Günümüzün Transparent(Şeffaf) Toplumu

Aydınlanma, kiliseye ait cemaatin kendi içindeki Tanrı referanslı kapalılığına karşı tasarladığı toplumu; sosyal ilişkilerin dünyasına aklın kurallarını hâkim kılıp insan­ları cemaatin “büyülü” dünyasından arındırarak şeffaf­laştırmak, yani “transparent” hale getirerek kurmak iste­mişti. Toplum dediğimiz bu sosyal dünya, müzakerenin, yeniden inşanın mümkünlüğünün, hesap sorabilirliğin açık dünyası olarak tasarlandı; bu, sorunlarını Tanrıya referansta bulunmadan çözeceği varsayılan aydınlanma­nın sivil toplumuydu.

Bugün yeni bir sivil toplumun olu­şum sürecindeyiz. 21. asrın sivil toplumu kendine has bir özgürlük vaadi taşıması yanında, aynı zamanda yeni bir “transparent toplum” modeli olma özelliği de taşımakta; bu toplum modeli her şeyi kişiye has bir sorun haline ge­tirerek gerçeği bulmak adına rasyonel eleştirinin nesnesi yapmakta ısrar ediyor. Günümüzde "sosyal parçalanmadı kurucu ilke olarak gören postmodern felsefenin aslında sivil toplum dediği şeyin, transparent toplum modeliyle bugün bizi karşı karşıya getirmiş olmasıdır.

Günümüzün transparent toplumu artık kapalılığın karşıtı olan, her türlü haksızlığın hesabının sorulduğu şeffaf bir toplum demek değildir. Çözüm imkânlarının tartışmada olduğu­nu kabullense de, aklın "imanı” kabul edeceğimiz "akılcı eleştirinin, sorunları en sağlıklı şekilde çözmenin biricik yolu olduğuna inanan, bu yüzden de "tartışılamaz" kabul edilen her şeyi acımasız şekilde tartışarak ve tartışma sü­reçleri içinde değerlerini terk ederek kendini de sürekli "çıplaklaştıran” bir toplum demektir. Başka bir ifadeyle transparent toplum dışsal bir referans kaynağının sahibi olmadığından, bütün sorunlarını her zaman ve her yerde tartışma histerisi içinde bulunan toplum anlamına geli­yor. “Tartışma dışı” tutulanın tartışıldığı, bütün kutsal­lıklarını kendi inşa ettiği aklının kolayca nesnesi haline getirebilen, haya/mahrem addedilen her şeyi alenileşti­ren, söz gelimi ya sanat, ya sağlık, ya da bir hijyen me­selesine indirgeyerek açıkça herkesle tartışmayı bireye ait hak ve güçlü bir kişilik göstergesi olarak ödüllendiren bir toplumdur.

Günümüz sivil toplumunun transparent kültürü; önce Allah’ın bütün hükümlerini birey merkezli bir bağlama yerleştirmekte, sonra da ezeli ve ebedi olan bütün hakikat meselelerini “özgürlük” karşılığında Karl Popper’ci, insanla alakalı bütün iktisadi meseleleri de “haz” karşılığında Fredrich Hayek’çi akla peşinen teslim etmemizi istemektedir.

Bugün sadece siyasi, sosyal veya iktisadi düşüncemi­zin değil, aynı zamanda “dini” düşüncemizin de önemli konularından biri sivil toplumdur. Sivil toplumu bu kadar cazip hale getiren sebeplerden muhtemelen en önemli­si, onun hayatı “devletsizleştireceğine” inanılmasıdır. Bu husus günümüz Müslümanlarını bilinen sebeplerden do­layı fazlasıyla ilgilendirmekte, ama aynı nispette de yanılgıya düşmelerine sebep olmaktadır, diyebiliriz. Ancak sivil toplumdan bahsederken doğal olarak İslâm’ın tarih ve toplumla ilgili entelektüel muhayyilesinde bir arayışa girmiyoruz; zira biliyoruz ki onda sivil topluma karşılık herhangi bir kavram ve gerçeklilikten bahsetmek müm­kün değil.

Buna rağmen İslamcı muhayyilenin kendine has "kopyalama” alışkanlığına uygun şekilde İslâm'ın ta­rihsel/toplumsal tecrübesinde “analojiler” yaparak sivil topluma kavram ve gerçeklik olarak bir karşılığının bulu­nacağını, bunun da müthiş bir entelektüel çaba olduğunu ilan edenlere her zaman rastlayacağız. Buluş yapmak­ta maharet sahibi olan bu muhayyilenin tespitine göre İslâm'ın sosyal gerçekliğinin temeli saydığımız cemaat/ tarikatların aslında tam da İslâm'daki “sivil toplum’a denk geldiğine işaret etmesini, ancak bu aklın kendine has kurnazlığıyla açıklayabiliriz.

