proletaryası, en az Batı burjuvazisinin küresel kapitalizmin “Seçilmiş Halkları” olması kadar insanlığın “Seçilmiş Halkları”ydı. Marx’ın dönüştürdüğü Hegelci yaklaşım, (Batılı) türlerin tarihsel bir dönemden geçen sınıf çatışmasıyla özgürlüğe daha fazla yaklaştığı ilerlemeci/doğrusal bir hikâyenin doğmasına yardım ediyor. Despotik siyasi rejimlerin büyümeyi engelleyen “çarkları”nın ve gerileyen üretim sistemlerinin yerinde saymaktan başka bir işe yaramadığı Doğu’da, bu tür bir ilerlemeci doğrusallık söz konusu değildi. Tüm bu yaklaşımın altını çizmek Doğu gerçeğini reddetmek demektir. Marx’in tartıştığı proleter “kendi içinde sınıf’ (atalet ve pasifliği temsil ediyor) ile “kendi için sınıf’ (dinamik bir özgürlük isteği) arasındaki farkı yorumlayınca sanki Marx Doğu’yu “kendi için” olamayan “kendi içinde bir varlık" olarak görmüştür. Tam tersine, Batı başından beri “kendi için bir varlık”tı.

Dahası, Marx’ın yapıtındaki Hegel etkisinin bu “ilerlemeci Batı/durağan Doğu” İkilisini üretmiş olması tesadüf değildir, çünkü Hegel'e göre Batı’nın üstün ruhu gelişen özgürlük, Doğu’nun geri kalmış ruhu ise durağan ve değişmez despotizm demekti.(17)Kısacası, Marx’a göre Batı, tarihsel gelişimin muzaffer taşıyıcısı, Doğu ise onun pasif alıcısı olmuştu. Karl Marx’ın bu yaklaşımına “Kırmızıya boyanmış Oryantalizm” adını vermek yerinde olacaktır.(18) Yine de bunların hiçbiri Marksizmin öldüğünü söyleyemez, şüphesiz faydalı ve anlayışlı olarak kaldığı için. Ancak Oryantalist bir söylem içinde kaldığı söylenebilir.

Weberciliğin Oryantalist temelleri

Oryantalist yaklaşım hiçbir yerde Alman sosyolog Max Weber’in yapıtlarında olduğundan daha açık bir şekilde yer almaz. Weber’in yaklaşımı en sert Oryantalist somlar üzerine kurulmuştur: Batı’nın modern kapitalizme ulaşmasını kaçınılmaz hale getiren neydi? Doğu neden ekonomik olarak geri kalmışlığa mahkûmdu? Weber’deki Oryantalist ima hem baştaki somlarda hem de bunlara yanıt vermek için oluşturduğu analitik metodolojide vardı. Weber’in görüşüne göre modern kapitalizmin özünde sadece Batı’da bulunan değerler, eşsiz ve belirgin ölçüde “rasyonellik” ve “öngörü” vardı. Randall Collins’in de belirttiği gibi,

Weber’in iddialarının dayandığı mantık öncelikle bu karakter özelliklerini tanımlamak için; ardından Batı ’da yakın tarihlere kadar dünya tarihindeki tüm toplumlarda fiilen var olan engelleri göstermek için; son olarak da karşılaştırmalı analiz yöntemiyle, kendi (eşsiz) ortaya çıkışlarına neden olan toplumsal koşulları göstermek içindir.(19)

Bu, Weber’in sözde Batı’ya has bir dizi ilerlemeci özellik seçtiğini gösteren eski Oryantalist mantıktır. Ve eş zamanlı olarak bu özelliklerin, gelişme yolundaki başarısızlığını kesinleştiren bir dizi hayali engelin bulunduğu Doğu’da olmadığı konusunda ısrar etmiştir. Bu da onun Batı’nın yükselişini mümkün kılan temel görüşleri nesnel bir şekilde seçmediğini gösterir. Doğu’nun başarısızlığını kaçınılmaz kıldığı sanılan bir dizi hayali engeli yüklendiğinden daha az yüklenmemiştir bu görüşleri (bu kitap boyunca göstereceğim bir iddia bu). Analitik modelinin Oryantalist özelliği, onun Doğu ve Batı tablosunda en açık haliyle ortaya konmuştur. (Bkz: Tablo 1.2.) Burada. Tablo 1.1 ile Tablo 1.2 arasındaki karşılaştırma önemlidir. Bu karşılaştırma, Weber’in Avrupamerkezci kategorileri kendi merkezi toplumsal bilimsel kavramlarına mükemmel bir şekilde taşıdığını kanıtlamaktadır. Böylelikle Batı hem liberal hem de büyümeye açık muhteşem bir grup rasyonel yasayla kutsanmıştı. Büyümeye açık etkenler Batı’daki varlıkları ve Doğu’daki yoklukları için dikkat çekiciydiler.(20) İşte Doğu’nun Peter Pan teorisinden daha fazla yankı uyandıran irrasyonel ve rasyonel yasalara göre Doğu ve Batı ayrımı.



 Büyük “rasyonalite” bölünmesi

Özellikle, son iki kategorinin tablonun en altında yer alması da dikkate değerdir. Birincisi, iki medeniyet arasındaki farklılıklar Weberin Batılı kapitalist modernitenin kamusal ve özel mülkiyetin temel olarak ayrımıyla belirlendiği yolundaki iddiasında özetlenmiştir. Geleneksel toplumlarda (Doğu’da olduğu gibi) böyle bir ayrım yoktur. Ve böyle ayrımlar olduğunda sadece resmi rasyonalite -modernitenin ana tem ası- bunu başarabilir. Bu her yere sirayet eder - politik, askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlara. Doğu ve Batı’yı birbirinden ayıran ikinci farklı özellik, Batı’nın “toplumsal güç dengesi”ne sahip olması, Doğu’nunsa sahip olmamasıdır. İşareti Weber’den alan yeni Weberci analizler “çoklu güce sahip medeniyetleri” ya da Avrupalı çoklu sistemi Doğu’nun tekli devlet sistemi veya “baskıcı imparatorluklar”ından ayırırlar.(21) Bunlar da, bazı Marksist dünya sistemleri teorisyenleri ve çok sayıda Marksizm karşıtları gibi(22), Avrupa’nın yükselişinde hayatî rol oynayan ülkeler arasındaki savaş durumunun Doğu’daki tekli sistem im paratorluklarda görülmediğinin altını çizerler. İşte burada Oryantal despotizm teorisi kilit bir nokta oluşturuyor. Sadece Batı, toplumsal güçler ve kurumlar arasındaki birinin diğerine üstün gelemediği istikrarsız dengeden hoşnuttu.(23) Avrupalı laik yöneticiler despotik bir model üzerinde baskın olamadılar.

Sivil halka, özellikle asillere ve ardından burjuvaziye “güç ve özgürlük" sağladılar. 1500 yılında yöneticiler ülkeler arasındaki değişmez, gittikçe daha masraflı askeri rekabet koşullarında vergi gelirlerini arttırmak için kapitalizmin ilerlemesi adına endişeliydiler. Doğu’daysa tam tersine “tekli yönetim sistemi”nin üstünlüğü imparatorlukların baskınlığına yol açıyordu, askerî rekabetin olmayışı devleti ülke gelişimini sürdürme baskısından kurtarıyordu. Böylece Batılı yöneticilerin 1500’den evvel asillere sağladığı zeamete (miras kalan toprak imtiyazı) karşılık, Doğulu asiller, din adamlarına sağlanan hakları (sınıfsal güçlerin birleşmesini engelleyen haklar) empoze eden despotik ya da ataerkil devlet tarafından bastırılmışlardır. Dahası, Doğu burjuvazisi despotik ya da ataerkil devlet tarafından iyiden iyiye baskı altına alınmıştı ve Batı’da var olduğu söylenen “özgür kentler’in tersine “idari kamplar’la sınırlanmışlardı.

Buna ek olarak Avrupalı yöneticiler, Doğu’daki caesaropapizm (din ve devlet kurumlarının tek bir potada eritildiği yer -Sezar ve Papa kelimelerinden üretilmiştir) ile çelişen papalık gibi Kutsal Roma İmparatorluğu karşısında da bir denge oluşturdular. Sonuç olarak, Batıklar Protestanlığın harekete geçiren etkisi nedeniyle “rasyonel acelecilik” ve dönüşebilir “dünya hâkimi etiği"yle dolmuşlarken, Doğulular gerileyen dinler tarafından frenlenmiş; uzun vadeli kadercilik ve pasif bir konformizm ile sınırlandırılmışlardır. Buna göre, kapitalizm in doğuşu Batı’da ne kadar kaçınılmazsa Doğu’da da o derecede olanaksızdı. Özetle, Weberei görüş Marx’ınkinden farklı bir bağlama sahip olsa da, her ikisi Oryantalist bir çerçeve içinde yer alır. Burada da her ikisinin bir yandan Batı’da Oryantal despotizmin olmayışı, öte yandan Avrupalı mevcudiyet üzerinde anlaştıkları bir merkeze ulaşan çok açık bir bağ görülmektedir. Buna göre, daha önce de belirtildiği gibi, Avrupamerkezci karşıtı bir bakış açısıyla ele alındığında, söz konusu radikal karşıt perspektifler aynı Oryantalist düşüncenin kurnazca ortaya konmuş varyasyonları olarak ortaya çıkarlar.

Max Weber’in oluşturduğu Avrupamerkezci teorinin en anlamlı sonucu, James Blaut’un belirttiği gibi pek çok yazar kendisini Weberci ya da Oryantalist olarak görmüyorsa da, Batı’nın yükselişindeki Avrupamerkezci meselelerin pek çoğuna nüfuz etmesiydi.(24) Bütün önemli araştırmacıların analizlerine başlamadan önce şu standart Weberci soruyu sormaları çok şaşırtıcıdır: Doğu fakirlik içinde kalmak üzere lanetlenmişken, neden sadece Batı modern kapitalizme geçebilmiştir? Bu şekilde ifade edildiğinde Oryantalist bir hikâye anlatmak kaçınılmaz hale geliyor, çünkü bu soru, soran kişinin Batı’nın yükselişi ve Doğu’nun hareketsizliğine bir kaçınılmazlık yüklemesine yol açmıştır. Nasıl mı? “Doğu-Batı ayrımı''nı Oryantalist bir yaklaşımla ele almak, Batılı araştırmacıları kaçınılmaz bir yanıta ulaştırmıştır: Başarmak için sadece Batı -dışarıdan bakıldığında Doğu’da kesinlikle olmadığı sanılan- beceriye ve ilerici özelliklere sahiptir.

Bu durumda yanıta muhtaç bir soruyla karşı karşıyayız: Öyleyse gerileyen, despot Doğu’nun kaderi durağanlık ve köleliğe doğru giderken, zeki ve ilerlemeci, özgür Batı kapitalist moderniteye doğru nasıl ilerledi? Böylece asıl nedensel kategoriler tarihsel sorgulama öncesinde zaten belirlenmiş oldu. İlerlemiş Batı ve geri kalmış Doğu’nun şu anki durum unu belirterek başlamanın ve ardından durumu bu hale getiren etmenleri “ortaya çıkarmak” için geçmişe dönmenin akılcı bir yaklaşım olduğu söylenebilir. Sorun, tarihsel olarak geriye bakıldığında geri kalmış Doğu’nun kurnazca ama hatalı bir şekilde düşmüş olduğu tahmininde bulunmak, Doğu’yu geri bırakan çeşitli engelleri “açığa çıkarmak”tır.

Avrupamerkezcilik Doğu'nun üzerine değişmez “gelişmemişliğin tunç yasası”nı yükleyerek bir sona ulaşmıştır. Hepsinin ötesinde,Avrupamerkezcilik sadece Batı’nın modern kapitalizme doğru yaptığı son hamlenin objektifinden bakınca Doğu’yu takdir ettiği için, Doğu’daki bir teknolojik ya da ekonomik gelişme önemsizmiş gibi gözardı edilir. Bugünkü Batı üstünlüğünü kabul edip, ardından bu kavram ı tarihe dönük bir şekilde sorgulayanlar, Doğu’nun üzerine değişmez “gelişmemişliğin tunç yasası”nı yüklerler. Bu, elinizdeki kitabın odağındaki iddia tarafından sorunlu olarak tanımlanır: Batı’nın yükselişinde kaçınılmaz olan bir şey yoktu, çünkü Batı Avrupamerkezciliğin öne sürdüğü kadar zeki ya da ahlaki olarak gelişmeci özellikleriyle hiçbir yere benzemiyordu. Batı, 500-1800 arasındaki dönemde daha ileri olan Doğu’nun uzanan yardım eli olmaksızın moderniteye geçiş yapamazdı. Bizim Batılı düşüncelerimizin çoğu bilimsel ya da nesnel değildir, ancak Batı’nın önyargılı değerlerini yansıtan, insanların resmin tamamını görmesini engelleyen tek yanlı bir perspektife yönlendirilmişlerdir. Bu, Blaut’un “Avrupamerkezci tünel tarihi”(25) dediği şeyle aynıdır. Öyleyse dünyaya çift taraflı bir perspektiften baktığımızda ne oluyor?

Dipnotlar:

(1)-Edward W. Said, Orientalism (Londra: Penguin, 1991 [1978]); Victor G. Kieman, The Lords o f M ankind (New York: Columbia University Press, 1986 [1969]); Hodgson, Venture, I; Bryan S. Turner, Marx and the End o f Orientalism (Londra: Allen & Unwin, 1978).

*Ruyard Kipling’in bir şiiri. Beyaz ırkın diğerlerinden üstün ve gelişmiş olduğunu, bu nedenle ötekileri aydınlatması gerektiğini, bunun da beyaz adamın üzerinde bir yük olduğunu anlatmaktadır, (ç.n.)

(2)-Wolf, Europe, s. 5.

* Yunan mitolojisinde Tanrılardan ateşi çalan Prometheus gibi özgürlükçü, (ç.n.)

(3)-Joseph R. Strayer ve Hans W.Gatzke, The Mainstream o f Civilization (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1979); Davids. Landes, The Unbound Prometheus (Cambridge: Cambridge University Press, 1969).



(4)-Ruth Benedict, Race: Science and Politics (New York: Modern Age Books, 1940), s. 25-26.

(5)-Du Bois, Africa, s. 148.

(6)-Özellikle bkz. James M. Blaut, Eight Eurocentric Historians (Londra: Guilford Press, 2000).

(7)-Shlomo Avineri, Karl Marx on Colonialism and Modernization (New York: Anchor, 1969), s. 184, 343; ayncabkz. Brendan O’Leary, The Asiatic Mode o f Production (Oxford: Blackwell, 1989), s. 69.

* Çin’e afyon sokulmasının yasaklanması üzerine İngiliz tüccarlanyla Çin hükümeti arasındaki çatışmayı izleyen ve 1840-1842 tarihleri arasındaki savaşlar. Nankin Anlaşması’yla sonuçlanan savaş Çin’e çok ağır hükümler getirdi. Anlaşmaya göre Hong Kong İngiltere’ye bırakıldı, Şanghay ve diğer limanlarda geniş imtiyazlar tanındı, (ç.n.)

(8)-Avineri’de Karl Marx, ‘Chinese Affairs’ (1862), Marx, s. 442-444. 16

(9)-Avinari’de Karl Marx, ‘The Future Results of British Rule’ (1853), Marx, s. 132-133; Karl Marx, Surveys from Exile (Londra: Pelican, 1973), s. 320.

(10)-Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Manifesto (Harmondsworth: Penguin, 1985), s. 84. 18

(11)-Karl Marx, Capital, m (Londra: Lawrence and Wishart, 1959), s. 791, 333-334; Marx, Capital, I (Londra: Lawrence and Wishart, 1954), s. 140, 316, 337-339.

(12)- Marx, Capital, I, s. 338, vurgular bana ait.

(13)-Karl Marx, Capital, m, s. 726.

(14)-Karl Wittfogel, Oriental Despotism (New Haven: Yale University Press, 1963).

(15)-Karl Marx, Grundrisse (New York: Vintage, 1973), s. 110.

(16)-Karl Marx, The German Ideology (Londra: Lawrance and Wishart, 1965)

(17)-Georg W.F. Hegel, The Philosophy o f History (New York: Dover Publications, 1956).

(18)-Teshale Tibebu, ‘On the Question of Feudalism, Absolutism, and the Bourgeois Revolution’, Review 13 (1) (1990), s. 83-85. '

(19)-Randall Collins, Weberian Sociological Theory (Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s. 23, vurgu bana ait.

20)-Özellikle bkz. Weber, The Religion o f China (New York: The Free Press, 1951); The Religion o f India (New York: Don Martindale, 1958); General Economic History (Londra: Transaction Books, 1981); The Protestant Ethic and the Spirit o f Capitalism (New York: Charles Scribner’s Sons, 1958).

(21)-Anthony Giddens, The Nation-State and Violence (Cambridge: Polity, 1985).

(22)-Immanuel Wallerstein, The Modem World System, I (Londra: Academic Press, 1974); Giovanni Arrighi, ‘The World according to Andre Gunder Frank’, Review 22 (3) (1999), 348- 353; jared Diamond, Guns, Germs and Steel (Londra: Vintage, 1998).

(23)- Max Weber, Economy and Society, n (Berkeley: University of California Press, 1978), s. 1192- 1193.

(24)-Biaut, Colonizer's Model, 2. Bölüm.