Bir taraftan sivil top­lumu vareden dini/tarihsel ve siyasal/sosyal tecrübenin İslâm'ınkinden farklı olduğunu sık sık dile getiriyoruz, diğer taraftan da o tecrübe süreçleri içinde ortaya çıkmış ve vücut bulmuş siyasal/sosyal unsurları hemen kendi­mizde aramakta, bulduğumuzda ise - ki mutlaka bulmak­tayız - onu hemen “yeşil renge” boyayarak, entelektüel yetkinliğin işareti olarak görmekteyiz. Oysa günümüzün postmodern dünyasında sivil toplum kavramıyla İslâm'ın cemaat kavramını birbirine karıştırmak büyük bir yanılgı olacaktır. Her şeyden evvel sivil toplum, cemaatsel iliş­kileri “emansipe” etmeyi içeren bir sosyal varoluşu ifade eder.

Buna rağmen yine de sivil toplum “devletsiz” olma imkânı sağladığından, dünya genelinde olduğu gibi, Müslümanlar için de müthiş bir çekiciliğe sahiptir. Fakat bu, sivil toplumun sahiden devletsiz olduğu anlamına gelmiyor; tersine sivil toplum ne devletsiz toplumdur, ne de salt yöneten ya da yönetilen ilişkisine indirgenebilir. Batılı paradigma içinde bu böyle görünür gibi olsa da,Müslüman’ca bir gözle baktığımızda sivil toplum her şey­den önce devletin niteliğiyle ilgili bir mesele olma özelliği taşır.

Ulus devlet gibi “teknolojik devlet” modelinde, sivil toplumdan önce bu hususu, yani teknolojik devletin de­netleyici gücünü ve bu güce sınır koymayı değil, bizzat devlet meselesinin kendisini tahlil etmek gerekiyor. Bu husus devletin iktidar alanı içinde insanların kullanabi­leceği “serbest alanların” kendisiyle doğrudan ilgili de­ğildir; nitekim neoliberalizmin yapmaya çalıştığı budur, oysa söz konusu etmeye çalıştığımız, daha çok devletin kendi iktidar alam ve o alanı nasıl kurduğuyla ilgilidir.

Abdurrahman Arslan - Sabra Davet Eden Hakikat,syf:268-271
Devamını Oku »

Rönesansla Başlayan Devrimler


Rönesans’a kadar bu üçlü ilah anlayışı gelmekle beraber Rönesans’tan itibaren eski Yunan ilahlarımn hortlatılmasıyla insanın Allah ile münasebeti kesilerek politeist, panteist, ateist ve deist anlayışlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Meşhur Alman sosyologu Max Weber (ö.1923), modern bilim anlayışının insana ahlaki sorunlar ve değer hükümleri vermek gerektiğinde pratik meseleler karşısında ona yardımcı olamayacağını söylüyor. Çünkü bilim ona göre, kendisinin belirlemediği bir amaca ulaşmak için hangi yolların bulunduğunu, tecrübe dikkate alındığında bunların ne gibi yan tesirlerinin olabileceğini söyleyebilir. Bunun da çok derin sebepleri olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “Şu anda farklı farklı değer düzenleri (wertordnungen/ordres ) birbirleri ile çözümü olmayan bir çatışma hâlindeler. ”

Bu konuda Weber, James Mill’in “Eğer insan sadece tecrübeye dayanırsa, düşünme ve hayat tarzı olarak müşrik olur/şirke ulaşır” dediğini hatırlatarak, günümüzde iyi, güzel ve doğrunun birbirinden ayrıldığını; aslında iyi olanın yanlış ve çirkin görülebileceğini; aslında kötü olanın doğru olduğu şek. linde değerlendirilebileceğini; doğru olanın ise çirkin ve kötü olarak anlaşılabileceğini; bunların arasında tecrübî olarak tarafsız bir tercihte bulunmanın imkânsız hâle geldiğini ifade ediyor. Dolayısıyla değerlere bakış değiştiğinden “farklı ilahlar birbirleri ile sürekli bir çatışma hâlindeler ” diyor.

M. Weber şöyle devam ediyor: “Ancak bugün eski tanrılar yeniden hayatımızın bir parçası hâline geldi. Antikçağ tanrıları efsanevi unsurlarından arınmış, cazibelerini kaybetmiş hâlde gayri şahsî güçler hâline gelerek mezarlarından çıkıp, ebedî savaşlarına yeniden başladılar. Modern insan ve özellikle de gençler gündelik hayatlarında karşılarına çıkan böylesi bir mücadeleye hazır değiller. ”25 [3]

Max Weber’in tabiriyle eski Yunan putlarının/ilâhlarının mezarlarından çıkarılıp hortlatılmasıyla Tanrı’ya karşı bir takım devrimler ortya çıkarılmıştır. K. Popper’ın tabiriyle başlatılan devrimlerin başlıcaları şunlar:

1. Naturalist devrim

2. Tarihselci devrim

3. Aydınlanmacı devrim

4. Evrimci ve Darwinci devrim

5. Teknik ve Teknolojik devrim,

6. Kapitalist devrim

7. Sömürgeci devrim

Bu devrimlerden doğan tanrıçalar

Karl Pepper’in tespitlerine göre Hegel’in tarih anlayışından doğan tanrıçalar:

1. Tarih tanrıçası: Tarihin en kudretli ve etkili akış ve oluşum olduğu düşüncesi.

2. Tarihî determinizm tanrıçası: Her türlü oluşumu ve var oluşu ancak ve ancak tarihin belirlediği, tayin ettiği, başka bir gücün hiçbir etkisinin olmadığı iddiası.

3. Makine tanrıçası veya putu: İnsanın icad ettiği makinenin ve teknolojinin dünya hâkimiyetinde ve sömürgecilikte tek tayin edici olduğu fikri.

4. İnsan aklı ve insan tanrıçası veya putu: Bütün bunları icat eden insan aklının tanrı/put ilan edilmesi.

5. Kapital/sermaye, servet yığma tanrıçası: Her şey madde için, zenginleşip daha müreffeh bir hayat için yapılırsa neticede serveçilik ve kapitalist sömürme hevesi ortaya çıkar.

6. İşgal ve sömürme tanrıçası: Dolayısıyla zayıf ve rakip gördüğü ülkeleri işgal (istilâ) ve sömürme tanrıçası veya putu olup çıkar.

Aydınlanma ve yeni tanrıçalar

Popper’in tasvir ettiği bu köklü değişim, Aydınlanma hareketi ile daha farklı bir boyut kazandı. Aydınlanmacı anlayış, bütün geleneklere, bütün inançlara ve âdetlere karşı âdeta savaş açmış, yerleşik hayat tarzlarına, aile yapısına ve manevi değerlere meydan okumuştu. Yetmedi, insana makine deyip Julien Offray de La Mettrie marifetiyle otomat bir “Makine insan” yarattı. Sonra bu “müşrik akıl” Aydınlanma hareketiyle birlikte iyice “münkir akıl”a dönüştü ve kendisini tanrı ilan etti. Çünkü hakiki Yaratıcı’yı tanıyamayanlar veya tanımak istemeyenler, kendilerine yeni ilahlar ve putlar icat etmek zorunda kalıyorlardı.

Aydınlanma filozoflarının Tanrı’ya inanmamakla ve dinlere açıktan cephe almakla beraber, Tanrı’yı inkarlarının da sahte olduğu anlaşılmaktadır. Bakınız Karen Armstrong adlı araştırmacı neler bulmuş: “Ateistlik hâlâ nefret duygusu uyandırıyordu. Göreceğimiz gibi aydınlanmacıların çoğu felsefecisi üstü kapalı bir Tanrı ’nın varlığına inanıyorlardı. Bununla beraber bir kaç kişi, Tanrı ’nın varlığına bile verili gözle bakılamayacağını anlamaya başlamıştı. ”(26)

Görülüyor ki Aydınlanmacı akıl dahi şaşırmış, yalpalamaya başlamış, sonunda ikiyüzlülükle durumu kurtarmaya karar vermiş.

Bu döneme ait akıl anlayışı, günümüzde ve bilhassa bizde çok fazla mübalağa edilerek emsalsiz bir kurtarıcı, vazgeçilmez bir kudret ve rehber olarak tanıtılmış, tanıtılmaktadır. Bu anlayış günümüz Müslümanlarının bir kısmım da derinden tesiri altına almaktadır. Modernist anlayış ışığında şımamhp küstahlaşan bu Batı aklı, dayatınacı, bencil, baskıcı, küre çapında yaygınlaşan ve dolayısıyla rakip tanımayan, ferdiyetçi, tekçi bir akımdır.

17. asırda gelişmeye başlayan bilimci devrimler, bir taraftan Descartes’la başlatılan mekanik dünya görüşünün tesiriyle, Popper’in mücadele ettiği tarihselci dünya görüşünün gelişmesine yardımcı olurken; diğer taraftan buna parelel olarak yeni bir dünya görüşü ve insana çok yabancı gelen tabiatçı yeni bir dünya anlayışı ortaya koydu.

25 Max Weber, Wissenschaft als Beruf l’den sayfalar: Almanca, s. 545-547; Fransızca trc. 8. 83-86.

26 Tanrı’nin Tarihi, Ayraç Yay” Ankara, 1998, S. 372

Süleyman Hayri Bolay - Batı Aklına Karşı Türkiye,syf.81-84www.ilimsofrasi.com
Max Weber, yeni putlar ve Rönesans
Devamını Oku »