(25)-a.g.y., s. 5

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:22-33
Devamını Oku »

Portekiz seyahatlerindeki Avrupa’ya özgü yaratıcılık miti





Portekizlilerin Asya’ya ulaşmaları Avrupa’ya özgü bir ustalık ve yaratıcılık göstergesi olmaktan ziyade, Asya’ya özgü üstün denizcilik teknolojilerinin ve bilimsel düşüncelerin Avrupa tarafından özümsenmesi olarak görülmelidir. Avrupa 1500 ilâ 1800 arasında Asya’yı yeniden yapılandırmamış, tam tersine, Asya 500 ilâ 1800 arasında Avrupa’nın yeniden yapılanmasına yardımcı olmuştur. Asya’nın bilimde olduğu kadar denizcilik teknolojilerindeki üstünlüğü­nün özümsenmesi ve yayılması çabaları bir yana, Vasco da Gama bırakın Hindistan’ı, Ümit Burnu’na dahi zorlukla ulaşmıştır.

Portekizliler 12. yüzyıldan itibaren İslam bilimlerini kendilerine mal etmeye başlamışlar ve bunun öncüsü de kraliyet ailesi olmuştur. Portekiz krallığı, Müslümanların dillerine ve kültürlerine yakın olan ve çeviriler yoluyla onlardan elde ettikleri bilgileri aktarabilen bir­ çok Yahudi bilim adamını kendi ülkelerine çağırmıştır (Haçlıların da benimsedi­ ği bu yöntem, doğrudan Müslümanlarla çalışmaktansa “politik olarak daha uygun” bir yöntemdi). Portekizliler, 14. yüzyılın sonlarına doğru Ispanya’da yükselen soykırım ortamından kaçan Yahudilerden genel anlamda oldukça faydalanmışlardır.

Okyanus ötesi seyahatler iberyalıların hem gemi inşası hem de denizcilik hakkında yepyeni düşünceler edinmesine olanak tanımıştır. Patricia Seed’in aktardığı gibi, çözülmesi gereken birçok konuda ilk olarak -Yahudiler yoluyla- Do­ğululara, özellikle de Müslümanlara yönelmişlerdir.(19) Çözüm bekleyen ilk sorun, Afrika’nın batı kıyısında bulunan Bojador Burnu’nun güneyinden esen pruva rüzgârına karşı yol almayı sağlayacak bir sistem geliştirilmesiydi. Bu sorun, 1440’larda bir kıç bodoslaması dümeni ve birine Latin yelkeni bağlanan üç direği bulunan karavela'nın inşa edilmesiyle aşılmıştır. Aslında karavela' nın geçmişi 13. yüzyılda İslami qarib* gemilerinden esinlenen küçük Portekiz balıkçı teknelerine dayanmaktadır.(20) 6. Bölüm’de gördüğümüz gibi, kıç bodoslaması dümeni bir Çin icadıdır.

Bu bölümde aynca Latin yelkeninin Ortadoğulu kökenlerine işaret etmiş ve 15. yüzyıldan çok önceleri İslam denizciliğinin seviyesini gösteren önemli etkenlerden biri olduğunu söylemiştik. Ayrıca Ortadoğulular bunları daha da geliştirdikten sonra Avrupalılara aktarmışlardır. Denizcilikte oldukça büyük önem taşıyan (kare yelken ve Latin yelkenini birleştiren sistemi de içeren) üçlü direk sistemi, Avrupa’ya ancak 15. yüzyılın ortasında ulaşabilmiştir. Bu yenilikler olmadan keşif seyahatlerinin yapılması zaten mümkün değildir. Bu gelişmeler, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya seyahatler gerçekleştiren Çinlilere ait denizcilik bilgilerinin 13. yüzyılda Avrupalı gezginler ya da Müslümanlar yoluyla aktarılmış olduğu gerçeğini de beraberinde getirir.(21)

Latin yelkeninin üçgen şeklinde oluşu katedilen yolun doğrusal olarak hesaplanmasını zorlaştırmıştır. Bu sorun da Müslüman matematikçilerin sağlamış oldu­ğu geometrik ve trigonometrik bilgiler sayesinde çözülebilmiştir (Bkz. 8. Bölüm). Denizcilikte karşılaşılan üçüncü sorun ise Bojador Burnu’nun güneyinde oluşan gelgitin gemilerin karaya çıkmasına ya da tamamen parçalanmasına yol açması­dır. Ay’ın hareketlerinin gelgite yol açtığı yolundaki bilgilerle bu sorun da çözülmüştür.

Bu konudaki bilgiler, 14. yüzyılın sonunda Portekiz’de yaşayan Yahudi haritacı Jacob ben Abraham Cresques tarafından geliştirilmiştir. Bir başka sorun da denizcilik konusunda hatasız haritalara olan ihtiyaçtı. Bunun çözümü, Dünya’nın gerçek boyutunu hesaplayabilen ve katedilen yolu bu büyüklük ile derecelendirebilen İslam astronomisinde bulunmuştur. Bu dönemde usturlap da önemli buluşlardan biriydi. Yine 6. Bölüm’de gördü­ğümüz gibi, usturlap Müslüman astronomlarca geliştirilmiş ve 10. yüzyılın ortalarında İslam etkisindeki İspanya yoluyla Avrupa’ya aktarılmıştır. Ancak Portekizliler gündüz saatlerinde de bulunulan yeri en iyi şekilde tespit etmek istiyorlardı. Bunun için eserleri Latinceye de çevrilen Cordoba’lı Müslüman astronom İbnü’sSaffar’ın buluşlarından faydalanmışlardır. Ayrıca 11. yüzyılda yaşamış Müslü­man bir astronom tarafından geliştirilen tablolar yardımıyla da enlem ve boylamların matematiksel hesaplamalarını yapmaya başlamışlardır. Enlem hesaplamaları için bütün bunların yanında güneşin hareketlerini esas alan güneş yılı hakkında da bilgi sahibi olmak gerekmekteydi.

Bu amaçla da 11. yüzyılda geliştirilmiş bulunan ileri seviyedeki İslam ve Yahudi güneş takvimlerine yöneldiler. O yıllarda yaşayan Pedro Nunes 1537’de övünerek şunları söylemiştir: “Kıyıların, adaların ve kıtaların keşfinin bir şanstan ibaret olmadığını, aksine denizcilerimizin yola astronomi ve geometri bilgileriyle donatılmış olarak çıkmalarının bir sonucu olduğunu söylemek gerekir.”(22) Denizciler gerçekten de son derece iyi bilgilendirilmişlerdi. Bunun en önemli sebebi ise, öncelikle İslam bilgilerine dayanan ve Yahudi bilim adamları kanalıyla aktarılan bilimsel gerçeklerin sözde Portekiz keşif gezileri için temel oluşturmasıdır. İslam etkisi sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. İlki, kesin olmamakla birlikte daha önce Arap Denizi’ ni geçmiş Malemo Cana isimli Guceratlı Müslüman bir denizci tarafından Hindistan'ın detaylı bir haritası Malindi’de Da Gama’ya gösterilmiştir. Bundan daha kesin olan bir diğer olgu ise, Da Gama’nın Doğu Afrika kıyı­sındaki Malindi’den geçerken ekibe katılan yine Guceratlı bir Müslümanın yardı­mı sayesinde Batı Hint Adaları’na ulaşabildiğidir. Bu denizcinin ünlü Ahmed İbn Macid olduğu söylenir, hatta Gerald Tibbetts bu konudaki tartışmaya ilişkin pek çok belge ortaya koyar.(23)

İsimsiz Müslüman denizcinin bu yolculukta taşıdığı önem o kadar büyüktür ki, Da Gama’nın o olmadan yaptığı dönüş yolculuğunda geldiği yere varabilmesi gerçekten büyük bir şans olmuştur. Vasco da Gama îlk Yolculuk Günlügü'nde şunları aktarır: Bu körfezi (Arap Denizi) geçmek kırk yılda bir sakinleşen havalar ve deği­şen rüzgârlar yüzünden üç aydan üç gün az bir süremizi aldı. Adamlarım dişetlerinde çıkan sorunlar yüzünden yemek yiyemez oldular. Önce bacaktan, sonra vücutlarının diğer bölümleri şişmeye başladı. Şişmeler bazılarının ölümüne dek sürdü. Otuz adamımı bu yüzden kaybettim. Bu gemiyi idare edebilecek olanlar ise sadece 7 ya da 8 kişi, onlar da bu hastalığın tehdidi altında.

Bu olaylar 15 gün daha aynı şekilde devam edecek olursa gemiyi yürütecek kimse kalmayacak.(24) Da Gama daha sonra yeterli adam kalmadığı için filodaki gemilerden birini yakmak zorunda bile kalmıştır. Bu seyahatler Avrupa açısından bakıldığında bile farklı olmaktan çok uzaktı. Da Gama’nın seyahatinden yirmi yıl sonra Macellan’a eşlik eden genç İtalyan maceracı Antonio Pigafetta şunları aktarır: Sadece un haline gelmiş, kurtlu ve içine fareler pislediği için sidik kokan bisküviler yedik... ve bulanık sapsan bir su içtik. Öküz derisi de, fare de yedik. Hiçbir zaman yeterli yiyecek bulamadık... 29 kadarımız öldü... 25 ya da 30 kişi hastalandı.(25)

Sonuç olarak, bu bölümün başında bulunan alıntıya baktığımızda, bunun Vasco da Gama tarafından yazıldığını zannedenler olabilir. Oysa bu satırlar Müslüman denizci Ahmed İbn Macid tarafından kaleme alınmıştır.(26) Iranlı ve Arap denizciler bin yıl boyunca Avrupalı meslektaşlarından çok daha ileri bir seviyedeydiler. Burada ironik olan ise, İslamiyete karşı Haçlı zihniyetiyle hareket eden Da Gama’nın, daha önce bu yollardan geçmiş İslam bilim adamları ve denizcilerinin kendisi için açmış olduğu yollar olmasaydı tüm bu seyahatleri gerçekleştiremeyecek olmasıdır.

Asya’daki Avrupa askeri gücünün üstünlüğü miti

Avrupamerkezci görüşün temelinde yer alan varsayımlardan biri de, Avrupa’nın askeri gücünün daima Asya’nınkilerden yüksek olduğudur.

Bu varsayımın da bir mit olduğunu Da Gama ile Çinli amiral Cheng Ho’yu karşılaştırmak suretiyle ispatlamak mümkündür. Cheng Ho, Hint Okyanusu’nu geçerek Afrika’nın doğu kıyılarına varmış, ondan onlarca yıl sonra Da Gama aynı şeyi tam tersi bir rotadan gerçekleştirmiştir. Buna bakarak Da Gama’yı “Avrupa’nın Cheng Ho’su” ya da Cheng Ho’yu “Çin’in Vasco da Gama’sı” olarak mı nitelendirmek daha doğru olacaktır? Bu tür bir kıyaslama Avrupalılar için kesinlikle bir utanç kaynağı olacaktır.

Da Gama’nın en uzun gemisi yaklaşık 26 metre uzunluğundayken, Cheng’in en büyük gemisi yaklaşık 152 metre uzunluğunda, yaklaşık 55 metre genişliğinde ve 1.000 kadar gemiciyi taşıyabilecek kapasiteydi.(27) Cheng’in gemisinin dümeni bile yaklaşık 11 metre uzunluğundaydı, bu da Kolomb’un amiral gemisi Nina’nınkinin iki katıydı. Aynca Nina’nın maksimum yükleme kapasitesi 100 ton iken, Cheng’in en büyük gemisi 3.100 ton yük alabiliyordu. Yükleme kapasiteleri “inanılmaz boyutta” olan Portekiz gemileri carrack'ların kapasiteleri bile Cheng’in gemilerinin beşte biri kadardı. Üç yelkenli Portekiz gemilerinin Cheng’in 9-10 yelkenli, sayısız bölümleri ve su geçirmez kamaraları bulunan gemileri ile kıyaslanması söz konusu bile değildi.

Son olarak, Da Gama’nın 4 gemisi ve 170 kişilik ekibiyle, Cheng’in 1431-1433 seyahatinde görev yapan 27.550 kişilik mürettebatı kıyaslandığında, aradaki farklılık çok daha net olarak ortaya çıkacaktır. Bu yolculuklarda görev alan Çinli denizcilerin sayısına baktığımızda, günü­müzde Avrupa’nın en büyük ordularının boyutunu aşan bir insan gücüyle karşı karşıya olduğumuzu anlarız. Bundan başka, Çin keşif gezilerinin çoğunda kullanılan gemi sayısının 18. yüzyılın sonunda İngiliz Kraliyet Donanması’nda kullanılanların çok daha üzerinde olduğunu görmek mümkündür. 1434’teki sözde “geri çekilme”den sonra bile Ming donanması dünyanın en büyük donanması unvanını korumuş, hatta Batı Avrupa donanmalarının tümünün toplamından daha fazla bir büyüklüğe sahip olmuştur.(28)

Bu dönemde Portekiz gemilerinin gücü ise tam aksine son derece yetersizdir. 16. yüzyıl boyunca Portekizliler Doğu’ya yılda sadece 7 gemi gönderebilmişler ve bunların sadece 4’ü geri dönmeyi başarabilmiştir. Aynı durum 17. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. Bu, Hollanda ve İngiliz donanmaları için de geçerlidir. 1581 ve 1630 arasında Hollanda, İngiltere ve Portekiz tarafından keşif gezilerine çıkarılan gemilerin sayısı üç ülke için yılda toplam 8 gemidir.

Burada en önemli nokta, Asya gemilerinin Avrupa gemilerine oranla askerî savunma gücüne daha fazla sahip olmalarıdır. Aslına bakılırsa Cheng Ho’nun filosuyla diğer tüm ülkelerin tamamının oluşturduğu bir filonun arasındaki savaş ancak köpekbalıkları ile çaçabalıkları arasındaki savaşa benzetilebilir.(29) Çin deniz filosunun gücü 1434’ten sonra da devam etmiştir. 1598’de Ming filosu 500 gemilik bir Japon filosunun saldırısına karşılık vererek onları bozguna uğratmıştır.(30)

Portekiz, Hollanda ve İngiltere donanmaları ne zaman Çin’e saldırmaya kalksa aynı deniz gücünü karşılarında bularak püskürtülmüşlerdir. Örnek vermek gerekirse, Portekizliler 1521 ve 1522’de Çin’in kıyılarına çıkarma yapmaya kalktıklarında Çin sahil donanması tarafından her seferinde bozguna uğratılmışlar, ancak Japonların Çin vergi sisteminden çıkarıldığı 1557 gibi geç bir tarihte resmi olarak Macao’ya ayak basabilmişlerdir. Macao Canton Körfezi’ndeki bir yarımadada bulunan küçük bir ticaret ambarıydı. Bu yanmada anakaraya son derece dar bir kıstakla bağlanmaktaydı ve Portekizlilerin inat etmesi durumunda buraya yapılan yiyecek takviyesi kolaylıkla kesilebilirdi.

Bu “imtiyaz” Portekizlilere askerî üstünlüklerinden dolayı verilmiş değildi. Çinlilerin asıl amacı, Japonlar tarafından yapı­lan ticaretin azaltılması ve onların yerini Portekizlilerin almasıydı. Ayrıca Portekizliler bu imtiyaza hak kazanmış dahi olsalar ticaret Çin imparatorunun koymuş olduğu katı kurallar çerçevesinde yapılmaktaydı. Her ne şart altında olursa olsun Çin’e yılda sadece 1 gemi gönderme izni elde etmiş olan Portekiz’in Çin ticareti üzerindeki etkisini abartmamak gerekir. Durum Batı Avrupa’da biraz daha farklıdır. İran Körfezi’nde son derece önemli bir deniz yolunu himayeleri altında tutan Osmanlılar karşısında Portekizlilerin hiçbir etkisi yoktur. Portekizliler bu deniz yolundan uzak tutulmuşlardır. Burada amaç, yükselen Osmanlı gücüne karşı Safavilerin hâkimiyetindeki İran ile ilişkilerin iyi tutulması için bir denge unsurunun oluşturulmasıdır.

Portekizliler Hürmüz’ü ele geçirmiş olmalarına, rağmen Ümit Burnu civarında yaptıklarından çok daha büyük ölçüde baharat ticaretini İran Körfezi’nde yapan Türklerle aralarındaki açıklan henüz kapatma imkânını bulamamışlardır. Kızıldeniz rotasını ele geçirme konusunda Portekiz’in daha başka şansı yoktur. Aden’i alamamış olmaları ümitlerini daha da kırmış, baharat ticaretini Osmanlıların elinden alma konusundaki sonsuz gayretlerini suya düşürmüştür. Buradaki sözde “yasadışı ticaret’i engellemek amacıyla gönderilen Portekiz donanması da başarısızlığa uğramıştır. 1513’te Albuquerque’nin de Aden’i ele geçirememesi sonucu Kızıldeniz Müslüman gölü unvanını korumuştur. Bu aslında bir bakıma daha da kötü olmuştur, zira 1540’tan sonra Kızıldeniz yoluyla yapılan baharat ticareti alıp başım gitmiş ve Levant bölgesi de yükselişe geçmiştir.

Portekizlilerin her zaman ısrarcı olmadıkları doğrudur, ancak olduklarında da pek başarıya ulaştıkları söylenemez. Örneğin, Acheh’de ısrarcıydılar ve zor da olsa sonuca ulaştılar. Acheh Portekiz himayesinde kaldığı süre boyunca Karadeniz üzerindeki baharat ticaretinde kendi rotası üzerindeki bağımsız yerini korumuştur. Bu yüzden Portekizliler her geçen gün artan oranda ticaretin kendi belirledikleri rotalardan Kızıldeniz ve Mısır yoluyla daha uzun yol rotalarına kaymasını engelleyememişlerdir. Kızıldeniz rotası İslam kontrolünden çıkarılamadığı gibi tüm rotalar Hindistan ve Güneydoğu Asya’ya yönelmiştir.(31) Bundan başka Goa’nın kale hisarlarından bir kurşun atımı mesafede bulunan Malabar’ın Moplah korsanları cqfilas'ların yollarını kesmek suretiyle Portekiz kıyı ticaretinde belirli aralıklarla büyük tahribatlara neden olmuşlar.(32) Portekizliler aynca Melaka kıyısındaki korunaklı kalelerine rağmen Cavalı ve Endonezyalılar tarafından da sık sık dize getirilmişlerdir. Askerî bakımdan güçten düşürülen Doğu imajına karşın, 1511’de Albuquerque Melaka’ya saldırdığında tek gördüğü şey, ağır silahlarla donatılmış topçu birliklerinin muharebe düzenine çoktan alışmış yerli halk olmuştur.(33) Bunun sürpriz olmaması gerekir; zira barut, tüfek ve top ilk kez Güneydoğu Asya'nın arka kapısı Çin’de kullanılmaya başlanmıştır.

Portekizliler genelde Asya devletleri arasında hizipler yaratmak suretiyle ortalığı karıştırmayı tercih etmişler, kendileri gerçek bir başarıyı kolaylıkla yakalayamamışlardır. Bu konuda pek çok örnek olmasına rağmen iki tanesi özellikle dikkat çekicidir. İlk örnek, Calicut hükümdarı Zamorin ile Cochin Raca’sı arasındaki husumetin Portekizlilerin Calicut’a daha kolaylıkla girmelerine yol açmasıdır. İkinci örnek ise, Seylan’daki üç krallık arasındaki düşmanlığın Portekizlilerin buradaki varlık sebebi olmasıdır. Portekizlilerin bu tür hile ve aldatmalara bel bağlamaları askerî bakımdan güçlü olmamalarıyla yakından alakalıdır. Aslında Portekizliler, Doğu güçleri kendilerini eşit güç olarak kabul etmeyip saldırıya geçmedikleri için oldukça şanslı sayılırlar. Bu, benim teorimi de doğrulamaktadır. Chaudhuri’nin belirttiği gibi Portekizliler hiçbir zaman askerî bir tehdit unsuru olarak algılanmamışlar ve Asya’nın güçlü devletlerinin Portekiz’i kendilerine eşit görmeleri için bir sebep yoktur.(34)

Benzer bir hikâye Hollandalılar için de söz konusudur. Hollandalılar genellikle diğer sömürge ülkeleriyle ilişkilerine kurmakla birlikte, Portekiz ile ilişkileri diğer Asya ülkelerindekilerden çok daha iyiydi.(35) Ancak onların da başarıları abartılmıştır. Goa ve Macao’yu Portekizlilerin kontrolüne bırakmakla birlikte, pek kolay olmasa da Batavia, Seylan, Melaka ve Bantam gibi bazı önemli limanların yönetimini de onlardan çekip almışlardır. Melaka için birçok kez mücadele etmişler (örneğin 1607), sonunda 1641’de ele geçirmeyi başarmışlardır. 1642’de 80 Çin gemisini batırdıktan sonra Çinliler Hollanda ile ticaret yapmayı bir yüzyıl kadar reddetmişler ve 1727’de Canton’a girmelerine izin verene kadar herhangi bir ilişki kurulması mümkün olmamıştır. Aracılık döneminde Çinli tacirler Cava’ya gitmişler, ancak “ticareti kendi ellerinde tutmuşlar ve kendi kurallarını uygulatmalardır”.(36) Daha sonra göreceğimiz gibi bir Japon adası olan Deshima’daki yerleşimlerinde Hollandalılar son derece aşağılanmışlardır. Sözde Hollanda kalesi olan Batavia’da bile Asyalı tacirler Hollanda baskısına karşı koyma başarısını göstermişlerdir.(37)

Özetle, acı gerçek şudur ki, ne Portekizliler ne de Avrupalı halefleri Asya’yı “parlayan silahlarıyla” askerî ve insani güçleriyle ele geçirme yetisine sahiptiler. Asya’yı boyun eğmeye zorlamaları ancak 1498'den üç yüzyıl sonrasına rastlamaktadır. Kendi hayali imparatorlukları üzerinde beliren ufacık sorunları bile halledemeyecek kadar âciz bir askerî güce sahiptiler. Kısacası, çağdaş Avrupalılar tarafından öne sürülen ve denizcilik teknolojisinin batılı olmayan toplumlar üzerinde Avrupa’nın üstünlüğünün bir göstergesi olarak sunulması gerektiğini öne süren görüş tamamıyla yanlıştır.(38)

Avrupalıların Asya’daki ticareti tekellerine aldıklarına ilişkin Avrupamerkezci görüşlerin en önemli dayanağı, hepsinin Ümit Burnu’nun 1500’den sonra geçildiğini savunmasıdır. Aslında bu konudaki fikir birliği, 1500’lerde dünya ekonomisinin İslami can damarının, Osmanlı İmparatorluğu’nun çaptan düşmesi, neredeyse tamamen çöküp yerini Avrupa’nın fetihlerine bırakmasından dolayıdır. Fernand Braudel, “Hint Okyanusu’nda İslam dünyasının etrafında dört dönen Portekizlileri azımsamamak gerektiği” konusunda ısrarlıdır. “Bu zaferlere ulaşabilmek ve Türk canavarının İran Körfezi ile Kızıldeniz dışında hiçbir yerde varlık gösterememesi için Avrupa’nın yüksek denizcilik teknolojisi kullanılmıştır. ”(39) Yine zafer odaklı yaklaşımlardan biri de şunları dile getirmektedir:

Orta Asya 16. yüzyılın başından itibaren tecrit edilmiştir... bu yüzden de dünya tarihinin yalnızca kıyısında bir yer alabilmiştir... Doğu Asya'ya Ümit Burnu üzerinden ulaşan deniz yolunun keşfi İpek Yolu’nu artık gereksiz kılmıştır... Modern zamanın başlangıcından bu yana Orta Asya tarihi bir taşra tarihi görüntüsü çizmiştir. İzleyen yıllarda tarihe bunun dışında kalıcı hiçbir şey bırakmamaları da bu fikri doğrular niteliktedir.(40)

Bu Avrupamerkezci portreye baktığımızda, yepyeni bir rotayla Ümit Burnu’nu dolaşarak yapılan seyahatler Müslümanları “öküz boynuzu şeklinde bir göl”e* hapsederek, yaptıkları ticareti yok etmiş ve bölge ticaretine Portekizlilerin hâkim olmasını sağlamıştır.

Bu Avrupamerkezci çözümlemede birçok yanlışlıklar mevcuttur. Öncelikle Portekizlilere mal edilen ticaret liderliği uzun yıllardır Osmanlıların elindedir.(41) Bunun yanında Portekizlilerin Ümit Burnu rotasının neden işe yaramadığını ve Müslüman ticari gücünü yenemediğini ispatlayan beş ana neden vardır. İlk olarak, yeni Ümit Burnu rotası ulaşım maliyetlerini daha aşağı indiremediği için sanıldığı kadar kârlı değildir. İkincisi, Avrupa’ya İran Körfezi ve Kızıldeniz üzerinden gelerek, Venedik ve Doğu Akdeniz bölgesi yoluyla ya da kara yoluyla kervanlarla yapılan ticaret Ümit Burnu yoluyla yapılan ticaretten çok daha fazlaydı. Hatta 1585’e kadar, Kızıldeniz yolu ve kara yoluyla Ümit Burnu yolundan üç kat daha fazla biber ve baharat Avrupa’ya taşınmıştır.(42) Sadece Endonezya adalarından yapılan karanfil baharatı ticaretinin % 10’luk kısmı Ümit Burnu yoluyla Avrupa’ya ulaşmıştır.(43) Üçüncü neden, yapılan son araştırmalara göre, 1650’den önce Avrupa'nın Doğu’ya yapmış olduğu külçe altın ihracatının büyük bir çoğunluğu için Ümit Burnu yolu yerine, Osmanlı ve İran imparatorluklarının toprakları kullanılmıştır.(44)

Bunun yanında, 1650-1700 arasında aynı yol üzerinden yapılan gümüş ihracatı da diğer yol üzerinden yapılanları fazlasıyla geride bırakmıştır.(45) Bu bilgi, Portekizlilerin Güney Asya’ya yapılan gümüş ticaretinin lideri oldukları varsayımına da uygun bir cevap oluşturmaktadır. 1580 ve 1670 arasında Avrupa’nın tamamından Doğu Asya’ya ihraç edilen gümüş miktarı 2.240 metrik ton iken, sadece Japonya’dan yapılan ihracat 6.100 metrik tondur.(46) Avrupa’ya ait bu rakamlar % 50 daha düşük olarak tahmin edilmiş olsa dahi, Japonya’nın sahip olduğu hacim yine de tüm Avrupa’nın üzerindedir. Ümit Burnu rotasının neden işlemediğini açıklayan dördüncü neden ise Portekizlilerin Doğu Asya’daki ticaret gelirlerinin % 80’ini ülke içi ticaretin oluşturmasıdır. Portekiz ticaret tekeli mitinin gerçekdışı olduğunu en iyi açıklayan şey ise, Portekizlilerin ticari gelirlerinin neredeyse tamamının arbitraj* geliri olmasıdır. Portekiz tekelinin tam anlamıyla uydurmaca olduğunu açıklayan beşinci ve son neden ise, 16. yüzyılda Hint Okyanusu’nda ticaret yapan gemilere ait tonajın sadece % 6’lık kısmının Portekiz gemilerine ait olmasıdır.(47)

Portekizlilerin hiç değilse baharat ticaretini ellerinde bulundurdukları pekâlâ söylenebilir. Ancak Portekizliler baharatın bulunamadığı zamanlarda baharat ticaretini kontrol altında tutmayı tercih etmişlerdir. Örneğin Malabar’da bir gemi satın almışlar ve yapılan üretimin % 10’unu ellerine geçirmişlerdir. Guceratlı’daki biber üretiminin % 5’ini de kontrol altına almışlardır. Bunun yanında Portekizliler,1535’te bir Hindistan liman şehri olan Diu’yu ele geçirdiklerinde, Guceratlı’lar Bengal Körfezi üzerinden tüm Hint Okyanusu ülkelerine oldukça yüksek miktarlarda biber ticareti yapmışlardır.

Benzer şekilde Portekizliler Calicut’tan yapılan ticareti bloke etmek istediklerinde, Malabar’ın kuzeyindeki Kanara, Acheh ve Bengal Körfezi gibi ticaret yolları ortaya çıkmıştır. Charles Boxer, 1585 yılında sadece Achehlilerin Kızıldeniz’deki Cidde’ye yaptıkları ihracatla aynı miktarda baharatın Portekizliler tarafından Ümit Burnu yoluyla Avrupa’ya ihraç edildiğini söyler.(48) Portekizlilerin yapmış oldukları biber ticareti etkileyici olmaktan ne kadar uzaksa, baharat ticareti üzerindeki etkileri de o denli yetersizdir. Portekizlilerin tekellerine alabildikleri tek baharat tarçındır. Ancak bu, Portekiz krallığı için büyük kayıplar sonucunda kazanılmış bir zafer olarak ele alınmalıdır. Çünkü Goa ve Lizbon’da alman tüm kanuni önlemlere ve yasaklamalara rağmen yolsuzluklar engellenememiş, tarçın ticaretinin kazandırdıkları, işlemleri yapan resmi yönetici ve memurların zimmetlerine geçmekten öteye gidememiştir.(49)

Bu noktada Portekiz ticaret tekelinin altında Hint Okyanusu üzerinde yürütülen cartaz sisteminin olduğunu düşünmek gerekir. Bu sular üzerinde ticaret yapan ve Portekiz bandıralı olmayan her geminin taşıması gereken bir tür pasaport olan cartaz'a sahip olmayan gemiler, Portekizlilere para ya da vergi ödemek zorunda bırakılmıştı. Bu sistem Portekizliler tarafından oluşturulmasa da, söz söylenmeden yerine getirilmesi gereken bir taviz olarak kendi kendine gelişmiş ve tüm Asya’da yürütülen bir ticaret tekeli görünümü sergilenmesini sağlamıştır. Burada Avrupamerkezci görüşün dikkatinden kaçan nokta, Asyalıların cartaz'ı kendi amaçlarına ulaşmak için bir yol olarak benimsemiş olmalarıdır.

Birçok Asyalı tacirin gemilerine Portekiz bayrağını çekme nedeni, bir boyun eğme göstergesi değil, Portekiz limanlarındaki düşük gümrük tarifelerinin avantajlarından yararlanmak için yapılmış bir harekettir (Portekiz bayraklı gemiler bu limanlarda % 6 yerine % 3,5 oranında vergi ödemektedir). Hatta cartaz taşımayanlar için bile Portekiz kontrolünü kabul etmek demek, sadece % 5’lik bir gümrük tarifesini ödemekten öte bir şey değildir. Kısacası Portekiz kontrolü demek, daha sonra satış fıyatlarına rahatlıkla yansıtılabilecek oldukça önemsiz miktarlardaki birtakım vergi ve harçların ödenmesi anlamına gelmekteydi.(50)

Üstelik pek çok Asyalı gemi sahibi, gemilerini silahlandırmaktan çok daha ucuza geldiği için cartaz almayı kendileri seçmişlerdir. Asyalı tacirlerin derdi, Portekiz’in askerî gücüne yakın bir güce sahip olmamaları değildir; asıl önemli olan, Portekiz hâkimiyetindeki Hint Okyanusu’nda daha sakin bir şekilde ticaret yapabilmektir. Asyalılara göre, silahlandırılmış gemiler hem oldukça gereksiz hem de ekonomik olarak verimsizdir. Böyle- ce Portekizlilerin silahlanmaya yatınm yapmaları ve bunun karşılığında ödeme almaları üzerine, Guceratlı kendi istediği gibi ticaret yapabilmek için silahlanma yerine koruma parasını ödemeyi tercih etmiştir.(51)

Bu, kesinlikle daha ucuz ve gerçekçi bir seçimdir. 1434’teki sözde “imparatorluk yasağı" sonrasında, birçok Çinli tacir Macao ya da Melaka’dan satın aldıkları kâğıtlarla denize açılmışlardır. Çünkü bu kâğıtlar onları resmî olarak Portekiz gemisi yaptığı için bu yasaktan kolaylıkla (ve daha ucuza) kaçmaları mümkün olmuştur.(52)

Birçok Asyalı tacire göre Portekiz bayrağı zorluktan ziyade “kolaylık bayrağı" olarak adlandırılmıştır. Portekiz’in hâkim olduğu Hint Okyanusu, Guceratlı ve diğer Doğulu tacirler için ticaret yapmak isteyen başkalarından arındırılmış bir bölgedir. Başka türlü onların Portekiz ticaretini finansal anlamda gönüllü olarak desteklemesini nasıl açıklayabiliriz? Asyalılar ticari anlamda birbirinden fayda sağlayan bu sistemi desteklemek suretiyle ticarette daha öne geçmeyi başarmışlardır.(53)

Asyalıların Portekizlilere para ödememeyi seçtiği durumlarda bile mutlaka farklı bir çözüm bulunuyordu. Örneğin bir Portekiz (ya da herhangi bir Avrupa) gemisi Japonların “Kızıl Fok” gemisine saldırdığında, Japonlar olayı hemen Nagazaki’deki yetkililere bildiriyor, onlar da Avrupalı gemilere el koyarak tazminat bedeli ödenmeden bırakmıyorlardı. Bu bizi, daha önce ele aldığımız gibi, Avrupalıların askeri olarak ne kadar alt seviyelerde bulundukları konusuna getirmektedir. Bu gerçekler, Portekiz’in fetih hayallerini bir kenara bırakarak, Hint Okyanusu’nda ticaret yapan diğer ülkelerden birine dönüşmesi sonucunu doğurmuştur. Tomé Pires Suma Oriental isimli kitabında Portekizlilerin sözde kalelerinden olan Melaka’da 84’ten fazla dilin konuşulduğunu,(54) Portekizlilerin burada egemen güç olmaktan ziyade, ticaret yapan diğer ülke vatandaşlarından bir farkının olmadığım belirtir.

Hollandalılar da benzer bir kaderle karşı karşıya gelmişlerdir. Üstün gayretlerine rağmen, emperyalist ve tekelci bir ticaret sistemi oluşturma isteğinin hayalden öteye gidemeyeceğini anlamışlardır. Özellikle ticareti tekel altına alma ve fiyatları yükseltme eğilimleri tam anlamıyla ters tepmiştir.

Bu konudaki én iyi örnek, Hollandalıların karanfil baharatı ticaretinde tekel olma istekleridir. Bu amaçla kendilerinin kontrolü dışındaki bölgelerdeki karanfil ağaçlarını yerle bir etmişler ve 1660’lardan sonra fiyatlar hızla yükselmiştir. Ancak bu durum zamanla Avrupa piyasalarında huzursuzluğa neden olmuş ve sorun Brezilya’dan karanfil çubuğu ithalatı ile çözülmüştür. Sonuçta Hollanda’nın tekel olma isteği geri tepmiş, Brezilya’dan ucuz karanfil çubuğu stokları Avrupa’ya yığılmış ve Hollanda’nın Asya’daki en kârlı işlerinden biri olan karanfil konusundaki geliri oldukça aşağılara inmiştir.(55) Özetle, Hollandalıların bu konuda lider olma planları küresel rekabet baskısı yüzünden suya düşmüştür.

Hollanda Doğu Hindistan Şirketi (VOC) bütün üstün gayretlerine rağmen, Asya’nın hiçbir yerinde tekel yaratma konusunda başarılı olamamıştır. Karanfil konusundaki tek girişim ise bahsettiğimiz gibi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu örnek aynı zamanda anti-Avrupamerkezci söylemi destekleyen bir istisna oluşturmaktadır. VOC’un girdiği hemen her pazarda oldukça yüksek küresel rekabet şartları ortaya çıkmış, mağrur ve kendini beğenmiş Hollanda ticaret tekelinin gerçeklerden ziyade bir hüsnükuruntu olduğunu Hollandalılara göstermiştir. Bu konuda pek çok örnek verilebilir, ancak Hint Okyanusu’nun kuzeybatısından yapdan pamuklu ürün ticareti hakkında olanı durumu en iyi şekilde açıklamaktadır. Burada Hollandalılar Guceratiı tacirlerle rekabet etmek zorundadırlar. Hollanda, pazar payının % 10’unu ele geçirmiştir, ancak Guceratlı’lar çok daha yüksek kâr paylarına sahiptirler. Bu durum, VOC tarafından oldukça büyük kızgınlıkla karşılanmış ve şirket bunun nedenlerini soruşturmak istemiştir. Van Santen konu hakkında şunları aktarmaktadır:

Âciz Guceratiı tacirler koskoca VOC ile rekabet edecek güce nasıl sahip olabiliyorlardı? Şirket çalışanlarının verdiği cevap oldukça ikna edicidir. Hintli tacirler çok daha az maliyetle iş yapmaktadırlar... Bunun yarımda itiraf etmek gerekir ki, Hintli tacir bafta'larını, tapechinde’lerini ya da chela'larını* alıp satarken, piyasada işlerin nasıl yürüdüğünü çok daha iyi gözlemleme olanağına sahiptir.(56)

Van Santen, aynı sayfada “uzun yıllar boyunca hayal kırıklığı yaratan mali sonuçlardan sonra VOC yenilgiyi kabul etmiş ve 1660’larda ticareti bırakmıştır” diye ekler. VOC, Yemen’deki Moha limanında da pamuk ticareti yapmaya çalışmış ve aynı

sonuçlarla karşılaşmıştır. VOC, 17. yüzyılın yarısında buradan 70.000 parça pamuklu ticareti gerçekleştirmiş, ancak bu miktar 1647’de 990.000 parçalık ticaret yapan Guceratlıların yanında oldukça önemsiz kalmıştır.(57) Böylece Hollandalılar da aynı Portekizliler gibi, geriye çekilmekten ve ticareti Asya sistemine göre sürdüren diğer ülkeler gibi hareket etmekten başka çare bulamamışlardır.

Asya'da Avrupa'nın politik hâkimiyeti miti

Son soru şu olacaktır: Eğer Avrupa’nın askeri gücü ticaret tekelini güvence altına almamış olsaydı, her ne kadar mütevazı oranda da olsa, Asya üzerindeki ticaret bölgesine ayak basma olanakları olabilir miydi? Avrupalıların -önce Portekizliler, sonra Hollandalı ve İngilizler- daha güçlü pozisyonda bulunan Asyalı politikacı ve tacirlerle işbirliği yapmaktan, birlikte çalışmaktan, hatta onların önünde eğilmekten başka çareleri yoktu. Önceleri sarf ettikleri “İslam kâfirlerine ölüm” şeklindeki küstah beyanlarına rağmen Portekizliler Batı Hint Adaları’na vardıklarında, “İslam hegemonyasının hüküm sürdüğü bölgeye” de adım atmışlardı ve işbirliği yapmaktan başka çareleri yoktu.(58)

Bu işbirliği ya da ortaklığın pek çok yönü bulunmaktadır. Öncelikle, Asyalı hükümdarlar Portekizlilere oldukça sınırlı oranda “diplomatik dokunulmazlık” tanımışlardır. Bunlar Çin’deki Macao’daki, Hindistan’ın Coromandel kıyısındaki ve Bengal’deki Hughli’deki bazı kilit noktalarla sınırlandırılmıştır. İkinci olarak, yeterli derecede kaynağa sahip olamayan Portekizliler mali açıdan yerel kaynaklarla, özellikle Hintli banian'lardan sağlananlarla idare etmek zorunda kalmışlardır. Üçüncü olarak, hem Portekizli hem de Asyalı tacirlerin yararına olan, hatırı sayılır ölçekte bir alışveriş sistemi mevcuttur. Asyalı tacirlerin gemilerinde genellikle Portekizlilerinkinden daha fazla mal olurdu. Pearson bu konuda şunları anlatır:

Portekizliler Guceratlı gemilerine mal göndermişlerdir, bazen de tersi olmuştur. Bu gelişigüzel ve karışık ticaret sistemi, Portekiz özel sektör ticaret sisteminin en güzel yansımasıdır. Buradaki pek çok Portekizli tacir, oldukça gösterişli bir tekel yaratma arzusundan çok bu tür bir ticaret sistemini tercih etmiştir.(59)

Dördüncü olarak da, Portekizlilerin yerel bilgi kaynaklarına güvenmekten başka çareleri yoktu. Braudel konuyu şöyle açıklar:

Kandahar’da Hintli bir tacir İspanyol bir gezgini Portekizlinin elinden alır ve ona hizmetini sunarken şunları söyler: “Sizin milletinizden pek çok insan burada kullanılan dilleri bilmez, size buraları bilen birileri yardım etmediği sürece zorluklarla karşılaşırsınız.” Yardım, işbirliği, danışıklı dövüş, birlikte hareket etme, çıkar birliği - adı ne olursa olsun zaman içinde tüm bunlara ihtiyaç duyulmaktaydı.(60)

1800’lerde Hollandalı ve İngilizler de benzer sonuçlarla karşılaşmışlardır. Portekizliler gibi, Hollandalı ve İngilizler de Asyalılarla birçok değişik yoldan ticaret yapmışlardır. Bunların içinde gemi mürettebatının kiralanması, hatta tüm geminin içindekilerle birlikte kiralanmasından Asya sermayesinden ödünç para alınmasına kadar her türlü karşılıklı ilişki mevcuttur.(61) Hollanda ve İngiltere, eninde sonunda Portekiz’in vardığı sona ulaşmış ve Asya içindeki kârlı “ülke” ticaretinin içindeki yerlerini almıştır. 1648’de VOC yöneticilerinin de belirttiği gibi, “ülke içinde yapılan ticaret ve bundan elde edilen gelir şirketin temelini oluşturmaktadır, dikkatle korunması gereken bu kaynak azalırsa tüm yapı temelinden sarsılacaktır”.(62) 4. Bölüm’de de belirttiğimiz gibi, Hollandalıların gelirinin büyük bir kısmı külçe altın ticaretinden gelmekteydi. Aynı şekilde, Asya ile ticaret yapacak fazla mallarının bulunmaması dolayısıyla İngilizler de sonunda kendilerini ülke içi ticaretin içinde bulmuşlardır:

İhracat kotasının % 10’unu bile dolduramayan şirket (EIC), toplam ihracatı indirmek için fazla ya da az fatura kesme yoluna başvurmak zorunda kalmıştır. Asya’da, kendi Asya ithalat ürünleri için finansman kaynağı bulmak da oldukça büyük baskıya neden olmuştur. Bu yüzden Asya-Avrupa ticaretinden çok daha gelişmiş ve kârlı olan Asya-içi ‘ülke ticareti’ne yönelmek kaçınılmaz hale gelmiştir.(63)

Yine, hem İngilizler hem de Hollandalılar, Asyalı hükümdar ve tacirlerin itibarları karşısında öne eğilmekten ve işbirliğinden başka çareleri olmadığım kısa zamanda anlamışlardır.(64) Avrupalıların bu kârlı Asya ticaret pastasından yalnızca incecik bir dilimi elde edebilmek için çektiklerini Hollandalıların Japonya’da yaşadıkları dokunaklı deneyimden daha iyi anlatan bir hikâye yoktur. Hollandalılar, iki yüzyıl boyunca Nagazaki limanında, 82’ye 236 adım boyutunda, Deshima adındaki minik bir ada ile sınırlandırılmışlardır:

Hollandalılar, casusluk yapan Japon çalışanlar ve 150 kişilik tercüman ordusu tarafından devamlı gözetlenmekteydiler. Yılda yalnız bir geminin limana uğramasına izin veriliyor ve mürettebat genellikle ‘köpekler gibi sopalarla dövülüyordu’. Yine yılda sadece bir kez, Shogun’a saygılarını göstermek için anakarayı ziyaret etmelerine izin veriliyordu.(65)

Sonuç

Özetle, Portekiz’in (aynı zamanda Hollanda ve İngiltere’nin) büyük deniz “imparatorluğu” mirası deyimi, 1500’lerle 1750/1800 arasında Asya’nın küresel ekonomideki üstünlüğü konusunda aslında hiçbir şeyin değişmediğini anlatmaktadır. Sonuç kaçınılmazdır: “Avrupa çağı” ya da “Asya’da Vasco Da Gama devri”nin geçmişe yönelik bir hüsnükuruntudan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, aynı zamanda 4. Bölüm’de bahsedilen tartışmayı da doğrular niteliktedir: En azından 1800’e kadar Hindistan ve Güneydoğu Asya, Japonya, Çin ve en az onlar kadar Osmanlı ve İran imparatorlukları Avrupa hücümlarına rahatlıkla karşı koyacak kadar politik ve ekonomik güce sahiptiler. Tüm bunların ışığında, Portekiz krallarından I. Manuel’in emperyalist böbürlenmeleri karşısında Osmanlı imparatoru “Yavuz Selim”in verdiği karşılığı inceleyerek olayın öğretici boyutunu gözlemleyebiliriz. Manuel 28 Ağustos 1499’da Papa’ya yazmış olduğu mektupta kendisinden şöyle bahseder: “Hindistan, İran, Arabistan ve Etiyopya’nın Ticaret ve Denizcilik Fatihi ve Gine’nin Efendisi.” Bu ifade Papa’yı etkilemiş olabilir, ancak tamamen uydurmadan ibarettir. Bunun yanında, Sultan Selim’in haklı gururunu yansıtan ifadesi gerçeklere çok daha yakındır:

Mısır, Halep, Suriye’nin tüm toprakları, Kahire şehri, Mısır’ın kuzeyi, Etiyopya, Yemen, Tunus sınırına yakın topraklar, Hicaz, Mekke, Medine ve Kudüs şehirleri Yüce Allah’ın bize verdiği şeref ve onurla tamamen Osmanlı İmparatorluğu topraklama katılmıştır.

Avrupalıların “Muhteşem” olarak adlandırdıkları Osmanlı sultanı Süleyman’ın 1538’de söyledikleri de gerçeğin ta kendisidir:

Benim adım, Mekke ve Medine’deki Cuma vaazlarında söylendiği gibi, Süleyman. Bağdat’ta adım Şah, Bizans’ta Sezar ve Mısır’da Sultan’ım. Donanmalarını Avrupa, Mağrip ve Hindistan sularına gönderen komutanım.(66)

Sonuç olarak, başta belirtmiş olduğumuz Roberts’ın alıntısını düzeltmek gerekir: "1500 ile 1800 arasında gerçekten neler olduğu hakkında konuşmak istersek, Avrupa’yı Asya hikâyesinin ortasına koymak tamamen yanlıştır.." Birazdan inceleyeceğimiz ve bu yüzyıllarda Avrupa’nın gelişimi hakkında varılan sonuçlar için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

Dipnotlar:

19 Bu ve bir sonraki paragraf Patricia Seed’den alınmıştır, Ceremonies o f Possession in Europe’s Conquest o f the New World, 1492-1640 (Cambridge: Cambridge University Press, 1995), s. 107-128.

* Küçük tekne, sandal, (ç.n.)

20 Martin Elbl, ‘The Caravel’, Robert Gardiner (editör), Cogs, Caravels and Galleons (Londra: Brasseys, 1994), s. 91.

21 G.S.L. Clowes, ‘Ships of Early Explorers’, Geographical Journal 69 (1927), 216; Needham ve çalışma arkadaşları, Science, VI (3), s. 29.

22 Seed’in Ceremonies, kitabında Pedro Nunes’a değinilmiştir, s. 126.

23 Tibbetts, Arab Navigation, s. 9-11.

24 E.G. Ravenstein’ın (editör) A Journal o f the First Voyage o f Vasco Da Gama, 1497-1499 (Londra: Bedford Press, 1899) kitabında geçer, s. 87.

25 Miriam Estensen’in Discovery (St. Leonard, New South Wales: Allen and Unwin, 1998), adlı kitabında Antonio Pigafetta’ya değinilmiştir, s. 15-16.

26 Tibbetts’in Arab Navigation kitabında Ahmed İbn-Macid’den söz edilmiştir, s. 195.

27 Ravenstein, Journal, s.163; Needham ve çalışma arkadaşlan, Science, IV (3), s. 480-482; Menzies, 1421, s. 38.

28 Goody, East, s. 92.
29 Menzies, 1421, s. 43.
30 Gang Deng, Chinese Maritime Activities and Socioeconomic Development, C 2100 BC-1900 AD dolaylan (Londra: Greenwood Press, 1997), s. 70-71.
154

31 Reid, Southeast Asia, I, s. 20-21.

32 Boxer, Portuguese, s. 58.

33 Jakob Van Leur, Indonesian Trade and Society (The Hague: W. van Hoeve, 1955), s. 159.

34 K.N. Chaudhuri, Trade and Civilisation in the Indian Ocean (Cambridge: Cambridge University Press, 1978), s. 79.

35 Fernand Braudel, Civilization and Capitalism, 15th-18th Century, III (Berkeley: University of California Press, 1992), s. 212-213.

36 Clive Ponting, World History (Londra: Chatto and Windus, 2000), s. 525.

37 M.A.P. Meilink-Roelofsz, Asian Trade and European Influence in the Indonesian Archipelago between 1500 and about 1630 (The Hague: Martinus NijhofF, 1962).

38 Adas, Machines, s. 48.

39 Braudel, Civilization, IE, s. 468, vurgu kendisine ait.

40 P.M. Holt, Ann K.S. Lambton ve Bernard Lewis, Andre Gunder Frank'm Reorient (Berkeley: University of California Press, 1998) kitabında anılır, s. 118.

* Öküz boynuzu göl (Ox-bow lake): Bir nehrin suyunu boşalttığı bölgede erozyon ve toprak yığılması nedeniyle oluşan hilal şeklinde göl. (ç.n.)

41 Marshall G.S. Hodgson, Rethinking World History (Cambridge: Cambridge University Press, 1993), s. 97, 129.

42 Frederic C. Lane, ‘Venetian Shipping during the Commercial Revolution’, American Historical Review 38 (2) (1933), 228; Niels Steensgaard, The Asian Trade Revolutions of the Seventeenth Century (Chicago: Chicago University Press, 1974), s. 155-169.

43 Pearson, New Cambridge History, s. 44.

44 Najaf Haider, ‘Precious Metal Flows and Currency Circulation in the Mughal Empire’, Journal of the Economic and Social History of the Orients (3) (1996), 298-367.

45 Sanjay Subrahmanyam, ‘Precious Metal Flows and Prices in Western and Southern Asia, 1500-1750: some Comparative and Conjunctural Aspects’, S. Subrahmanyam (editör), Money and the Market in India 1100-1700 (Delhi: Oxford University Press, 1994), s. 201, ay- nca s. 197-201.

46 Reid’in Southeast Asia, I, kitabından hesaplanmıştır, Tablo 3, s. 27.

* Bir borsada satın alınan tahvilleri aynı

48 Boxer, Portuguese, s. 59, 61.

49 A.g.y., s. 62.

50 Pearson, New Cambridge History, s. 54.

51 Philip D. Curtin, Cross-Cultural Trade in World History (Cambridge: Cambridge University Press, 1984), s. 145.

52 A.g.y., s. 144-148; aynca bkz: s. 159-167 ve 8. Bölüm.

53 Pearson, New Cambridge History, s. 54.

54 Tomé Pires, Suma Oriental (Glasgow: The University Press, 1944), s. 268-269.

55 Reid, Southeast Asia, I, s. 23.

* Hindistan’a özgü pamuklu kumaş türleri, (ç.n.)

56 H.W. Van Santen, ‘Trade between Mughal India and the Middle East, and Mughal Monetary Policy, 1600-1660 dolaylan’, KarIR. Haellquist (editör), Asian Trade Routes (Londra: Cur- zon Press, 1991), s. 89.

57 Van Santen, ‘Trade’, s. 90.

58 Eric R. Wolf, Europe and the People Without History (Berkeley: University of California Press, 1982), s. 234.

59 M.N. Pearson, ‘India and the Indian Ocean in the Sixteenth Century’, Ashin Das Gupta ve M.N. Pearson (editörler), India and the Indian Ocean 1500-1800 (Kalküta: Oxford University Press, 1987), s. 78.

60 Braudel, Civilization, III, s. 489.

61 P.J. Marshall, ‘Private British Trade in the Indian Ocean before 1800’, Das Gupta ve Pearson, India, s. 280, 283, 287, 292-293.

62 Om Prakash, ‘The Dutch East India Company in the Trade of the Indian Ocean’, J.F. Richards (editor), Precious Metals in the Late Medieval and Early Modem Worlds (Durham: Carolina Academic Press, 1983), s. 189-190.

63 Frank, ReOrient, s. 74-75.

64 Wolf, Europe, s. 240.

65 Ponting, World. History, s. 525

66 Jonathan Bloom ve Sheila Blair, Islam: Empire of Faith (Londra: BBC Books, 2001), kitabında Muhteşem Süleyman’a göndermede bulunur, s. 158.

John M.Hobson – Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri,syf:149-165
Devamını Oku »